28 Nisan 2008 Pazartesi

Meşhurdan çok meçhûlün peşinde

Arka arkaya açılan iki serginin, Şeker Ahmet Paşa ve Bedri Rahmi Eyüboğlu sergilerinin ikisinin de arkasındaki isim, Ömer Faruk Şerifoğlu. Kitaplar hazırlayan, sergiler açan sanat tarihçisi Şerifoğlu kendisini 'Meşhurlardan çok meçhûller ilgimi çekiyor' diye özetliyor.

Yaptığı işler hep biraz gecikir. Yarın dediyse üç gün sonra, haftaya dediyse bir ay... Yakınları onun için 'yavaş yavaş acele eden adam' der. Yavaş yavaş acele eder, çünkü çok önemser. Yapacağı sergi ve kitapları ballandıra ballandıra anlatır. Geç olur, güç olur ama illa güzel olur anlattıkları. Son günlerde; iki güzel, dahası önemli sergiyle epey andık Ömer Faruk Şerifoğlu adını. Dolmabahçe Sanat Galerisi'ndeki Şeker Ahmet Paşa ile İş Sanat Kibele Galerisi'ndeki Bedri Rahmi Eyüboğlu sergileriyle... Nicedir Milli Saraylar'da çalışan Şerifoğlu, şimdilerde 2010 için görevlendirildi. Epey heyecanlı. İşiniz düşerse ve aceleniz de varsa saksı içinde bir fesleğenle çalın kapısını.

Ne zamandır Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun peşindesiniz?

Bedri Rahmi, ben kendimi bildim bileli zihnimde var. Lisede bir kilim deseni ile 'Kız kaçırma' kartpostalını kütüphaneme koyduğumu hatırlıyorum. Ama iki yıl öncesine kadar, şiirlerini okuyup resimlerine bakmanın ötesinde bir şey yapmamıştım.

İki yıl önce ne oldu?

Bedri Rahmi'nin oğlu Mehmet Eyüboğlu'na, 1956'daki 'Vilayet Tabloları' meselesi için gittim. Yarım kalan bu projenin başında Bedri Rahmi vardı. 200 kadar tablonun 30'u hala TBMM'de. Ben diğerlerinin izini sürüyor ve Bedri Rahmi arşivinde bir şeyler bulabilirim diye düşünüyordum. Mehmet ağabey, ikinci görüşmemizin sonunda '10 dakika daha oturur musun?' dedi ve ekledi: 'Ben 30 yıldır babamla ilgili bir kitap yayınlamak istiyorum. Sen yapar mısın? Bütün aile arşivini önüne sereceğim...' Öyle başladık ama o zaman İş Bankası'nın sergisi gündemde değildi. Sergi gündeme gelince kataloğu da hazırlamam gerekti.

Bu asıl Bedri Rahmi kitabı değil mi yani?

Hayır, değil. Bir ara iş. Bedri Rahmi'nin dünyasına bir 'Merhaba'... Onun ressamlığı, şiiri, yazısı, hocalığı, yazmacılığı, mozaikçiliği... Derya deniz bir adam. 'Merhaba'nın arkası başka bir kitapla gelecek. 2-3 yıl içinde kafamdaki kitabı yazarım. Sergi zor iş değil. Çünkü Bedri Rahmi'nin baş yapıtları ailede. Ayrıca Bedri Rahmi, arkalarına 'Satılamaz' yazarak eserlerini sağlığında sağlama almış. Oğlu ve torununun elden çıkarma gibi bir niyeti yok gerçi. Hatta torununun Kalamış'taki ev için uzun vadede bir müze projesi bile var.

Küçük yaşlardan beri sanatla bu kadar ilgiliyken güzel sanatlar değil de hukuk okumak niye?

Gaziantep'te lise son sınıfta, şimdi adını hatırlamadığım bir resim öğretmenim vardı. Bir kaç desenimi görüp, 'Sen akademiye girmelisin' demişti. Ama babam 'Oğlum resim karın mı doyurur?' diyerek karşı çıktı. 'Gazeteci olayım' dedim. Onu da 'Gazeteciler fırlama olur' diyerek istemedi. Dahası o sırada bir gönül hikâyem vardı. O, tıbbı kazanınca benim de aşık atabilmek için, ya hukuk ya da mühendislik okumam gerekiyordu. Babamla hemfikirdik bu kez...

Kaç sene okudunuz orada?

Altı. Son sınıfta bıraktım. Yeniden üniversite sınavına girdim ve sanat tarihini kazandım. Onu dört yılda bitirip Türk sanatı üzerine mastır yaptım. Bu arada hukukla beraber çalışmaya da başlamıştım ama...

Zaman gazetesinde çalıştınız.

Zaman'a kuruluşundan itibaren gidip geliyordum. 1988'de çalışmaya başladım. 11 yıl çalışmışım. Hiç bitmeyeceğini, orada öleceğimi sanıyordum. 31 Aralık 98'de film koptu...

Sonra?

Enis Batur'un daveti üzerine Yapı Kredi'de editör olarak çalışmaya başladım. 5 yıl sürdü. Enis Batur döneminde YKY, gerçek bir yayıncılık okuluydu... Milli Saraylar'da ise kurumun taleplerinin yanı sıra; kendi inandığım, arzu ettiğim projeleri gerçekleştirme imkânı buldum.

Kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz? Tarihçi mi, gazeteci mi, eleştirmen mi, küratör mü, devlet memuru mu?

Kendimi araştırmacı-editör olarak görüyorum. Çünkü 8, 9 yaşlarında dayım bana 'Ne olmak istiyorsun?' diye sorduğunda 'Araştırmacı' demiştim. 'Neyi araştıracaksın oğlum?' dediğinde de, 'Ne olursa'... O zamanlar araştırma alanım çok genişti.

Ama şimdi araştırma alanınız çok daraldı.

Evet. Türk resminde 1950'den bu tarafa geçmemeye çalışıyorum. Gerçi Bedri Rahmi, Erol Akyavaş ve Cihat Burak gibi birkaç özel isimle geçtim ve bu isimler artacak gibi... Günümüze yaklaştıkça isimler çoğalıyor, sanatçılar bireyselleşiyor ve herkes bir ekol oluyor. Her birini kavramam çok zor. Ben istiyorum ki çalıştığım döneme bütünlüklü olarak bakabileyim. Bir de benim herkesin bildiğini bilmemek, herkesin yaptığını yapmamak gibi genel bir tavrım var. Meşhurlardan çok meçhuller dikkatimi çekiyor. Ve tabii asıl meselem, iz sürmek ve sonraki kuşaklar için yeni bir iz bırakmak; kitaplarla, sergilerle...

