10 Ekim 2005 Pazartesi

'Romanlarım şekerli tarih kitapları gibi'

Maceracı okurların yolunu sıkça kesen ve onları çöllere, balta girmemiş ormanlara ve uçsuz bucaksız okyanuslara sürükleyen Wilbur Smith, "TÜYAP Kitap Fuarı'nda en uzun imza kuyruğu kimindi?" sorusunun cevabıydı ilk iki gün boyunca.

72 yaşındaki yazar için, Altın Kitaplar standı önünde bekleşen ve 29 kitapla dolu çuvallarına 30'uncusu "Güneşin Zaferi"ni de dahil etmenin sevincini yaşayan okurlar, bir edebiyat kardeşliği örneği sergiledi. Türkiye'nin değişik kentlerinden gelen kitap kurtları, sanki yıllardır tanışıyormuşçasına sohbetlere daldı. İçlerinde Afrika'ya gidip kitaplarda anlatılan yerleri görenler tabii ki en popüler simalardı. Hayranlarının kıskanç bakışları altında bir köşede sohbet imkanı bulduğumuz Wilbur Smith, bu kez bize kahramanlarının hikayeleri yerine kendi serüvenini anlattı.

1933'te Zambiya'da doğan Smith, İngiliz asıllı olmasına rağmen anne sütü ile birlikte "Zambezi Suyu" içtiğinden kopamamış bu topraklardan. 26 dile çevrilmiş ve tüm dünyada 100 milyondan fazla satış rakamına ulaşmış ulaşmasına; ama ilk kitabını yayınlatıncaya kadar 15 kez reddedilmiş. Babasının gazeteci olma hevesini kursağında bırakması ve ilk gençlik yıllarını muhasebecilik yaparak geçirmesine rağmen kalem, peşini bırakmamış. "Yazmasam kaşınıyordum ve bu kaşıntı ancak kalemle geçiyordu." diyen Smith, otuz bir yaşında yazdığı "Bencil" ile iki hafta içinde hayatını değiştirmiş.

"Ben omlet pişiren bir aşçıyım"

Daha çok Courtney ve Ballantyne serileriyle tanınan yazar, bu karakter isimleri için "Büyükbabamın ismi James Courtney Smith'ti. Ballantyne ise ilk âşık olduğum kız, yani Sally Ballantyne'den geliyor." diyor. Bir kitaptaki ana karakterleri bir önceki kitaptaki çocuk ve bebeklerden seçen yazar, zaman zaman başa dönüp baktığını itiraf ediyor. Afrika'yı ve Zambezi Irmağı'nı okuruna tarihî gerçekler ışığında anlatan Smith, tarihin insanlığı biçimlendiren olgu, kurgunun ise tatlandırıcı olduğu görüşünde. Romanlarını "üzerine şeker serpilmiş tarih kitapları" diye tanımlıyor yazar. 'Kurgu nerede başlıyor, gerçek nerede bitiyor?'
dediğimizde "Gerçekler yumurtanın sarısı, kurgu ise akı. Ben omlet pişiren bir aşçıyım. Pişirdiğimde karışıyor ve gerçekle kurgu ayrılmıyor birbirinden. Ortaya çıkan yemek nasıl, önemli olan bu." diyor.

30 kitap babası olan Smith, bir kitabın 9 aylık doğum sürecini şöyle anlatıyor: "Beynimdeki çipi bilgisayara takmadan birkaç ay önce hikâyeler filizleniyor. Dünyayı unutmaya başlıyorum. Yazmaya geçince ağır bir yükü santim santim itiyorum. Eşik geçilince karakterler beni sürüklüyor ki, en zevkli tarafı burası. Artık disiplin gerekiyor, sosyal hayatım duruyor. Sabah gün doğarken yazmaya oturuyorum ve eşimin tüm şikayetlerini duymazdan gelerek yazıyorum. Sonra birden kesilip 'kitabı bitiremeyeceğim' sanıyorum. Aklım kelimelerle dolmuş oluyor, bırakıp gidiyorum. Geri döndüğümde taşlar yerine oturuyor. Çok şükür, Afrika insana sabretmeyi öğretiyor."

Okurun beklentileri onu hiç endişelendirmiyor. "Bir yazarın yapabileceği en tehlikeli hata, okurlarının ondan ne beklediğini düşünmesidir." diyen Smith, milyonlarca insanın ne istediğini, ne beklediğini bilmeden ve bilmeye çalışmadan, içinden geldiği gibi yazıyor. Serüveninin en tatlı anını sorduğumuzda ise bize şu hikayeyi anlatıyor: "İlk yıllarda İngiltere'deki büyük kitapevlerine gidiyor, kitaplarımı arka raflardan alıp en çok satanların önüne diziyordum. Bir gün yakalandım. Yayınevime beni şikayet ettiler. Daha sonraki yıllarda yakalandığım kitapçının vitrininde ismimi ışıklar içinde gördüğüm an benim için dönüm noktasıydı."

'Afrika'yı köle ticaretinden Mandela'nın sonuna kadar yazdınız, Courtney kronolojisi tamamlandı herhalde.' dediğimizde "Olur mu daha kuzenler, torunlar var. Onlarla ömrümün sonuna kadar meşgul olacağım." diye paylıyor bizi. Bir sonraki kitap, yine Mısır üzerine mi olacak?' diye ipucu almaya çalışıyoruz; ama nafile, ser verip sır vermiyor. "Yazacaklarım bitecek sanıyorsanız yanılıyorsunuz. 'The End' ancak tabutumda yazacak." sözleriyle de okurlarının gönlüne su serpiyor.

Jülide Karahan

10 Ekim 2005/Zaman