27 Kasım 2006 Pazartesi

İlhan Berk: Resmi bilmem, ama şiir beni bırakmaz

Şair İlhan Berk, yazarken, okurken ve çizerken defterlerine düştüğü notları, Yapı Kredi Kültür Merkezi Sermet Çifter Salonu'nda sergiliyor.

Şairin, "Yaşamadım ben, yazdım, okudum sadece. Hayat ya yaşanır ya yazılır zaten. Yaşasaydım yazmazdım." sözünü hatırlayınca defterlerin ehemmiyeti daha iyi anlaşılıyor. Şair İlhan Berk, otları, böcekleri, çiçekleri ellerinden tutup şiire dönüştürürken ressam Berk çizip yapıştırmış, ekleyip çıkarmış, derleyip toplamış. Bu karalamalar, kimi zaman 'Gri Sevgili'nin kâğıda ilk düştüğü ana götürüyor izleyeni, kimi zaman Umberto Eco, Dağlarca ya da Bachmann'ın bir sözüne, kimi zaman da alakasız bir telefon numarasına... Berk'in defter ve kitap kapakları, defterlerin sayfa sayfa kendileri, kitaplarının ilk baskıları ve bir de küçük belgesel 30 Aralık'a dek görülebilecekler arasında. 88 yaşındaki şair, işte bu defterler için geldi İstanbul'a. Kalacaktı da bir hafta. 3 Aralık'ta 'Arzın Merkezinde Buluşmalar' konferans dizisi kapsamında Oswald LeWinter ile söyleşecekti. Söyleşecek hâlâ, geri gelerek. Ama bekleyemedi, döndü Bodrum'a. İlhan Berk'le bu gitmekle kalmak arasındaki zamanda çakıl taşları gibi saçtığı defterlerini, resimlerini ve şiirini konuştuk.

Ressamlığınızı yıllarca sandıklarda saklayıp çıkarmadınız gün ışığına. Şimdi çoğu kişinin belki de mahrem sayacağı defterleri 'aman gizli bir şey kalmasın' dercesine döküyorsunuz ortaya, neden?

Evet, sakladım resim yaptığımı uzun süre. Resimden bahsetmek istemedim, kendi kendime yaptım. Şairlik bana yeter diyordum. Fakat öyle bir zaman geldi, bir baktım her şey açığa çıkmış. Resim üzerine bir kitap çıkardım hatta. O, dönüm noktası oldu. Gizlemeyi, saklamayı bıraktım. Hatta sergiler açtım. Yaptıklarım çok para eder hale geldi, tabii bana göre. Hoşuma da gitti bu.

Duygularını paylaştığı defterler, bir şairin mahremi değil mi?

Kitaplarımı yazarken kullandığım defterler bunlar, günlük değil, mahrem değil. Ben bir defter alırım, böyle kitap boyunda. Kapağı olur o defterin, eskir, yırtılır, yırtarım ya da. Karton yapıştırır, o kartonun üzerini istediğim gibi boyar, çizerim. İçlerinde şiir çalışırım. Bir sürü defterim var böyle, içlerinde çalışmalarım...

Şiir cehennem, resim mutluluktu. Şiir sizi sıkıyor, bunaltıyor, resim umutlandırıyordu. Yani resim sizin(di), ama şimdi para ediyor, herkes istiyor. Hâlâ eskisi gibi mutlu ediyor mu resim sizi?

Resim benim açılmaması gereken gizli bir alanımdı aslında. Çok bana özgü, çok benimdi. İlk zamanlar üzgün olduğumu gizlemeyeceğim. Resimden para kazanmam resmin bana vurduğu bir tokat da oldu. Artık, uzun süredir yapmıyorum zaten. Yığınla yapmıştım zamanında, onları sergiliyorum. Yeniden yapmıyorum. Yapamıyorum. Yapmak istesem de yapamıyorum. Resim bana gelmiyor. Şimdiye kadar kendim için yapmıştım, artık öyle değil ya, resim de gelmiyor işte. Şiiri beklerken defterlerimi karalarım hâlâ, o ayrı. Şiir de yürümüyor şimdilerde orası daha da ayrı. Epey oldu yazmıyorum. Bir şiir üç beş ayda ancak geliyor.

