31 Aralık 2005 Cumartesi

Woody Allen aslında çalamaz, onu dinlemeye değil, görmeye gelirler

"Dinlemeye değil, görmeye geldik..." Önceki akşam ünlü yönetmen Woody Allen'ın, Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'ndaki "Woody Allen and his New Orleans Jazz Band" konserine gelenlerden en çok duyduğumuz cümle buydu.

"Woody Allen'ı merak ettik, görmeye geldik. İnşallah diğer müzisyenler iyi çalıyordur." diyen dinleyicilerin yanında, "Mahsus kötü çalıyor" yorumu yapanlar da vardı. En doğal ve en dürüst davranan da Doğan Hızlan'dı galiba, "Görüp gideceğim, sonuna kadar kalmaya niyetli değilim." diyordu çünkü. Grup arkadaşlarından Jerry Zigmont da söylenenlere katılıyor ve "Woody aslında çalamaz; onu dinlemeye değil, görmeye gelirler." diye konuşuyordu.

Biletleri ilk günden tükenen konserde, Woody Allen'a banjolarda Eddy Davis, kontrbasta Conal Fowkes, davulda Robert Garcia, piyanoda Cynthia Sayer, kornoda Simon Wettenhall ve trombonda Jerry Zigmont eşlik etti. 2000'i aşkın dinleyicinin katıldığı 1,5 saatlik konser sonunda, röportaj vermeyen Allen'a nispet, arkadaşlarıyla görüştük. 9 yıldır sanatçıyla çalışan Jerry Zigmont, "O aslında çok kolay biridir. Organizasyon şirketlerine yaptığı huysuzlukların hiçbirini bize yapmaz. Sadece çalamaz, o kadar... Ama zaten konsere gelenler onu dinlemeye değil, yakından görmeye geliyorlar." derken Eddy Davis, "Beceriksiz ve yeteneksiz olduğunu kendisi de söylüyor zaten. Çok çalışıyor; ama elinden bu kadar geliyor. Notaları bilmese ve öğrenmeye hiç niyetlenmese de bize ayak uydurabiliyor." diyor. "Ne olursa olsun, bütün konserlerimiz kapalı gişe." diyen Zigmont, elbirliğiyle Allen'ın hatalarını düzelttiklerini itiraf ediyor: "Hepimiz profesyoneliz. Woody şaşırsa ya da yanlış çalsa, sesi biraz alçaltır, biz de hemen durumu toparlarız." Madem çalamıyor ve sahnede bu kadar sıkılıyor; neden çok sık turneye çıkıyorlar? Cevabı Zigmont veriyor: "Çünkü Woody, filmlerin tanıtım kampanyalarından sıkılıyor. Biz de yeni film hazır olunca yollara düşüyoruz. Bu turne de son filmi Match Point'in tanıtımı vesilesiyle."

Zamanı geçen yüzyılın başlarına, mekanı New Orleans'a ayarlayan konserin ilk dakikaları, acemice atılan kulaçlar gibi bir hava verdiyse de son 15 dakikadaki bistte Woddy Allen dahil herkes havaya girdi. Gerçi bütün bunlara rağmen sinemanın depresif adamının her hareketi alkışların kopmasına engel değildi. Allen'ın zaman zaman dalıp gitmesi, tamamen geçmişti; ama bu kez de konser bitti ve dinleyiciler damaklarında kalmış yarım bir tatla ayrıldı salondan. Katrina felaketzedeleri için çalınan şarkıların da yer aldığı konser, Allen'ın "Harikasınız. İstanbul'a tekrar gelmek istiyoruz, teşekkürler." sözleriyle sona erdi.

Jülide Karahan

31 Aralık 2005/Zaman

24 Aralık 2005 Cumartesi

Tanpınar'ın 'Saatler'i Fransızca'ya ayarlı

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 'Saatleri Ayarlama Enstitüsü' adlı romanı, 2006'da Fransız okuruyla buluşacak.

