21 Mayıs 2006 Pazar

Bartabas: At, soylu bir enstrüman gibidir

Dans, tiyatro, opera ve biniciliği 22 yıldır sözsüz bir öyküde birleştiren Zingaro Tiyatrosu, son masalı Battuta’yı İstanbul İstinye S Uluslararası Binicilik Merkezi’ne kurulmuş dev çadırda 25 Mayıs’a kadar anlatmaya devam ediyor. Mantığı temsil eden insanla duyguları temsil eden at arasındaki ilişkiyi farklı kültürlerden beslenerek sunan bu masala iki ayrı müzik grubu eşlik ediyor. Gösteride insanlar ve atlar hızlı; çünkü Zingaro’nun kurucusu Bartabas’a göre hayat denilen masalın kendisi hızlı.

Gerçek adı Clement Marty olan Bartabas’ın 1984’te kurduğu tiyatro, 1989’da Paris’in kuzeydoğusundaki daimi mekânı Aubervilliers’e yerleşmiş. Topluluğun 45 üyesi o gün bugündür eşleri, arkadaşları ve çocuklarıyla birlikte ‘devlet içinde devlet’ gibi yaşıyor orada. “Atlarla çalışmak bir felsefe, bir yaşam tarzı.” diyen 1957 doğumlu Bartabas’ın, Mazeppa ve Şaman isimli iki de uzun metrajlı filmi var. Gösterilerin amacının izleyiciyi kendi içinde bir keşfe çıkarmak olduğunu söyleyen Bartabas’la Zingaro’yu ve son masalını keşfe çıktık.

Atları, müziği ve tiyatroyu aynı gösteride buluşturmaya nasıl karar verdiniz?

Atlarla müziği birleştirmemin tek gerekçesi, atların dili olmaması. Atlar, duygularını kelimelerle ifade edemiyorlar; onları anlatacak tek şey müzik. Başlangıçta düşüncem, atların çalışmasını müzikle daha görünür kılmaktı. Bir metin oluşturmak söz konusu değildi. Zamanla benim bile hiç tahmin edemeyeceğim boyutlara ulaştı gösteriler.

Gençliğinizde bir kaza geçirmiş ve biniciliği bırakmak zorunda kalmış olabilir misiniz?

Evet olabilirim. Biniciydim. Yarışlara katılıyordum. Kazadan sonra yarışlara katılamadım. Ama atlardan da ayrılamazdım. Tutkuluydum. Bu çok iç açıcı bir hikâye değil aslında. Anlatmayı sevmiyorum. Ayrıca neyin neye yol açtığını söylemek de çok zor. Birçok çocuk ata biniyor; ama sonra başka işlere yöneliyor. Bu, sabırla ilgili bir şey. Herkes kendi tutkusunun peşinden gider.

Zingaro’yu nasıl yönetiyorsunuz? 22 yıl, dile kolay...

Biraz özel, değişik bir işleyişi var. Karavan, çadır ve tiyatrodan ibaret olan küçük bir köyde atlarla yaşıyoruz. Yaşamımız bir felsefeye dayanıyor aslında. Biniciler her gün iki üç saat çalışıyor. Ama herkesin kendi karavanı, ailesi ve özel yaşamı var. Birlikte yiyip içmiyoruz. Çalıştığımız yerde yaşıyoruz; ama keskin kurallarımız yok. 22 yıldır sürdüğüne göre kimse şikâyetçi değil. İnsanlara da atlara yaklaştığım gibi yaklaşıyorum. Onları üzmeden, yormadan...

Ölümünüzden sonra ne olacak?

Versailles Sarayı’nın eski ahırlarında bir binicilik akademisi kurdum. Gençler orada binicilik ve dans dersleri alıyor. Akademi, sanatın devamını sağlayacak. Özel bir kurum olduğu için o devam edebilir; ama Zingaro için aynı şeyi söyleyemem. Biter. Çünkü Zingaro’nun bir repertuarı yok. Bir koreograf gerekli. Aslında koreograf olsa da benden sonra süreceğini zannetmiyorum.