Ne oldu da şiir gelmez oldu?

Bilmiyorum. Heves gidiyor işte zaman zaman. Yaşam gidiyor, şiir de çıkıp gitmek istiyor. Şiirin ne yapacağı belli olmaz hiç. Geliyorum der, gelir; elinden tutar götürür. Sonra bırakıp gidiverir, ardından bakakalırsın. Yalnız, ne zaman geleceği belli olmasa da beni temelli bırakmaz, sadece bunu biliyorum.

Şiirlerinizdeki yalınlık, özleşme, tek bir kelimeye kadar inme; resim için çizgide karar kılma. Her şeyin köküne, kaynağına, özüne ulaşmaya çalışma. Neden?

Şiir canlı bir şey. O, öyle gelmiş demek. Ben karışamam. Yapacak bir şey yok. Bir arkadaş şiir yazmış, 'Bu şiirin bittiğini düşünüyorum, sence..?' diye soruyor bana. 'Şiir sana söylerdi bitse, bana sormana gerek kalmazdı.' dedim.

Şiirleriniz size tek bir kelimeyle 'Bittim ben' mi diyor artık?

Evet, söylüyor. Anlatacağını daha yalın, daha az kelimeyle diyor. Şiir böyle istiyor demek ki. Ben bir şey yapamam. Ya da birbirimizi tanıdık, az kelimeyle anlaşıyoruz artık.

Uzaktan, bilge bir şairin yanından Türk şiiri nasıl görülüyor?

Parlak, önü açık. Türk şiiri parlıyor. Dünya şiirinden geri kalır yanı yok. Yeni gelenler ciddiye alıyor onu. Dil biliyorlar, araştırıyorlar, dünya şiirini takip ediyorlar. Seviniyorum. Yenilikçi şairler var, çok beğeniyorum, seviyorum onları.

Mesela?

Birhan Keskin, Gonca Özmenli, Nilay Özer...

Şiiri sevin; şair olmaya kalkmayın!

Şiir, büyük sıkıntı. Dünyaya şiir gözlüğünü çıkarıp rahat rahat bakamıyor insan. Ne yapalım, başa gelen çekiliyor işte. Yalnız bu yükün altına kimsenin girmesini istemem. Hayatı güzel güzel yaşamaya bakın. Şiiri sevin; ama şair olmaya kalkmayın. Kapkaranlık bir şey. Şiir seven hırsızlık, katillik yapmaz; sonra insanı genç tutar şiir. Güzel şeyler bunlar. Ama ağız tadıyla yaşatmaz da dünyayı. Kabul görmez, para kazandırmaz, mutlu etmez bir kere. Uğraşılacak şey değil. Bir azınlık işi zaten. Varlığını bile herkes kabul etmiş değil. Şiir bir yol, çıkıp çıkmayacağı hiç belli değil.

Jülide Karahan

27 Kasım 2006/Zaman

15 Kasım 2006 Çarşamba

Kadın pabuçları barış için yollara düştü

Lefkoşa sokaklarının huzursuz sessizliği yollara düşen pabuçların topuk tıkırtılarıyla bozuldu. Kadın ayakkabıları önce birbirlerinin kapısını çaldı.

Kimileri eşikte lafa daldı, kimileri birer kahve içelim, fal kapatalım öyle çıkalım dedi, oyalandı. Birer ikişer toplandılar. Merdivenleri, sokakları, meydanları geçip, beraberce otobüs duraklarında bekleşip vardılar varacakları yere: Barut kokusu ve silah sesi duyulmayan bir dünyaya...

Ayakkabıları cesaretlendiren, seramik sanatçısı Ayhatun Ateşin oldu. Lefkoşa'nın bölünmüşlüğünden yola çıkarak meclisteki karar vericileri kadın pabucu ile özdeşleştiren Ateşin'in "Barışı Kadınlar Yapar: Sessiz Yürüyüş" isimli seramik eylemi, İlayda Sanat Galerisi'nde soluklanıyor bugünlerde. Farklı kimlik ve görüşleri ayakkabılara işleyen sanatçının dünya barışı için kadının üstlenmesi gereken misyonu vurgulamaktan öte bir isteği var: Ayakkabıların gönül birliğiyle çoğalması ve cesaretle, yılmadan, burkulmalara aldırmadan yola devam etmesi.

