3 Nisan 2006 Pazartesi

Bitmek bilmeyen savaşlar 'afişe' oldu

"Kolayca alev alabilir" anlamına gelen "Flammable" kelimesi Beyoğlu'nda gayet şık bir galerinin camında, üstelik bir alev resmiyle birlikte yazılmış duruyorsa içeride neler olduğunu merak etmez misiniz? Bir galerinin içinde ne olabilir ki...

Ortadoğu'dakileri aratmayacak patlamalar mesela; ama fikir bazında. Buradaki olay; kışkırtıcı afişlerle sosyal adaletsizliklere ve siyasal sorunlara dair mesajlar veren tasarımcı Yossi Lebel'in "Patlayıcı Fikirler" isimli sergisi. Adı geçen mekan ise Garanti Galeri.

17 poster ve 2 video çalışmasıyla İsrail-Filistin sorununu, Kosova'yı ve Çernobil'i irdeleyen sanatçı, "Amacım problemleri ortaya çıkarmak." diyor. Afişlerin ilettiği mesajlar, malzemelerin basitliğine karşın oldukça ağır ve keskin. İsrail-Filistin arasındaki barışın umutsuzluğunu, barışı narin bir canlı olarak ele alarak cam bir kavanoz içindeki ölü beyaz güvercin ile ya da bilekten kesik tokalaşan iki el ile anlatan sanatçı, "İsrail 2005" adlı afişte ise Davud Yıldızı'nı oluşturan eli silahlı askerleri sürekli savaş halindeki ülkeyi ve bitmeyen şiddeti sınırsız kısırdöngü içinde betimliyor. İsrail Hava Kuvvetleri'nden bir uçağı ürkütücü hayvanlar arasına yerleştiren Lemel, bir afişinde savaşın bölgede doğal hale geldiğine ve İsrail jet pilotunun tehlikeli bir tür olduğuna gönderme yaparken bir diğerinde ters dönmüş bir kaplumbağa ile Birleşmiş Milletler'in Bosna'daki çatışmaları engellemekte nasıl etkisiz kaldığına değiniyor.

Katıldığı uluslararası afiş yarışmalarında birçok ödül kazanan 1957 Kudüs doğumlu sanatçı; insanlar tepki vermeyip, sessizce dinledikleri zaman kendini başarısız buluyor. "Tartışmalı konularda benimle aynı görüşte olabilirler ya da olmayabilirler; ama ilgisiz kalmasınlar. İlgisiz kalırlarsa başarısız hissederim kendimi." diyen Yossi Lebel, bazen olağanüstü bir şey olabilir ve insanlar bir afiş kampanyası sonucunda eyleme geçebilir umudunu taşıyor sürekli. "İsrail'de politik olayların yoğunluğu o kadar güçlü ki, kendimi sürekli İsrailliler ile Filistinliler arasında bitip tükenmeyen savaşa ilişkin posterler düşünürken buluyorum. Azap çeken bu iki ulus arasındaki kaotik ilişkiyi durmadan kaşıyan görsel ve yazılı basın dünyası da bana ilham veriyor." diyen sanatçı mizahın gücüne de sonuna kadar inanıyor. Çalışmalarında "daha az daha çoktur" prensibine bağlı kalan sanatçı, basitleştirdikçe gerçekleşmesi zorlaşsa, şifrenin kırılma süreci uzun ve yorucu olsa da toplumun kendinden memnun halini balon gibi patlatmak için elinden geleni yapıyor. Camdaki uyarıyı dikkate almayıp sergiyi gezmeye niyetlenirseniz 13 Mayıs'a kadar vaktiniz var.

Jülide Karahan

03 Nisan 2006/Zaman

1 Nisan 2006 Cumartesi

Kırk yıllık hatırın yeri, Sade Kahve

Beklemenin hoşa gideceği hiç akla gelir miydi? Açık havada, aç karnına ve mis kokulu gözlemeler arasında üstelik...

Rumelihisarı'ndaki Sade Kahve, bu bekleme zamanlarında bile mutlu ediyor misafirlerini. Boş masadaki çatal bıçağa; Pablo Neruda, Melih Cevdet Anday, Özdemir Asaf, Nazım Hikmet, Orhan Veli ve Edip Cansever'in şiirleri eşlik ediyor. Beklediğiniz lezzetleri unutup Melih Cevdet Anday'ın "Maviyi anlarsın/ Denizi anlarsın/ Mavi denizi/ Zor anlarsın…" dizelerinin peşinden Boğaz'ın mavi denizini anlamaya çalışırken buluyorsunuz kendinizi. Böylece dalıp gitmişken neşeli bir garsonun getirdiği çayla Orhan Veli'nin "Çayın rengi ne kadar güzel,/ Sabah sabah,/ Açık havada!/ Hava ne kadar güzel!/ Çay ne kadar güzel!" mısraları dadanıyor çayınıza.