Binicilerin çocukları atlarla birlikte büyüyor, muhtemelen küçük yaşta ata binmeyi öğreniyorlar. Devam ettiremezler mi Zingaro’yu?

Zingaro öyle babadan oğula geçmiyor. Benim ailem de çocuklarım da bu işi yapmıyordu. 21 ve 17 yaşında iki oğlum var, çok iyi ata biniyorlar; ama binici değiller. Biri basketbolcu, birinin ne olacağı daha belli değil. Atlarla büyüyen her çocuk profesyonel binici olacak diyemeyiz. Ayrıca gelecekte sorun gösteriyi yapacak kişinin olmaması değil, koreograf olmaması olur.

Anlaşıldı, koreografi çok önemli. Yeni gösterileri nasıl oluşturuyorsunuz?

Bir müzisyenin beste yapması, bir kemancının kemanını kullanarak değişik sesler araması gibi... Kemancı için önemli olan keman değil o kemanla müzik yapmaktır. Benim için de at bir ifade şekli, her şeyden önce kendimi ifade etme şekli. Ama atlarla ifade edebileceğim duygular sınırlı. Sürekli yeni bir ifade biçimi bulmam gerekiyor. Önceki gösteride spritüel şeyler vardı mesela. Zingaro’da beni ilgilendiren attan öte atın insanla olan ilişkisi. Bir insanın ata davranışından insanın insana davranışına giden bir çizgi var. Onu yakalamaya çalışıyorum.

İnsanın atla ilişkisini biraz açar mısınız?

Bir atla iletişim kurarken kendi içinizdekine ulaşmaya çalışırsınız. Atlar ayna gibi, soylu bir enstrüman gibidir; sizin ona sunduğunuzun karşılığını verir. Diyalog oluşturmak, birlikte şiir yazmak gibi bir şey. Gösterilerdeki binicilik becerileri bir yana, amaç öz benliğe ulaşmak. Anın öncesi ve sonrası var. Müzik, dekor, kostüm ve binicilik ana hizmet ediyor, öncesi ve sonrasındaysa at ve insan arasındaki ilişki var. İzleyicilere insan ve at arasındaki bu bağı hissettirmek istiyorum. Bu bağ giderek karşılıklı bir tutkuya, bir başkaldırıya dönüşür zaten.

Bu başkaldırı özgürlük mü?

Özgürlük, herkese göre değişen bir kavram. Bana göre, özellikle vurguluyorum, tehlikesiz özgürlük olmaz. Günümüzde insanlar özgürlükten korkuyor. Çünkü hayatlarında hep bir şeylerin garantisini istiyorlar. Özgürlük söz konusu olunca o garanti ve güven çemberinden çıkıp, kişinin kendi sınırlarını aşması gerekir. Özgürlüğe giden yolun sonu bilinmez; her zaman risk ve tehlike doludur. Zingaro’nun tüm gösterilerinde özgürlük var ve özgürlük de asla tehlikesiz bir şey değil. Atlarla çalışıyoruz sonuçta.

Peki, Zingaro’nun atları özgür mü?

Binicilere her zaman söylediğim bir şey var: “Siz buraya kendi tercihinizle geldiniz. Ama atların tercihini bilmiyoruz. Onlar seçmediler, biz getirdik. Dolayısıyla atlara insanlara gösterdiğimizin iki katı saygı göstermeliyiz.” Her atın farklı bir karakteri vardır ve her biriyle iletişim kurmak için farklı davranış şekilleri geliştirmek gerekir.

Son gösteri Battuta hangi duyguları içeriyor?

Meydan okuma, özgürlük, tehlike, endişe ve neşe... Bir besteci bestesini ortaya koyarken bir düşünce aşamasından geçer. Ben de özgürlüğün risksiz olamayacağı düşüncesini uzun zamandır içimde tutuyordum ve sonucu Battuta oldu. Balkan çingeneleriyle çalışarak müzik adına risk aldık. Müzisyenler doğaçlama yapıyor ve müzikal açıdan tehlikeli bu. Ayrıca tüm gösteri boyunca atlar dörtnala koşuyor. Yapılacak bir yanlış hareketin geri dönüşü yok.

