20 Eylül 2007 Perşembe

Parmağı kesilmese Türkiye'de yaşayabilirdi

Bienal sanatçılarından Alexandre Perigot, eşikteki ülkelerin sesine kulak verdiği 'Ses Sınırları' çalışmasıyla Avrupa'nın sınırlarını doğuya itmeyi düşlüyor. Sanatçı, parmağı kesilince Türkiye'de devlet hastanesinde tedavi olamamış.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın düzenlediği 10. İstanbul Bienali'nin en 'tehlikeli' işlerinden biri Fransız sanatçı Alexandre Perigot'nun 'Ses Sınırları' isimli yerleştirmesi. Uzaktan bakınca sakin sessiz bir labirentten ibaret olan yerleştirmenin zemini dönen dairelerle kaplı. Dalgınlığa düşer ve hızlıca hareket etmezseniz iki duvar arasına sıkışıp kalıyorsunuz. Tehlikesi bu.

İki bölme arasına sıkışıp kalmak, sınırlar, mavi siyah duvarlar... 'Derdi nedir bu eserin?' diyerek kayıt cihazımızı uzattık sanatçıya. Perigot, Avrupa sınırının iç ve dış tarafındaki ülkelerden seçtiği müziklerle gerçek Avrupa'nın ne olduğunu ve sınırlarının neye göre belirlendiğini sorguluyormuş. Bu sorgulamadan bienal izleyicisine düşen, bir labirent ve 20'den fazla ülkenin birbirine karışmış müziği. Her ülkeden bir müzik grubu seçilmiş ve şarkılar, besteci Simon Fisher Turner tarafından soundtrack haline getirilmiş. Labirentin duvarlarına da müzik gruplarının isimleri kargacık burgacık yazılmış. Zamanında kültürler nasıl karışmışsa öyle...

Labirentin mavi-siyah rengine dair bilgi isteyince Avrupa Birliği'nin bayrak rengiyle başlayan uzun bir tarih dersine maruz kaldık. İyi oldu, bildiğimizin gerçek Avrupa olmadığını ve sınırların aslında çok daha doğudan başlaması gerektiğini öğrendik. Perigot, sınır ülkelerinin düşüncelerini ifade ederken müziği çokça kullandığını fark edince girişmiş böyle bir çalışmaya. Batı-Doğu arasındaki ses trafiğinin önemini anlatan sanatçı, bu ülkelerin devrimlerinin bile müzikle olduğunu söylüyor ve ekliyor: "Litvanya'da bir devrim müziği var. Ukranya'daki turuncu devrimi hip hop şarkılar destekledi. Letonya devriminin adı 'şarkı söyleme devrimi'... Daha ne diyeyim, dertlerini müzikle anlatıyor bu toplumlar..."

Türkiye'den Baba Zula'yı seçen sanatçı, grubun toplumun sabrını sınadığı görüşünde. Türkiye, en dertli sınır ülkelerinden biri ona göre. 'Burada yaşamak, Türk olmak çok mu korkunç görünüyor?' dediğimizde kibarca "Hayır, hiç olur mu!" dese de açıyor ağzını yumuyor gözünü: "Toplumda zengin ve fakir ayrımı çok fazla burada. Paris'te de fakirler var ama aynı şey değil. Ne kadar fakir olursanız olun devlet hastanesinde iyi bakılırsınız. Burada parmağımı kestim. Devlet hastanesinde (Taksim İlkyardım) tedavi olamadım. Alman Hastanesi'ne gidip bir sürü para ödemek zorunda kaldım. Sosyal devletin gerekliliklerini yerine getiremiyor Türkiye. Sınırın öte yanına geçememesi de bundan. Kültür, din... Hepsi bahane."

Jülide Karahan

20 Eylül 2007/Radikal

19 Eylül 2007 Çarşamba

CV

Eğitim


2005 – 2008 :
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Yüksek Lisans
Tez konusu: Türkiye’de Medya ve Sanat İlişkisi

1999 – 2004 :
Ege Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler


Yabancı Dil


İngilizce : Advanced
Üniversite öğrenim dili İngilizce

Fransızca : Niveau Superieur
İzmir Fransız Kültür Merkezi, Paris Sorbonne Üniversitesi


İş Tecrübesi


Kasım 2010 - ... : Zaman Gazetesi Kültür Sanat (Muhabir)

Haziran 2009 - Kasım 2012 : Skylife / Anadolujet / Skylife Business (Editör)