INALCO (Doğu Dilleri ve Uygarlıkları Ulusal Enstitüsü) Türk Dili bölümünde öğretim görevlisi Timur Muhiddin, Tanpınar'ın eserini Fransızca'ya çevirdi ve Publisud Yayınevi ile anlaştı. Melih Cevdet Anday, İlhan Berk, Enis Batur, Tahsin Yücel gibi birçok Türk yazarının şiir, öykü ve romanlarını Fransızca'ya çeviren Muhiddin, Tanpınar'ın 1961'de kaleme aldığı romanla ilgili, "Çok zor bir kitaptı. Metnin dili ince alaylarla doluydu." diyor. Yıllarca İngilizce öğretmenliği yapan Muhiddin, Londra'da bir kitapçıda tesadüfen gördüğü "Türk Şiirleri Antolojisi" sayesinde tanışmış Türk edebiyatıyla. Bu hoş tesadüfle karşısında bir denizin olduğunu fark eden Muhiddin, önce Türkçe öğrenmeye sonra da çeviri yapmaya karar vermiş. Fransızca'daki Türk yazarların Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal'le sınırlı kaldığını gören Muhiddin, bu çabasının, Türk edebiyatını tanıtmanın yanı sıra okurlara edebi lezzetten ödün vermeyen çeviriler sunmak gibi bir amacı olduğunu da belirtiyor. Çevirmen, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın pek sevdiği St. Michel ve Quartier Latin cafe'lerinde küçük hanımefendilerin ellerine ulaşmak için gün sayan romanın bahtının açık olacağından emin; "Kitap çok ilgi görecek. Tanpınar'ın eseri, hem kurgusu, hem ironisi, hem edebi dili ile bir başyapıt." diyor. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 6 Nisan 1953'te Montparnasse Versailles Oteli'nde kaleme aldığı ve Adalet Cimcoz'a yolladığı mektupta, "Paris'teyim, anladın mı kardeşim? Paris'te. Ve pusulasız, direksiz bir gemi gibi dolaşıyorum... Paris beni daha keşfetmedi, ben de pek kendisini görmüş değilim." demesi boşuna değilmiş, Paris onu sonunda keşfediyor. Halit Ayarcı'nın istasyonları, saatleri durmuş hanımların ve beylerin saatlerinin ayarlarını düzeltmek için Paris kitapçılarında kurulacağı günleri bekleyedursun, biz Timur Muhiddin ile edebiyat, çeviri ve Türkçe üzerine söyleştik.

Önce isminizden başlayalım. İsminiz Türk, ama siz değilsiniz...

Babam Osmanlı asıllı, annem Fransızdı. Ben 1959'da Kuveyt'te, babamın gazetecilik yaptığı şehirde doğdum. 3 yaşımdayken babam ölünce annemle Fransa'ya yerleştik. Belçika sınırında tam bir kuzey adamı olarak yetiştim. Sormak istediğiniz Türkçe bilip bilmediğimse hayır, evde hiç Türkçe konuşulmadı.

Türkçe'ye ve Türk edebiyatına ilginiz nasıl başladı?

İngiliz dili ve edebiyatı okuduktan sonra yıllarca İngilizce öğretmenliği yaptım. Bir gün Londra'da tesadüfen keşfettim Türk edebiyatını. Öyle garip bir şekilde başladı. Anladım ki bu büyük bir alan. Antolojide en çok İlhan Berk ve Melih Cevdet Anday çekmişti ilgimi. INALCO'da 1985'te Türkçe öğrenmeye başladım, Nedim Gürsel hocamdı. Sonra bir yıl İstanbul'da kaldım. Araştırma yaptım, yazarlarla tanıştım.

Türkçe öğrenmek çok zor muydu?

Evet, çok zordu. En büyük zorluğu her şeyin ters yönde işlemesi. Bir de ben konuşmakla kalmıyor; okuyor, araştırıyor, çeviri yapıyorum. Türkçe'de bir yabancı için en büyük problem dilin değişmesi. Konuşma dili ile yazı dilinin farklılaşması bir yana, yazı dili de dönemden döneme çok değişmiş, değişmeye de devam ediyor. Ahmet Hâşim okurken çok zorlanıyorum mesela. Bilmediğim çok kelime çıkıyor karşıma. Genç nesil de zorlanıyor olmalı. Artık kullanılmayan çok kelime var, dili çok değiştirmişsiniz. Benim için tam bir çetrefilli yol oldu. İngilizce ve Almancada bu kadar zorlanmamıştım.

Çeviri maceranız nasıl gelişti?