İzleyici tepkisi nasıl?

İzleyiciler tahminimden çok daha gürültücü. Gerçi bu zaten istediğimiz bir şeydi. Zingaro’nun diğer gösterilerinde alkış yasakken Battuta’da alkışı biz teşvik ediyoruz. Atları da çalıştırırken alkışa alıştırmıştık.

İstanbul’u nasıl değerlendiriyorsunuz? Geri döndüğünüzde Türkiye’ye dair ne kalacak aklınızda?

Gördüklerim bir şehri konuşmak için yeterli değil. Çok güzel ve baştan çıkarıcı diyebilirim; ama bunlar da orijinal cümleler olmaz. Aslında ben şehirleri insanlarıyla tanımaktan yanayım. Mimari ve tarih değil ilgimi çeken. Aklımda ne kalacağına gelince “Allahım Yarabbim ya...” lafı.

İstanbul’da güneş doğarken bir gösteri yapmak istediğinizi ve Türk müzisyenlerle çalışacağınızı duymuştum...

Evet, atım Caravaggio ile tam güneş doğarken, müzik eşliğinde bir gösteri yapmak istiyorum. Ama bu İstanbul’a özgü değil. Gittiğim her şehrin gün doğumunda yapıyorum aynı şeyi. İki Türk müzisyenle çalışmam aklınızı çelmesin. Kudsi Ergüner ve Nezih Uzel benimle diğer ülkelere de geliyor. Aslında “İstanbul’da Gündoğumu” isimli gösterinin yeri ve zamanını belirleyememiş olmamızın sebebi müzisyenlerin hâlâ gelememiş olması.

Jülide Karahan

21 Mayıs 2006/Zaman Pazar

10 Mayıs 2006 Çarşamba

Ben genç bir öykücüyüm

Refik Algan, 23 yıllık suskunluğun ardından geçtiğimiz yıl yayınladığı "Saat Kulesi, Kısa Metinler ve Hikâyeler" (YKY) adlı kitabıyla 42. Sait Faik Hikâye Ödülü'nü kazandı.

Adı kısa öyküyle özdeşleşen Algan, yenilik kaygısıyla yola çıktığını söylüyor ve kendini genç bir öykücü olarak nitelendiriyor. Her yazar gibi Sait Faik'in kendisi üzerinde hakkı olduğunu dile getiren Algan ile ödülü, kısa öykülerini ve öykücülüğümüzü konuştuk. Sözü de kısa kestik vesselâm...

Sait Faik ile gönül bağınız var mıydı? Bu ödülü almak sizin için ne ifade ediyor?

Sait Faik, ilk gençlik yıllarının vazgeçilmez hikâyecisi. Bütün Türkçe öğretmenleri gibi benimki de onun öykülerini okutmuştu bize. O yıllarda okunanların etkisi hiç silinmez bilir misiniz? Gümüş Saat çıkmaz aklımdan hiç.

Hikâyelerinizde Sait Faik'in hakkı var yani...

Türkiye'de öykü yazan herkesin, hatta her yazarın üzerinde hakkı vardır diyebilirim.

Sait Faik ödülünün çizgisinde görüyor musunuz kendinizi?

Sait Faik'in önemi, Türk hikâyesine yaptığı katkıdan ileri geliyor. Hikâye de gelişen bir edebiyat türü. Yenilik kaygısı taşıyan ve bunu birazcık başaran bir şeye ödül verilir. Ben yenilik kaygısıyla çıktım yola. Hikâyenin ufkunu genişletme kaygısı taşıyor kitabım. Başardım, başarmadım o ayrı. Çok satılabilir; ama öykünün gelişimine katkısı olmaz, neyleyim ben!

78-80'de başlayan edebiyat yolculuğunuza neden 23 yıl ara verdiniz?

