30 Eylül 2005 Cuma

Müziği görün, mekânı dinleyin!

"Artık dinleyici, edilgin bir konumda 'izleyen' kişi değil, müziği anlamlandıran etkin bir aktör..." İstiklal Caddesi'nde, akıp giden kalabalıklar içinde siyah bir vitrin camı üzerindeki bu cümle, bir dakikanızı rica ediyor.

Kapıdan geçtiğinizde, 10 ayrı kulaklık, 10 ayrı video görüntüsü ve 10 ayrı hikâye karşılıyor sizi. Olayın "Sesmekân: Çağdaş Müzikte Mekânsal Çalışmalar" isimli bir müzik sergisi olduğunu anladığınızda, kulaklıkları çoktan takmış oluyorsunuz başınıza. Artık bildiğiniz doğrular doğru olmaktan, duyduğunuz müzikse müzik olmaktan çok uzak kalıyor. Yani bunca yıl muhatap olduğunuz müziğin bir boyutu hep eksik kalmış, o büyülendiğiniz sesler meğer çokça indirgenmiş örneklerden ibaretmiş. Sözü geçen mekân, Garanti Galeri. Duyulan sesler ise 20. yüzyılın önde gelen bestecilerinden Varèse, Xenakis, Stockhausen, Boulez, Nono, Cage, Brümmer, Schaeffer ve Arel'in besteleri.

Küratörlüğünü Aykut Köksal'ın yaptığı "Sesmekân: Çağdaş Müzikte Mekânsal Çalışmalar" sergisinde, 1950 sonrası mekânsal müzik üretiminden seçilen besteler; çizim, metin ve video kayıtları eşliğinde sunuluyor. Biz Türklerin aslında basit anlamıyla köy düğünlerinden ve Ramazan ayında sahur vakti sokakları gümbürdeten davulculardan aşina olduğu 'mekan ile müziğin iç içeliği', bu sergide akademik bir yüzle karşımıza çıkıyor. Türkiye'de ilk kez izleyicinin karşısına çıkan bu bilgi birikiminin bütün meselesi, müziğin mekânsallık özelliğini kullanan ve bunun üzerine giden müzik yapıtları. Aykut Köksal, 20. yüzyıl müziğinin temel sorunsallarından birinin dinleyici ile ilişkiyi yitirmesi olduğu görüşünden yola çıkıyor. Bu sorunun nedenini ise gelişen kayıt teknolojilerinin dinleti imkânlarını dinleyicinin kendi yerine taşıması, yüzyıllar boyu bir sahnenin içine kapanan müziğin bu kez de plaklarda tutsak kalması olarak açıklıyor.

1950 sonrası mekânsal müzik üretiminin en önemli özelliği, dinleyiciyle doğrudan ilişkinin yeniden kurulması olmuş. Yani müziğin olmazsa olmaz iki öğesi müzisyen ve dinleyici yeniden aynı yerde -müziğin üretildiği yerde- bir araya gelmiş. Müziğin hem zamansal hem de mekânsal oluşunu, "Aynı anda iki kelimeyi okuyamayız; ama aynı anda iki sesi duyabiliriz." diyerek örnekleyen Köksal, sesin mekan içindeki yerinin keşfedilmemiş önemine vurgu yapıyor.

Serginin hikâyesi aslında biraz da verilmek istenen algı ile mekânsal yerleşimin bu algı üzerindeki etkisiyle ilintili. "Bunlar biçim oyunları değil, müziğin anlatmak istediğiyle alakalı." diyerek bu yalın hikâyeyi destekleyen küratör, "Bestecinin müzikten umduğu özel algıyı, CD'den dinlerken asla fark edemeyiz." diyor. Paul Valery'nin "Eupalinos ve Öteki Söyleşimler" kitabında Sokrates'in sorduğu "Görkemli bir şölene katıldığında, bir şölende yerini aldığında, orkestranın salonu sesler ve hayaletlerle doldurduğunu saptamadın mı? Önceki mekânın yerini anlaşılır ve değişken bir mekânın aldığını, daha doğrusu zamanın kendisinin seni her yandan çevrelediğini fark etmedin mi?" sorularına da cevap arıyor bu sergi.

Tasarımını Bülent Erkmen'in, koordinatörlüğünü Pelin Derviş'in gerçekleştirdiği sergiye, önümüzdeki günlerde bir konser ve atölye çalışması da eşlik edecek. Türk bestecilerin mekânsal müzik üretimine yer vereceği konser 26 Ekim'de İstanbul Teknik Üniversitesi Maçka G Anfisi'nde. 4 besteci ve 8 mimarın katılacağı workshop ise 14-15 Ekim'de Osmanlı Bankası Müzesi'nde gerçekleşecek. Sergi, 28 Ekim'e kadar gezilebilir.