1989'da bir arkadaşımla (Ayşegül Yaraman) başladım çeviriye. Fransızca bir Türk öykü antolojisi hazırlayalım diyerek çıktık yola. 1991'de Publisud Yayınevi'nden çıktı antoloji. O zamanlar sadece Yaşar Kemal ve Nazım Hikmet biliniyordu. Diğer isimler ilk kez Fransız okurunun karşısına çıktı böylece. Sait Faik, Demir Özlü, Sevim Burak, Necati Cumalı, Fakir Baykurt, Selim İleri, Nedim Gürsel, Tomris Uyar gibi birçok yeni isim vardı antolojide. Sonra Nedim Gürsel ile çalışmaya başladım. Öykülerini ve iki romanını çevirdim. Publisud ve UNESCO tarafından yayınlanan Melih Cevdet Anday'ın şiirlerini, şiirlerin Türkçe orijinallerinin de yer aldığı "Offrandes" adlı derleme için çevirdim. Tahsin Yücel'in Komşular'ını, Enis Batur'un Sanezer Günlüğü'nü, kısacası 'Bunu Fransız okuruyla tanıştırmalı' dediğim eserleri çevirdim. Yayınlatma aşaması zor değil şimdi. Her yayınevi bir Türk yazar istiyor. Bir furya var. Belki furya biraz abartılı; ama ciddi bir istek var.

Sırada hangi yazarlar var?

İkinci Yeni şairlerini çok beğeniyorum. İlhan Berk'in Galile Denizi'nden 10 şiir çevirdim. Tam bir kitabını çevirmeyi düşünüyorum. Mektuplaşıyoruz, haberleşiyoruz. Hilmi Yavuz ve Beşir Ayvazoğlu da düşündüğüm isimler arasında.

Türk edebiyatının son yıllardaki seyrini nasıl buluyorsunuz?

Son beş altı yılda çok yol kat etti. Dünya edebiyatı içerisinde kendini kabul ettirmeye, adını duyurmaya başladı. Sadece Fransızcada değil; İngilizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Sırpça, Boşnakça çeviriler başladı. Herkes yeni kuşak Türk yazarları çevirmek, okumak, tanımak, bilmek istiyor. Türkiye'nin olumsuz bir imajı da var; ama öte yandan çok olumlu, güçlü, dinamik, genç bir imajı da var. Edebiyat buna bir şeyler ekliyor, eklemeye devam edecek.

Jülide Karahan

24 Aralık 2005/Zaman

14 Aralık 2005 Çarşamba

Dinleyin, Bachmann konuşuyor!

"Bugün için sözcükleri taze tutmak istiyorum/ silahların başında işbırakımına gidileceği gün için/ sözcükler meçhul kalsın istiyorum, o işten kazanılan ekmeğin/ küfleneceği gün için, yeryüzünde büyük kapılardan/ dilsiz bir kalabalığın çıkacağı gün için./ O anarşist gün için vermek istiyorum kavgamı/ beyinlerde ve yüreklerde düzenin kurulacağı/ herkesin kötülüğe olan katkısından yakınacağı..."

Avusturyalı şair ve yazar Ingeborg Bachmann, 1973'te Roma'daki evinde çıkan yangında ağır yaralanarak hayatını kaybettiğinde, geriye 2400 sayfalık yarım kalmış metin bırakmıştı. Avusturya Ulusal Kitaplığı'nda bulunan ve yüzlerce Alman filolog tarafından incelenen metinlerden biri de Bertha von Suttner'in savaş karşıtı romanı "Silahlar İnsin"in başlığını taşıyan bu şiirdi. Yaşamı boyunca savaş karşıtlığını savunan, insanın incinmişliğinden dem vuran Ingeborg Bachmann; ölümünden 32 yıl sonra ülkemize konuk oldu. "Bir Usta Bir Dünya" konsepti ve "Savaşa Karşı Yazmak / Ingeborg Bahchmann 1926-1973" başlığıyla Yapı Kredi Kültür Merkezi Sermet Çifter Salonu'nda açılan sergi, yukarıdaki şiir gibi yayınlanmamış metinlerin yanı sıra, şairin annesi Olga Bachmann'ın muhafaza ettiği günceden parçaları ve aile albümünden fotoğrafları içeriyor. 2003'ten bu yana birçok Avrupa başkentini dolaşan sergi, hem şairi yeniden edebiyatın gündemine taşıyor hem de Bachmann'ın hatırasından yola çıkarak savaş karşıtlığı; yok edilen, incitilen insanlık onuru üzerine düşünmemizi sağlıyor. Yazarın politik angajmanı ile savaşa ve yıkıma karşı yılmak bilmez yazma eylemi üzerinde odaklanan proje, onun dünyasına ve yapıtlarına geniş bir pencere açıyor.