Kıbrıslı Türklerin hareketi

Her şey iyi, hoş, zarif de bu hikâye nasıl başladı? Şöyle: Mersin Üniversitesi, 2005'in mart ayında Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle bir sempozyum düzenler. Yirmi dört uluslararası kadın sanatçı buluşur. Güzel Sanatlar Müzesi'nin temeli de atılacaktır bu vesileyle. Savaşa karşı kadın sanatçıların diyecekleri, "Barışı kadınlar yapar" cümlesiyle özetlenir. Ayhatun Ateşin de 'Böylesi bir dünyada benim rolüm ne olmalı?' diye sorar ve cevabı 'savaş, barış, ayakkabı ve kadın' kelimelerinde bulur. Bulduklarından aldığı güçle Lefkoşa'nın bölünmüşlüğünü anlatan bir labirent harita tasarlar. "Labirentin çıkmaz sokakları savaşın çıkmazını, soğukluğunu ve acımasızlığını yansıtıyor." diyen sanatçı, önce Girne kapısını çıkış yapar. Gönül birliği eden ayakkabılar, ambargoları aşarak labirentten kurtulur ve barışa çıkar. Özgürlüğe kavuşan ilk pabuçların renginin neden kırmızı olduğunu "Seramikte kırmızı uran oksitten meydana gelir ve zehir ihtiva ettiği için kullanmak cesaret gerektirir." şeklinde açıklayan Ateşin, barışa çıkan ayakkabılardan birinin burnuna bir de kuş kondurduğunu çıtlatıyor. Bu kuş uçuyor, denizleri/ambargoları aşıyor ve dünyaya ulaşıyor. Pek bir ütopik gelmesin, zira gerçekten de ayakkabıların Mersin'de başlayan serüvenü İzmir, Lefkoşa, Londra ve İstanbul'da soluklandıktan sonra rota değiştirerek Kıbrıslı Türklerin hareketine dönüşmüş.

1961 Lefkoşa doğumlu sanatçının yürüdüğü yola gelirsek; kalabalık bir ailenin son ferdi, kendi deyimiyle tekne kazıntısı olarak başlamış onun hayatı. Çocukluğunda popüler olan "Her Şey Bitmiştir Artık" şarkısına inat, her bitişi yeni bir başlangıç sayan Ateşin, çok fazla etkinliğe imza atmış. Öyle ki, ninesinin "İğnenin deliğinden ipliği geçiren biri olsa, ben kocamın sökük donunu dikemez miyim?" sözlerini kulağına küpe edip dikiş kursuna bile gitmiş. Seramiğe merak saldığında ise kendini ateşten bir tutkunun yolunda buluvermiş.

Lefkoşa haritasının üzerine yerleştirilen seramik kadın ayakkabılarının galerinin duvarlarına yansıtılan bir animasyonla desteklendiği sergi, fotoğraf sanatından da nasibini almış ve Lefkoşa'nın tarihi mekânlarını İstanbul'a taşımış. Elden bırakmadan bir solukta okunuverecek kitap tadındaki "Sessiz Yürüyüş", kasım sonuna dek İlayda Sanat Galerisi'nde.

'Duyarlı ve cesur adımlar gerek'

"Yaşanmışlıkların hüzünlerini, acılarını, kayıplarını dile getirmekten hoşlanmıyorum. Ama geçmişi film karesi gibi kesip atamıyorum da. Geçmiş yansıyor çalışmalarıma. Kıbrıs için barış, ambargoların kalkması, Filistin için duvarların yıkılması... Ama aslında her şey insanca ve özgürce yaşayabilmek için. Sanatçının estetik kaygıları var tabii ki. Kil bir araç sadece. Ben umutlarımı sanatçı duyarlılığıyla öne çıkarıyorum. Barış için birlikte yürüyelim diyorum. Sessizce kapıları açalım istiyorum. Kadının mecliste olması ütopik gelebilir belki, ama feminist bir söylem olarak algılanmamalı bu. Daha naif, daha duyarlı ve daha cesur adımlar gerekli.”

