22 Şubat 2008 Cuma

'Ne güzeldi çocukluk ya!'

Bayram Candan'ın atölye sakinleri, Galeri Apel'de misafirlikte. Sanatsal manifestoları ve siyasi meseleleri kapının dışında bırakan sanatçı, sergisini çocukluk günlerinden beri yanında olan 'Ayşe'ye adıyor.

On kişiden sekizi 'Bu işyerinde grev var' yazan afişi görüp geri dönüyor. Hâlbuki pencere pervazından sarkan Ayşe, el kol işaretiyle göstermeye çalışıyor kendini. Kapıyı tıklatarak 'Hayrola, galeri kapalı mı?' diye soranlar gerçeği öğrenip giriyor içeri. Aslında Ayşe'ler sahiden grevde. Nice zamandır gece gündüz çalıştıkları atölyeyi topluca boşalttılar bir ay süreyle. Üstelik sebepsiz yere, sırf canları öyle istedi diye. Yetişkin bir kadınla, o kadının serçe tırnağı arasındaki ebatlarda 3500 Ayşe, Galeri Apel'de arz-ı endam etmekte. Üç beş 'Ali' de 'koca' ve 'baba' kontenjanıyla karışmış araya.

Sergiye icabet ederseniz, merdivenlerdeki fettan gülüşlü Ayşe'ye fazla yüz vermeyin. Kokteyl yorgunluğuyla kendini sandalyeye bırakmış olanı ile masanın üzerinde hesap kitap yapanı yardım beklentisinde zira. Annesinin topuklu ayakkabılarını deneyen, çantasını sırtına takıp okula giden, evlenip çoluk çocuğa karışan Ayşe'lere yok sözümüz. Ama kimileri öyle haylaz ki tuvalleri buruşturup çerçeveden sökmüşler resimleri. Onların arkasını toplayan, kendi deyişiyle 'sergi tamirciliği' yapan ise heykeltıraş Bayram Candan.

Heykeli zor günler bekliyor

Candan, ciddi ve ağır sanatsal manifestolar ile siyasi meseleler içeri sızmasın diye, sıkı sıkı kapatmış kapı ve pencereyi. "Başörtülü Ayşe yok galiba" gibi bir espriye "İyi ki... Olsaydı çok konuşulurdu ama incinirdi Ayşe. Sanat, fire verirdi yani Esat Tekand'ın birkaç gün önce dediği gibi. Neyse geçelim zor soruları, zamanımız kalırsa döneriz geri." şeklinde karşılık veriyor sanatçı.

"İki parça ahşabı vidalayıp üzerine hikâye cilalayan işler tükendi. Nesnesi olmayan bir üretim sürecindeyiz evet, ama kavramsal yaklaşımları tadında bırakmayı bilmeli. Heykeli zor günler bekliyor yani." diyen Candan, sanatçıların zihinlerindeki pazar ve para tilkilerinin artmasından şikâyetçi. "Onların da işi zor, uyanık olurlarsa sanatçı kimliğinden uzaklaşıyor, saf dururlarsa aç kalıyorlar." diyen sergi tamircisi, sanatı ikinci plana düşürmemeyi ve malzemeye kulak vermeyi öğütlüyor. Bu işyerindeki grevin sözcüleri boya, pas, bronz, demir, ahşap ve zımba bu arada.

Bayram Candan'ın niyeti, atölyesindeki oyunu sürdürmek sadece. Sergileme meselesi çevrenin cesaretlendirmesi. "Çocukluk hurdalığını atamazsın, satamazsın. Onları bildiğin tekniklerle birleştirip kullanabilirsin ancak." diyerek iç çekiyor sanatçı: "Ne güzeldi çocukluk ya!" Sohbetin gerisi belli. "Açın bakalım hafızanın kadife kaplı kutusunu" diyoruz ve gidiyoruz çocukluk izlerinin peşine. Babası Almanya'da maden işçisi olduğundan anne ile abla var sadece. "Ayşe'lere geçilen iltimasın sebebi bu yani. Bu arada anne ve abla kadınları tanımak için en iyi banka." diyen Candan, Erzincan'ın Elmalı köyünden.