Haziran 2009- Kasım 2012 : Fotoğraf Dergisi (Yazar)

Eylül 2007 - Mayıs 2009 : TRT2 Eğitim Kültür Programları (Metin yazarı)

Eylül 2007 - Temmuz 2009 : Milliyet Sanat Dergisi (Yazar)

Eylül 2007 - Temmuz 2009 : Foto Digital Dergisi (Yazar)

Eylül 2007- Eylül 2008: Radikal Gazetesi (Muhabir)

Ocak 2005 - Ağustos 2007 : Zaman Gazetesi (Muhabir)

Ağustos - Kasım 2004 : Zaman Gazetesi Paris Büro (Stajyer)

Eylül 2003 - Ocak 2004 : Radyo 35 (Metin yazarı)

Şubat - Haziran 2003 : İzmir Büyükşehir Belediyesi (Stajyer)

Haziran - Ekim 2000 : Efes Sürmeli Oteli (Animatör)

...

18 Eylül 2007 Salı

Bienal, sonunda halka indi!

10. Uluslararası İstanbul Bienali, onuncu gününü doldurdu. Mekânlarını genişletip sanatı halkın ayağına götüren bienalde, şimdilik önemli bir iş kazası yaşanmadı. İMÇ'de esnaf adres göstermekten yılsa da kalabalıktan memnun olanların sayısı bir hayli fazla. Çöpçüler de artık alışmış, ortalıkta duran eserleri arabaya yüklemiyorlar.

Yaşlıca bir adam, Unkapanı'ndaki bir kahvehaneye oturmuş çayını yudumluyor, bir yandan da dert yanıyordu: "Olaysız bir günümüz geçmez oldu. Boyunlarında B harfi asılı çeşit çeşit insan, ortalıkta avare avare dolaşıyor bir haftadır. Bakalım ne çıkacak altından?" Gazeteleri karıştıran bir başkası, gözlüklerinin üzerinden bakıp sesleniyor ona: "İlahi Muhsin Amca, hadi gazete okumuyor, televizyon izlemiyorsun; afişleri de mi görmedin? Bienal var, bienal, sanat yani... Onu geziyorlar..." Gücendi, ama "Neyin peşinde bu kadar insan?" diye sormadan edemedi Muhsin Amca.

İstanbul'un dört bir yanındaki afişlere "Sanat hiç bu kadar iyimser olmamıştı" sloganıyla yansıyan 10. Uluslararası İstanbul Bienali, on gündür misafirlerini ağırlıyor. Küratör Hou Hanru, 96 sanatçı ve sanatçı grubunun 150'yi aşkın çalışması için, "Bu karmaşık ve sindirmesi zor bir proje, ağır gelirse kabahatlisi benim." diye uyarmıştı daha ilk günden herkesi. Tek tek, sindire sindire dolaşmak hayli zor. Sanatçı Sarkis'in, bienali daha uzun bir süreye yayma önerisi boşuna değil. Arkasında Koç Holding gibi büyük bir sermaye desteği ve 3 milyon Euro'luk bütçesiyle gözlerden ziyade zihinlere sesleniyor sergiler.

Hamburger ve kola değil, bezelyeli enginar

"Ne önerirsiniz?" sorumuza "Vakit geçirmeli, iletişim kurmalı, bir daha bir daha dönüp gezmelisiniz." cevabını veren Hanru, bienalin hamburger ve kola gibi değil, bezelyeli enginar gibi tüketilmesini salık veriyor. Uzatılan hiçbir kayıt cihazını geri çevirmeyen zarif küratör, 'küreselleşme' kelimesini içeren, o da yetmezmiş gibi 'sistemin içinde sisteme karşı' diye başlayan klasik soruları bile usanmadan tekrar tekrar cevaplıyor. 'Çinli kardeşlerini toplayıp gelmiş' türünden yorumlara da "Doğululaşma eğilimi var tabii. Etkinliklerin kimilerini Asya yakasına taşıdık mesela." şeklinde nükteli karşılıklar veriyor. Gecegezenler projesiyle Kartal'dan Şirinevler'e 120 ayrı mekana dağılarak 'şehrin bir parçası olmak' klişesinin hakkını vermek isteyen 10. İstanbul Bienali'nin tek derdi uykusuzluk. "Uyumayan şehrin bienali de uyumaz." diyen küratör, gecegezen videolarla yetinmeyerek Antrepo'daki rüya eviyle sabaha kadar ağırlama niyetinde sanatseveri.