İnsan denizde yüzmeyi kışın, kayak yapmayı yazın öğrenir. Çaba harcadığımız, üzerinde çok çalıştığımız şeylerden biraz uzak durunca taşlar daha sağlam oturuyor yerine. Daha uzak bir noktadan bakmayı öğreniyoruz.

Edebiyata uzaktan bakma isteği miydi tek sebep?

Edebiyata kırılmıştım. Kısa metinlerim ilk yayınlandığında hiç ilgi görmedi, çok yadırgandı, alay konusu oldu hatta. Hâlbuki dünyada zaten biliniyor ve uygulanıyordu. Neyse, araya dostlar girdi, kırgınlığım geçti, barıştık şimdi. Geçen sürede kültürel mirasımızı inceledim. Tasavvuf tarihi ve varoluşla ilgilendim. Günlükler dışında da yazıp çizmedim.

Edebiyatla barışır barışmaz art arda geldi mi metinler?

Evet, kişisel uğraşlar bitti. 24 saatimi edebiyata verebilirim şimdi.

O zaman yeni kitaplar da yoldadır...

İkinci kitap hazır. Kısa metin ve hikâyeler, hatta üçüncüsü de öyle.

Adınız kısa öyküyle anılmaya devam edecek, başka türler denemeyecek misiniz?

"Az söz er yüküdür/ Çok söz eşek yüküdür/ Bu söz sana yeter/ Eğer göğer var ise" diyor, Yunus Emre. Ama başka türler de deneyebilirim, deniyorum zaten. Aslında ben kıpkısa öykücü, öykücü ya da romancı olmaktan çok edebiyatçı olmak isterim. Yeteneğe ve ilhama inanmıyorum.

Kıpkısa öykülerinizi anlatır mısınız biraz?

Kıpkısa öykü şiirle akraba. Estetik bir düzen barındırması ve bunu göstermesi gerekir. Hesaplı kitaplıdır, arkasında çok ciddi bir teorik temel vardır. Ben bu temelin yanında rahat okunabilsin de istedim yalnız. Öykü, her şeyin başıydı aslında. Ateş yakılır, başında toplanılır, hikâyeler anlatılırdı.

Şimdi?

Şimdi ateş söndü. Televizyon açılıyor, hikâyeler dinlenmiyor.

Ateşi yeniden nasıl yakmalı?

Bilmiyorum...

Bunalım edebiyatı yapmanın anlamı yok!

"Türk edebiyatındaki en önemli sorun, kendini yazar ve şair görenlerin içinde bulundukları psikolojik durum. Uzun uzun cümlelerle kendini bulamamış metinler; öteki tarafta bunları anlamayan okuyucu, daha sonra da birbirini suçlayan okur ve yazar... Türkiye'de uzmanlık isteyen edebiyat ile popüler edebiyat ayrımı var. Edebiyat ve yazar metaya dönüşüyor. Yazdıkları da tüketim malzemesi olarak görülüyor. Yazar, ürettiğinin önüne çıkmamalı. Kendini biraz geride tutmalı. Beyoğlu'nda gezersin, durmadan sıkılırsın... Bunlar geride kaldı. Hiçlik ve yalnızlık problemlerini sosyoloji ve psikoloji çözeli yıllar oluyor. Bunalım edebiyatı yapmanın anlamı yok artık. Bunalıyorsan doktora git. Bunun bir sanat malzemesi olarak kullanılması yanlış. İhtiyar edebiyatı bu. Ben, genç bir öykücüyüm. Çünkü çoğu genç gibi yaşlı öyküler anlatmıyorum. Ben matematiksel, kuramsal yaklaşıyorum."

Jülide Karahan

10 Mayıs 2006/Zaman

6 Mayıs 2006 Cumartesi

İstanbul için erguvan vakti

İnsanın içinden güzel bir erguvan gölgesi bulup altına uzanmak, rüzgâr kuvvetlice eserse mor yağmura tutulmak, o yağmurun altında bir de şiir yazmak gelir. Yazamazsa da, Orhan Veli’nin ve nice şairlerin İstanbul şiirleri geçer aklından...

