29 Temmuz 2007 Pazar

23 yaşında ilk öykü kitabını yazan Seray Şahiner: Her insan bir durak; ama hızla geçiyoruz

Topuk tıkırtıları, gülüşmeler, dedikodular ve kimselerin duymadığı iç sesleriyle toplandı kadınlar. Sokak, meydan, konfeksiyon atölyesi ve öğrenci evlerinden çıkıp, otobüs duraklarında bekleyip vardılar Seray Şahiner’in ‘Gelin Başı’ isimli öykü kitabına.

Kadın sesleri kitap sayfalarına sığmaz olup da kulağımıza çalındığında aradık genç yazarı. “Seçimleri atlatalım da hele...” oldu ilk cümlesi. Sonradan öğrendik ki seçim sabahları çok önemli onun için. Büyük büyük laflar etmekten köşe bucak kaçsa da şimdi, hatırında kalan ilk büyük laf bir seçim sabahından. Oy atmaya giden anne-babasının peşi sıra yürürken, ‘hayatımı yazı yazarak sürdüreceğim’ deyivermiş birden. Bu iç konuşmanın üzerinden geçen 15 yılın sonunda ilk kitabını aldı eline Seray. “Bir gün kitabım çıkacaktı, olacaktı, inşallahtı. Ama bu kadar erken beklemiyordum açıkçası. 30’a kadar süre vermiştim kendime, daha aç kalacaktım falan...” diyor 23 yaşındaki yazar.

Öykülerden yükselen iç sesler, yazarının el yazısı gibi italik. “Kendi içimde de devir daim halinde bu sesler.” diyen genç öykücüye, öykülerine benzer bir söyleşi teklif ettik. İç sesinin bıdı bıdı’larını cevaplara eklesek dedik, italik italik. Seray’ın en büyük sıkıntılarından birine parmak bastığımızı bilemedik. “Yazarken tamam da yaşarken ıı ııh. Keşke aklımdan geçenleri pat pat söyleyebilsem... Ne yazık ki, o yerine göre hareket etme dürtüsü var üzerimde.” diyen yazar, seslerin hızına yetişemezmiş de ayrıca. Vazgeçtik.

Tüm kahramanlarından birer parça taşıyor Seray üzerinde. Çiğdem gibi telaşlı, Yeliz gibi dağınık, Zeynep gibi eli hep saçında. Bir yazar kendi özgeçmişinden ne kadar kurtulabilirse o kadar kurtulabilmiş işte. ‘1984 Bursa doğumlu’ ifadesiyle başlayan özgeçmişinde ‘İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nden yeni mezun oldu.’ yazıyor. “Bir gazeteci olarak kendisine ne sorar acaba Seray?” dediğimizde iç sesi giriyor devreye: “İş sormakla bitse, sonra cevabı da isteyeceksiniz ya, neyse...” İdeal kadını, olmak istediği kadını sorarmış kendisine. El cevap: “Pervasız. Yerine göre hareket etme kaygısı olmayan; dan dan konuşan. Arkasında olaylar bırakan hep. Ya geldiği yerde bir şeyler olmuş ya gittiği yerde olacak türden. Alem ne der’siz, cesur.”

İşi hep kadınlarla Seray’ın. Kendinden başlayarak tanıyor çünkü onları. Annesinin konfeksiyon atölyesinden, altın günlerinden, hamamdan, kuaförden... Erkeklerin muhabbetinde bir yabancı, bir kadın hep. Merak etmiyor değil onların dünyalarını. “Bir olayı bir kere yaşıyor erkekler, biz defalarca. Annemize anlatıyoruz bir posta, sonra arkadaşımıza, günlüğümüze, hatta fal bile baktırıyoruz üzerine. 10 kere yaşıyoruz yani anlata anlata.” diyen yazarın öykülerindeki erkek kahramanlar sonuna kadar umursamaz. “Öyleler mi sence?” dediğimizde, “Ben öyle olanlarını anlattım, hepsi öyle değildir belki, yani en azından umarım.” oluyor cevabı.