Müzikte farklı denemeler

Garanti Galeri'de dinlenebilecek mekansal müzik örnekleri arasında John Cage'in 103 çalgının orkestra şefi olmadan seslendirdiği 90 dakikalık yapıtı, Karlheinz Stockhausen'in 108 çalgıcıdan oluşan büyük bir orkestrayı üç topluluğa bölüp her topluluğu da ayrı bir şefin yönetimine verdiği ve sesin dinleyicilerin çevresinde, farklı yönlerde hareket ettiği yapıtı ilgi çekenler arasında. Centre Georges Pompidou'nun açılışı dolayısıyla gerçekleştirilen Xenakis'in kendi tasarladığı strüktürün içinde, ışık ve müziği birleştiren kapsamlı çalışması "Diatope" ve Pierre Boulez'in canlı elektronik sisteminin kullanıldığı "Répons"u da dinlemeye, dinlemenin ötesinde algılanmaya değer.

Jülide Karahan

30 Eylül 2005/Zaman

19 Eylül 2005 Pazartesi

Ben bir küçük zeytin ağacıyım

Zeytin renkli ve zeytin kokulu küçük bir müze, 'Filistin Doğal Tarih ve İnsanlık Müzesi', misafir oldu 9. Uluslararası İstanbul Bienali'ne.

Filistinli sanatçı Halil Rabah, diğer ulus-devletler gibi geçmişini belgeleyen bir doğal tarih müzesine sahip olmayan ülkesinin özlemine çare oluyor bu projesiyle. Çeşitli şehirlerde koleksiyonlarını sergileyen sürgündeki kurgu müze, politik çatışmaların ve savaşın dışında var olan Filistin'e dikkat çekiyor. Zeytin ağacı kökenli fosiller, kemikler ve taş örnekleri Şişhane'deki Deniz Palas Apartmanı'nda 30 Ekim'e kadar görülebilecek. Yok olmuş zeytin ağacı fosilleri ve tehlike altındaki zeytin ağacı türleri; yarısı yok olmuş ve diğer yarısı da tehlike altındaki Filistin halkını simgeliyor. Kökleriyle birlikte sergilenen küçük zeytin ağaçları belki de bu yüzden cam fanus içinde saklı. Müzenin küçük mağazasında ise zeytin tanesinden mumlar, zeytinyağı ve zeytin ağacı fidanları bulmak mümkün. Çağdaş sanatı, zeytin ağaçlarını ve müzeyi Halil Rabah'tan dinliyoruz şimdi.

Çağdaş sanat, söyleyecek sözü olan sanatçıların özgürce ifade bulduğu bir alan. Bu projenizde hangi cümleler gizli?

Sanat hayatı anlatır, değiştirir, değiştirmeli. Vangh Gogh, Picasso, Michalengelo yaşama nasıl bir şeyler kattıysa ben de öyle bir şeyler katmak istiyorum. Sanat, insanlara yeni ve daha güzel bir yolun kapılarını açabilir. 'Kimiz, ne yapıyoruz, ne yapmak istiyoruz?' sorularının cevabını arıyorum.

İşleriniz hep zeytin ağacı merkezli. Ağacın klasik bir barış simgesi olmasıyla mı ilintili bu? Yoksa zeytin ağacının başka anlamları, temsilleri var mı sizin için?

Zeytin ağacı yaşayan bir araç, bir malzeme, daha ötesi hayatın simgesi. Ağacı alıp başka bir yere götürüyorsunuz ve orada yaşamaya devam edebiliyor. Kendilerine ait zamanları, doğal süreçleri var. Zeytin ağacını bir sembol olarak görmüyorum, ona yeni anlamlar yüklüyorum. O, hayatımızın bir parçası. Zeytiniyle, yağıyla, sabunuyla, tahtasıyla, rengiyle, kokusuyla dünya üzerinde bir yeri var. Dünya tarihinde bir yeri var. Derin bir anlamı var, barışın sembolü deyip kestirip atamayız.

Bizi gerçekle kurgu arasına sıkıştıran müzenin, 1905'te kurulduğunu varsayıyorsunuz. Bu yılı seçmenizin özel bir sebebi var mı?

