21 Mayıs 2008 Çarşamba

Bilgisayar yardımıyla değil, el emeğiyle

Alman Pop Art’ının kurucularından Thomas Bayrle, Dirimart’taki ‘Duvar kâğıtları, otoyollar vs. üzerine bir enstalasyon’ sergisinde kimi kez politik, kimi kez de erotik eserlerle zamanın ruhunu yansıtıyor.

Leif Trenkler’den sonra Almanya’dan başka bir sanatçıyla daha tanıştırıyor bizi Dirimart. Ama bu defa Avrupa sanat tarihinde önemli yer edinmiş biri, Thomas Bayrle ile... ‘Duvar kağıtları, otoyollar vs. üzerine bir enstalasyon’ adlı sergi, sanatçının Türkiye’deki ilk sergisi olması sebebiyle de önemli.

1937 Berlin doğumlu Bayrle, Avrupa sanatının etkili isimlerinden. Frankfurt’taki Staedelschule’de 1976-2003 yılları arasında profesör olarak çalışan Bayrle, Alman Pop Art’ının kurucularından. 1960’lı yıllarda Alman çağdaş sanatının yörüngesini belirleyen gelişmelerden birinin Amerika’daki Pop Art akımına paralel ama ondan farklı yöntemlerle araştırmalara giren eğilimler olduğunu görüyoruz. II. Dünya Savaşı’nın ardından Almanya’nın silkelenip hızlı bir endüstrileşme yaşaması ve tüketim toplumu haline gelmesi hep o dönemde yaşanmış. Kısacası yeni bir sanatçı kuşağının gelmesi kaçınılmaz. Thomas Bayrle de 1960’lardan itibaren filizlenen bu yeni kuşağın temsilcilerinden.

Sanat yaşamının ilk dönemlerinde soyut sayılabilecek resimler yapan sanatçı, sonraları montaj-kolaj tekniğine dayalı araştırmalara girerek basit ve sıradan nesneleri tuvallerinde yüzlerce kez tekrarlamayı dener. Şimdi ‘ne var ki bunda, bilgisayarda bir çırpıda yapılır’ diyebileceğimiz çalışmaların 1960’lı yıllarda sıkı bir el emeği ve göz nuruyla yapıldığını hatırlamakta fayda var. Birey ve toplum arasındaki ilişkiyi hücre ile beden arasındaki ilişkiye benzeten sanatçının hammaddeleri arasında bireyin kitle toplumuyla, endüstriyel ürünün de seri üretimle olan ilişkisinin yanı sıra reklamcılık, biyoloji, şehircilik ve pornografi de bulunuyor.

Çeşitli tekniklerle yapılmış bilindik ve bilinmedik insanların portrelerinden oluşan Dirimart’taki sergide, sanatçının zamanın ruhuna gönderme yapmaktan geri kalmadığını da anlıyoruz. Kimi kez politik, kimi kez de erotik olan eserler; duvar kağıtlarından yağlıboyaya, serigrafi baskıdan karton denemelere kadar geniş bir yelpazede. Galerinin üç duvarını boydan boya kaplayan duvar kaplama çalışması, tüketim toplumundan kadın erkek ilişkisine çok katmanlı bir okuma içermesinin yanı sıra, hayli yüksek bir görsel tatmin de sunuyor.

Thomas Bayrle’nin sergisi 31 Mayıs’a kadar Dirimart’ta.

Jülide Karahan

21 Mayıs 2008/Radikal

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Devrim Erbil’in hizmetiçisiydi, baka baka ressam oldu

Gençliğinde bir seramik atölyesinde çalışmışlığı olsa da sanatla pek ilgisi yoktur Ümmü'nün. Ta ki çocuklar büyüdükten sonra eşine destek olmak amacıyla başladığı gündelikçilik, yolunu ünlü bir ressamla kesiştirene dek... Temizlik, yemek, ütü derken resim yapmaya başlayan Ümmü, geçtiğimiz günlerde ilk sergisini açtı.