Duvarlardaki 'Dünya Fabrikası' yazıları hiçbir işe yaramıyor. İMÇ'nin 5, 6 ve 1. Blok'una yayılmış işleri bulmak epey zor. Mecburen etrafa soruyorsunuz. Bienal masası var; ama size sıra gelmesi zor. Zira görevliler "Neler oluyor burada, İMÇ yıkılmasın diye eylem mi var? Konser de olacak mı?" gibi sorularla meşgul. Aralarında yer tarif etmekten illallah diyenler olsa da, esnaf kalabalık görmekten memnun. Şendoğan Büfe'nin sahibi, "Abla parayı koyacak yer bulamıyorum. Hiç böyle paralı kalabalık görmediydim." diyor mesela. Tembih edilmiş olacak ki çöpçüler de etrafı temizlerken, sürekli "Abla bunu atayım mı?" diye soruyor. Dikkatli olmakta fayda var, zira ne olduğu anlaşılamayıp çöp sanılarak atılan nice yapıt geçti güncel sanat tarihinden. İMÇ'nin yıldızı Sora Kim'in 'Capital Plus Kredi Birliği Nedir?' isimli çalışması. Capital Plus Kredi Birliği ağırlık, uzunluk, miktar ve tutar üzerinden mevduat kabul eden hayali bir finans kuruluşu. İlgi, belki de tepki çeken bir diğer çalışma da Burak Delier'in Parkalinç isimli montu. Esnaf, 100 Euro'ya satılan montun benzerini yapıp daha ucuza satmayı planlıyor!

'O bir sanat eseri değil'

AKM'yi gezmek yorucu, kimilerine göre de sıkıcı. Sergilenen çalışmaların çoğunun fotoğraf ve video olmasından değil, binanın maddeten sıcak, manen soğuk olmasından kaynaklanıyor bu. Havasız kalıp bir an önce çıkmak istiyorsunuz. Çıkmadan önce Nina Fischer ve Maroan el Sani'nin 'Dünyanın Bütün Hafızası' başlıklı videosunu izlememezlik etmeyin. Paris'in merkezindeki eski Fransa Ulusal Kütüphanesi'nin boşluğunu, tek bir kitabın bile yer almadığı binlerce rafı yavaş takip çekimle izlemek gerçekten ürkütücü. Alttan alta pek çok soru var AKM'de. Erdem Helvacıoğlu'nun "Bir mekânın sesi neleri içerir?" sorusuna cevap aradığı 'Sessiz Duvarlardaki Hatıralar' binada yapılmış gösteri ve söyleşi seslerinden oluşuyor. İstanbul halkının belleğinde yer edinmiş tarihsel bir yapı kendi kendine söyleniyor sanki. Soru basit: "AKM kalmalı mı yoksa başka bir yapıya mı terk etmeli yerini?" Dikkat çeken işlerden biri de Didier Fiuza Faustino'nun hemen girişteki derme çatma Avrupa Birliği kulübesi. "Hiç girmesek daha iyi" dedirtecek cinsten... Yere saçılmış harfler, ortaya dökülen hayalleri mi anımsatıyor, yoksa Avrupa Birliği ülkesi olmayı becermiş bir ülkenin enkazını mı? Giriş katından itibaren yükselen üzeri ampul kaplı kolonun kimin eseri olduğunu sormaya kalkmayın sakın. Zira o, bienal işlerinden biri değil.

Heyecan, ince zeka ve tartışma

Antrepo'da 42 ayrı yapıt var. Önce AES+F'nin 'Son Ayaklanma' isimli iki dev resmine bakmalı. "Kurban ve saldırgan, erkek ve kadın arasında fark kalmadı. Dünya ideolojinin, tarihin ve ahlâkın sonunu kutluyor..." diyen sanatçı grubu, 52. Venedik Bienali'ne 'Son Ayaklanma'nın videosuyla katılmış ve çok beğenilmişti. Tartışılacak eserlerin başında Extramücadele'nin 'Ne?' başlıklı afişleri geliyor. Ziyaretçiler afişlerdeki boşlukları doldurabiliyor. Nihai amaç şu: "Bir gün gelecek Türkiye'de yaşayan bütün azınlıklar 'Ne mutlu ki Türkiye'de yaşıyorum!' diyecek. Hadi hayırlısı..."