Şu ana kadar bıraktığınız izler neler? Önemlileri, iyi ki yaptım dedikleriniz...

Galatasaray Sergileri önemlidir. Daha önce hiç çalışılmamış bir konuydu. 1916'dan 1951'e iki dünya savaşı ve Kurtuluş Savaşı'na rağmen kesintiye uğramadan yıllarca devam etmiş bu sanat etkinliği Türkiye için inanılmaz bir öykü... Geçtiğimiz günlerde açılan Şeker Ahmet Paşa ve daha önce yaptığımız Hoca Ali Rıza sergisi ve kitapları da çok önemli.

Şeker Ahmet Paşa sergisi neden çok önemliydi?

Şeker Ahmet Paşa bu sergi ve kitapla bir masal kahramanı olmaktan kurtuldu. Bir de Paşa'nın 50 kadar eserinden 26 tanesini bir araya getirdik. Kolay olmadı ama yalnız değildim. Adnan Çoker sağ olsun.

Hayatınızın köşe taşları?..

Hayatımı yönlendiren, kişiliğimi şekillendiren en önemli isim Ziyad Ebüzziya'dır. Alev Ebüzziya'nın babası. Ziyad beyin son beş, altı yılına yetiştim. Baba-oğul gibiydik. Kitap karıştırmaktan sayfa çevirmeye, nasıl oturulurdan nasıl konuşulura; hayata dair akla gelebilecek pek çok şeyi ondan öğrendim. Kitap merakımı anlayıp, 'Sen kitaptan anlıyorsun. Git şu karşı dolabı aç. En büyük olan kitabı getir. İyi bak. O kitabı bir daha ya görürsün, ya göremezsin' dedi bir gün. Katip Çelebi'nin 'Cihannüma'sı. Müteferrika baskısı. 'Çevir bakalım sayfa sayfa, not vereceğim sana?' dedi. Özenle çevirdim. 4.5'tan 5 verdi. Kitap sayfası nasıl çevrilir dahil pek çok şeyi ondan öğrendim...

Çevirmek tamam. Ya okumak? 30 bin kitabı okudunuz mu!?

Rahmetli Süheyl Ünver hocanın dediği gibi, kitap karıştırmayı severim ben, başından sonuna okumam. Çok az kitabı başından sonuna okumuşumdur. 30 bin kitabı tabii ki okumaya kalkmadım. Sondaj yapıp aradığımı bulurum. Hangi kitabın içinde ne bulacağımı da az çok bilirim.

Kitaplar yarım. Yarım bıraktığınız diğer işler neler peki?

Bir tane daha Bedri Rahmi kitabı gelecek. Adolphe Thalasso'nun L'art Otoman ve Deriseadet'inin Türkçe edisyonları çıkacak. Sonbaharda Ressam Mehmet Ruhi Bey var. Abdülmecit Efendi'nin en yakın arkadaşlarından ve Osmanlı Ressamlar Cemiyetinin fikir babası. Türk resminde toplumsal konuları çalışan ilk ressam. Cumhuriyetin 85. yılı onuruna İstanbul ve Ankara'da sergi ve kitabını yapacağız.

Başka?

Yıllardır pişen bir Fahrettin Paşa kitabı var. Fahrettin Paşa 10 yaşımdan beri hayatımda. Onu 2008 bitmeden yayımlamak istiyorum.

Başka?

2009'da Osmanlı Ressamlar Cemiyeti kurum tarihini kitap yapmak istiyorum. Hoca Ali Rıza'nın İstanbul'u diye, onun en güzel 100 resminden oluşan bir albüm var. Sonra Ressam Hüsnü Tengüz'ün 1919'da basılmış Osmanlı Camileri üzerine yazıp resimlediği Beda-yı Asar-ı Osmaniye diye bir kitabı var. Onun edisyonunu yapmak istiyorum. 1930'ların İstanbul'unda geçen ve sonu cinayetle biten aşk hikayelerini Can Yayınları için derliyorum.

Sezer Tansuğ Vakfı'nın başkanısınız. Yolunuz nasıl kesişti?

Sezer Tansuğ, Turgut Cansever, Hilmi Yavuz, Orhan Okay, hatta Beşir Ayvazoğlu, Ahmet Turan Alkan, İskender Pala, Ali Çolak... Zaman gazetesinde yazmaları için uğraştığım isimler. Bazılarının kendileriyle uğraştım, bazıları içinse yönetimle...

Vakfın kuruluşu nasıl oldu?

Sezer beye akciğer kanseri teşhisi konulduğunda fark ettim ki etrafında pek kimse yok, yalnız bir adam. Hastaneye yattığında hep birlikteydik. Hasan Keskin ve ben. Son zamanlarında 'Evdekileri Hasan'la paylaşın' dedi bize. 'Olmaz öyle şey, sizin adınıza bir vakıf kuralım' dedik. 'Ne lazım?' dedi. 'Kendi halinde küçük bir vakıf olacak. Adınız Cadde-i Kebir'den silinmesin. İki kitap basar, bir dergi yapar, iki öğrenciye burs verir, bir şekilde yaşatırız' dedik. Turgut Cansever başta olmak üzere dostları da destekledi bizi.

----------

Bedri Rahmi 25 Mayıs'a kadar İş Sanat'ta, Şeker Ahmet Paşa sergisi 11 Mayıs'a kadar Dolmabahçe Sarayı'nda.

Jülide Karahan

28 Nisan 2008/Radikal

19 Nisan 2008 Cumartesi

'İki heykelimi hurdacı çaldı'

Önceki gün Aydın Doğan Ödülü'nü alan heykeltıraş Seyhun Topuz, 'Mutluyum, çünkü hem bir kadın sanatçı ödül alıyor hem de bir heykelci. Çok zor bir iş yapıyoruz biz. Karşılığı pek olmayan bir iş. Atölyesi, malzemesi, işçiliği, saklaması... Hepsi ayrı problem' diyor.

Bu yıl heykel dalında verilen Aydın Doğan Ödülü, geometrik-soyut heykelleriyle tanınan Seyhun Topuz'un oldu. Ödülünü önceki gece Hürriyet Medya Towers'daki törende alan sanatçı, pek çok açıdan memnun. Bir, Türkiye'de bir kadın sanatçı ödül alıyor. İki, bir heykelci ödül alıyor. "Ödül, sadece bana değil, heykele veriliyor. Tüm heykel sanatçılarıyla paylaşıyorum onu. Çok zor bir iş yapıyoruz biz. Karşılığı pek olmayan bir iş. Atölyesi, malzemesi, işçiliği, saklaması... Hepsi ayrı problem" diyen sanatçıyla heykele dair pek çok meseleyi konuştuk.