Savaş, 1926'da Avusturya'nın Klagenfurt kentinde doğan Bachmann'ın hayatına ve sanatına çok erken girmiş. Şair, "Bütün çocukluğumu yıkmış olan çok belli bir an var. Hitler'in birliklerinin Klafenfurt'a girişi. O denli korkunç bir olaydı ki bu, anılarım o günle birlikte başladı: Belki daha sonra asla yaşamadığım şiddette, çok erken gelmiş bir acıyla... Duyumsanabilen o korkunç vahşilik, haykırmalar, marşlar ve yürüyüşler -ölüm karşısında duyduğum ilk korku- o zaman uyandı." diyor Gerda Bödefeld ile yaptığı bir söyleşide (24 Aralık 1971). Serginin küratörü Helga Pocheim'in vurguladığı gibi Bachmann, savaşın kurbanı olmadığı, kendi etinde bir savaş yaşamadığı halde empati kurarak yazıyor yıkımı. "Savaş ilan edilmiyor artık / sürdürülüyor. İnanılmaz olan / Sıradanlığa dönüştü...." derken, günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası olan ve insanların iç dünyalarını yıkan bir savaştan bahsediyor. Bu olumsuz vurgulara rağmen Rilke'nin "İnsan dilemeyi elden bırakmamalı" öğüdünü tutarak umuda sarılıyor. "Gerçekte inandığım bir şey var ve ben buna 'bir gün gelecek' diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek ama, ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam yazamam." diyor, ölümünden birkaç ay önce, 1973 haziranında, kendisiyle ilgili bir film yapan Gerda Haller'e. Savaş karşıtlığı, bir tema değil Bachmann'da, bütün yaşamının anlamı adeta. Bu yüzden, kendi sesi ve görüntüsüyle izleme imkanı bulduğumuz 24 dakikalık belgeselde onun, "Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkide başlar, iki insan arasındaki ilişkide...ve ben hep anlatmak istedim ki savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır." demesine şaşırmamak gerek.

Bir sergi, bütün bu yorumları nasıl iletebilir? Yazarın daktilosu ya da bir tutam saçı gibi otantik objelere gerek duymuyor; ama yoğunluk ve duygusallıktan da feragat etmiyor sergi. Yedi kronolojik grup; biyografi, zamansal arkaplan ve eserleri somut olarak algılanabilir biçimde birbirine bağlarken bunu sadece fotoğraflar ve metinlerle başarmış. Ziyaretçilere durmak, okumak, izlemek ve Bachmann'ın sesine kulak vermek düşüyor sadece. Bunun için, 9 Ocak'a kadar vakit var.

'Bachmann güçlü bir kadın'

Serginin küratörü Alman dilbilimci Helga Pocheim, Bachmann'ı şöyle anlatıyor: "Bachmann'ın bazı ifadelerinden, içindeki diğer kişiyle savaş halinde olduğu çıkarılabilir. Savaş sonrası yıkıntıların sürdüğü bir ülkede insanlar savaş kelimesini bile duymak istemezken, Bachmann'ın savaş sözcükleri içsel savaşa yorulmaya çalışılmış. O, savaşı teorik ya da literal yazmıyor sadece. Siyasal olarak aktif, siyasi angajmanın içinde, yok ediciliğe karşı. Kırılmış, mahvolmuş biri değil. Ortalama olmayan ve huzuru seçmeyen bir insan o. Akıl, kalp ve kadın birleşince zor ve çelişkili olmaktan başka çaresi olmuyor insanın."
Ingeborg Bachmann'ın Türkçe'deki eserleri

Toplu Şiirler, YKY
Otuzuncu Yaş, YKY
Malina, YKY
Radyo Oyunları, YKY
Frankfurt Dersleri, Bağlam Yayınları

Rengin Ege

14 Aralık 2005/Zaman

10 Aralık 2005 Cumartesi

'Bizi yalnız mizah ayakta tutar!'

"Hey, biraz buraya bakar mısınız; durup beni dinler misiniz? Söyleyecek şeylerim var.