Rumelihisarı'nda, 1820 tarihi kadar eski bir Osmanlı konağının bahçesinde, çay-kahve-sohbet üçgeni Sade Kahve. Surların tarihine inat; "Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ Ve bir orman gibi kardeşçesine" diyerek neşenize neşe katıyor günün her saatinde, yılın her mevsiminde. Baharı yazı geçtik, kışın yağmurunda-karında uzatsanız ıslanacakken eliniz, masaların altındaki közlü mangallar izin vermiyor üşümenize. Mekân adını, kırk yıllık hatırın hakkını verecek şekilde bakır kaplı cezveler içinde mangal külünde pişen kahvesinden alıyor. Yoksa öyle 'sade'cik değil, aksine tam bir ayrıntılar cenneti. Meselaların birini, at arabasının içinde sıkılmayı bekleyen portakallar oluşturuyor. "Bana bunu sıkar mısınız?" deseniz emin olun kırmaz sizi kimse. "Çayımı kahvemi alır, Boğaz'ın mavisini yararak geçen gemilere bakar, eşimin dostumun sohbetini bile duymaz olurum dalganın sesinden..." diyorsanız yanılıyorsunuz. Sade Kahve izin vermez bu kadarına, ilginizi çekmek için yapar türlü numara. Tam siz seyre dalacakken kimi zaman alakasızca bir balkabağıdır gözünüze ilişen, kimi zaman eskimiş bakır bir havan. Bir garson ayaklarınız üşümesin diye masanızın altındaki közleri yenilemeye ya da kestane ve mısır ikram etmeye gelir. Başınızı kaldırırsınız bir an, niyetiniz hemen manzaraya geri dönmektir belki; ama artık çok geçtir. Önce direklere asılı dünya şehirlerinin tabelaları ödünç alır bakışınızı, sonra az ilerideki reçel kavanozları... Bir tadına baksam şunların diye iç geçirmeye başlar, tatlarına bakmadan da rahata kavuşamazsınız. Yapıldığında "Oduncubaşısı Konağı" diye anılan, sonraları mekânın sahibi Recep Aral'ın Paşa dedesi tarafından satın alınarak adı "Aral Yalısı" olarak değişen konak, denizin 3 metre bilemediniz 5 metre uzağında. Elinizi uzatsanız parmaklarınız suya değecek derler ya öyle işte.

"Bu kadar mı?" sorusunun cevabının hiçbir zaman "evet" olmayacağı Sade Kahve'de neredeyse her gün var bayramlık bir mesele. Dünya Tiyatro Günü'nü kutladı en son tüm misafirleriyle. Bütün masalara 2006 Ulusal Tiyatro Bildirisi yerleştirildi. 23 Nisan'larda çocuklara geleneksel kıyafetli macuncu bulup macun dağıtan, Cumhuriyet Bayramları’nda tâk kuran mekânın sahibi, elinden gelse daha neler yapacak kimbilir... Yakın zamanda kola yerine eski şerbetlerle karşılaşırsanız hiç şaşırmayın. Tulum peynirini Erzincan'dan, kaşarı Kars'tan, beyaz peyniri Ezine'den gelen Sade Kahve'nin küçücük bakır tavalardaki menemenini tatmadıysanız da artık İstanbul'da yaşamayın. Kahveye zaten laf yok, ya çayın lezzetine ne demeli? "Kaynak suyu kullanıyoruz da ondan" diyerek sırrını paylaşan Recep Aral bir de anısını anlatıyor: "Günün birinde çay tiryakileriyle ünlü Erzurum'dan bir misafir uğradı kahveye. Bir bardak çay ikram edip sorduk fikrini."Eyi, çok eyi" dedi, bizim de içimiz rahat etti." "Evimde dostları nasıl ağırlıyorsam burada da öyle. Dost meclisi genişledi sadece." diyen Aral, eskiye duyduğu özlemden olacak, yalnız yemekleri değil yaşamı da geleneksel hale getirmiş kahvesinde. Bahçedeki türlü yeşillik ve aksesuardan kalan yerlere yerleşen yazlık sinema sandalyelerinin her birinde bir tiyatrocunun adının yazması Sade Kahve'nin sanat kardeşliği örneklerinden sadece biri. Mekân, bahçenin bir köşesindeki naçizane kütüphanesi ile edebiyata da uzatıyor elini. Kitapları alın, karıştırın, okuyun, evinize götürün kimse karışmaz orada size. Nasıl yani diye sorduğumuzda, "Oluyor oluyor, üstelik burası kitap doğuruyor, bir kitapla giden iki kitapla dönüyor." diyor Recep Aral. Sanat kardeşliği; konağın taşlığı ve kahvenin kapalı mekânı olan birinci katta sürüyor tüm telaşıyla. Genç ressamların sergilerinin biri kapanıyor, diğeri açılıyor; duvarlar hiç boş kalmıyor, mekânın hiç boş kalmaması gibi... Konağı dışarıdan görünce ne kadar eskimiş diye üzülüp yıkılacağından korkabilirsiniz; ama merak etmeyin, her şey yolunda, bir şey olmaz ona. Yapılırken "göze, yangına, hırsızlığa" karşı yazılmış bir duası durur başköşesinde daima.

Jülide Karahan

1 Nisan 2006/Zaman Cumaertesi