Beş yıl önce Maçka Sanat'taki 'Ortak Bellek' sergisiyle ilgili yazısında Evrim Altuğ, 'kamuoyu hasreti çeken bir sanatçı' sıfatıyla anmış sizi. "Soyut heykellerim başından beri izleyiciye mesafeli. Fakat bu sergi, sanatseverle ilişki kuruyor ve ben bunu çok istiyorum" demişsiniz aynı yazıda. İzleyicinin heykelinizle iletişimi sizi ne kadar ilgilendirir?

Türkiye'de az sayıda heykelci var. Dolayısıyla az sayıda heykel sergisi açılıyor. Heykelin toplumla teması kısıtlı. İki yıl önce açılan 'Bellek ve Ölçek' çok önemli bir sergiydi bu nedenle. Müthiş izleyici çekti. Heykel sanatçıları bile birbirlerinin işlerini ilk defa topluca gördü. 'Türkiye'de heykel sanatı var mı, yok mu?' sualine bir cevaptı o sergi.

Sormaya çalıştığım, toplum-heykel ilişkisi ve sizin kamusal alan özlemi çekip çekmediğiniz...

Özlem içinde değilim ama böyle bir şeyi arzuluyorum. Bütün heykelciler, sanatçılar arzular bunu. İnsanlarla heykeli bir araya getirmek ya müzelerde olur, ya galerilerde, ya da açık alanlarda. Açık alanda olduğu zaman izleyiciye ulaşması çok daha kolay heykelin. İnsanlar böyle alışıyorlar sanata.

Yapıtlarınız büyümeye çok müsait ve dış mekâna kolayca uyum sağlayabilecek özellikte. Epey heykeliniz var mı açık alanda?

Var. Daha doğrusu vardı. 1973'te İstanbul'a yerleşen 20 heykelden biri benimdi. 4 Levent'e konmuştu. Sonra oradan yol geçti ve heykeli atmışlar. İlk karelerimden biriydi o. Maçka Sanat Galerisi'nin girişinde 10 yıl kadar kırmızı bir heykelim durdu bir de. Daniel Buren'in sergisi sebebiyle kaldırıldı. Bir daha da yerine konmadı.

Ona ne oldu?

Galerinin deposuna kaldırıldı galiba. Derimod ve Arçelik fabrikası önünde de heykellerim vardı ama onlara ne olduğunu bilmiyorum, belki kaldırmışlardır.

Saim Bugay, atölyesinde yer kalmadığı için heykellerini yok pahasına sattığını söylemişti. Saklama meselesi heykel sanatçısı için gerçekten çok mu önemli?

Çok önemli. Zühtü Müridoğlu'nun atölyesinde çok sayıda heykel vardı, raflar almazdı. 'Çocuklar alın götürün birazını da kurtulayım' derdi. Bana gelince; bir dairem var, sırf heykelleri koymak için. Ama yakında orası yetmeyebilir çünkü son zamanlarda büyük ölçekli çalışmalar yapıyorum. İki heykelim o evin bahçesinden çalındı mesela. Kapıdan sığmamışlardı, bahçeye bıraktım. Ertesi gün bir baktım ki, yok olmuşlar.

Nasıl yani? Henry Moore'un büyük boyutlu bir heykeli çalınmıştı da, hurdacılardan şüphelenilmişti.

Heykel seven birinin çaldığını sanmıyorum. Benimkini de hurdacılar çalmıştır tabii ki. Böyle şeyler oluyor işte.

Heykelcinin şöyle bir ikilemi var: Bir yanda keşfedilecek bir üslup, diğer yanda kamusal alana çıkan heykelin uymak zorunda olduğu gizli mutabakatlar...

Çok doğru. Mecburiyetler işte. Hocalarımızın döneminde, işleri sergileyecek mekanlar yoktu zaten. Onlar yine de büyük bir özveriyle çalışırlardı sanat adına. Diğer tarafta da siparişler... Yani Türk büyükleri için heykel talepleri; devlet ya da belediye siparişleri. Bu talepler akademiye gelirdi. Bir görevlendirme gibi. Hocalarımız da mecburen yapardı, gerçi çok iyi işler de çıktı. Beşiktaş'taki Barbaros heykeli mesela. Atatürk heykellerinin bile, az da olsa iyi olanları vardır.

Öğrenciliğinizde pek çok akademi öğrencisi gibi figür çalıştınız. Sonra nasıl oldu da figüre ve doğaya bu kadar uzak durdunuz; hatta hikâyeyi bile tamamen dışladınız?

O benim pek cevabını bulamadığım bir soru. Akılla fikirle karar verdiğim bir şey değil. Öyle yöneldim, öyle sevdim, öyle istedim. İçten gelen bir şey. 70'lerin başında kendi formlarımı oluşturmuştum. Seçimim bilinçli olmadı ama beş yılın sonunda ne yaptığımı adam akıllı biliyordum. Bunda Aloş ve Adnan Çoker'in çok katkısı oldu. O sırada bir de heykelde ışık ve saydamlık üzerine yeterlilik tezimi hazırladım. Çalışırken başvurduğum kaynaklar bana, yaptığım işin teorik ve tarihsel boyutunu da öğretti. O tezi yaparken kendi heykelim hakkında çok şey öğrendim. Doğru yolda olduğumu anladım. İstikrarlı bir şeklide hala o yoldayım zaten.

Brancusi "Doğaya giden yollar, en mükemmel yollardır. Ancak gitmesini bilmeyenler için en tehlikelileri olurlar" diyor. Figür çalışmayıp soyuta yönelenler, figürü beceremedikleri için mi yapıyor bunu?

Hayır, hiç sanmıyorum. Figür zordur, onu beceremeyen soyuta yönelir diye bir şey yok. İyi heykel vardır, kötü heykel vardır. 'Bu figürdür, o yüzden iyidir; bu soyuttur o yüzden kötüdür' diyemeyiz. 'Figür olduğu zaman anladım, soyut olduğu zaman anlamadım' der genelde izleyici. Bu da hatalı. Neyi anladı? Bir insan olduğunu mu? Tanıdık ama; iyi mi, kötü mü? Nasıl karar verecek?

Peki o zaman iyi heykel dediğimiz şey nedir?

Her yaptığınız şey heykel değildir. İçinize sinen, hücrelerinize işleyen bir takım kuralları var bunun. Kayıt cihazını kapatalım, biraz düşünmem lazım... Dengeli bir kütledir heykel. Boşluğu, doluluğu ve ışığı vardır. Malzemenin o biçime uygun olup olmadığı vardır. Böyle ilişkiler vardır heykelde. Mekânla ve izleyiciyle ilişkisi, kurgusu, boyutu, duracağı yer çok önemlidir. Bunlar figür için de, soyut için de geçerli.