İnce zeka arayanlar Ken Lum'un 'Farkındalık Evi'ne mutlaka girmeli. Üç koridorla çevrili karartılmış bir odadan oluşan mimari yerleştirmenin derdi Yunus Emre'nin "Mânâ Evine Daldık" şiirini okutabilmek. Aynanın karşısındaki duvara tersinden yazılmış şiiri ancak aynada kendinize bakarak okuyabiliyorsunuz. Sanatçılarından Buthayna Ali'nin dediği gibi herkes kendi salıncağını seçecek işte.

Deniz Ilgın

18 Eylül 2007/Zaman

10 Eylül 2007 Pazartesi

Bienallerin geleceğinde süper küratörler yok

İstanbul, serin havayla birlikte bienale de teslim oldu. Boyunlarına B harfi asmış (düzenleyen, katılan, gezen) bienal insanları şehre yayıldı. Hayat bütün sanatsallığıyla harala gürele akarken bir grup insan ise sergileri bırakıp Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Oditoryumu'na kapandı.

İstanbul Modern'in düzenlediği 'Bienallerin Geleceği' başlıklı uluslararası sempozyum cuma ve cumartesi günlerinin en 'tartışmalı' etkinliklerinden biriydi. AICA Türkiye işbirliği ve Garanti Bankası sponsorluğuyla hayata geçen sempozyumun ilk günü küratörler, ikinci günü de sanatçılar anlattı geçmiş zaman bienallerinin deneyimlerini ya da deneyimsizliklerini. Herkes gözünü kırpmadan dinledi. Sempozyumun moderatörlüğünü yapan İstanbul Modern Müze Direktörü David Elliott, korsan demeç vermek isteyenlere nasıl izin vermediyse ilginin azalmasına da öyle izin vermedi. Pek çok defter gelecek zamana dair notlarla doldu.

Notların en dikkat çekici cümleleri son sayfalarda edildi. Ön sıralarda oturan pembe elbiseli genç hanımın "İki gündür dinliyorum. Geçmişten ve şimdiki zamandan bahsettiniz. Artık geleceğe gelir misiniz?" sözlerinden itibaren... Bu sitemkar isteğe gülümseyen bir ciddiyetle cevap verdi David Elliott: "Bienalin geleceğiyle ilgili kesin ve kısa cevaplar vermek mümkün değil. Gelecek bu salonda. Bu şehirde. Konuşarak oluşturacağız onu." Böyle bir soruya önceden hazırlanmış sanatçı Sarkis, teklemeden sıraladı önerilerini: "Eskiden 1 ay sürerdi bienal, şimdi 2. İki ay pek çok önemli çalışmayı basit birer süse çeviriyor. Bienal iki seneye yayılmalı. Ayrıca bir bienal müzesi de kurulmalı."

Selim Birsel'in "Araştırma projesi gibi bir soru bu. Monet gelsin mesela..." ya da Hou Hanru'nun "Gelecek aslında ürettiklerimiz" gibi önerilerine son noktayı René Block'un "Bugünkü tecrübenin devamı önemli. Geleceğe yönelik 5 yıllık planlar hiçbir zaman işe yaramaz. Onları bir kenara bırakıp bugünü değerlendirmeye bakalım." cümleleri koydu.

Sempozyum notlarının ilk sayfalarında David Elliott'un "Bienal nedir? Neden bienal yapma zahmetine giriyoruz?" sorusuna küratörlerin verdiği cevaplar yer alıyor. "80'lerde bienal düzenlemek görünürlük için şarttı. Sanatın aktığı ana yatağa girmek gerekiyordu. Bunlar başarıldı. Şimdi süper küratörler oluşturmak yerine atölye çalışmalarına yönelmeli." diyen Beral Madra'yı (1987 ve 1989 bienalleri küratörü) Vasıf Kortun (1992), René Block (1995), Paolo Colombo (1999), Yuko Hasegawa (2001), Dan Cameron (2003) ve Charles Esche (2005) takip etti. İkinci günün konuşmacıları ise bienal sanatçılarından Haluk Akakçe, Selim Birsel, Hannah Collins, Ayşe Erkmen, Sarkis, Solmaz Shahbazi, Nedko Solakov ve xurban_collective idi. 10. İstanbul Bienali küratörü Hou Hanru, açılış yoğunluğundan birinci gün gelmesi gerekirken ancak ikinci güne yetişebildi.

