27 Ağustos 2006 Pazar

Batı'nın geçmişiyle hesaplaştığı müze

İki ay önce Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac tarafından açılan ve Asya, Afrika, Amerika ile Okyanusya'daki medeniyetlerin eserlerini bir araya getiren 'Quai Branly Müzesi' tartışılmaya devam ediyor. Tartışmaların merkezinde müzenin, sömürgeciliğin izlerini taşıdığı fikri yer alıyor.

Eyfel Kulesi'nin gölgesindeki Quai Branly Müzesi kapılarını açtı açalı "Sen osun, ben buyum, şu öteki" tartışması sürüyor. Bir etnografya müzesinin sömürgeciliğin izlerini taşımasının normal olduğunu söyleyen yaklaşımlar, eserlerin çoğunun zorla alındığı ve ortaya yığılıverdiği görüşünün altında eziliyor. Diğer adıyla "Afrika, Asya, Okyanusya ve Amerika Kıtaları Sanat ve Medeniyetleri Müzesi"ni, bir ülkenin sömürgeci geçmişiyle hesaplaşması, bu geçmişi büyüteç altına alması düşüncesiyle olumlu bulanlar da yok değil. Bir üçüncü görüş ise müzenin, Batı'nın bir zamanlar sömürdüğü topraklardaki kültürler için döktüğü timsah gözyaşları olduğu yönünde. Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ise müzenin açılışı için yaptığı konuşmada, "Fransa için, çağlar boyunca, tarihte büyük çoğunlukla şiddet görmüş halklara haklarını vermek söz konusuydu. Kendilerine hoyratça davranılmış, aç gözlü ve kaba fatihler tarafından yok edilmiş halklara... Girişimimizin merkezinde, ırk merkezciliğin, Batı'nın, insanlığın kaderinin yalnızca kendi ellerinde olduğu gibi mantıksız ve kabul edilemez iddiasının reddedilmesi yatmaktadır." demişti. Müze, Batı dışındaki medeniyetlere saygılarını sunduğunu üstüne basa basa söylese de uluslararası basında; Fransız maceraperestlerin 20. yüzyıl başlarında sömürgelerden topladıkları eserlerin iade edilmeleri gerektiği yazılmaya devam ediyor. Eserler ile ilgili olarak 'ilkel sanatlar' yerine 'ilksel sanatlar' ifadelerinin kullanılması bile ortamı yumuşatmaya yetmiyor.

Duruşu ve vizyonu tartışıladursun, müzenin barındırdığı 3 bin 500'ü daimi olmak üzere 300 binden fazla eseri görmek isteyen yoğun bir kalabalık var Paris'te. Rodin, Orsay ya da Louvre müzelerinin önünde görmeye alışık olduğumuz turist kalabalığı değil bu bahsi geçen. Kuyrukta bekleyen "oralı öteki"lerle, St Michel ve Champ Elysee kahvelerinde değil; banliyö ve metro istasyonlarında karşılaşmıştık. 30'lu yaşlarını süren Anne Marie ve Venice, onlardan sadece ikisi. Gündelikçi olarak çalıştıkları bu şehirde ilk defa bir müzeyi merak ettiklerini ve görmeye geldiklerini söylüyorlar. Amerika yerlisi iki arkadaşı bu kadar heyecanlandıranın ne olduğunu sorduğumuzda, "Kendi ülkemizden bir şeyler görürüz belki. Çok özledik." cevabını alıyoruz. Anlaşılan o ki müze, Paris'teki pek çok göçmene geride kalan ülkelerinden bir şeyler hatırlatmayı vaat ediyor.