Yazmak... Mutlu; ama huzursuz

İlk kitabını 23 yaşında imzalayan bir yazarın yazıyla ilk tanışıklığı ne zamandır acaba? Annesi ona hamile olduğunu öğrendiği günün akşamı. İlk cümle de ‘Sevgili bebeğim, bugün sana hamile kaldığımı öğrendim.’ “Biraz, hatta oldukça yönlendirildim sanırım. Küçücük yaşta kendi günlüğümün içindeydim. İlkokul defterinden önce günlük alındı, kırmızı kaplı. Okuma yazmayı sökene kadar ben anlattım, annem yazdı.” diyen Seray’ın günlüğü daha o doğmadan tutulmaya başlanmış annesince. Evde klasör klasör yazı birikmiş tabii, Müjde Ar’ın Teyzem filmindeki gibi. Annesinin kitaba tepkisini ise şöyle anlatıyor genç yazar: “Hâlâ okuyor. Bir daha, bir daha. Kitap hep elinde. Dördüncü çocuğu olmuş gibi hissediyor kendini. Sanırım ezberledi.”

Seray’ın kâğıt-kalem muhabbetinin öyküye dönmesinin tek gerekçesi, en çok öykü okumayı sevmesi. “Yazan, okumak istediğini yazar.” gibi büyük bir laf etse de farkında olmadan, öyküyle mi devam yola dediğimizde temkini elden bırakmıyor yine: “Galiba. Aslında bu karar verilebilecek bir şey değil. Gelen şey şekliyle geliyor. Öykü olarak geldi bunlar.” Anlatım dilinin konuşmaya yakın olması da benzer bir sebepten. İlk gençliğinde, yani dünyanın üstüne üstüne geldiği ergenlik döneminde büyük laflar kurma telaşındaymış Seray. Şimdi kaçıyor o laflardan; doğal bir dil tutturmaya çalışıyor. Dönüm noktasına gelince... Senaryo Yazarları Derneği’nin kursunda Ümit Ünal’ın verdiği bir derste senaryo taslakları yazıyormuş büyük büyük cümlelerle. Bir romantizm bir romantizm... Ümit Ünal, ‘insanlar nasıl konuşuyorlar bir bak hele’ demiş bir keresinde. Bakmış ve alengirli lafları bir kenara bırakmış. Bir dedikodulardan bir de röportajlardan besleniyor artık.

Şimdilerde boğazına kadar kendi hayatına gömülü Seray. Yüksek lisans yapıp okulda kalmak istiyor. Bir de İngilizce kursu tabii, lazım, ne yapsın. “Hep bir yere yetişiyorsun yani.” tespitimize, “Hep bir yere yetişmekten ziyade... Bir sürü şey var yapacak. Çok hızlı geçiyor üstümüzden olaylar. Bir an önce yaşayıp arkada bırakıyoruz. Duraklarda da öyküler işte...” diye karşılık veriyor.

Durakların ilk 10 öyküsü için “Ne yazacağımı biliyordum; ama nasıl yazacağımı bir türlü çözemiyordum. Buraya virgül koyayım mı diye bir gün düşündüm bazen. Huzursuzdum. Yazmak hem mutlu ediyor hem de huzursuz.” diyen yazar, sonunda ‘herkesin yazdığı biraz kendisine benzer’e varmış ve bir cesaretle öykülerini Varlık Dergisi’nin Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’ne yollamış. Dikkate değer bulunan öyküler, jürideki Cemil Kavukçu’nun desteğiyle okura ulaşmış. Kafasındaki yeni öykülerinin toparlanmasını bekliyor şimdi Seray.

Jülide Karahan

29 Temmuz 2007/Zaman Gençlik

26 Temmuz 2007 Perşembe

Ve gün geldi herkes 'VE'yi fark etti

Nancy Atakan'ın 've' kelimesini, kendisini onun yerine koyarak anlattığı video çalışması, 1 Eylül'e kadar Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi'nde izlenebilecek. Atakan, çalışmasında 've'nin diğer kelimeler arasındaki arada kalmışlığına dikkat çekiyor. Biz de bu vesileyle 've'yi sıkça kullanan şair ve edebiyatçılarımıza o küçük bağlacı hatırlatmak istedik.