Müzenin 100. yılını kutlamak için diyebilirim basit olarak. Geçen yıl Filistin'de 75. yılını kutladık, ondan önce Roma'daydık. Müzenin kendine ait bir takvimi var ve zaman çok hızlı ilerliyor. Ama 1905 ayrıca önemli. Filistin'de Osmanlı hakimiyeti olan zamana denk geliyor, daha da önemlisi Türkiye arşivlerinde 1905 yılında
çekilmiş Filistin fotoğrafları yer alıyor. Bugün o dönemki Filistin'den eser yok. 420 köy ortadan kaldırıldı.

Bu fotoğraflardan bahseder misiniz? Onlar da müzeye kazandırılabilecek mi?

Sultan II. Abdülhamit, Filistin'i görmeyi çok istemiş; ama gitmesi mümkün olmamış. Bunun üzerine Filistin fotoğraflarından oluşan bir albüm yaptırmış. Bu fotoğraflar zamanla dağılmış ve şimdi bazıları özel koleksiyoncularda bazıları ise İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nin arşivinde. Bunlar, tarihi yeniden yazacak fotoğraflar olabilir. Filistin'den gelen müze ve arşiv çalışanları bienal süresince araştıracak ve belki bu fotoğrafların kopyaları müzeye dahil olabilecek.

Filistinli bir sanatçı olmak politik mesajlar vermemek gibi bir kaygıya, bir baskıya sebep oluyor mu? Ülkenizin temsilcisi, sözcüsü olmanız bekleniyor mu sizden?

Üzerimde sanat yapmanın, güzel işler tasarlamanın, onları bitirmenin baskısını hissediyorum. Filistinli olduğum için kamuoyuna bazı gerçekleri anlatmak gibi bir dertten çok içinde yaşadığım şartlar kendimi böyle ifade etmeme sebep oluyor. Politik kurgular sezebilirsiniz, ama ben bir politikacı değil, bir sanatçı, daha da önemlisi bir aktivistim. Farkındalık yaratmaya çalışıyorum. Ama ne yaparsam politik bir şey aranıyor altında. Çalışmalarımda özellikle politik mesaj vereyim diye uğraşmıyorum. Yani sanat; estetik güzellik ve yaşam için var benim için.

Ulusal kimliğiniz sanatçı kimliğinizin önüne geçsin istemiyorsunuz yani?..
Yaşadığınız coğrafyanın sizi diğer sanatçılardan ayıran etkisini göz ardı edebiliyor musunuz?


Tabii ki hayır. Ama doktorlar, berberler, çiftçiler de etkileniyor aynı şeylerden. Evet sevmiyorum işgali, patlamaları, savaşı. Bir sanatçıyım, tepkimi yansıtsam sesim daha çok duyulur diye mi üzerime geliyorsunuz? Ama bir formülü yok, yani savaş var, sanatım onun için böyle diyemem.

BM binası önüne zeytin ağacı dikti

Halil Rabah için; yerlerinden sökülen ağaçlar Filistin halkıyla özdeş. Sanatçı, Filistin'den Cenova'ya götürdüğü zeytin ağaçlarını Birleşmiş Milletler (BM) binasının önüne dikerken ağaçların orada yaşayıp yaşayamayacaklarını görmek istemiş. Kore'de zeytinyağı sergileyen Rabah, Kudüs'te zeytinyağının dikenli tellerle çevrili bir bidonun içine döküldüğü bir iş tasarlamış. Kahire'de ise bir hastanenin yoğun bakım ünitesindeki yatağa zeytin ağacını yatırmış.

Jülide Karahan

19 Eylül 2005/Zaman

8 Eylül 2005 Perşembe

'İstanbul bir çekim merkezi, dünyanın gözü burada olacak'

İstanbul Modern, 9. İstanbul Bienali'ne paralel bir sergiyle modern sanatın günümüzdeki en ünlü isimlerini bir araya getiriyor. 17 Eylül'de açılacak 'Çekim Merkezi' adlı sergi, müzenin ilk uluslararası sanat etkinliği olacak.