Jülide Karahan

15 Kasım 2006/Zaman

12 Kasım 2006 Pazar

'Olmayan sergi'nin sarsıntısı da büyük oldu

Sanatçı ve Çanakkale Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Fatih Balcı'nın sanat dünyasındaki yüzeyselliğe tepki göstermek için tertiplediği 'oyun' basın ve sanat dünyasında tartışılmaya başlandı.

Gerçekte olmayan bir sergiyi varmış gibi göstererek pek çok yayında yer almasını sağlayan Balcı, kendisini tebrik eden ve 'en yakın zamanda görmeye geleceğim' diyen onlarca elektronik postayla karşılaşmıştı. Balcı'nın küratörlüğünü yaptığı 'Hacet' isimli sözde sergi, basında ilgiyle karşılanmış ve haberi, Birgün, Kanaltürk, cekirdeksanat.com, arkitera.com, sanatplatformu.com gibi yerli ve yabancı yaklaşık 15 gazete, TV, dergi ve internet sitesinde yayınlanmıştı. 10 Kasım'da 'sora eren' sergiyle ilgili gerçeği açıklayan Balcı, tebrik mesajlarının devam ettiğini; ancak bu kez 'bilinçli' tebrikler aldığını söylüyor. "Amacımız medya sektörünü eleştirmek değil, sanat sistemini sorgulamak. Sanat eseri olmadan, önemsenmeden sanat üzerine konuşuluyor." diyen Balcı, olmayan sergi fikrini sadece sanat ortamındaki yozlaşmaya dikkat çekmek için tasarladığını vurguluyor. Sanatçı, eleştirmen ve gazeteciler, Balcı'nın sanat ortamını 'silkeleme' amaçlı bu oyununu 'faydalı' ve gerekli buldu. Bakalım tartışmanın ucu nereye varacak?

Beral Madra (Eleştirmen)

"Fatih Balcı, beğenerek izlediğim bir sanatçı. Gerçekleşmeyen bu sergi, sanatçıların zaman zaman kullandığı bir yöntem. 1960'lar ve 70'lerde Yves Klein ve Daniel Buren bu tür eylemler yaptı. Balcı'nın iyi zamanlanmış bu işinin iki boyutu var: Birincisi sergiler bir izleyicinin yapıt görmeye geldiği yer olmaktan çıkıp, bir sınıfsal buluşma alanına dönüşüyor ve partileşiyor. İkincisi, sanal ortamda herkes yaptığı işi olduğundan çok daha fazla gösteriyor; özellikle şirket sanat merkezleri bu işi reklam ve medya dünyasındaki güçlerini kullanarak çok kolay yapıyor. Her bilgi gerçek midir? Bilgiyi sorgulamamız gerekmez mi? Öte yandan sergilerin işlevi nedir? Balcı, izleyiciyi bir sınamadan geçirdi. Çok başarılı bir iş."

Hakan Akçura (Sanatçı)

"Hacet'in açtığı tartışma haksız değil. Bugün, medyanın haber alma ve yayınlama kabulleri, gerçekten de o işin, o serginin var olup olmadığını bile sorgulamayan bir niteliksizlikte. Amaç kimseyi tufaya getirmek olmamalı. Kendisiyle yüzleşmesi gereken ortamı iyi belirlemek gerekiyor. Sergilerin sanat değerinin olmadığı vurgusuna katılmıyorum. Genel olarak bir nitelik düşüklüğünden bahsedilebilir; yolu doğru ilişkilerden geçen, doğru ata oynayan, sanatı bir "business" olarak gören sanatçının şansının arttığı doğru. Ama atölyesinde interneti ve cep telefonu olmayan, çok fazla insan görmeyi istemeyen bir yaşantıda kendi "dahice" üretimini sürdüren kaç sanatçı kalmıştır ve bir gün onları arayıp, bulmak kimin aklına gelecektir?"