Ben çok önemli bir şeyin görgü tanığıyım, hayatın!" diye sesleniyor dünyanın yaşayan en önemli ressamları arasında gösterilen Antonio Segui. 1934'te Arjantin Córdoba'da doğan ve 1963'ten beri Paris'te yaşayan Segui, 11 Aralık'a kadar sürecek Artİstanbul'un en dikkat çekici isimlerinden biri. Sanatçı, 6 eseriyle fuarda, 13 eseriyle de Nişantaşı Dirimart'ta karşılıyor sanatseverleri. Hayatta kalmanın tek yolunun mizah duygusundan ve kendi kendini alaya almaktan geçtiğini fark eden ressama göre bu, yaşamda ve sanatta "... bizi kurtaracak tek şey". Antonio Segui'nin eserlerine bir bütün olarak baktığınızda kim bilir neler bulacaksınız? Birbirine benzeyen köşeli ve ifadesiz yüzlü insancıklar, acele içinde koşturadursun, farklı görüntülerin bir şartla, samimi olmak şartıyla, çekici olduğunu hatırlayacaksınız bu üretim karmaşası içinde. Pop-art'ın üst sıralarında yerini almış olan Segui, genel geçer kuralları kabullenmeyerek hayal gücünü ve kendisi için resim yapma keyfi anlamına gelen 'özgürlüğü' seçmiş. Tuvalin dört kenarının sınırları içinde oluşturduğu dünyada, hareketler asılı ve donuk olsa da insan figürleri, hapsedilmiş balıklar misali amaçsızca telaşlı ve kıpırtılı. İlk başta gülümseten, insanı neşelendiren eserler, aslında tuzaklarla ve tehlikelerle dolu. Dikkatli bakıldığında bir kâbusu andırdığı bile söylenebilir. Antonio Segui ile yolda, bir yere geç kalmış koşuştururken değil; ama galeride karşılaştık, söyleştik...

İstanbul'a ilk gelişiniz mi?

Evet, ve sadece iki günüm var. Yaşıyor olursam ikinci bir şansım daha olur bakarsın.

Resim ve plastik sanatlar açısından çok hareketli bir zamanda geldiniz İstanbul'a. Picasso (Sakıp Sabancı Müzesi), Jean Dubuffet (Pera Müzesi) hatta Louise Bourgeois'u (İstanbul Modern) görebilirsiniz.

Yok, sergileri değil, İstanbul'u görmek istiyorum. Picasso'yu da, eserlerini de görmüştüm zaten. Jean Dubuffet arkadaşımdı. Aynı galerilerde çalışmıştık Paris'te. Uzun zamandır tanıyorum ve bütün eserlerini biliyorum. O çok iyidir, sen görmediysen gidip gör. Bana gelince nereye gitmemi önerirsin. Boğaz'dan başka, orayı dün gece gördüm.

Eserlerinize, figürlerinize, insancıklarınıza gelelim... Çizgi film izliyormuş gibi bir hisse kapılıyor insan ilk anda, eğlenceli; ama bakmayı sürdürünce kafamız karışıyor...

Her zaman demişimdir, benim çalışmalarım çocukluğumun yansıması; imajlar çocukluğumdan geliyor. Bazen numaralar koyarım hatta. İnsan yaşlandıkça çocuklaşır ya... Bu figürler, çevresiyle anlaşmazlık halinde, uyumsuz; fakat modern şehir yaşamına esir olmuş insanlar olarak yorumlanabilir. Eğlenceye gelince, oyunu seviyorum. Oyun oynayan; ama oyunu ciddiye alan biriyim. Önce kendimi sonra başkalarını neşelendireyim, diyorum. Umutsuzca kaçan karakterler, tüketim toplumu ve anlamsızca süren günlük hayat... Ne yapıyoruz, kalabalıktayız, amaçsızca gidip geliyoruz.

Eserlerinizde bir karmaşa, bir telaş, bir korku var. Neden insanlar sanki hep geç kalmış bir yerlere?

Çünkü yaşam böyle. Benim, senin yaşamın böyle. İletişim kurmuyoruz. Akıp geçiyoruz her şeyin yanından öylece. Bakmıyoruz. Makine gibi, robot gibi yaşıyoruz. Ben yolcuyum. Yoldan geçenleri izlerim. Güzel bir film izler gibi, Vittorio de Sica'nın Miracle a Milan'ını izler gibi.

Neden figürlerden çok azı kadın?

Dedim ya, çocukluk yıllarımdan esinleniyorum, benim çocukluğumda kadınlar fazla dışarı çıkmazdı. Şehirler, sokaklar erkeklerden oluşurdu. Resimlerde gördüğün tek tük kadın figürleri de risk almayı sevenler, gizlice kaçıp çıkanlar.

Jülide Karahan

10 Aralık 2005/Zaman