Türkçe sonradan geldi

Kutudan çıkanlar arasında sanatçının resim çiziyor diye yediği dayaklar epey bir yer tutuyor. "Derslerde elim boş durmaz, sürekli bir şeyler, özellikle Ayşe'ler çizerdi." diyen Candan'ın çocukluğunun diğer derdi konuşamamak Türkçe'yi. Okul sınırları dışında Zazaca var çünkü. Okuma alıştırması yapabileceği tek yazı da 'TC Elmalı İlkokulu' tabelası. TC'nin ne anlama geldiği epey meşgul etmiş sergi tamircisinin zihnini. Sanatçı, bir 23 Nisan şenliğini de anmadan geçemiyor hazır açılmışken kutu: "Müsamere yaptık ilçe kaymakamı gelecek diye. Nasrettin Hoca oldum. Eşeğim canlı. Replikler Türkçe. Ezberlediklerimi söylüyorum ama tık yok eşekte. Zazaca konuşunca ben, yaptı eşek dediğimi. Sonrası yine dayak tabii."

1974'te, Candan 9 yaşındayken İzmir'e göç etmiş aile. İlk görsel şok bu seyahatten. Birincisi gardaki tren, ikincisi Erzincan meydanındaki İsmet İnönü heykeli. 'Resim çizip de ne olcan, aç mı kalcan' döneminin çocuğu olarak yetişen Candan'ın yolunu sanatla kesiştiren 'merak, haylazlık ve çalışma' üçlüsü olmuş. İnşaat ve işçiler arasında genç yaşta kaynaşmış her türlü malzemeyle. "Babam bir arsa almıştı. Evimiz her sene bir kat daha yükselirdi. İşçilerin başından ayrılmazdım meraktan. Heykel yapmak binlerce kilometre gittikten sonraki direksiyon hâkimiyeti gibi geliyor şimdi." diyor ve ekliyor sanatçı: "Babam izne geldiğinde ayakkabı yerine alet edevat getirirdi Almanya'dan. Kimsenin evinde televizyon yokken bizde matkap vardı. İzni bitse de gitse diye beklerdim dört gözle. Çaktı tabii sonra, kilit taktı malzeme sandığına."

Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi heykel bölümü, Konak Belediyesi çöpçü kadrosu, ağlaya ağlaya yapılan Atatürk heykelleri derken 2000'de şeytanın bacağını kırıp ilk sergisini açmış Candan. Şimdi Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi metal ve ahşap atölyeleri sorumlusu. Resim ve heykeli elbise kopçası gibi birbirine iliştirdiği son sergisi de 1 Mart'a kadar Galeri Apel'de.

Jülide Karahan

22 Şubat 2008/Radikal

14 Şubat 2008 Perşembe

'Sol'un resmini çizemeyiz artık'

'Son Ders' adlı filmde 'Söylemek istediklerini erteleme' diyen Saffet Hoca, yani Ferhan Şensoy, 'Ben Saffet Hoca değilim, istediklerimi yaptım ve yapıyorum' diyor.

Saffet hocanın (Ferhan Şensoy) 'Son Ders'te üniversiteli gençlere öğrettiği, müfredat yerine şu cümle: "Söylemek istediklerini erteleme." 12 Mart döneminin beş solcu arkadaşı, polisten kaçmak için yolları ayırıp yıllar sonra buluştuğunda biri davadan dönmüş, diğeri köşeyi... Söz verdiği gibi yaşayan da var tabii. Saffet ise kavgayla olmayacaksa kalemle diyerek hoca olmuş İsveç'te. Ömrü kısalınca da ertelediği cümleleri söyleyebilmek için dönmüş ülkeye. Dünya küçük; beş arkadaşla birlikte yakın tarih, duyarsız gençlik, komedi, dram ve aşkın yolu kesişmiş aynı filmde. Mustafa Uğur Yağcıoğlu ile Iraz Okumuş'un yönettiği 'Son Ders'in yükü en çok Ferhan Şensoy'un üzerinde...

Saffet hocadan çalarak; diyelim ki bu son röportajınız. Sonradan keşke dememek için ne söylersiniz?

Bu zor, normal sorulara geçelim. Saffet hoca, ertelemiş hayatında bir sürü şeyi. Ben öyle biri değilim, ertelemedim. İstediklerimi yaptım ve yapıyorum.

Yönetmen, 'Son Ders'in senaryosuyla geldiğinde 'Bu rol çok dramatik, bana gitmez' demediniz mi?