Deniz Ilgın

10 Eylül 2007/Zaman

7 Eylül 2007 Cuma

İstanbul Modern'de Bienal hatıraları

İstanbul Modern'de önceki gün açılan 'Şimdiki Zaman Geçmiş Zaman' isimli sergi, İstanbul Bienali'nin çocukluk fotoğraflarını sandıklardan çıkardı. 20 yıllık geçmişi bir arada izlemek sadece sanatın değil, toplumsal yaşamın geçirdiği pek çok değişimi de hikâyeliyor.

İnternet ve cep telefonu yok. Küratörlük gibi bir kelime duyulmuş değil. Bienal... O da ne? Sene 1987. İstanbul'un ilk uluslararası çağdaş sanat sergisi, bienal denmiyor daha, varolma çabasında. İstanbul sanat çevresinde sağ mı sol mu; figür mü soyut mu tartışması... Bugünlerde gençliğinin en deli zamanlarını yaşayan, 20'sine dün bastı, Uluslararası İstanbul Bienali'nin ilk fotoğrafı bu.

İstanbul Modern, etkinliğin 20. yaşını 'Şimdiki Zaman Geçmiş Zaman /20 yılda Uluslararası İstanbul Bienali'nden İz Bırakanlar' başlıklı bir sergiyle kutluyor. Geçmiş dokuz bienalin sekiz küratörü (ilk ikisi Beral Madra) kendi sergilerinden biri Türk, üçer sanatçı seçmiş. Monica Bonvicini'nin 'Cehenneme Merdiven' isimli yerleştirmesi müzenin daimi eseri olduğundan 8. Bienal iltimaslı. 42 sanatçının 50 yapıtı canlı, gelmiş geçmiş tüm çalışmalar ise ekranlardan izlenebiliyor.

Küratörlerin küratörlüğünü İstanbul Modern Direktörü David Elliott ve İstanbul Modern Başküratörü Rosa Martinez üstlenmiş. David Elliott'un sergi için kullandığı '20 yılda sanatın bu şehirde yaşadıkları' ifadesi az kalıyor zira, her bir fotoğrafın arka planında dünyaya dair türlü hal var. Mesela 3. İstanbul Bienali Körfez Savaşı nedeniyle, dördüncüsü de ekonomik kriz sebebiyle birer yıl gecikmiş. Bienallerin altıncısı 1999 depreminden, yedincisi 11 Eylül'den, sekizincisi de Irak işgalinden nasiplenmiş. Tüm bunlar düşünüldüğünde 'pek bahtsızmış' bile denebilir.

İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı, önceki günkü basın toplantısında "Sergi, Türk ve dünya güncel sanatının en iyi örneklerinden geniş bir yelpaze sunarken sanatsal üretimdeki değişikliklere yönelik bir değerlendirme olanağı da tanıyor izleyiciye" dedi. Biz de bu olanaktan yararlanarak geçmiş küratörlerden (Beral Madra, Vasıf Kortun, Renè Block, Paolo Colombo, Yuko Hasegawa, Dan Cameron ve Charles Esche) eski bienalleri değerlendirmelerini istedik. Neredeyse hepsi Rosa Martinez'in küratörlüğünü yaptığı 5. Bienali unutamadığını söyledi.

Peki ya 2 Aralık'a dek sürecek serginin en unutulmaz işleri hangileri olacak? Sarkis'in 'Pilav ve Tartışma Yeri' isimli yerleştirmesi galiba. Sarkis'in İstanbul Modern'in orta yerine kurduğu yerleştirme önce teknisyenleri, sonra müze çalışanlarını toplamış başına; şimdi de ziyaretçileri toplayacak gibi. Ahşap sıralara oturup 19. yy Osmanlı kazanından nohutlu pilavınızı yerken tartışacağınız diğer eserlere gelince... İlk bienalden sonuncusuna doğru ilerleyen zamandizinsel düzenleme içinde Michelangelo Pistoletto'nun 'Paçavraların Venüs'ü, Halil Altındere'nin 'Tabularla Dans'ı ve Shirin Neshat'ın 'Allah'ın Kadınları' çok konuşulanlar arasında.

Sergi kapsamında yarın ve ertesi gün Mimar Sinan Üniversitesi Oditoryumu'nda 'Bienallerin Geleceği' başlıklı sempozyumda, tüm Bienal küratörleri söz alacak; hatırlatalım.

Jülide Karahan

07 Eylül 2007/Radikal