Dallı budaklı kara kuru bir ağaç, sihirli değnek değmiş gibi silme erguvan kesmişse bir sabah, vakit girmiş demektir. Artık İstanbul için vakit, erguvan vaktidir. Beklemeye gelmez; çünkü gelişleri gibi gidişleri de ansızın olur erguvanların. Bir bakmışsınız varlar, bir bakmışsınız yerlerini yeşil yapraklara bırakmışlar. Ziya Osman Saba, “Düşünceli yürürken bir yol dönemecinde/Çıkacak önümüze beyaz dallarla bahar/Hatırlatacak bize şen çocukluğumuzu/Erguvanlı bir bahçe, mor salkımlı bir duvar” diye boşuna dememiş, zira erguvanlı baharlarda pek çok kimsenin
aklından çocukluğunun İstanbul'udur geçen.


İstanbul, İstanbul olalı beri erguvandır rengi. Haluk Dursun 'İstanbul'da Yaşama Sanatı' kitabında şehrin M.S. 330 yılında Constantinus tarafından kurulduğu zamanın erguvan mevsimi olduğunu hatırlatır. Surlar bitip şehrin kapıları açıldığı gün, tam da İstanbul'un pembeli morlu elbiselerini giydiği günlerden birine, 11 Mayıs'a denk gelir. Sokaklarda rutubetli duvarları süsleyen mor salkımlara, yan yana dizilmiş eski Rum evlerinin bahçelerindeki erguvan ağaçlarına bakar, dayanamaz koparıverirsiniz. Ama uzaktan öyle mi, mor küpeli erişilmez bir sevgili... Erguvan İstanbul Derneği'nin manevi kurucusu A. Süheyl Ünver, bir yazısında İstanbulluların, erguvanın tadını çıkaramadığından şöyle yakınır: “Erguvanı Boğaz'da görmeli, karadan geçip gitmek olmaz. Bu hem Boğaz'a hem erguvana hakarettir.” Ahmet Hamdi Tanpınar 'Beş Şehir'de; 'Gülden sonra bayramı yapılacak bir çiçek varsa o da erguvandır.' der. Senelerdir Boğaziçi'nde Tanpınar'ın sözünü dinlemişçesine bir 'Erguvan Bayramı' kutlanır. İstanbullunun, ”Bahar oldu güzel, evde durulmaz/ Bu mevsimde erguvana doyulmaz” diyerek katıldığı şenlikleri bu yıl, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ, Ağaç AŞ ve Erguvan İstanbul Derneği düzenliyor. 29 Nisan Cumartesi günü, geciken nisan yağmurunun altında Sarıyer sırtlarına dikilen erguvan fidanları şahitliğinde başlayan şenlik, mayıs boyunca boğaz turlarıyla sürecek. Kıssadan hisse; şimdi vakit, Boğaz'ın iki yakasındaki erguvanlarla bayramlaşma vakti. Erguvanlar sabırsızca bekleşir. Dolmabahçe'de birer ikişer görünüp kaybolanlara pek bel bağlamayın, esas cemaat Yıldız Parkı girişindedir. Ortaköy'ün sosyetik birkaç mor küpelisinden sonra Kuruçeşme'ye geçince saflar halinde karşılarlar sizi. Arnavutköy'de artık işe iyiden iyiye mor salkımlar karışır. Hele Bebek'te öyle erguvanlarla rastlaşırsınız ki, semtin adına yaraşır. Aslında Rumelihisarı'na gelene kadar fazla heyecanlanmamak gerekir, zira Aşiyan ve Hisar'da takım takım, alay alay erguvan orduları üzerinize üzerinize yürür, esir alır bakışlarınızı. Bu esirlik Emirgan ve İstinye korusuna değin sürer. Rahata ancak Sarıyer sırtlarına vardığınızda kavuşursunuz. Boğaz'ın Anadolu yakasına gelince; Çubuklu Hidiv Korusu, Kanlıca tepeleri, Mihrabad Korusu ve Küçüksu Sevda Tepesi'nde tabiatın ölçülü ve muayyen programını uygulayan erguvanlar, görgüsüzlük edip fazlaca yormaz sizi. Vaniköy ve Fethi Paşa korularında öbek öbek toplaştıkları görülse de Rumelihisarı'ndaki gibi bir hücum söz konusu değildir. Paşabahçe sınırına gelindiğindeyse, “Yoklar, bittiler artık” dediğiniz anda siz, bir grup erguvanın selamıyla karşılaşır gözleriniz. Deniz tutması gibi sebeplerle Boğaziçi erguvanlarını göremeyeceğiz diye üzülenler olabilir. Avrupa yakasının 500'e yakın, Anadolu'nun ise 700'ü aşkın erguvanı sadece Boğaziçi'nde değildir. Yeter ki bayramlaşmak isteyin siz, daha makul yerlerde bekleyenleri elbet çıkar karşınıza. Sultanahmet'te Halide Edip Parkı, Topkapı Sarayı ile Aya İrini önü ve Gülhane Parkı'nda birtakım 'saraylı' erguvanlarla karşılaşmak mümkün. Onları kibirli bulursanız Fındıklı'da, Emirgan korusu girişinde, hatta Beyoğlu'nda birkaç konsolosluk bahçesinde çevre kahvelerden seyredilebilirler. Anadolu yakasında Fenerbahçe parkı ve Anadoluhisarı'ndaki Güzelce Cafe ile Fethipaşa Korusu'nda mahcup erguvanlarla kaynaşmak ise çok daha kolay. Hatta Fethipaşa Korusu'nda İBB sosyal tesislerinin güler yüzlü personeli özellikle de bir Fazlı Bey'i var ki erguvanlı sohbetlere dalmamak işten değil. Seferlere dönersek; mayıs ayı boyunca Turyol ve Erguvan Dostları Derneği işbirliği ile sıklaşan Boğaz turlarının saatleri hafta içi 13.00-14.00-15.00-16.00-17.00, hafta sonları 12.00-13.00-14.00-15.00-16.00-17.00-18.00-19.00. Eminönü, Kadıköy ve Üsküdar iskelelerinden kalkan teknelerle iki saat süren turlara katılmak için kişi başı 5 YTL ödemek yeterli. 7 yaşından küçüklere ise ücretsiz.