Dedim tabii. 'Komedi mi?' diye sordum ilkin. 'Değil abi' dedi. Biraz duraladım. Senaryoyu okumaya kerhen başladım. İzleyici, adımı görünce bir komiklik var diye düşünüyor. Sokakta bile gülüyorlar bana. Ama senaryoyu sevdim. Öğrenciliğimi hatırladım. 70'lerin başında üniversitede mimarlık öğrencisiydim. Gençlik, politikanın içindeydi o zaman. Şimdiki gibi değil. Filmde bu işleniyor zaten.

O günün gençleri, bu günün anne babaları şimdiki kuşağı apolitik görüyor. Filmde bolca iğneleme var bu konuda. Sizin görüşünüz?

Filmde anlatıldığı gibi görüyorum gençliği. Politikayla ilgilenmeyen, kendi dünyasına kapanmış, çabuk tüketen... F tipi internet gençliği diyorum ben. Seçim öncesi çoğu nereye oy vereceğini bile bilmiyor. Şaşkın ve dalgalılar.

Gerçekten külliyen ilgisizler mi? Yoksa filmdeki Ulaş'ın babası gibi 'çekingenleştirilmiş' bireylerin çocukları olduklarından mı?

Herkes kendi yaşadıklarını oğlu yaşamasın istiyor tabii. Öyle yetiştirilmiş bir 12 Eylül sonrası kuşağı, hatta birkaç kuşağı var. Doğru. Göz göre göre, kasıtlı olarak apolitize edildi gençlik.

Filmde sol üzerine epey klişe var. Jean Baby'nin 'En Güzel Dünya'sı, Deniz Gezmiş'in yeşil parkası..

Devrimcilik bir dünya görüşü; sadece yeşil parkayla betimlenemez ama Deniz Gezmiş'in parkası herkesin özendiği, hayranlık duyduğu bir şey.

Şimdi nasıl çizebiliriz solun resmini?

Çizemeyebiliriz şimdi. Çünkü aktif bir sol yok artık. Kayboldu, paramparça oldu. Sosyal demokrat kalmadı. Köşeyi dönen çok. Eskiden Dev-Genç üyesiydi, sonra Anavatan Partisi'nden milletvekili oldu kimileri... Peşinden gidilecek bir sol rüzgârı esmiyor artık.

Böyle bir rüzgâr esmezken gençler kime oy verecekleri konusunda bocalamakta haklı değiller mi?

Bir anlamda haklılar ama kime oy vereceklerini düşünüp mevcut partileri analiz etmiş değiller. MHP ve AKP'nin farkı nedir, CHP'nin durumu nedir? Asıl önemlisi bir dünya görüşleri yok.

Siz hangi partiye oy verdiniz?

CHP'ye tabii ki, alternatifsiz olarak.

Kötünün iyisi diye mi? Politikalarını(!) desteklediğiniz için mi?

Evet, ehven-i şer. Bu taraf mı, diğer taraf mı? Tabii ki CHP tarafıydı. Parti, politika üretebiliyor mu bilemem ama Deniz Baykal, seçim öncesi ve sonrası çok güzel politika üretiyor. Seçim öncesi sağdan oy bekliyordu, ona göre davrandı. Şimdi solcu kesildi. Onun yüzünden CHP bu hale geldi zaten.

Sinema ve televizyonun 12 Mart ve 12 Eylül'den fazlaca beslenmesi o dönemle yüzleşebilecek bir özgürlük ortamındayız gibi algılanabilir mi?

Evet, olabilir. Özellikle 12 Mart çokça işleniyor. İyi de oluyor. Yakın Cumhuriyet tarihini bilmeyen bir kuşak var çünkü. O dönemle hesaplaşmak bugün daha kolay. Daha özgür bir ortam.

Demokratikleşme yönünde yol mu kat ettik?

Şu anda öyle bir yönde gittiğimizi sanmıyorum ama tabii ki bir yerlere vardı ülke. Ve varılmış noktadan geriye gidilmez. Kimi özgürlükler ve haklar edinilmişse onlardan vazgeçmek çok zordur. Çark edip orta çağa dönemeyiz. Farklı siyasi dönemlerden geçilir; çalkantılar, hatta askeri darbeler olur ama geri gidilmez.

'Geri gidiyoruz.' diyorlar ama rahat mı olalım?

Birilerinin geri götürme çabaları var, evet. Ama dediğim gibi kolay kolay geri gidilmez.

Film, gençler tarafından izlendiğinde onların midesine en çok ne oturacak?