Bu yılki Venedik Bienali'nin yöneticisi Roza Martinez'in küratörlüğünde gerçekleştirilecek sergiye, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 10 ülkeden 16 sanatçı katılıyor. Karmaşık dünyanın estetik, sosyal ve politik meselelerini göz önüne seren sanatçıların çalışmalarının yer aldığı "Çekim Merkezi", İstanbul Modern'in, daha geniş bir bakışla İstanbul'un, önemli bir sanat merkezi haline geldiği düşüncesini de pekiştirir nitelikte. Sergi, dünyanın en önemli modern sanat ustalarının işleriyle birbirinden farklı ulusal arkaplanları, kuşakları ve sanatsal mecraları bir araya getiriyor. 'Çekim Merkezi'nde işleri olan sanatçılar şöyle: Haluk Akakçe (Türkiye), Pilar Albarracin (İspanya), Anish Kapoor (İngiltere), Sierra Santiago (İspanya), Ghada Amer (Mısır/ABD), Janine Antoni (Bahamalar/ABD), Christian Boltanski (Fransa), Rem Koolhaas (Hollanda), Monica Bonvicini (İtalya), Louise Bourgeois (Fransa/ABD), Kemal Önsoy (Türkiye), Gülsün Karamustafa (Türkiye), Jeff Koons (ABD), Juan Munoz (İspanya), Richard Wentworth (İngiltere), Maaria Wirkkala (Finlandiya).

1997'de 5. Uluslararası İstanbul Bienali'nin, 2005'te Venedik Bienali'nin küratörlüğünü yapan, aynı zamanda İstanbul Modern'in de baş küratörü olan Roza Martinez, şüphesiz on parmağında on marifet olan bir isim. Martinez ile 'Çekim Merkezi' sergisini, İstanbul Modern'i, modern sanatı ve bienalleri konuştuk.

Sergiye bu enerjik ismi nasıl verdiniz? İstanbul'un ve bu müzenin modern sanatın merkezine oturma çabasını mı vurgulamak istediniz?

Aslında ilk başta, müzenin ilk uluslararası sergisi olması sebebiyle "Bu sadece bir başlangıç"tı serginin ismi. Sonra hazırlıklar sırasında dünyanın durumundaki istikrarsızlık öne çıktı, hayatla daha iç içe bir konsept aradım. Güvensizlik, yabancılaşma ve istikrarsızlık nedeniyle "Sürekli İstikrarsızlık" koydum. Ama fark ettim ki Balkanlar'da Erdem Kosova da aynı başlığı kullanmış sergisinde. Aynı başlığı aynı zamanlı ve yakın coğrafyalarda kullanamazdım. Bir de Türkiye istikrarsızlık kelimesinden bıkmış bir ülke zaten. Bu ismi de değiştirdim. Bu kez denge kavramına doğru sürüklendim. Dünyada siyasi, sosyal ve ekonomik bir denge arayışının varlığı yadsınamazdı. Bu arayış, sanatı da çok etkiliyordu. Bu, aslında herkesin bir çekim merkezine ulaşmayı istemesiydi. Sosyal, bilimsel, psikolojik olarak dengeyi yakalamak çok zor, her şey kavgalı birbiriyle. Benim isteğimi, sancılı bir süreçten sonra "çekim merkezi" karşıladı.

Sanatçıları ve işleri nasıl belirlediniz?

'Denge' ve 'çekim merkezi' üzerinde durdum eserleri seçerken. Serginin bir bütünlük içermesi gerekliydi. Sanatçılar arasında denge gözettim. Önemli olan, konsepte uyan bir bütünü, kaliteyi yakalamak. Sergilenen her eser tek tek birer 'çekim merkezi' aslında. Hepsi önemli mesajlar içeriyor. Bir de video, resim, heykel, fotoğraf, enstalasyon arasında, yani teknik olarak da denge gözettim. İşlerin hepsi İstanbul'da ilk kez görülecek. Önemli çağdaş sanat merkezlerinden gelen eserler, çok aranan isimler var aralarında.

İstanbul, sanatın merkezine yerleşmeyi başarabilecek ve bunda istikrarlı olabilecek mi sizce?

İstanbul, jeopolitik açıdan çekim merkezinde bir defa. İki kültürü birleştiren ve kendine çeken bir şehir. Onun ötesinde, dünyada yeni bir olgu var. Paris ve Londra, eski hegemon merkezlerini kaybediyorlar. İstanbul tek başına hareketin ve çekimin merkezi. Paris, Londra, New York gibi bir ekol aslında. Yaratıcılığı çekiyor ve üretiyor. Hem müze, hem şehir hem de sanatçılar aksiyon merkezi olacak. İstanbul, artık sanat ve sanatçılar arasında köprü oluyor. Benim için bu açıdan da değerli. Değişim sürecine de tanık oluyorum. Kökenlerini inkar etmeden çağdaşlaşıyor İstanbul. Dinamik yapısıyla beni çok mutlu ediyor. Köprüye bir taş da ben koymak istiyorum. İstanbul Modern'de sabit bir görevi bu nedenle kabul ettim.