Jülide Karahan

6 Mayıs 2006/Zaman Cumaertesi

1 Mayıs 2006 Pazartesi

Tiyatrocu, dergisine sahip çıkmıyor

Tiyatrocular, tek tiyatro dergisi "Tiyatro... Tiyatro..."ya sahip çıkmıyor. Türkiye genelinde sadece 33 meslek insanının abone olduğu derginin yayın yönetmeni Mustafa Demirkanlı, "Onlar bizi önemsemese de biz onların ürettiklerini önemsemeye devam edeceğiz." diyor.

Türkiye'de 15 yıldır kesintisiz yayınlanan tiyatronun tek dergisi "Tiyatro... Tiyatro..."ya kendi sektörü sahip çıkmıyor. Derginin 325 abonesinin sadece 33'ü tiyatrocu. Ayda 3000 baskı yapan derginin Üstün Akmen, Orhan Alkaya, Mustafa Demirkanlı, Nihal Kuyumcu, Ahmet Levendoğlu, Ali Taygun ve A. Ertuğrul Timur'dan oluşan yayın kurulu "Her sektör kendi alanının yayınını destekler ama biz tiyatrocuların desteğini alamıyoruz. Mesleğin insanları bizi önemsemese de biz onların ürettiklerini önemsemeye devam edeceğiz." diyor. Eleştiri yazıları, oyun tanıtımları, söyleşiler ve inceleme-araştırma yazıları ile Türk tiyatro tarihinin 15 yıllık belleğini oluşturan "Tiyatro... Tiyatro...", zaman zaman kapanma tehlikesi geçirse ve kampanyalar düzenlese de tiyatroculara derdini anlatamıyor. Derginin derdini anlayan tiyatroculardan bazıları şunlar: Yıldız Kenter, Genco Erkal, Ayşe Lebriz, Efdal Gülbudak, Aliye Uzunatağan, Gülriz Sururi, Aziz Sarvan, Can Başak, Emre Kınay, Halit Ergenç.