Saffet Hocanın diğer hocalardan farkına takılacak onlar. Çarpılacaklar. Müfredat yok, kitap yok, not tutmak yok... 'Dersi ben değil, hayat verir' diyor, 'Aşkınızı ertelemeyin' diyor Saffet Hoca.

Toplum psikolojisi dersinin kitabı yok belki...

Olur mu, bütün derslerin çalışılacak kitabı vardır. Mimarlık okurken bir bavul kitabım vardı; statik, yüksek matematik... Fransa'da konservatuar okumaya gidince sekreterliğe sorduğum ilk soru kitapları nereden alacağım oldu. 'Ne kitabı, yok öyle bir şey' dediler. Ben zannediyorum ki Yunan tiyatrosu, Dünya tiyatrosu okunacak. Hocalardan biri 'kütüphane ikinci katta' dedi. İsteyen gider okur, dersler uygulamalı.

Filmde eğitim sistemi de masaya yatırılıyor yani...

Eski anlayış, kitaplar, müfredat... Saffet'e şaşırıyor diğer hocalar. Aslında öyle hocalarımız var. Mesela Tahir Alanga hocamız vardı Galatasaray'da. İlk derste Nihat Sami Banarlı'nın edebiyat kitabı, defter, kalem bekliyoruz biz. O, mümessile toplattı kitapları. Bu okunmayacak, Sait Faik'in külliyatını alın dedi. Yan sınıfta mefailün failün okuyorlar...

Mimarlığa nasıl girdiniz peki, hasbel kader mi?

Değil. Hasbel kader değil. Tiyatro sevdasına kapılmıştım ama babam çok laf etti. Ben de Akademiye girdim. Dekor yapar, tiyatrodan uzaklaşmam diye. Öğrenciyken devam ettim tiyatroya, Grup Oyuncuları'nda. Evden gizli. Yaşlı bir adamı oynuyordum. Beyaz sürerdim kaşlarıma. Bir akşam eve geldim, çıkmamış boya, anladı annem. İtiraf ettim.

Sonra tiyatroyla evlendiniz. Nasıl durum?

Geçen hafta Milliyet Pazar'da bir haber vardı; bir sürü oyun kapalı gişe oynuyor diye. Dolu olmayan bir tek biz varız herhalde. Böyle bir hareket yok bence. Seyirci erozyonu devam ediyor. İzleyici 'bu akşam şu oyun, öbür akşam öteki' diye bir takipte değil. 'Bu akşam oyun var mı?' diye geçerken gelebiliyorlar. 'Pazartesi oyun var mı?' diye soran bile var...

Dolu olanlar nasıl doluyor peki?

Suni bir doluluk. Tiyatro izleyicisinde öyle bir ilerleme olduğunu sanmıyorum. Salonları küçük olan tiyatrolar doluyor olabilir. 80 kişiliktir, dolar. Toplu satışlarla, davetiyelerle de dolar salonlar. Burası, İstanbul'un en büyük salonlarından; 550 kişilik. 80 kişi gelince boş kaldı demektir.

Jülide Karahan

14 Şubat 2008/Radikal

12 Şubat 2008 Salı

Trenkler, mutluluğun resmini yapıyor

'Hula Hoop' sergisiyle kışın ortasında Dirimart'a baharı getiren ve mekânı oyun alanına çeviren Alman sanatçı Leif Trenkler, tuvale yaşamın mutlu anlarını taşıyor. Trenkler, 'Gezegende yaşam bambaşka renklilikte çiçek açıyor' diyor.

Dirimart'ın Abdi İpekçi Caddesi'ne bakan camı kapatıldı. Tek teselli galerinin bir resimlik duvar daha kazanmış olması. Bu kazanım, yoldan geçenlerin içerisini görebilmesine engel oluyor ama içeridekiler biraz rahatladı. Oyun oynayıp çember bile çevirecekler neredeyse. Kışın ortasında Dirimart'ı oyun alanına çeviren Alman sanatçı Leif Trenkler, biraz daha ileri giderek sergisinin adını 'Hula Hoop' koydu. Hula'nın Polinezya dilinde dans anlamına geldiğini özellikle hatırlatarak...