Evrim Altuğ (Birgün Kültür-Sanat Editörü)

"Sergiden evvel bir ön haber yayınlandı gazetemizde. Hiçbir yorum eklenmeksizin hazırlanan haber, duyuru ve bilgilendirme görevini tamamen gazetecilik sorumluluğuyla yaptı. Bu sorumluluğun sorumsuzluk gibi anlaşılarak gazetecilerin duyarsızlıkla suçlanması, iletişim etiği adına abesle iştigal. Sergi, artık gerçek zaten. Sözde sergi sırasında alınan 'geri dönüşler' ise Türkiye'de ana akım sanat medyası ve sanat cemaatinin yokluğunun kanıtı. Yalnız, birkaç hafta önce Akbank Sanat Merkezi'ndeki 'Medya Olarak Söylenti' sergisinde gördüğümüz 'asılsız sergi davetiyeleri ve haberleri', bu 'sanat eyleminin' aslında sanat tarihsel bir fikir hırsızlığı olduğunu da düşündürüyor bana."

Cem Erciyes (Radikal Kültür-Sanat Editörü)

"Böyle bir şakanın yapılabileceğini hep düşünürdüm. Basın bültenleri üzerinden çalışıyoruz; bunlar light haberler diyerek çok önemsemiyoruz. Haberleri, medyayı iyi kullananlar belirliyor. İyi bir halkla ilişkiler şirketiyle çalışmak ve birkaç dost edinmek yeterli. Fatih Balcı daha büyük bir tanıtım çalışması yapsaydı, sonuç çok daha korkunç olabilir, sözde sergi haberine hepimiz yer verebilirdik. Ucuz atlattık. Neyin ne olduğunu bilen, araştıran muhabirler yetiştirmeliyiz. Güncel sanat ortamındaki yozlaşma söylemine gelirsek, ona katılmıyorum. Sanat ortamında her zaman farklı grup ve ekoller olur ve birbirini karalar dururlar. Vahim durumda olan sanat ortamı değil, medya."

Mehmet Güleryüz (Sanatçı)

"Çok güzel bir yaklaşım. Doğru olan tam da bu. Gerçi çürümüşlük ve yozlaşma çok ağır laflar. Her dönemde sanat ve düşünce ortamında fırsatlar kullanılır; fırsatçılar ve cehalet vardır. Plastik sanatların geçmişi tarih içinde doğru yerini bulmuş değil. Yaşayan ortam, görülmesinden çok duyulmasını önemsiyor. Görsel kaygılardan çok gariplik ve farklılık prim yapıyor. Fıkranın olduğu yerde edebiyata gerek duyulmuyor, sahte değerler oluşturuluyor."

Jülide Karahan

12 Kasım 2006/Zaman

11 Kasım 2006 Cumartesi

Olmayan sergiye ilgi büyüktü!

Çanakkale 18 Mart Üniversitesi öğretim görevlisi Fatih Balcı, sanat dünyasındaki yüzeyselliğe ve çürümeye tepki göstermek için bir 'oyun' tertipledi. Gerçekte olmayan bir sergiyi varmış gibi göstererek bülten ve görsellerle destekleyen Balcı, yerli ve yabancı basına e-posta ile duyuru yaptı. Basının, olmayan bir sergiye duyduğu ilgi, onu bile şaşırttı.


Küratörlüğünü Fatih Balcı'nın yaptığı 'Hacet' isimli sergi, 15 Ekim'de açılacaktı. Şair Eşref Sokak, Tenha Çıkmazı No:13-Galata... adresindeki sergide, yerli ve yabancı 11 sanatçının işleri vardı. Küratör, dün sona eren serginin kavramsal çerçevesini şöyle açıklıyordu: "18. yüzyılın icadı olan 'sanat' kavramı, tüm ideallerini zaman içinde yitirdi. Daha iyi bir dünya için hareket edecekti; var olanı yeniden üretmenin aracı oldu. Güzel olanı arayacaktı; çirkinden daha çirkine övgüler yazdı. Şimdi ise bir boşlukta kendini oynamaya çalışıyor. Sanatçı ilan edilenler aslında sanatçı olmadıklarını, ama neyi yapsalar alkışlandıklarını söylüyor. Öyle ki devasa başarısızlıklar bile baş döndürücü bir sanatsal olaya dönüşebiliyor. Ölçütün olmadığı yerde sanat her şeyi kapsıyor."