Önemsenmez, fark edilmez. O olmadan bir paragraflık yol bile gidilmez, ama yine de göze görünmez. Gün gelir türlü derdi bağlar birbirine, gün gelir türlü rengi. Büyükle büyük olur, küçükle küçük. Ufacık bir cümleye burun kıvırmadığı gibi, büyük şiirlere, büyük romanlara girdim diye de uçmaz havalara. 'O olmasa ne yapardık?' diye düşünmedik hiç; hep elimizin altındaydı, zaten iki harflik cürmü vardı. Belki de ilk kez biri dikkat çekiyor şimdi ona: Neredeyse 40 yıldır Türkiye'de yaşayan Amerikalı sanatçı Nancy Atakan. Günlük hayatımızda en çok kullandığımız kelimelerden biri olan 've' bağlacının bir gün çıkıp derdini anlatacağı gelmezdi kimsenin aklına. Nancy Atakan, onun dertlerini anlatmakla kalmayıp bizzat o oluyor üstelik. Onun gibi arada kalıyor, bir önceki kelimeye de bir sonrakine de ait olamıyor bir türlü. Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi'nin Proje Odası Artvarium'da sergilenen video; film, fotoğraf, çizim, animasyon, kolaj, şiir ve sesten oluşuyor.

Nancy Atakan, bir iki dakika süren video filminde iki hayali görüntünün arasında sürekli. Kelimeleri, kavramları, isimleri, cümleleri birleştiren ve'nin bunu asla tam olarak başaramadığı, her zaman arada kaldığı gibi arada kalmış o da. Bir de daima küçük harflerle yazılma, birleştirmekle yükümlü olduğu figürler olmadan anlamsız kalma gibi dertleri var ve'nin. Vakti zamanında Arapça'dan gelmesi öne sürülerek yerine 'artı' denmeye çalışıldığı, 've dahi' şeklinde kalabalıklaştırıldığı da hesaba katılırsa tüm kelimelerden daha dertli 've'.

Sözlüklere göreyse çok basit bir görevi var 've'nin: "Aralarında denklik, beraberlik veya ardışıklık bulunan iki kelime, kelime grubu ya da cümle arasına girerek bunları birbirine bağlar." Halbuki bu o kadar kolay değil. Nancy Atakan, en az 've' kadar kısa olan çalışmasında kimi zaman deniz kıyısında, denizin üzerinde geziniyor, kimi zaman teknelerin üzerinde dolaşıyor. Bir yerlere ulaşmaya çalışıyor; ama sakince. güzel kelimeler arasında kalıyor olsa gerek buralarda 've'. Büyük görüntünün içindeki "İki Boşluğun Arasında" isimli küçük videoda ise daha zor şartlarda bu ilerleme. Aydınlık bir tünelden dibi görünmeyen karanlık bir kuyuya doğru; ancak emekleye emekleye. Sanki siyah-beyaz, karanlık-aydınlık gibi kelimeler birbirine bağlanmaya çalışılıyor bu küçük görüntüde. Nancy Atakan'ın 've'yi anlatmak için kurguladığı 'VE' adlı çalışması, 1 Eylül'e kadar izlenebilir.

HAYDAR ERGÜLEN

'Ve' kelimesi ya da bağlacı bana 'ile'yi düşündürüyor. Bu iki kelime, virgül tadında geliyor bana. Virgül ve noktayla ilgili yazılar yazdım. Edebiyatçılar yani romancılar noktayı sever. Şairlerse, ki ben şairleri edebiyatçılardan saymam, virgülü. Nokta tamamlar, bitirir, virgül ise tamamlamaz, yarım bırakır. Şiir dünyasından bakacak olursak nokta sonlu, virgül sonsuz. 'Ve' ile 'ile' şiire daha çok yakışır bu sebeple. Bu kelimelerin birbirine bağlanması gereken değerleri bağlama işlevleri var bir de. Bitmeyen, tamamlanmayan, zaten tamamlanması gerekmeyen şeylere işaret ederler. 'Düzyazı Yüz Yazı' isimli kitabımdaki yüz yazının hepsinin başlığı 'ile'li idi. Virgül ile nokta, kader ile sevinç, anne ile manto. Oradaki ile'ler, ve'ler gibi.