Ahşap üzerine yağlıboya resimlerde basit manzaralar ve günlük olaylar var ama boya kabarcıklarının altında sanatçının da işaret ettiği üzere çoşkulu bir şeyler gizli. "Gezegen üzerinde yaşam bambaşka bir renklilikte çiçek açıyor" gibi oldukça romantik bir cümle kuran ressam, hayatın anlardan oluştuğuna inanıyor ve o anların mutlu olanlarını topluyor, sanki Nâzım'ın 'Mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?' dizesinden ilham almışçasına...

Bunca hengâmenin arasında bu iyimserlik bize biraz fazla dediğimizde siyah çerçeveli gözlüklerinin ardından Woody Allen gibi bakarak "Evet biliyorum. Kötü şeyler de oluyor. Ama değişim bizim olumlu yaklaşımımızla mümkün" diyor ve ekliyor: "Geçen yüzyılda aya giden adam bize dünyada istediğimiz her şeyi yapacağımızı gösterdi."

Şaşkınlığımıza bir anlam veremeyerek işlerin burada nasıl yürüdüğünü soruyor bize. Zira, galerideki muhataplarından başka kimseyi tanımıyor İstanbul'da, Orhan Pamuk dışında. Ülkenin hadiselerini özetlediğimizde "Haklısınız, eleştirel işler yapmak kaçınılmaz burada. Ama ben sadece bir ressamım. Kompozisyon, renkler, hikâye... Başka şeylerle hiç ilgilenmiyorum. Benim işim resim. Görsel bir etki bırakmanın peşindeyim" diyor. Sao Paulo ve Miami gibi uluslararası sanat piyasası şehirlerindeki çalışmalarını hatırlatarak gediğe bir taş koymak istiyoruz ama nafile. 'Sanat piyasasının merkezlerinde, görsel yaklaşımlar tehdit altında mı acaba'ya el cevap: "Yok artık, daha neler."

Biraz geçmişe, ressamlık kararının verildiği yıllara gittiğimizde öğreniyoruz ki 1960 doğumlu ressam, daha 10 yaşındayken Leonardo da Vinci olmaya karar vermiş. Frankfurt ve Düsseldorf Sanat Akademisi'nde aldığı özgürlükçü eğitimlerde öğrendiği teknikler ona düşünmenin yollarını göstermiş ve sonunda kendisi olabilmiş. Yani Akademiler düşünce morgu değilmiş oralarda.
Galerideki resimlerde sahilde gezen insanlar, pembe ağaç gövdeleri, oynayan çocuklar, eflatun çalılar var. Ama kimileyin bir Kızılderili, bir Moğol hakanı ve bir astronotla karşılaşırsanız şaşırmayın. Apollo 11 ekibinden Buzz Aldrin ayın yüzeyinde yürümeye çalışırken peygamber çiçekleriyle burun buruna gelip bir şey demiyor yine de...

Leif Trenkler'in 'Hula Hoop' başlıklı sergisi 1 Mart'a kadar Dirimart'ta.

Jülide Karahan

12 Şubat 2008/Radikal

9 Şubat 2008 Cumartesi

Türkler, Almanya'da 'son şeyler'i söyledi

Almanya'nın Münster kenti, bugünlerde Türk sanatçıların eserlerinden oluşan Son Şeyler sergisine ev sahipliği yapıyor. Westalischer Kunstvein ve Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi'nin işbirliğiyle gerçekleşen sergi yurtdışında gerçekleştirilen etkinliklerin aksine politikaya hiç bulaşmıyor.

Başka bir ülkede Türkiye denince, bellidir beklenen. Konu ister Türkiye menşeli bir roman, ister bir konser olsun; değişmez beklenti. Etnik problem ve laik söylem durur hep kapı eşiğinde. Almanya'nın Ludwigshafen kentinde 9 Türk'ün ölümüne yol açan yangının nedeni belirlenemese ve kundakçılıktan şüphelenilse de kendisine bakmaz o yabancı ülke. Başbakan Erdoğan'ın "Entegrasyona evet, asimilasyona hayır" lafını bile bir zaman sonra döndürüp bize söyler yine. Ama tüm bunlar geçtiğimiz günlerde Almanya'nın Münster kentinde açılan 'Son Şeyler' isimli sergi için geçerli değildi. 'Vah vah'lama hazırlığıyla mekâna gelen ve politik tartışmaları özleyenler hayal kırıklığıyla döndü evine. Ne politika, ne etnik problem, ne oryantalist ve egzotik bir söylem... Buldukları her Türk'e yokluğunu bildikleri bir şeyler sorup bir iki 'vah' tırtıkladılar gerçi.
-Devlet destekli bir çağdaş sanat kurumu var mı İstanbul'da?
-Yok.
-Ya, vah vah...