Anlattıklarınız işi bilenler için. Sıradan izleyici neden bakar heykele? Estetik için mi, duygu için mi?

Bu tabi çok zor bir çizgi. Benim heykellerim geometrik mesela. Kupkuru gelirler, ama değil. Yalnız heykelde bir şey anlatmak resim kadar kolay değildir. Anlatım olarak daha sınırlıdır heykel. Figüre bakan yabancı gelmediği için anladım sanır. İzleyicinin bilgisi ve duyarlılığı ile heykelin örtüşmesi lazım.

Saim Bugay "Bir derdim var, söyleyecek bir şeyim var. Var ki heykel yapıyorum" demişti. Sizin heykellerinizin meselesi, derdi ne?

Benim heykelimde bir söz, bir anlatım yok. Salt heykel. Salt biçim. Biçimle oynuyorum ben. O biçimi de son derece sınırlıyorum. Kareyle, daireyle, üçgenle...

Sizin heykellerinize ne için bakacağız? Duygu ve hikâye için değilse estetik için mi?

Evet estetik için, biçim için bakacaksınız. Doğadan uzaktayım. Benim kendi dünyam var. Bu dünya kavramsal, soyut bir dünya. Minimuma indirilmiş formlar olarak bakabilirsiniz benim heykelime. Sadece zihindeki soyut tasarımlar. Ben bunları uzun bir düşünce sürecinden geçiririm. Benim dünyam böyle bir dünya.

İşçiliği kendiniz mi yaparsınız?

Uzun yıllar kendim yaptım. Ama artık yardım alıyorum. Çünkü boyutlar büyüdü. Dışarıdaki atölyeleri kullanıyorum. Bütün malzeme ve gereçleri kapsayan bir atölyeyi ayakta tutacak gücüm yok.

Heykel geçiminizi sağlamanız için yeterli mi?

Değil. 37 yıldır çalışıyorum. Hadi 40 diyelim. Sattığım heykellerin parasını 40'a böldüğüm zaman geçinemediğim anlaşılır. Ama heykellerim satılıyor. Satılmıyor diyemem.

Heykelden başka bir iş yaptınız mı, geçiminizi sağlamak için?

Hayır, ben yalnızca heykelimi yapıyorum. Çünkü ben evliyim. Evli bir kadın olarak başka işim var: Ev idaresi!

Türkiye'de kadın sanatçı olmak bu açıdan avantaja dönüşmüş sizin için. Kadın heykeltıraş az. Bedensel bir güç gerektirdiğinden belki...

Çok ilginç bir şey söyleyeceğim size. Hiç beklemediğiniz bir şey. Bizim dallarda, resim için de böyle bu, kadın-erkek ayrımı yok. Erkek sanatçılar kadın olduğunuz için size arkasını dönmez. Bizde böyle bir gelenek var. Daha çok kadın sanatçı yetişse de bu geleneğin değişeceğini sanmıyorum. Herkes birbirine çok saygılıdır.

Akademiye dönelim... Mehmet Aksoy 'Heykel Oburu' isimli nehir söyleşisinde "İslam sanatını bile dışarıda gördüm, tanıdım. Ve Türkiye'de Akademi'deki eğitimin eksikliğini derinlemesine hissettim" diyor. Siz akademi eğitimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öyle anlıyorum ki 'Eğitim sistemimizde esaslı bir değişim gerekir' cevaplı bir soru bu. Yalnız o eğitimin ne olduğunun da önerilmesi lazım. Tek başına bu söz çok hoş gelir kulağa ama yeni bir sistem önerilmedikten sonra havada kalıyor. Ben geriye baktığımda o günün olanakları içinde doğru bir eğitim aldığımı düşünüyorum.

Akademiye nasıl, daha doğrusu neye rağmen girdiniz?

Akademiye hukuk fakültesini bırakarak babama rağmen girdim. Çünkü babam hukukçu olmamı istiyordu. 1000 kişilik amfide 2 yıllık bir maceradan sonra akademinin desen kurslarına katıldım. 1962'de. Ve kazandım. Babama sürpriz oldu ama sonradan o da çok mutlu oldu.

Şadi Çalık 'Ressam olursan heykeltıraş olamazsın ama heykeltıraş olursan resim yapabilirsin' diyerek heykele yönlendirmiş kimi öğrencileri. Siz de resim-heykel ikiliğini yaşadınız mı?

Evet ikilik yaşadım. Akademiye girdiğimde heykel mi, resim mi seçeceğimi bilmiyordum. Atölyeleri dolaşırken heykel bölümü bana çok sıcak geldi. Resme de gidebilirdim ama dediğim gibi Şadi, Zühtü ve Hüseyin Beyleri çok sevdim; heykel eğitimi almaya karar verdim.

Seyhun Topuz'un 4 Nisan'da Ankara Nev'de açılan heykel sergisi 30 Nisan'a kadar sürecek.

'Heykele dikkat çekmek...'

Seyhun Topuz, önceki gece Hürriyet Medya Towers'ta ödülünü aldı. Seyhun Topuz'a ödül heykelciğini Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay sunarken, Aydın Doğan da ödülün parasal karşılığı olan 50 bin YTL'lik çeki verdi. Seyhun Topuz, 'Ödülün bu yıl heykele ayrılmasını, bu sanata ilgi çekmek bakımından çok değerli bulduğunu' söyledi.

Jülide Karahan

19 Nisan 2008/Radikal

14 Nisan 2008 Pazartesi

'Anlıyorsunuz değil mi?'

Sergi için İstanbul'a gelen İspanyol fotoğrafçı Isabel Munoz, fotoğraflarındaki hikâyeleri, galeriye yolu düşen herkesle konuşmak istiyor. İki kez World Press Photo ödülü kazanan Munoz, kendisini 'hikâye anlatıcısı' olarak tanımlıyor.