Basında ilgiyle karşılanan serginin açılış haberi, Birgün, Kanaltürk, cekirdeksanat.com, arkitera.com, sanatplatformu.com gibi yerli ve yabancı yaklaşık 15 gazete, dergi ve internet sitesinde yayınlandı. Hatta basın bülteni alıcılara ulaşır ulaşmaz tebrik eden, daha fazla bilgi isteyen, 'en yakın zamanda görmeye geleceğim' diyen 70 kadar elektronik posta geldi küratöre. Her şey normal ve olması gerektiği gibiydi. Normal olmayan tek şey vardı: Gerçekte böyle bir sergi yoktu!


Sergiyi gezmeye gidenler, verilen adreste inşaat malzemesi satan firmaların barındığı bir iş hanı ve tostçu dükkanıyla karşılaştı. Bir sanatsal çalışma için var olması gereken tüm belirtilerin olduğu; (hacet.org adlı web sitesi, basın duyurusu, mail, afiş...) ama kendisinin ortada olmadığı bir çalışmaydı bu. Tıpkı, aslında sadece iletişim organlarında boy göstermek üzere kurgulanan diğer sergiler ve çalışmalar gibi. "Sergiyi birkaç kişinin dışında kimsenin gezmesini ya da aramasını beklemiyordum. Ama düşündüğümden daha fazla kişi ilgilendi galiba." diyen Dr. Fatih Balcı, amacının tüm belirtileri ortada olan sahte bir hastalığı teşhir etmek, sanat çevresindeki yozlaşma ve düzeysizliği ortaya çıkarmak olduğunu söylüyor ve ekliyor: "Sergiyi web sitesinden takip edenlerin tebrik mesajları bir ay boyuncu geldi durdu; ama mekâna gidip de 'Bu adres yanlış yazılmış olabilir mi acaba?' diye dönen tek, Zaman muhabiri oldu. Ya kimse gezmeye gitmedi ya da gitti; ama sergiyi göremeyince üzerinde durmadı."


Uzun süredir sanat ortamını gözleyen ve yaşanan yozlaşmadan rahatsız olan Balcı, 'bir silkelenme olur' düşüncesiyle böyle bir sergi kurgulamış. Sergide eseri olan isimlerden bazıları gerçek, bazıları sahte. 'İsimlerin hepsi uydurma olsa anlaşılırdı.' diyen Balcı, şimdi gelecek tepkileri bekliyor.


Fransızlar da benzer bir 'oyun'a gelmişti


Geçmiş yıllarda Paris sanat çevresi benzer bir olay yaşadı. 1998'in Aralık ayında sanat camiası var olmayan sergiler için davetiyeler almaya başladı. Art Press dergisinde olmayan sergilerden birinin eleştirisi bile yayınlandı. Kimin gönderdiği bulunmayan sözde davetiyeler bir yıl boyunca sanat camiasını meşgul etti. Sonra da kimin yaptığı bilinmeden unutulup gitti. Geçtiğimiz aylarda bu davetiyeler, Aksanat'ta 'Medya Olarak Söylenti' başlıklı sergide izlenmişti.


Kaç sergide bundan fazlasını bulduk ki!


"Sergilerin gezildiğine inanmıyorum. Sponsorlar, süslü davetiyeler, açılış kokteylleri, yazılı ve görsel basında yazılıp çizilenlerden ibaret her şey. Sergiler basın için yapılıyor. Herkes isminin sanatla yan yana gelmesinin peşinde. Sponsorlar serginin niteliğini bile bilmez, bir küratöre devreder. Açılan sergilere ilgisizlik, işlerin etkisizliği, yenisi için mekânın telaşla boşaltılması... hep bu durumun sonuçları. Önemsenen tek şey, çalışmaların iletişim araçlarında dolaşıma girmesi. Klasik sanatta bir sorgu mekanizması vardı; ama güncel sanat, önüne konan her şeyi kabul ediyor. Kaygılar fark oluşturmak üzerine kurulu. Fark oluşturmanın kendisi erdem sayılıyor. Sergilerin çoğu, algımızı genişletmiyor, oyalıyor sadece. Bu durum, sanat nesnesi denen şeyin gittikçe gözden düşmesiyle alakalı. Bu sergiyi arayıp hiçbir şey bulamadıklarına inananlar, şu soruyu sormalılar kendilerine: "Kaç sergide bundan daha fazlasını bulduk ki?!”