Sergi ortaklarından Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi yöneticisi Vasıf Kortun, "Türk sanatçılar çok politik derler, ayrıca öyle olmasını isterler. Ama politikaya hiç bulaşmıyor bu sergi. Beklentilere cevap vermedik yani." diyerek Perihan Mağden'in 'Senden Hazzetmiyorum Yabancı!' başlıklı yazısını hatırlattı ve ekledi: "Mağden'in dediği gibi 'Kol kırılır yen içinde kalır', evet ama kırık kol benim kolum. Beni ve memleketimi ilgilendirir. Ben, iki kolum kırık dolaşmaya alıştım."

Yabancılara memleket meselelerini açıklama/pazarlama vazifesini bir köşeye bırakan 'Son Şeyler', Münster güncel sanat kurumu Westfälischer Kunstverein (WKV) ve Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi işbirliğiyle ortaya çıktı. İstanbul güncel sanat ortamının aşina olduğu farklı çalışmaları bir araya getiren serginin söylemi, varoluş ve sonsuzluk üzerine. Bir arada olması bu zamana kadar mümkün görünmeyen pek çok çalışma, bir vakitler aynı mahallede dolaştıklarından olsa gerek, kaynaşmış hemen. Hepsinin yolu, Paul Auster'in 'Son Şeyler Ülkesinde' Anna'nın anlattıklarına çıkıyor üstelik. Aynı kelime değişik cümlelerde farklı anlamlara gelir ya, öyle işte. Cümlenin en etkileyici/gösterişli kelimesi ise Başir Borlakov'un Kafkasya dağlarında çektiği bir fotoğraf. Geçen yıl Galerist'te açılan 'Hava Boşluğu' sergisinden hatırladığımız fotoğrafta, uçan kazların ayaklarına tutunarak gökyüzüne yükselen genç bir adam var.

Anna'nın anlattığı ülke, en açık haliyle Emre Hüner'in 10. İstanbul Bienali'nde AKM'de sergilenen videosu Boumont'ta tezahür ediyor. İstanbul'un terk edilmiş sanayi bölgelerinde geçen görüntülerde kent yok olmuş, zaman önemsiz. Geç modern toplumların içinde bulunduğu güvensizlik hali ve aşırı endüstriyel gelişmenin oluşturduğu tehlikeyi anlatmaya çalışan Hüner'in gelecek tahayyülüne göre, toplumsal düzen riske dayalı ve her an her şey çökebilir. Sonun geldiğini ve fakat mücadelenin sürdüğü işlerden biri de sanatçı grubu 'Ha za vu zu'nun ışıl ışıl parıldayan kırık disko topu. Parti bitmiş, her şey tükenmiş ama kırmızılı sarılı ışıklar vuruyor hâlâ duvara.

'İnsan olmayı araştırıyorum'

Sonun korkunç örneklerinden biri de Ali Kazma'nın videolarında. Anna'nın anlattıklarına vurursak, ötanazi klinikleri ya da suikast örgütleri... Ölüm ve yaşama aynı aralıktan bakan çalışmaları, son İstanbul bienali kapsamında İMÇ'de izlemiştik aslında. 'Engellemeler' genel başlığını taşıyan işler, bireylerin üretim ve tamir süreçleri üzerine. "Her şey düzenden kaosa doğru gider. Zamanın akışı da öyle. Bardak kırılır ama parçalar birleşip bir bardak etmez." diyerek termodinamiğin ikinci kanununu hatırlatan Kazma, insan aktivitelerinin evrenin akışını nasıl yavaşlattığını anlatıyor.

Varoluşun ve sonun bireysel bakışlarını sunan sergide ayrıca, Nevin Aladağ'ın havada asılı uçakları, Hale Tenger'in 'Beyrut' adlı videosu, Leyla Gencer'in kendi korkusuyla yüzleştiği tablosu ve İnci Eviner'in ölümle yaşam arasında salınan fotoğrafları yer alıyor. Goethe-Institut tarafından desteklenen 'Avrupa Ortaklıkları' kapsamındaki sergi, 23 Mart'a kadar sürecek. 2008 sonbaharında ise aynı işbirliği çerçevesinde Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi'ne 'Son Şeyler'in devamı gelecek.

Deniz Ilgın

09 Şubat 2008/Zaman