SADIK YALSIZUÇANLAR

Ve bana insanın izafiliğini hatırlatıyor. Yaşamın bizim için anlaşılabilir ve kurgulanabilir olmadığını. Sandığımız, bildiğimiz ya da bildiğimizi sandığımız gibi değil hiçbir şey. Eksik yaratıklarız biz, çaresizlik içindeyiz, aynen ve gibi. Ve cümlede bir durak olmasının, bir bağlaç olmasının çok ötesinde bunları hatırlatıyor bana.

Jülide Karahan

26 Temmuz 2007/Zaman

21 Temmuz 2007 Cumartesi

Alanya'da da gelin değil damat olmalı

Fazla değil, bundan 30-40 sene evvel miras paylaşımı çok kolaymış Alanya’da. Yaylalar ve verimli topraklar erkek çocuklar arasında pay edilirken; ekilip biçilmeyen ve sinekten geçilmeyen deniz kıyıları kız çocuklara kalırmış.

Denize yakın tarlaların dönümünün 3 koyuna satıldığı dönemler geride kalıp da Türkiye turizmi keşfettiğinde damatlar zenginleşirken evin erkek çocukları fakir kalmış. Zamanında iki otel ve iki lokantadan başka bir misafirliği olmayan Alanya’nın böyle açılıp saçılacağı gelmemiş kimsenin aklına.

Deniz-güneş-kum adamlarını ilkin evlerinde misafir etmiş Alanyalılar. Sonra odalarını kiraya vermişler. Derken pansiyonlar, oteller ve siteler gelmiş. Ama yöre halkı o eski gelenekten olsa gerek hep misafirperver. Bu misafirperverliği en iyi suyu yenice süzülmüş çökeleğini bile ikram etmeye çalışan Güzelbağlı Hayriye Teyze’den biliyoruz. Kalenin içinde yaşam devam ediyor.

Doğanın güzellikleri yeryüzüne dağılırken kekik kokulu Toroslar ile Akdeniz arasına sıkışan Alanya’ya yeterince iltimas geçilmiş. Şehrin ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu kesin olarak bilinmiyor. Alaiye ismini ise ona 1221’de kalesini fetheden Anadolu Selçuklu hükümdarlarından Alaaddin Keykubat vermiş. Uzun zaman Selçuklulara ikinci başkentlik yapan Alanya, Fatih Sultan Mehmet zamanında katılmış Osmanlı’ya. Kalenin tamamının gezilmesi fethetmek kadar olmasa da epey zor. Surlar, Kızılkule, Tersane ve Tophane gibi anıt yapılar bir yana; kalede restore edilmiş eski Alanya evleri var ve bunların sahipleri yörenin en zenginleri. Yol yakınken Alanya Kalesi’ni adım adım gezmekten vazgeçmeli ve yamaçlardaki bir çay bahçesine oturup manzarayı izlemekle yetinmeli.

Müze gibi mağaralar

Şehrin içindeki Damlataş Mağarası’nı duymayan yoktur. Astım hastalarına dağıttığı şifa uzun yıllar dillerden düşmemişti. Ama asıl yurdun gezilebilen 2. büyük mağarası Dim, yöre halkının deyişiyle ‘gâvur ini’ görülmeye değer. Şehrin 12 km uzağındaki 360 metrelik mağaranın en ucunda turkuaz renkli küçük bir göl var. Islak, rutubetli, sarı ışıklı ve ney sesli mağaranın duvarları sarkıt, dikit, perde ve makarnalardan oluşuyor.

Plajların çoğu mavi bayraklı

Yaklaşık bir kilometre uzunluğunda olan ve ince kum tanecikleriyle ünlenen İncekum, git git derinleşmeyen denizlerden. Beş metreden sonra yavaş yavaş derinleşen su oldukça berrak. Şehrin biraz dışında kaldığından çok kalabalık da olmuyor orası ayrıca. Damlataş Mağarası’nın önündeki kıyıda Kleopatra plajı var. Efsaneye göre Mısır Kraliçesi Kleopatra, Akdeniz’de çıktığı bir sefer sırasında Alanya’ya uğramış ve plajın yarımadaya doğru uzanan küçük koyunda denize girmiş. Uzun uzun yüzmeyi tercih edenler kıyı boyunca ilerleyerek Fosforlu Mağara’ya ulaşabiliyorlar. Meraklılarına deniz gözlüğü ile yüzmeleri tavsiye ediliyor. Mavi bayraklı bir diğer plaj ise Portakal.

