23 Mart 2006 Perşembe

"Bize de derler 51'li"

Türk resminin Güzel Sanatlar Akademisi'nden 1951'de mezun olan beş ustası; Şadan Bezeyiş, Adnan Çoker, Turan Erol, Abdurrahman Öztoprak ve Orhan Peker'in eserleri, '1951 Mezunları/Çağdaşlar' sergisinde bir araya getirildi.

İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nden (şimdiki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi) 1951'de mezun olan Türk resminin beş büyük ustası; Şadan Bezeyiş, Adnan Çoker, Turan Erol, Abdurrahman Öztoprak ve Orhan Peker'in eserleri ilk kez bir araya geldi. İş Sanat Kibele Galerisi'ndeki "1951 Mezunları/Çağdaşlar Sergisi" ressamların ilk ve son dönemlerinden oluşan 90 eserini görücüye çıkardı. Günseli İnal'ın küratörlüğünü yaptığı sergi, beş arkadaşın eserlerini ilk defa yan yana görme fırsatını sunadursun biz de onlarla akademi, resim ve çağdaşlık ekseninde gidip gelen bir sohbete tanıklık ettik. Ancak Abdurrahman Öztürk rahatsızlığı nedeniyle, Orhan Peker de 1979'da vefat etmiş olduğu için aramızda bulunamadı.

Savaş dönemine denk gelen akademi yıllarında farklı atölyelerde çalışsalar da hep birlikteymiş bu beş usta. Rekabet elbette varmış, ama tatlıymış. Resmin toplum tarafından kabul görmediği zamanlarda dünya başka bir savaştan geçerken, onlar kendilerince bir savaş vermişler. Adnan Çoker, dönemi "Savaş yeni bitmiş, hiçbir şey yok. Bakkallardan topladığımız boş şeker çuvalları tuvallerimiz..." diye anlatıyor. Hepsinin unutamadığı anı ise 1 Nisan 1948'de akademide çıkan yangın. Bu günü hep bir ağızdan şöyle özetliyor ustalar: "Dersler bitmişti, evlere doğru yol alıyorduk. Siren ve bağırış sesleri sardı etrafı. O ânı en iyi öğretmenlerimizin 'Mazimiz yanıyor çocuklar...' sözleri açıklar. Daha üstüne ne diyelim ki."

Kalan binalarda eğitim, zaten az olan kitaplar da yangında yok olunca iyiden iyiye zorlaşmış. Müdür Zeki Faik İzer, kampanya başlatmış, biraz kitap alınmış, hatta Louvre Müzesi, kopyalarını yapmamak şartıyla 170 heykel göndermiş. Turan Erol bu durumu "Ne malzeme, ne kitap, ne röprodüksiyon var. Dünya sanatından 50 yıl geride kalmışız. Türk resmini çağdaş düzeye getirelim istiyoruz, ama nasıl bilmiyoruz." diye açıklarken sözü alan Adnan Çoker, "Picasso 'Araştırmıyorum, buluyorum.' demiş; ama o Picasso, bizim araştırmamız lazımdı. O zamanlar saçlarımız siyahtı, bedenimiz genç. Ruh doğduğunda bedenden ihtiyardır, beden ruhu gençleştirmek için uğraşır, bir de bakar kendi yaşlanmış." diyor.

'Gelelim aranızdaki tatlı rekabete' dediğimizde çağdaş fırçalar, lafı birbirlerine atıyor. "Turan, münazarayı anlat" diye atılıyor Çoker. "Sen anlat, baksana unutmamışsın." oluyor Turan Erol'un cevabı. Münazara modaymış o zamanlar ve senede 3 kez yapılırmış. Etkileri de diğer münazaraya dek sürermiş. Bunların birinde konu "Sanata üstatlar yoluyla mı, tabiat yoluyla mı gidilir?" imiş. Hikayeyi uzatmayalım, Turan'lar galip gelmiş. 'Peki akademinin şimdiki eğitim durumu' dediğimizde, ekibin cevabı "Durup dururken kızdırmayalım hocaları." oluyor. "Biz bu işe baş koymuştuk. Kızlarla falan işimiz olmazdı. Atölyelerden çıkmazdık. Sanat bizim için öğrencilikten sonra başladı. Şimdiki öğrenciler maşallah pek hızlı." ise bu konuda duyduğumuz diğer cümleler.

Türk resminin tarihine yolculuk

1950 sonrası estetik dinamiklerin temellendirilmesini sağlayan sergide Turan Erol'un duygusal peyzajları, özellikle de iki büyük Ağrı Dağı tablosu ve Orhan Peker'in soyut somut gidiş gelişleri arasında kalan Aliye Berger portresi dikkat çekici. Mekanda ilerledikçe Abdurrahman Öztoprak'ın geometrik keskin çizgileri, Adnan Çoker'in siyah hakimiyeti ve Şadan Bezeyiş'in renk denemeleri arasındaki kırmızılı-lacivertli dinamik formları karşılıyor izleyeni. Serginin küratörü Günseli İnal, amacının popüler kültür tahribatına karşı resmin köklerine, en azından yakın tarihine inebilmek olduğunu söylüyor: "1950 sonrası yenilenme süreçlerinde yaşanan büyük dünya savaşlarını belleklerden silmek, savaşlarda ve savaş sonrası yıkımı onarabilmek ve değişen zaman mekan kavramını algılayabilmek için yüzyılın ikinci yarısını çok iyi okumak lazım." Beş ustanın çağdaş olduklarına ama modern olmadıklarına dikkat çeken İnal, "Çağdaş nedir, modern nedir?" sorusunu tartışmaya açıyor. Sergi, 29 Nisan'a kadar açık kalacak.