Sergi, bienalle eşzamanlı ve bienal mekanlarından birine komşu. Bienalin rüzgarından istifade etmeyi mi düşündünüz?

Biz bienalle aynı ailedeniz ve kardeşiz. Rekabet söz konusu değil. Ben hazirana kadar Venedik Bienali ile meşguldüm. Ancak sonra sergiye ağırlık verebildim. Ama haklısınız, her şey bir araya geldi. Bienalin misyonu yeni yetenekleri keşfetmek, tanıtmak ve gelecekle bağlantı kurmak. Müzenin misyonu ise artık rüştünü ispatlamış çağdaş sanatçıları ağırlamak, çağdaş sanat belleğinin kurumsallaşmasını sağlamak. Bu anlamda geçmiş ve şimdiki zamanı içeriyor. Birbirini tamamlıyor, dengeliyor bienal ve sergi. Bienal üretimin merkezi, yeni işler sergilenir. Küratörler Charles ve Vasıf özellikle yeni işler istediler. Müzede ise paradigma değeri olan yapıtlar sergilenir.

Çağdaş sanat açısından geçmiş, günümüz ve gelecek bir araya geliyor diyebilir miyiz?

Evet, tam da öyle oluyor. İstanbul çekimin gerçekten merkezi olacak. Dünyanın gözü bu şehirde olacak. Bu iki olay birbirine güç verecek. Bienalle geleceğin sanatçılarına kapılar açılırken, müzedeki sergide, adını kabullendirmiş işler izlenebilecek.

'Venedik Bienali uyuyan güzel, İstanbul Bienali dinamik'

"Venedik Bienali uyuyan bir güzel gibi. Değişime kapalı ve çok ağır çalışıyor. Eski ve köklü, ama dinamik değil. Bir durağanlık var. İstanbul ise dinamik, yaşıyor, açık. Ben çok bienalde küratörlük yaptım. En zengini hangisi ve yeniden hangisini yapmak istersiniz derseniz, İstanbul derim. İstanbul'da enerji, olasılıklar çok güçlü ve İstanbul üretimi teşvik eden bir şehir. İstanbul zengin bir içerik sunuyor. Sanatçıların İstanbul'u tercih etmelerini anlayabiliyorum. Venedik ise uyuyan bir güzel gibi. Ama Venedik bir sanatçı için, kariyeri için hâlâ çok önemli. Bunu yadsıyamayız. Ben İstanbul'un tadını hiçbirinde alamadım. Bir küratöre tanınan imkanlar için de İstanbul farklıydı. En önemlisi sürekliliktir. İstanbul bunu başardı. Ve artık dünyanın en iyi bienallerinden biri oldu. Uluslararası arenada da çok saygın bir yer edindi. Sanatçılar açısından da katılmak istenilen, gözetilen bir olay oldu. Küratörler, işler, sanatçılar açısından çok ilerledi. Bir bienalde diyaloglar oluşması da çok gerekli ve İstanbul bunu başarıyor. Bir de bu sefer tarihi binalar yerine şehrin içinde olan binalarda gerçekleşecek olması beni daha çok heyecanlandıran bir olgu. Daha hareketli, daha canlı olacak gibi. Yıllardır değişik küratörlerin yaklaşımlarıyla zenginleşti. Her küratör yeni bir şey kattı."

Jülide Karahan

08 Eylül 2005/Zaman

5 Eylül 2005 Pazartesi

Bienal'den sonra tarih yeniden yazılabilir!

Safiye Behar, 1890'da Galatasaray Hamalbaşı Caddesi'ndeki 18 numaralı apartmanın birinci katında doğar.

Marx'ı, Proudhon'u, Lenin'i tanıyan ve sosyalist yazarlardan çok etkilenen Behar, gençliğinde Mustafa Kemal'le tanışarak onunla uzun süreli bir aşk yaşar. Cumhuriyet'in kurulduğu yıllarda Şikago'ya taşınmasına rağmen İstanbul ile bağlarını koparmayan genç kadın, Atatürk'le mektuplaşmaya devam eder. Paşanın ölümünden sonra İstanbul'daki evini kapatarak Türkiye ile olan tüm ilişkisini kesen Behar, 1965'te Şikago'da ölür.