Ayağınız çayda, eliniz balda

Önceleri Alanya’nın muz ve portakalını ünlendirerek kasalarını dolduran Dim Çayı, şimdilerde keseleri dolduruyor. Çay kenarındaki çınarların altındaki kır lokantaları ve piknik alanları oldukça meşhur. Kimilerinin sofraları çay kıyısına yakın yamaçlarda ve suyun yanı başındaki ahşap teraslarda. Kimilerinde ise yemeğinizi çayın üzerinde oraya buraya sallanan derme çatma sallarda yiyorsunuz. Tercih edilen yiyecek alabalık. Bölgede dağ bisikleti ve dağ yürüyüşü için uygun güzergâhlar da var. Bu kır lokantalarına Dim Mağarası’ndan aşağıya doğru yürüyerek ulaşılabiliyor. Ya da tam tersi ama tırmanış daha eziyetli. Çayla ilgili bir güzellik de çevre köylülerin yol kenarında tazecik süt mısırları satmaları.

***

Hayriye Teyze’nin çökeleği

Belediye başkanının nam-ı diğer Sırça Köşkü’nün karşısındaki evde yaşayan Hayriye teyze, fazla değil üç beş ay kadar önce Samanyolu’nun “Lezzet Avcısı”nı ağırlamış evinde. Masmavi gözlü ve güleç yüzlü Mehmet Ali Amca’dan öğrendiğimize göre ise kasabalının iki derdi var bugünlerde: Güneş yanığı domatesler ve insan yanığı ormanlar… Olur da yolunuz oralara düşerse kasabanın Emine ninesinin duasını almadan dönmeyin geriye. O duayı alanlar avukat, mühendis, doktor çıkmış hep şimdilerde.

Jülide Karahan

21 Temmuz 2007/Zaman Cumaertesi

18 Temmuz 2007 Çarşamba

Kurgulanmış hayatlardan gerçek kareler

Güvenli bir ev, kapısında ayağı yerden kesmek için bekleyen pırıl pırıl bir araba ve iyi bir iş... Pek çok ahir zaman insanının hayali olan bu üçgen, güzel bir eş ve sevimli çocuklarla dörtgen ve beşgene tamamlanabilir.

Küçük bir kasabada domates yetiştirmek gibi düşlerin peşindekiler sizi yanıltmasın; zira onlar, köşeli hayallerine hali hazırda kavuşmuş olanlar... Zihinleri bu düşüncelerle dolu olarak yolu İstiklal Caddesi'ne düşenleri ise kötü bir sürpriz bekliyor bugünlerde: Düşlerinin ne kadar renksiz göründüğü gerçeği. Zira Platform Galeri Güncel Sanat Merkezi'nde 11 Ağustos'a dek sürecek 'Fotoğrafçılar' başlıklı sergi, o köşeli hayallerin fotoğraflarından oluşuyor. İsviçreli sanatçı Laurence Bonvin'in lüks sitelerden devşirdiği rahatsız edici derecede düzenli ve huzurlu görüntülerde anlatılan bir sürü hikaye var. 60'lı yıllardan itibaren herkesin gözdesi olmaya başlayan lojman ve site hikayelerinin hakim renkleri ev, mahalle ve konu-komşu değil; güvenlik görevlilerinin, doğal olmayan doğa kesitlerinin ve planlanmış eğlencelerin görüntüleri. Gerçek olamayacak kadar huzurlu bu mekanlardaki tek tük insan bedenlerini maket sanmak işten bile değil. Lüks sitelerdeki kurgulanmış hayatla, sokaklarda kendiliğinden akıp giden hayatı karşılaştırma imkanı sunan sergi, 'işte hayalleriniz, gecenizi gündüzünüze katarak kendinizi hırpalamaya devam edebilirsiniz' diyor kısaca.