Bu vaatlerle müzenin kapısına gelenlere karıştığımızda bir tarafı çeşitli bitkilerle sarılmış kırmızılı beyazlı bir yığın, pardon mimari yapı karşılıyor bizi. Kırmızı, siyah ve beyaz hâkimiyetli girişten sonra ise türlü müzik aletleri yer alıyor; üstelik ses ve video görüntüsü destekli. Mesela ney'in yanına gidiyorsunuz, ney sesinin eşliğinde Mevlevîler dönmeye başlıyor ekranda. Kemençenin yanına gittiğinizde onun sesi ve bir Karadeniz delikanlısı... Müzik turundan sonra bilimkurgu bir film sahnesinden çıkmış hissi veren uzun bir koridordan geçiyorsunuz. Canınız sıkılmasın diye adım başı ayaklarınızın dibine türlü projeksiyon görüntüleri üşüşüyor. Bu postmodern yolculuktan sonra kendinizi tam gelecekte sanacakken koridor bitiyor ve birdenbire geçmiş zamanın içine düşüyorsunuz. Tezatlık ki ne tezatlık! Siz "Bina bitmemiş mi acaba? Böyle ani ve alakasız bir geçiş olabilir mi?" diye soradururken bir tarafta Asya ve Afrika, diğer tarafta Okyanusya ve Amerika aralıyor kapılarını. Yeni mekânımız plastik topraklı bir nehir yatağı. Engebeli araziye gün ışığı ulaşmıyor. Eserlerin zarar görmemesi ya da yaprakların gün ışığını geçirmediği vahşi bir orman hissini kuvvetlendirmek için olabilir ışıksızlık. Doğrusu ise birinci şık. Bu kadar şeyi birileri buralara kadar getirdiğine göre balta girmemiş orman değil karşımızdaki.

Türkiye'den de 2 bin eser var

Eserlere gelince Senegal'den kaya parçaları, Cezayir'den bir çeyiz sandığı, Hindistan'dan bir halı... Karanlık ve gizli bölmelerde Burkina Faso ya da Fas'tan heykeller... Çekmecelerde ise türlü takı ve giysiler... (Çekmece deyince nerede bizim yeni açılan Depo Müze'mizin sıcaklığı...) Serginin Asya Medeniyetleri bölümünde Anadolu'dan takı, gelinlik, kaftan gibi giysi ve aksesuarlar ile bıçak, kama, kılıç ve kalkan gibi savaş aletlerini görmek mümkün. Türkiye'den yaklaşık 2 bin eser barındıran koleksiyonun tümü, Paris müzelerini daha önce dolaşmış kişiler için tanıdık aslında. Çünkü Quai Branly, Paris'teki Musee de l'Homme'dan (İnsanlık Müzesi) 250 bin ve Arts d'Afrique et d'Oceanie'dan (Afrika ve Avustralya Sanatları Müzesi) 25.000 eseri kendi koleksiyonuna katmış. 100'den fazla videonun olduğu müzede iki geçici sergi salonu, bir multimedya galeri, oditoryum, açık hava tiyatrosu ve civarında sömürgeciliği araştıracak bir üniversite var.

Rengin Ege

27 Ağustos 2006/Zaman

20 Ağustos 2006 Pazar

'En sevdiğim U2 şarkısını henüz yazmadım'

Herkesin zaman zaman aklından geçirdiği; ama söylemeye değer bulmadığı hisleri kelimelere döküp dinleyicilerini her defasında şaşırtmayı başaran İrlandalı rock grubu U2'nin solisti ve söz yazarı Bono (Paul Hewson), en sevdiği U2 şarkısını henüz yazmadığını söylüyor.

Albümleri dünya çapında 130 milyon satan ve 14 Grammy ödüllü U2'de yaşananları 'sağ kroşeyi 15 santimle kaçıran bir boksörün yaşadıklarına' benzeten Bono, işi çok ilerletmelerine rağmen hâlâ yeterli olmadıkları görüşünde. "Sanat, ellerini derinin altına sokmaktır; göğüs kemiğini kıracaksın, göğüs kafesini yaracaksın, yoksa rock'n roll senin için bir çift ayakkabıdan, bir saç modelinden ibaret kalır." diyen sanatçı, 'yetersiz' oldukları fikrine kapılış sebebini şöyle açıklıyor: "Hâlâ yanımda koruma taşımadan bütün dünyayı gezebiliyorum. Nadiren birinden şan şöhret muamelesi görüyorum. Hayır, kesinlikle şöhret değilim ben."

U2 solistinin 'henüz şarkılaşmamış hikâyeler'ini anlattığı "Bono'nun Odasında" (Merkez Kitaplar, Çev: Pınar Öğünç) bir 'iç dökme' kitabı. Fransız müzik yazarı ve Bono'nun yakın arkadaşı Michka Assayas'ın kaleme aldığı kitapta; kimi zaman anne özlemi ve baba baskısıyla geçen çocukluk yılları, kimi zaman grup içinde yaşanan gerginlikler, kimi dünya liderleriyle yapılan görüşmeler çıkıyor okurun karşısına.