Jülide Karahan

23 Mart 2006/Zaman

12 Mart 2006 Pazar

Cemil Meriç 90 yaşında

"Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla... Ben kalemle doğmuşum." diyen yazar ve düşünür Cemil Meriç'in dostlarıyla okurları, önceki akşam onun 90. doğum yılını kutlamak üzere bir araya geldi.

Akşamın geç saatlerinde Atatürk Kültür Merkezi Küçük Salon'daki toplantının bir sebebi de Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü'nün hazırladığı Cemil Meriç kitabının tanıtımıydı. 1955'te yazdığı Jurnal'de "Bu zavallı satırların hiçbir okuyucusu olmasa bile. Denize atılan bir şişe onlar. Belki dalgalar asırlarca sonra aşina bir ele tevdi edecek onları..." diyen Cemil Meriç haklı çıktı. Kitap, bu kıymetli şişeyi aşina ellere ulaştıracak dalgalardan biri.

12 Aralık 1916'da Hatay Reyhanlı'da doğan, 1955'te gözlerindeki miyobunun artması sonucu gün ışığına hasret kalan ve 13 Haziran 1987'de aramızdan ayrılan Meriç'in "Pandoranın kutusundaki tek tesellim" dediği kızı Ümit Meriç anlattı babasını önce. "Ömrü boyunca yalnız kalan bu insan, ölümünden sonra her geçen gün daha çok kişiye ulaşıyor, daha çok kalabalıklaşıyor babamın etrafı." diyen Ümit Meriç, bütün olup biteni "ama süzgeci"nden geçiren babası için "O, sahiden öldü mü?" diye sorduğunda, salondaki kalabalığın aklına Üstad'ın "Saçlarından yakalayamıyorsun zamanı. Yuvarlanırken tırnaklarını kağıda geçirmek istiyorsun; kağıda yani ebediyete. Zavallı çocuk bilmiyorsun ki ebediyet sümüklü böceğin izleri kadar aldatıcı." cümleleri düştü. Ümit Meriç sorusunun cevabını, "Hiç zannetmem. Bu gece burada. Daha önce buradaki insanların evlerindeydi. Yarın bu insanların evlerinde olacak. Bir abajurun altında, bir masa lambasının ışığında kendini okumaya devam edecek babam." sözleri, Üstad'ın zamanı saçlarından yakalamış olduğunu gösterdi. Ümit Meriç'ten sonra "Kitleleri hem kendine hayran bırakan, hem kızdıran Cemil Meriç irfanlıdır." diyerek İlber Ortaylı aldı sözü. "Dünyayı göremeyen, yerinden kıpırdayamayan, ama kütüphanesindeki kitapları ezbere bilen bu bilge kişiye beni yabancılaşmaktan kurtardığı için teşekkür ediyorum." diyen Ortaylı'yı Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Mustafa İsen'in konuşması takip etti. Nereden geldiği bilinmeyen kuşlara benzer kelimeler zaten salonu doldurmuştu, ama her zamanki gibi bulutlara güven olmadı ve Cemil Meriç Belgeseli'nin gösterilmesinin ardından başlayan sağanak, Ruhi Ayangil yönetimindeki Klasik Türk Müziği konseri boyunca devam etti.

Kültür Bakanlığı'ndan armağan kitap

Murat Yılmaz'ın yayına hazırladığı Cemil Meriç kitabında; Üstad'ın hayatı, ilk yazısı, fikirleri, lisanı, şiiri, sohbeti, eserleri ve kaynakçası dostlarının ve sevenlerinin kaleminden anlatılıyor. Mahmut Ali Meriç, Ümit Meriç ve Mehmet Can Doğan arşivlerinden alınan fotoğraflar ve Meriç'in kendi el yazısıyla tuttuğu notlarla zenginleşen anı kitap, onun ardından söylenen ve yazılan kısa metinlerle sona eriyor. Meriç'in 1928'de Hatay'da Yeni Gün Gazetesi'nde çıkan ilk yazısının yanı sıra yazarın kaleminden çıkmış mektuplara ve şiirlere de birer bölüm ayrılmış kitapta. Cemil Meriç bir taraftan "Şiir bir iman sanatıdır.", diğer taraftan "Şiir gerçeği çarpıtmadır." diyerek ikilemde kalsa da bir dönem şiir yazmaktan geri durmamış. Meriç'in eserlerinden sıkça alıntı yapan kitap, onun aklının Avrupa'da, gönlünün Asya'da olduğunu bir kez daha gösteriyor okurlarına. "Konya yolculuklarımda (1966-67) ilk defa başkası ile temas ettim. Başkası, yani kendi insanım. Kaderin karşıma çıkardığı genç üniversiteli 'sen bizden değilsin' dedi. Sen bizden değilsin. Evet, ben onlardan değilim. Ama onlar kimdi? Uçurumun kenarında uyanıyordum. Demek boşuna çile çekmiş, boşuna yorulmuştum. Bu hüküm hakikatin ta kendisiydi... Avrupa'yı tanımamak gaflet; Avrupa'yı tanıyan ülkesinden kopuyor. Bu lanet çemberinden nasıl kurtulacağız?" Onun "Mağaradakiler"de sorduğu bu sorunun cevabı bir yana... Pek çok farklı ismin tahlilini içeren kitapta, Murat Beyazyüz ve Erol Göka'nın Meriç'in "Kronoloji: Aptalların tarihi..." sözünü hatırlatarak ve sıkça özür dileyerek yazdıkları alışılmadık psikobiyografi dikkat çekiyor.

Jülide Karahan

12 Mart 2006/Zaman