Bu hikâye, Avusturyalı sanatçı Michael Blum'un 9. Uluslararası İstanbul Bienali için hazırladığı "The House of Safiye Behar/Safiye Behar'ın Evi"nin bir parçası, hatta kendisi. Tarihin tozlu sayfaları arasında yakalanan boşluklar üzerine kurulan, birinci elden; ama yine kurgu bir kaynaktan beslenen anlatı; İstanbullu sanatseverleri ezberlerinin dışına çıkmaya davet ediyor. Troçki'nin Meksika'daki, Freud'un Viyana'daki ya da Marx'ın Trier'deki, "dönemine şahitlik etmiş olandan turistiğe dönüşmüş" evleriyle benzerlikler taşıyacak müze ev, 16 Eylül'den itibaren bienal mekânlarından biri olan Deniz Palas Apartmanı'nda gezilebilecek.

'Araştırmalara kapı açmak istedim'

Blum'un bienal için tasarladığı işi, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş dönemine farklı bir açıdan bakılmasını amaçlıyor. Sanatçı, tarihin "kesin, doğru ve değişmeyen olduğu" görüşüne sorularla yaklaşırken izleyiciyi de sorgulamaya davet ediyor. Tarih ile kültür üretimini mizahi ve eleştirel bir dille irdeleyen Blum, "Atatürk'ün hayatı kesin çizgilerle defalarca yazılmıştı. Bu beni rahatsız etti. 'Tarih nasıl yazıldı, kim yazdı, bilinenler yeterli mi?' sorularına cevap ararken yeni araştırmaların yolunu açacağımı da düşündüm." diye söze başlıyor. "Cumhuriyet dönemi reformlarında etkisi olmuş bu kadının varlığına inanmayanlar olabilir, çünkü doğru kabul edilenler sadece yazılanlar." diyen sanatçı, çelişkide kalanları araştırmaya davet ediyor. "Doğru ya da değil, neye göre karar veriyoruz? Tarih, mutlak doğru gibi anlatılır; ama aynı zamanda üzerinde oynanan, ekleme ve çıkarma yapılan bir şeydir. Safiye, hiç tanınmadı çünkü Atatürk ve çevresindekiler yaşananları gizlemeyi bildiler." diyerek kurgusunu sonuna kadar sahiplenen sanatçı, sergideki mektuplardan birine atıf yaparak İsmet İnönü'nün bile bu ilişkiden haberi olmadığını söylüyor.

Böyle bir müze ev oluşturma fikri, kurgunun bir parçası olarak, Behar'ın mimar torunu Melih Tütüncü ile geçtiğimiz yıl Şikago'da tanışan Blum'un Türkiye tarihini araştırmaya başlamasıyla şekillenmiş. 2005'in Mart ayında İstanbul'a gelen sanatçı, Behar'ın terk edilmiş ve kullanılamayacak durumda olan evini bulmuş; ama Galatasaray'daki dairede bunu gerçekleştirmek mümkün olmayınca mekân olarak orayı andıran Deniz Palas Apartmanı'nda karar kılınmış. İstanbul ve Şikago'daki dairelerden toplanan eşyaların yanında torundan alınan belge, fotoğraf ve günlüklerden oluşacak müze, Melih Tütüncü ile yapılan ve anneannesini anlattığı söyleşinin videosunu da içeriyor. Belgelerin içinde Atatürk'ün Behar'a 1911, 1923 ve 1932'de yazdığı mektupların yanı sıra çevirisi yapılmış bir Nazım Hikmet kitabı da var. (Memleketimden insan manzaraları). İnsan Michael Blum'u dinleyip projesinin ayrıntılarına vakıf olunca olup bitenin gerçekliğine inanmaya başlıyor. Bakalım bienal başlayıp sergi gezildiğinde izleyiciler, tarihçiler ve eleştirmenler bu işe ne diyecek?

Fotoğrafçılık ve tarih okudu

1966 Kudüs doğumlu Michael Blum, Fransa'da Ecole Nationale de la Photographie okulunda aldığı fotoğrafçılık eğitimine Paris Üniversitesi'ndeki tarih bölümünde devam etti. Fransa, Hollanda, İngiltere, Kanada ve Brezilya başta olmak üzere çok sayıda ülkede çeşitli kişisel ve karma sergiler açan; 'Homo Oeconomicus' ve 'potlatch.doc' adlı kitapları bulunan Blum'un, çeşitli çağdaş sanat müzelerinde de eserleri bulunuyor. Sanatçı 9. Uluslararası İstanbul Bienali'nin davetlisi olarak Türkiye'ye geldi.

Jülide Karahan

05 Eylül 2005/Zaman