Kendini, üçüncü dünyanın borçlarını bitirmeye adamış zengin bir rock yıldızı

Bono, odasının kapılarını ardına kadar açmadan önce de U2'nin bir rock grubundan daha öte bir şey olduğunu biliyorduk. Sivil toplum kuruluşu gibi çalışan ve müzikle siyaset arasındaki yolda ilerleyen grup, insan hakları çiğnendiği gerekçesiyle Türkiye'de konser vermeye yanaşmıyor ve açları, yunusları, hastaları, kısacası dünyayı kurtarmaya kararlı görünüyor. Yalnız durum, bütün gün oturup dünya barışı ne olacak, diye merak edecek ve hippi sürüsü gibi takılınacak kadar da uzun boylu değil. Bono, yarı zamanlı bir hayırsever olduğu kadar yarı zamanlı bir işadamı da. "Dünya sandığımızdan daha uysal. Onu daha düzgün bir şekle sokmak elimizde. Büyük sorular sorup, büyük cevaplar istemeli." diyor ve kendini üçüncü dünyanın borçlarını bitirmeye adamış olsa da zengin bir rock yıldızı olmaktan kurtulamıyor. "Çok utanç verici bir fotoğraf aslında; ama kim olduğumu inkar edemem. Bütün paramı dağıtmam, sadece daha büyük bir yıldız olmamı sağlar." diyor Bono bu mevzuda.

2002-2004 yılları arasında yapılan söyleşilerin ucu, U2'nin öyküsünden Bob Dylan ve Rolling Stones'a; edebiyat ve resim tartışmalarından siyasi konulara dek uzanıyor. Dublin'de yaşayan, telefonda konuşan, sabahları yazı yazan, geceleri şarkı söyleyen, Amerikan Senatosu'ndan birileriyle konuşan, Elevation Partners'ın yönetim kurulunda oturan Bono, her şeyin en dibinde huzurun yattığını söylüyor. Yaptıklarını hayırseverlikten değil, adalet duygusundan yaptığını ve Bobby Shriver ile kurduğu DATA'nın (Borç, AIDS; ticaret, Afrika ama aynı zamanda demokrasi, sorumluluk ve şeffaflık) yarı zamanlı elçisi olunca iş arkadaşları tarafından usulünce hâlâ şarkıcı ve söz yazarı olarak çalıştığı konusunda uyarıldığını da eklemeden geçemiyor. Liderlerle yaptığı yuvarlak masa toplantılarını ve özellikle Bush ile ilgili duygularını da geçiştiriveriyor bu sohbetlerde. '

Annem ölünce kendimi terk edilmiş hissettim'

Konuşmalar geçmişe, özellikle de çocukluğa döndüğündeyse sözlerin üzerini bir sis perdesi kaplıyor. Geçmiş, ziyaret etmekten hoşlandığı bir yer değil Bono'nun, Geçmişe dair konuşup durdukça oraya döndüğü ve huysuzlaştığı da çayına yanlışlıkla attığı şekerden belli. Yazarın, onu heyecanlı ve güvensiz diye tanımlaması boşuna değil. "Annemin ölümü kendime olan güvenimi derinden etkiledi. Okuldan sonra eve gidiyordum; ama artık orası bir ev değildi. Annem yoktu. Kendimi terk edilmiş ve korkmuş hissettim. Sanırım korku çok çabuk öfkeye dönüşüyor. Benimki hâlâ içimde." diyen Bono'nun "Kim olduğunu sen biliyor musun?" sorusuna verdiği cevap ise "Deniyorum. Hayatta en zor şey; kendin olabilmek. Belki de çekip çıkaramadım onu henüz." oluyor.

Diğer rock yıldızlarına karşı dikatli olun!

"Rock yıldızı olmak isteyenler diğer rock yıldızlarına karşı dikkatli olsun. Kafamda yıllarca saklanan bir rock yıldızı robot resmi vardı. Bu resim; Elvis Presley'in deri ceketi, Jim Morrisson'un deri pantolonu, Lou Reed'in koca çerçeveli güneş gözlükleri ve Jerry Lee Lewis'in botlarından ibaretti."

Rock konserleri insanları kenetliyor

"11 Eylül ve Madison Square Garden konserinin ardından büyük şehir sakinlerini birbirine kenetleyen iki türlü olay olduğunu anladım. Ya korkunç bir felaket ya da bir rock konseri. En eğlenceli olay da en korkunç olay da benzer bir garip etki yapıyor ve insanlar kendilerini yalnız hissediyor."

Rengin Ege

20 Ağustos 2006/Zaman