"Bir dakika, bir dakika... Hemen gidemezsiniz öyle." dedi ve peşi sıra içeriye, fotoğrafların arasına sürükledi bizi. Kayıt cihazının kapanmış olmasının rahatlığıyla devraldı soru sorma işini. En çok hangi fotoğrafı sevmiştik; hangi fotoğraf tüylerimizi diken diken etmiş ya da kalbimize dokunmuştu; aralarında tahammül edilemez ya da hüzünlü bulduklarımız var mıydı? İrili ufaklı, renkli renksiz bir sürü görüntü arasında rolleri değişmiş vaziyette kalakaldık. Kalbimize dokunan niyetine Etiyopya serisindeki çocukların bakışlarını seçtik ve dinledik sebebini: "Çocukların gözleri ne diyor biliyor musunuz? 'Siz beyazsınız ve düşmansınız. Lütfen bize zarar vermeyin.' Kulaklarınız sesi duymuyor, duysa da anlamıyor ama yüreğiniz biliyor söylenenleri ve üzülüyor kendiliğinden." Galeri Elipsis'teki sergisi için İstanbul'a gelen İspanyol fotoğrafçı Isabel Munoz, fotoğraflarındaki hikâyeleri, galeriye yolu düşen herkesle konuşmak ve paylaşmak istiyor. "Fotoğrafta en önemli şey ne sizin için?" diye sorduğumuzda kısaca "Her şey"; uzunca "Film gibi; iyi bir film için senaryonun, yönetmenin ve oyuncuların iyi olması gerekir ya fotoğrafta da öyle. Benim için bir de üstüne fotoğraf, basıldığı zaman değil onu diğer insanlarla paylaştığım zaman bitiyor." cevabını almıştık. "Küçükken büyükannemden bir sürü hikâye dinlerdim. Ona benzetiyorum şimdi kendimi. Ben de değişik kültürlerin, insanların ve bedenlerin öykülerini anlatıyorum." diyen sanatçı, biri ona ne iş yapıyorsun diye sorduğunda bile fotoğrafçı ya da sanatçı yerine 'hikâye anlatıcısıyım' diyormuş.

Küçük retrospektif

Sıradan ama farklı, çıplak ama örtülü, renkli ama siyah beyaz, hareketli ama donmuş, heyecanlı ama dingin 20 kadar fotoğraftan oluşan serginin başlığı 'Retrospektif'. Munoz'u dünyaya tanıtan Tango, Küba, Burkina, Capoeria, Etiyopya, Oryantal ve Kamboçya serilerinin fotoğraflarından oluşan seçki; sanatçının Madrid, Paris ve San Sebastian'da açılan 125 fotoğraflık retrospektifinin küçük bir parçası.

İki kez World Press Photo Ödülü alan sanatçının severek anlattığı hikâyelere dönersek, en çok Burkina serisindeki yakın plan bir soyutlamayı önemsiyor Munoz. Farklı kimselerin farklı şeyler görüp hissedebileceği fotoğrafta o; kalp şeklini, sevgi ve tutkuyu görüyor. Siyahî bir kadının dudaklarından ibaret fotoğraf için "Az çoktur" diyen sanatçı, İran'da deprem sonrasında yıkık bir duvara not bırakan kadını da bir o kadar seviyor. "Bellek önemli benim için. Çok çabuk unutuyoruz her şeyi. Büyük ülkeler kendilerinden büyük sözler veriyorlar ama hiçbir zaman tutmuyorlar onları" diyen sanatçı, beden ve dans yoluyla insanı ve hayatı konuşturduğunu söylüyor. "Beden bizim ne olduğumuzu anlatan bir kitap. Çıplakken daha çok kendimiz oluyoruz" diyor ve ekliyor Munoz: "Fotoğraflarımın tensel bir etkisi var ama erotik değiller. Erotizm ne ayrıca? Muhtemelen size ve bana göre farklı şeyler. Başka kültürlerde de bambaşka şeyler."

Sıradan görüntüler sayılabilecek kimi fotoğraflarındaki tensel etkiyi baskı tekniğine bağlıyor sanatçı. Yüzyıl başında çok kullanılan ama artık pahalı olduğu ve sonuç vermesi uzun sürdüğü için tercih edilmeyen bir teknik kullanıyor Munoz. Platinum baskı tekniği. Fotoğraflarını kendisi basan sanatçı, renkli karelerde de aynı yöntemi tercih ediyor. Renklendiriciyi pigment baskıyla elde edip negatifle birleştiriyor ve siyah beyazmış gibi duran renkli görüntüler elde ediyor.

"Fotoğraf bir sanat eseri mi yoksa bir belge mi?" dediğimizde cevabını kendi verdiği bir soruyla karşılık veriyor bize 1951 doğumlu sanatçı: "Sanat ne? Bence yüreğinizi koyarak yaptığınız şeyleri başkalarıyla paylaşmak. Eğer fotoğraf bir belge olarak beni etkiliyorsa, aynı zamanda bir sanat eseridir de. Ama eğer sadece mükemmel bir baskı görüyorsam ve üzerimde hiç bir etkisi yoksa bir önemi de yok. 21. yüzyıl zaten görüntüler yüzyılı. Her gün bir sürü görüntü tüketiyoruz. Bir fotoğraf ancak söyledikleri ve hissettirdikleriyle sıyrılabilir diğerleri arasından. Anlıyorsunuz değil mi?"

Kelimeler yetmeyince...

Konuşurken sık sık gayri ihtiyari bir hareketle elini göğsüne götüren sanatçı, ana dilini kullanmıyor olmasından değil, içinden geçenleri kelimelere indirgeme telaşından 'Anlıyorsunuz değil mi?' diye yineliyor sürekli.

Anladığımız şu ki, Munoz görüntüyle izleyici arasında kelimelerin anlatmayı beceremeyeceği bir bağ kurmaya çalışıyor. Görüntüyle göz arasına giren her şeyi bertaraf ediyor hatta. Orhan Pamuk'un 'Yeni Hayat'ta detaylıca anlattığı Büyük Kumpas'a hiç bulaşmıyor yani. Şöyle ki: "... O zamanlar zaman zamandı, kaza kaza, hayat da hayat. Bu mutluluktu ve şeytanı mutsuz etti ve o da şeytandır, Büyük Kumpas'ı başlattı. Bir adam Büyük Kumpas'ın piyonu, Gutenberg... Çoğalttı kelimeleri ve ipini koparan, kelimeler, kelimeler, kelimeler boncuklar gibi dört bir yana dağıldılar... Böylece bir zamanlar etle kemik gibi olan söz ile eşya birbirlerine sırt döndüler. Böylece, gece ay ışığında, zaman nedir, diye bize sorulduğunda, hayat nedir, keder nedir, kader nedir, acı nedir diye sorulduğunda, bir zamanlar yüreğimizle bildiğimiz bütün cevapları, imtihan gecesini uykusuz geçiren ezberci öğrenci gibi birbirine karıştırdık."

Isabel Munoz'un 23 Nisan'a dek Galeri Elipsis'te sürecek sergisinde bir zamanlar yüreğimizle bildiğimiz o cevapların kimilerini bulmak mümkün.