Bu tekdüze yaşantıların fotoğraflarıyla, Hollandalı sanatçı Juul Hondius'un belgesel tadındaki kareleri tezatlık teşkil ediyor. Tezat karelerdeki tanıdık görüntüler, çaresiz yolculara, sıraya girmiş insanlara, göç edenlere ve belki de mültecilere ait. Bonvin'in kurgu görüntülü gerçek fotoğraflarına karşın Hondius'unkiler gerçek izlenimi veren kurgular. Bu da serginin bir oyunu olsa gerek. Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi'nin tek şaşırtması bu değil. Galeri, alışılageldiği üzere yazısız, açıklamasız bırakmamış bu defa ziyaretçisini. René Boomkens'in "Henüz bu Ahirleri anlatacak sözümüz yok ama görüntülerimiz var." cümlesi de açıklamaların içine sıkışanlar arasında.

Jülide Karahan

18 Temmuz 2007/Zaman

7 Temmuz 2007 Cumartesi

Yine görüşürüz Bryan Ferry!

Üç gün üç gecedir cazla yatıp kalkan İstanbul, önceki akşam Bryan Ferry'yi gördü rüyasında. Üst üste yaşanan 'caz gecesi' rüyalarının ilk iki kahramanı sırayla Michael Bolton ve Robert Plant idi. Caz severlerin gözleri şimdi 1 Ağustos'ta sahneye çıkacak Norah Jones'a çevrildi.

Harbiye Açık Hava Tiyatrosu'nda iki saat boyunca Bob Dylan şarkılarını dinleyeceğini önceden haber alan kalabalık, rüya kahramanlarını pejmürde kıyafetler içinde beklemeye koyuldu. Bryan Ferry, payetli siyah bir ceketle sahneye süzüldüğünde ilk şaşkınlık yaşandı. Tek bir kelime bile etmeden 'The in Crowd'ı söyleyiveren Ferry, ikinci şarkıyı da eski albümlerinden seçince bir işkillenmedir aldı gitti. Bob Dylan'ın 11 parçasının yorumlandığı 'Dylanesque' albümü ilk sesi, konserin üçüncü parçasına tekabül eden 'Just Like Tom Thumb's Blues' ile verdi. Ferry'nin üzerinde Bob Dylan pejmürdeliğinden eser yoktuysa da albümün peklenen parçalarından 'Make You Feel My Love', 'Positively 4th Street' ve 'The Times They Are A-Changin' sıra sıra dizildi. Ferry, şarkılarını bilgisayarın 'enter' tuşuna basıp geçer gibi söylerken, pek bir kelam etmedi. Sanatçının bu şarkı araları suskunluğunun sebebi, çarşamba günü yapılan basın toplantısında eteğindeki tüm taşları dökmesindendi. Sarah Brown ve Mesha Bryan'ın vokalleri konsere biraz neşe getirse de çoğu kimsenin üzerine tuhaf bir melankoli sindi.

14. Uluslararası İstanbul Caz Festivali şemsiyesinden kaynaklanan 'caz' beklentisine Ferry'nin payetli ceketini değiştirdiği kısacık ara cevap verdi. Konserin gitar tabanlı olacağı belliydi gerçi. Çarşamba günkü toplantıda ekibinin bir rock orkestrası olduğunu söylemişti Ferry. Bir caz festivalinde konser vermenin kılıfını ise hazırlamıştı çok çok önce. O, eskiden beri caz müzik hayranıydı. Hatta satın aldığı ilk plak Charlie Parker'a ait olanıydı... Aklandığına kanaat getirince bir de itirafta bulundu sanatçı: "Artık şarkı üretmiyorum. Şarkı yazmak eskisi gibi kolay değil." Bu cümleler, kahramanın sahne kıyafetiyle de birleşince gençten izleyicilerin aklına, geçtiğimiz sezonun romantik komedi filmi 'Söz ve Müzik' geldi. 80'li yıllarda ünlü olmuş fakat sonradan unutulmuş eski bir popstar'ı canlandıran Hugh Grant'ın o sevimli ve romantik hali... Gerçi Bryan Ferry, İKSV'nin düzenlediği ve Dockers sponsorluğunda gerçekleşen İstanbul konserinde unutulmadığını kanıtladığı gibi 'see you soon' diyerek unutulmaya pek niyeti olmağını da gösterdi.

Jülide Karahan

07 Temmuz 2007/Zaman