Jülide Karahan

11 Kasım 2006/Zaman

1 Kasım 2006 Çarşamba

Ben sömürgeci dönemin ürünüyüm

Sudan kökenli yazar Cemal Mahcub (Jamal Mahjoub), dünyaya gözlerini herkesin eşit; ama bazılarının daha eşit olduğu bir ülkede, İngiltere'de açmış.

1960 doğumlu yazar İngiltere, Sudan ve Danimarka'dan sonra şimdi İspanya'da yaşıyor. Batı coğrafyasında "öteki" olmanın zorluğunu iliklerine kadar hissettiğini her fırsatta vurgulayan yazar, bu hali, roman kahramanlarının da yazgısı yapıyor. "Hiçbir şey Benetton reklamlarındaki kadar günlük güneşlik değil." diyen Mahcub, Türkiye'de Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan Raşid'in Dürbünü ve Cinlerle Yolculuk ile tanındı. Mahcub, TÜYAP 25. İstanbul Kitap Fuarı'nın bu yılki yabancı konukları arasında. Ülkemizde geçtiğimiz ay Alametler Saati adlı yeni kitabı yayınlanan yazarla, yağmurlu bir İstanbul günü, doğduğu ülke Sudan'ı, Doğulu bir yazar olarak Batı'da yaşamanın anlamını ve eserlerini konuştuk.

Romanlarınız, Arap dünyasında özellikle Sudan'da nasıl karşılanıyor?

Bilmiyorum. Eserlerim Arapçaya çevrilmedi, yakın zamanda da çevrilecek gibi görünmüyor. Sudan'da da yaygın oldukları söylenemez. Kitaplarım hakkında bir şeyler kaleme almış Sudanlılar, genelde Batı'daki üniversitelerde çalışan akademisyenler.

Hikayeleriniz Sudan'ın tarihi zemininde geçiyor. Ülkenize olan vefa borcunuzu mu ödüyorsunuz?

Hayır, sadece o kadar değil. Öğrenme ve anlama ihtiyacı daha çok. Her şeyden önce ben ilgileniyorum Sudan'ın tarihiyle. Çünkü bu aynı zamanda benim hikayem. Sömürgeci dönemin ürünüyüm ben. Britanya 1898'de Sudan'a girmiş olmasaydı, annemle babam hiç tanışamayacaklardı mesela. Kendi hikayemi merak ediyorum.

Edebiyat, bir şeyleri öğretsin, anlatsın hatta değiştirsin istiyor musunuz? Daha doğrusu buna inanıyor musunuz?


Edebiyat, o 'bir şey' dediklerinizi değiştirebilir; ama doğrudan değil. Aslında eskiden edebiyatın doğrudan değiştirme gücü olduğuna inanırdım. İlk romanım, petrolün bulunuşu ve iç savaşa sürüklenen Sudan'la ilgiliydi. İnsanların görüşlerini etkilemeyi ummuştum; ancak işler öyle yürümüyor. Bunlar, bir romancının işi değil. İnsanların bakış açısı değişiyor tabii, ama bunun politik arenadaki meyvelerini toplamak mümkün görünmüyor.

Günün birinde Batı ile Doğu'nun uzlaşacağını düşünüyor musunuz?

Batı ile Doğu'nun uzlaşamayacağı bir nokta görmüyorum ben. Batı, pek çok şeyi Doğu'dan aldı. Ortak nokta çok aslında; ama farklılıklara vurgu yapılıyor, çatışmalar tetikleniyor. Batı, ayakta kalabilmek için kendine bir canavar aradı ve bu da 'Yeşil Tehlike' oldu.