Jülide Karahan

14 Nisan 2008/Radikal

Bir gün herkes güncel sanatı sevecek

Beyoğlu'ndaki Ura'da açılan Lucy adlı sergi, işin içine sahne sanatlarını ve teknolojiyi de katan, güncel sanattan uzak duran farklı bir entelektüel kitleyi hedef alan ilgi çekici işleri bir araya getiriyor.

İddialı bir başlık lakin çalışmalar ve gelişmeler o yönde. Her geçen gün keşfedilecek bir şeyler çıkıyor karşımıza. Nereye kadar görmezden gelebiliriz ki! Üstelik şimdi bir avuç insan çıkmış ve gözünü 'Abicim yapma Allah aşkına, o da sanat mı?' diyen tayfaya dikmiş. Bir de sergi açmışlar Mısır Apartmanı'ndaki Ura adlı galeride. Serginin adı Lucy. 'O da sanat mı?'cıların mekânda boy gösterdiğine şahit bile olunmuş şimdiden. Hadi hayırlısı diyerek birinci elden sorumlulara ulaştık ve başa sardık.

Eskiden küratörler sanatçıları tanıştırır ve bir araya getirirdi. Bu sefer tersine işlemiş süreç. Bir sanatçı, Rudolfo Quint tanıştırmış Lucy'nin küratörlerini. Art On Stage'den Derya Demir ile Boding'den Aylin Kalem, aynı anda Rudolfo'yu İstanbul'a davet edince O da 'Siz tanışıp aranızda anlaşın bari.' demiş. İki kadın tanışmış ve haliyle muhabbet muhabbeti açmış. 'Bir sergi yapalım ama Rudolfo'yla yetinmeyelim; sonradan keşke şu da olsaydı, bu da olsaydı gibi triplere girmeyelim.' demişler ve sanatçı sayısını sekize çıkarmışlar. Lucy böylece doğmuş işte, ama şu 'Art On Stage' ile 'Boding' ne; onu öğrenelim önce.

Korkulacak bir şey yok

Art On Stage, güncel sanata 'yeni izleyici kitlesi' ve hatta 'yeni sanatçılar' kazandırmak. Temelleri 2005 Uluslararası İstanbul Bienali'nde atılan Art On Stage, ilk sınavını her normal sanatçı gibi performanslarını galerilerde sergileyen Tobias Bernstrup'u, bir gece kulübünde ağırlayarak vermiş. Yerel müzisyenler ile güncel sanatçılar arasında iletişim kurmaya çalışan Derya Demir, "Sergi açılışı ve konferans gibi etkinliklerde yüzler hep aynı. Başka alanlarda çalışan bir sürü entelektüel arkadaşım ise güncel sanatla aralarına adeta duvar örüyor. Farklı farklı disiplinlerden gelen bu aklı başında insanlar, potansiyel izleyici olmalarına rağmen çok ürkekler. Eğitim sistemindendir belki, bilmiyorum," diyor. Haklı. Evlerinin dört bir köşesinde çeşit çeşit yerleştirme bulunan bir sürü kişi, onların sanat eseri olduğunun/sayıldığının farkında bile değil.

Boding ise yeni medya teknolojileriyle beden ilişkisini sorgulayan projeler geliştiren bir başka oluşum. Oradaki isim Aylin Kalem. Boding de yeni medya, dijital kültür, dans, resim, mimari, mühendislik ve tıp gibi pek çok farklı disiplini sanat çatısı altında toplamaya niyetli.

Okuduğun kitabı söyle

'Lucy' adlı sergi, Art On Stage ve Boding'in ilk ortak projesi. İlhamını okumuş etmiş ama güncel sanata sırtını dönmüş yeni kuşaktan alıyor. Kimdir, nedir, nasıldır bu kuşak? Sıfatlara vurursak; bohem, müşkülpesent, esrik, kırılgan, akıllı ve yaratıcı. Onları okudukları ya da muhtemelen okuyacakları kitaplardan çıkarabiliriz. Kitap okumayanlar bu işe hiç dâhil değil zaten. Guy Debord'un Gösteri Toplumu, Saint Exupéry'nin Küçük Prens'i, Nilgün Marmara'nın Kırmızı Kahverengi Defter'i Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı, Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ı, George Orwell'ın 1984'ü, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile Julio Cortazar, Franz Kafka ve Milan Kundera'nın tüm eserleri bahsi geçen kitaplar arasında.

İlhamını yeni neslin gelgitli iç dünyasından alan Lucy, o nesli kendisiyle yüzleşmeye çağırıyor. Yani 'so what' tavırlarıyla omuz silkmeye, kafalarında dolanan yok melodileri mırıldanmaya ve pazarda iki saat geçirdikten sonra eve bir kırmızı elmayla dönmeye... Çağrıya uyup Ura'ya giderseniz olan biteni keşfedebilirsiniz. Ola ki beceremediniz, sergi sorumlusu Adem, yorulmadan ve sıkılmadan tekrar tekrar anlatabilir size.

Anlamadan olmaz, zira sergideki işlerin çoğu izleyici bağımlısı. Rudolfo Quintas'ın işi mesela, ilk başta boş bir oda gibi görünüyor ama... Anlatmayalım da kendiniz keşfedin! Hemen karşısında Sara Nuytemans'ın genç bir kıza yukarıda adı geçen sıfatları tek tek giydirdiği yerleştirmesi var. Bir diğer ilginç çalışma da Beliz Demircioğlu'nun. Bu çalışma sizi beş saniye evvelinizle karşılaştırıyor ve birden bire iki kişi oluyorsunuz. Sergide ayrıca Phil Collins'in üç ayrı hikâyeden mamul videosu, Oliver Pietsch'in 50-60 filmden derlediği düşüş sahneleri, Ana Huöman'ın etrafta gezinen sebze ve meyveleri, Ha za vu zu'nun Lumiere Kardeşler'i hatırlatan 'Tren perdede ilk defa göründüğünde seyirciler kendilerini kaçmak zorunda hissettiler' isimli yerleştirmesi ve André Gonçalves'in müzikli balonları var.

Lucy sadece bir sergi de değil. Studio Live'deki performans ve Garanti Galeri Güncel Sanat Merkezi'ndeki sanatçı konuşmalarıyla destekleniyor. Kapanışta Ha za vu zu'nun bir performans yapması da bekleniyor. Bu arada Ha za vu zu'yu müzikleriyle tanıyan birkaç kişi, gurubun ismini afişte görüp sergiye gitmiş bile. Yani Lucy, yeni izleyicileri birer ikişer yakalıyor. Av, 20 Nisan'a dek sürecek. Mısır Apartmanı'nın önünden geçerken dikkatli olun. Ayrıntılı bilgi için: http://www.lucy-project.blogspot.com/

Jülide Karahan

14 Nisan 2008/Radikal

5 Nisan 2008 Cumartesi

'Bana genç tasarımcı demeyin!'