Edebiyat alanında 220'ye yakın, plastik sanatlar alanında 10'a yakın yayın birbiriyle rekabet ederken tiyatronun sadece bir dergisi var. Derginin yayın yönetmeni Mustafa Demirkanlı, "Tiyatro gişeleri ve büyük kitabevlerinde satılan derginin fiyatı 5 YTL. Pahalı da değil. Ama tiyatro öğrencilerinin bile takip ettiğini sanmıyorum." diyor.

Geçtiğimiz aylarda "Çığlık!" isimli bir abone kampanyası başlatarak Devlet Tiyatroları oyuncularına derginin son sayısı ile yayın kurulu imzalı birer mektup gönderen "Tiyatro... Tiyatro...", 600 çağrıya 3'ü Sivas, 2'si İzmir'den sadece 5 cevap almış. "Şehir Tiyatroları'nda da durum farklı değil. Ödenekli kurum oyuncuları ve rejisörler dergi ile ilgilenmiyor. Onlar 'Theater Heute' ya da 'Play and Players' okuyorlardır diyeceğim ama 'Play and Players' kapanalı epeyi oldu." diyen Demirkanlı, dergiye sadece izleyicinin sahip çıktığını söylüyor. Kampanyaya katılanlardan Doç. Dr. Nurhan Tekerek tiyatrocuların abone olmamasını şöyle açıklıyor: "Pek çoğu memurluk yapıyor, tiyatroyu gerçekten dert edenlerin de ekonomik sorunlardan ötürü başı kalabalık. Ayrıca burada (D.T.) bizim en az iki katımız maaş alanlar var. Onlar ev, araba vs. derdinde. Bir tiyatro dergisinin yaşamasının önemini üzerinde düşündüklerini sanmıyorum."

Tiyatrocular: Bizim ayıbımız

Dergiyi takdir ettiklerini söyleyen tiyatrocular, neden düzenli almadıkları sorusunu biraz sıkıntılı yanıtlıyor. Haldun Dormen, "Abone değilim demeye utanıyorum ama değilim, bu bizim ayıbımız." derken Hadi Çaman, derginin pek çok oyuncu tarafından bilinmediğini ve meraklısının az olduğunu söyleyerek, "Meseleyi tiyatroculara indirgememek lazım. Halk da tiyatroyla ilgilenmediği gibi tiyatro yazılarını okumuyor." diyor. Her sayıyı beğenerek okuduğunu söyleyen Mustafa Avkıran, "Derginin nasıl zorluklarla çıktığını hiç düşünmüyoruz. Abone olmayan biri olarak bunu söylemek bana düşmez ama abone olunmalı. Sonuçta bir tane dergimiz var." diyor. Almakla okumanın aynı şey olmadığına dikkat çeken Gencay Gürün, dergiyi düzenli takip etmesine rağmen aboneliği hiç düşünmemiş olmasını şöyle açıklıyor: "Abonesinizdir, dergi gelir, çöpe atarsınız. Ama zaten bir tanecik dergimiz var. Konu onun yaşamının tehlikeye girmesiyse abone olmalıyız." Derginin genelde oyun eleştirilerine yer verdiğini, bu nedenle seyirciler tarafından tercih edildiğini söyleyen Nurullah Tuncer, "Tüketici olan onlar. Biz zaten olayın içindeyiz. Tiyatro izleyicisi ne olup bittiğini öğrenmek, gideceği oyunları seçmek için okuyor." diyor.

Jülide Karahan

01 Mayıs 2006/Zaman