'Tehlike'den kastınız İslamiyet mi?

Hayır. Ana problem hep aynı, ekonomik ve politik. Şu anda her şey bazı politik grupların elinde. Son üç yılı bir düşünün. Nedeni belirsiz savaşlar... Amaç petrolü kontrol etmek. İslamiyet, yaşadığımız çağa damgasını vuran Doğu-Batı çatışmasında kilit rol oynuyor gibi görünebilir. Ama esas sorun İslâmiyet değil, politik özgürlüksüzlük. İnsanların istekleri hep aynıdır. Yaşama hakkı, güvenlik, yemek, ev, iş, çocukları için daha iyi bir gelecek. Müslümanlar, dünyadaki tüm insanları öldürmek istiyor olabilir mi? Tabii ki hayır. İnsanları dinlemeyi reddederseniz onlar da saldırır.

Hikayelerinize dönersek, Batı'nın mistik Doğu edebiyatı arayışına cevap veriyor gibisiniz. Mistik ve etnik ayrıntılar, oryantalizm... Doğulu bir yazar Batı'ya illa böyle mi açılır?

Bilmiyorum. Bunu özellikle yapmaya çalışmıyorum. Kitaplarım Batı'ya sesleniyor; ama Doğu'ya da söyleyecek bir şeyleri olduğuna inanıyorum. Bazı klişeler olduğu ve bunların çok sattığı doğru. Ama ben gerçeklik üzerine kuruyorum romanlarımı. Eğer inandığımı, düşündüğümü, hissettiğimi yazmazsam bir süre sonra tıkanır, tükenirim. Bir de Türkiye'de üç tanesi yayımlandı; ama aslında benim yedi romanım var ve hepsi birbirinden farklı.

Kahramanlarınızı yollara düşürüyor ve çözümü o yollarda aratıyorsunuz. Yaşadığınız ülkeleri düşünürsek siz de yollardasınız, peki ne arıyorsunuz?

Ben daha iyisini arıyorum hep. Bir kitap yazmaya başlarken onun yazacağım en iyi roman olacağını düşünüyorum. Bitince de birkaç hafta 'evet, en iyisi bu oldu' diye mutlu mutlu dolanıyorum; ama sonra 'hayır galiba değil' demeye başlıyorum.

Amin Maalouf'u artık okumuyorum

Türkiye'de isminiz Amin Maalouf ile birlikte anılıyor. Mesela sizi tanımayan biri, herhangi bir kitapçıya girse ve 'Nasıldır?' dese, 'Çok iyidir, Amin Maalouf'u seviyorsanız mutlaka onu da seversiniz.' cevabıyla karşılaşıyor...

Birkaç kitabımız birbirine benziyor, Raşid'in Dürbünü mesela. Bazı benzer his ve düşüncelere sahip olmamız doğal. İkimiz de Doğu kökenliyiz ve Batı'da yaşıyoruz. Daha önce gerçekten okurdum onu; ama artık okumuyorum. Hatta yeni kitaplarını merak etmeme rağmen okumuyorum. Bütün kitaplarım düşünüldüğünde çok farklı olduğumuz anlaşılır. Onun yaptığı, tarihin bir parçasını alıp irdelemek. Ben tarihi kusursuz ya da mutlu bir tablo olarak aksettirme niyetinde değilim.

'Nobel politiktir'

"Orhan Pamuk'un Beyaz Kale, Kara Kitap, Yeni Hayat, Kar ve Benim Adım Kırmızı'sını okudum. Kar gerçekten iyiydi. Nobel'e gelince o zaten politik bir ödül ve politik bir karar. Taa başından beri. Orhan Pamuk ilk değil. Sadece dünyanın en iyi yazarı olmak yetmez. Büyük yazarların çoğu da almamıştır zaten. Formül şu: Çok iyi bir yazar ve ... Yanında 've' yoksa olmaz. Ama ne olursa olsun, Türkiye için çok sevindirici."

Jülide Karahan

01 Kasım 2006/Zaman