Çoğu insan için 'zor' işler: İrkiltici ve tuhaf... Geçen yıl buruşuk beyaz kadınlara tavuk derisi ve işkembeden elbiseler giydirmişti, bu kez plasenta ve ciğer giymiş 22 Afrikalı kadın çıkardı karşımıza. Pınar Yolaçan 'çok güzel' sıfatını kullandığı resimlerini anlattı.

Pınar Yolaçan, çarpıcı, etkileyici, tuhaf, irkiltici, kışkırtıcı, rahatsız edici ve belki de 'ıyk' dedirtici ikinci sergisini Kazım Taşkent Sanat Galerisi'nde açtı. Geçen yıl işkembe ve tavuk derisinden elbiseler giydirdiği buruşuk yüzlü beyaz kadınlarını 'Faniler' sergisinde izlediğimiz sanatçı, bu yıl plasenta ve ciğer giymiş Afrika kökenli 22 kadın çıkardı karşımıza. Çalışmalarını New York'ta sürdüren 27 yaşındaki Yolaçan'ın söyleşi sırasında bir ricası vardı: "Lütfen bana tasarımcı, özellikle genç tasarımcı demeyin."

Hayvanların iç organlarını giysilere dönüştürmenizin çıkışı kadın-beden-giysi ilişkisi ve yabancılaşma duygusunu araştırma arzusu muydu, yoksa onları bir şekilde kullanmak istiyordunuz da böyle bir seri mi başlattınız?

Birinci şık tabii ki. 'Faniler'de Anglosakson tipli beyaz kadınlara et, deri ve işkembe giydirerek onları egzotikleştirmeye, kendi derilerine yabancılaştırmaya çalışmıştım. 'Meryem'de ise siyah kadınlara et giydirmemin arkasında egzotikleştirme değil, portre geleneğine bir gönderme var. Portreye 'öteki'ni de dahil etmek istedim.

'Faniler' ve 'Meryem'den sonra farklı tasarımlarla sürecek mi bu seri?

Hayır, şimdilik görünen o ki sürmeyecek. Bir de, ben tasarımcı değil sanatçıyım. Tasarımcı, hele genç tasarımcı diye bahsetmeyin lütfen benden.

Bu hitap hem moda eğitimi almanızdan, hem de giysilerle uğraşmanızdan kaynaklanıyor olmalı. Hüseyin Çağlayan da tasarımcı olarak anılıyor...

Ama o bir tasarımcı. Onun başlangıcı da o, sonu da. Benim öyle bir yanım yok. Tasarımcı değilim. Genç tasarımcı hiç değilim. Tasarım bana daha kolay bir iş gibi geliyor. Tasarımcı olsam defile yaparım. Modayla alakam yok. Ben bir sanatçıyım. Fotoğraflarımda kullandığım kadınları, kıyafetleri taşıyan birer model olarak görmüyorum. Öne çıkarmak istediğim giysiler değil, kadınların kendileri. Bedenin fiziksel olarak manipüle edilmesini araştırıyorum.

Fotoğraflarınızda çarpıcı ve irkiltici olan, kadınların bizzat kendileri, daha doğrusu yüz ifadeleri. Bedenin fiziksel olarak manipüle edilmesini araştırıyorsanız bu ifade ve duruşlar size yeterli gelmeliydi, öyle değil mi? Neden hayvan derileri ve sakatatı çalışmanıza dahil ettiniz?

Yeterli olmazdı. Çünkü kadınlar yüzlerindeki bu ifadeleri böyle şeyler giydikleri için takınıyorlar. Güçlü ifadeler, üzerlerindeki yabancı maddelerden kaynaklanıyor. Çiğ ete karşı bir reaksiyon var. Sokakta yürürken ya da bakkaldaki haller değil bu fotoğraftakiler. Kadının vücudunu manipüle etme kısmı var ya, işte o, bu şeyleri onlara giydirince oluyor. Şimdi et kullanmadığım başka bir proje yapıyorum ve güçlü yüz ifadeleri yakalamakta zorlanıyorum.

ArtReview'da yayımlanan bir röportajınızda "İnsanlar bir sanatçı olarak çalışmanı algılamada zorlandıkları zaman kimliğe ve kişisel tarihe dikkat kesiliyorlar." demişsiniz. Sanatçının kimliğine ve kişisel tarihine bakılmasına karşı mısınız?

Ortadoğulu kadın sanatçıları konu alan bir yazıydı o. Shirin Neshat da vardı. İran'da çok acı çekmiş, sürgüne gitmiş... Anı defteri gibi görülüyor işleri. Onun gibi bir kadının çalışmalarının popülize edilmesinin bir yöntemi bu. Shirin Neshat'ın İranlı kimliğiyle öne çıkmaya ihtiyacı yok halbuki. Belki de galerinin tercihidir bu. Galerici bu sanatçıyı, bu işi nasıl popülize edebilirim diye düşünüyor olabilir. Tracey Emin de Türk asıllı ama kimse onu Türk diye pazarlamıyor. Bence sadece işe bakılmalı ama galiba herkesin işine gelmiyor.

Kimlik ve kişisel tarihin öne çıkmasını sanatçının pazarlanmasının bir yöntemi olarak mı görüyorsunuz? Bunlar küratör ve galericilerin pazarlama oyunumu?

Bilmiyorum aslında kimin oyunu bu. Sanatçıyım sadece. Gördüğüm kadarıyla söylüyorum. Almanya ya da Finlandiya'ya Türkiye'den bir sanatçı davet edileceği zaman Kürt sanatçı daha ilginç bulunuyor yalnız, bunu biliyorum. Şimdi ben Ortadoğulu bir kadın sanatçı sıfatını kullanarak başörtüsüyle ilgili işler yapsam ya da bir Kürt sanatçı olarak kimlik sorunlarıyla uğraşşam... Oooo... Politik bir kimlik üzerinden gitmiş olurum çünkü. Amerika'da Kürtleri kayırma durumu var. Küratör ya da müze yöneticileri Türkiye'de Kürt sanatçı kimliğiyle öne çıkan ve o meseleyle alakalı iş yapanları daha çok tercih ediyor. Bilmiyorum. Ben küratör de, galerici de, Kürt sanatçı da değilim. Kimse de benimle iş yapmıyor, yani uğraşmıyor. Kimliğimi öne çıkaran çalışmalar yapmıyorum; benim işlerim daha az okunabilir o açıdan. Politik okuması olsa da daha sessiz. Gerçi o sesizlikte bile 'Acaba otoportresi mi, annesini mi çekmiş, kimdir bu sanatçı, Bahia'lı mı, ismi aslında Pinar mı?' gibi pek çok soru soruluyor.

Amerika'daki galeriniz sizi yönlendiriyor mu? Genç bir sanatçının politik tartışmalara kapı aralayacak işler yapmadan pazara dahil olması nasıl gerçekleşiyor?

Galerim beni yönlendirmiyor. Gerçi bana da genç sanatçı diyorlar. Bu 'genç sanatçı' lafı da aslında bir pazarlama tekniği. Orta yaşa gelince ne diyecekler, bilmiyorum. Galeri benim için ne anlatıyor onu da bilmiyorum ama işlerim alıcı buluyor.

Çarpıcı, etkileyici, huzursuz edici, irkiltici, tuhaf... Siz bir izleyici olsanız kendi işleriniz için hangi sıfatı kullanırsınız?

Ben 'çok güzel' sıfatını kullanırım. Siz bu resimlerle en fazla bir saat geçirebilirsiniz ama ben bu insanların önceki hallerini de biliyorum. Benim ilişkim daha farklı. Hepsini tek tek tanıyorum. Bir resim olarak baktığım zaman da farklı şeyler görüyorum. Nasıl desem insanın içine işleyen bir durum var onlarda bence. 'Meryem', 4 Mayıs'a kadar Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi'nde görülebilir.

* * *

'Bu kız kim, benden ne istiyor?'

Bahia'lı kadınlarla nasıl iletişime geçtiniz? Onlara bu iş için ne kadar ödediniz?

Parayla ilgili bir durum değil bu. 'Faniler' projesi için kişi başına 30 dolar ödenmişti. 'Meryem'de ise 30 lira. Yaklaşık 200 kişiyle görüştük. Hepsi 'A sen sanatçısın. Ne kadar hoş. Yardım edelim hemen' demedi tabii ki. Ama 'Bu kız kim, benden ne istiyor, ben bu işi anlamadım' tarzında bir yaklaşım da olmadı. Brezilya'da küçük köyler var. O köylere, evlere gittik tek tek. Anlattık projeyi.

Nasıl tepki verdiler?

'Allah Allah' diyorlardı önce; sonra da projenin anlamını, neden kendilerini seçtiğimi soruyorlardı. Kısıtlı imkânlı, fakir ve eğitimsiz kadınlar bunlar. Ama kendi kültürlerinde sanatla iç içeler. Sanatla iç içe derken bizim anladığımız sanatla değil. Hafta sonları galerileri gezmiyorlar. Ama o yokluğun içinde bir varlıkları var. Biz, kültür sadece birinci dünya ülkelerinde var sanıyoruz ya, öyle değil. Müzik çok önemli. Samba buradan çıkmış mesela. Kültürleri o kadar zengin ki, benimle kafadaş olup projeyi destekleyenler çoktu. İşin en ilginç ve zevkli tarafı da bu zaten. Dar kafalı değiller yani.

Jülide Karahan

05 Nisan 2008/Radikal Cumartesi

3 Nisan 2008 Perşembe

Ceylan kardeşlerden babalarına doğum günü hediyesi

Nuri Bilge ve Emine Ceylan kardeşlerin babalarını fotoğrafladıkları kareler, Milli Reasürans Sanat Galerisi'nde sergileniyor. Emine Ceylan, neden böyle bir sergi açtıklarını, "Birlikte olacağımız günlerin sayısının hızla azaldığını hissettiğimiz için." cümlesiyle anlatıyor.

Geçen yılki bir yazısında "Şimdi biz nasıl babalarız böyle?" diye hayıflanarak babaları şöyle anlatmıştı Ali Çolak: "Kapılardan sığmayan adamlardı. Dağ gibi gece ve gündüz, ayakta. Sanki bin yıldır yaşıyor, bin yıldır baba... Çok düşünür, az konuşur, belki hiç gülmezlerdi. Babalık böyle bir şeydi. Çalışırlardı bilinmez bir amaç için, ölesiye... Şikâyet, yazıklanma, yılgınlık olmazdı hallerinde..."

Kelimeler anlatacaksa eğer babalarımızı, bu paragrafın üzerine çıkamazlar kolay kolay. Sinema perdesiyse anlatım mekânı, Babam ve Oğlum'da "İnsan büyüdükçe hayalleri küçülür mü?" diye soran Deniz'in babasını hatırlamalı. Fotoğraf deyince de Ceylan kardeşlerin Milli Reasürans Sanat Galerisi'nde önceki gün açılan 'Babam İçin' sergisini anacağız bundan böyle. Tanıyoruz o babayı aslında. Zira, oğlunun filmlerinde 'Kasaba'ya gidip 'Mayıs Sıkıntısı'nı yaşayanların, üzerinden 'İklimler' geçen o dağ gibi adamı unutması 'Uzak' bir ihtimal. O incelikli filmlerin yönetmeni Nuri Bilge Ceylan ile ablası Emine Ceylan'ın çileden korkmayan babası o. Suskunluğuyla konuşan, yıllarını verdiği ağaçlığa devlet tarafından el konulmasını önlemek için mücadele eden adam, Mehmet Emin Ceylan.

Neden böyle bir sergi açtıklarını, "Ve de aylardan gene nisan. O tam 86 yaşında. Birlikte olacağımız günlerin sayısının hızla azaldığını hissettiğimiz için." cümlesiyle anlatıyor kızı Emine Ceylan. Mehmet Emin Ceylan, 1954'te Amerika'dan, hâlâ bir fotoğraf makinesi olmadığı için üzülerek yazdığı mektupta "Birçok kıymetli hatıralarım kaybolup gidiyor, ama ne yapayım, sıkıntılı günleri hatırlayıp resme para vermenin doğru olmayacağını düşünüyor ve müteselli oluyorum." diyor eşine. Bizim 'işte hayat bu' dediklerimizden çok uzakta yaşayan Ceylan'ın anılarında; elinde pembe bir kır çiçeği, elinde makas, elinde tırmık, elinde çapa... Oğluyla ilgili haberleri alt alta ve yan yana astığı sobalı odadaki divanda öğle ve ikindi uykularına yattığında nasıl da gururlu bir hali var! Artık içi rahat olmalı. Anıları kaybolup gitmiyor çünkü. Ceylan kardeşlerin sergisi 19 Nisan'a kadar Milli Reasürans Sanat Galerisi'nde görülebilir.

Deniz Ilgın

03 Nisan 2008/Zaman