Üç beş yıl önce biri ona resim yapacağını, hatta sergi açacağını söylese “Yapma Allah aşkına, ne haddime…” der, güler geçerdi. Ama tüm gülüp geçmeleri belleyen ve sonra bir bir başa getiren hayat, yine yaptı yapacağını. Yıllarca gündelikçi olarak çalışan Ümmü, ressam oldu. Bir de sergi açtı üstüne... ‘Bahar Sevinci’ isimli ilk sergisini Feneryolu BM Sanat Atölyesi’nde açan Ümmü’yü en çok yedi yıldır yanında çalıştığı ünlü ressam Devrim Erbil heveslendirmiş. “Meğer gizli gizli resim yaparmış. İçinde ne cevherler varmış da biz bilememişiz.” diyen Erbil, Ümmü’nün malzeme sponsorluğunu da üstlenince sergiye giden yolun önü açılmış.

1958 Mersin doğumlu Ümmü Gözolu, ailesiyle birlikte Kayışdağı’nda oturuyor. İlkokul mezunu Ümmü, 20 yıldır evli ve üç çocuk annesi. Çocukları büyüttükten sonra kamyon şoförü olan eşine destek olmak niyetiyle gündelikçi olarak çalışmaya başlamış. Yıllarca pek çok eve girip çıktıktan sonra, ressam Devrim Erbil’in yanına önceleri haftada üç gün gitmiş. Son üç yıldır ise tam zamanlı ve maaşlı olarak Erbil’in Suadiye’deki ev ve atölyesini çekip çeviriyor.

Haftanın altı günü sabahtan akşama dek temizlik, evi derleme toplama, gelen misafirlerle ilgilenme, evin ve atölyenin yemeklerini pişirme hep onun üzerinde. Bunca iş arasında Ümmü, çocukların resimleri nasıl yaptıklarını, desenleri nasıl çizdiklerini, boyaları nasıl karıştırdıklarını izlemiş hep. Ama asıl üst kattaki dairede çalışan Devrim Erbil etkilemiş onu. “Hocayı hep izlerdim. Fırçayı tutuşunu, boyaları karışını, tuvale tane tane sürüşünü. En önemlisi heyecanını. Dünyayı unuturdu resmin başında. Oturdu mu kalkmaz. Çayı soğur, içmez. Yemek yemesi lazımdır, bırakıp yemez. Konuşurken resimden gözünü ayırıp da insanın yüzüne bakmaz.” diyen Ümmü, resme başlayınca hak vermiş ona. Gönlüne düşen resim sevdasını “Öyleymiş gerçekten de. Kalkılmıyor başından. Gece bir bakıyorum saat iki olmuş. Zaman nasıl geçiyor hiç anlamıyorum. Sabah erken kalkıp işe gitmem lazım diye bırakıyor, yatıyorum. Ama zorla.” cümleleriyle anlatıyor şimdi.

Yıllar sonra içindeki cevheri hem kendi, hem de çevresi tarafından fark edilen Ümmü, yaptıklarına inanamamış ilk başta. “Fırça insanı bir yerlere götürüyor. Bakmadan, etmeden, öyle içimden gelerek yapıyorum. Sürekli yapmak istiyorum. İlla yapacağım yani. İmkânsız, duramıyorum. Yemek yemeyince acıkmak gibi. Aç kalamazsın ya, öyle işte, duramıyorum resim yapmadan.” diyen Ümmü, fırçayı eline ilk nasıl aldığını ise şöyle anlatıyor: “Bir gün oğlum eski boyalarını bulmuş çıkarmış bir yerlerden. Çocukluk boyaları yani, okuldan kalanlar. ‘Anne bunları birilerine verelim.’ dedi. Baktım, ben bunlarla resim yapabilirim herhalde diye düşünüp bir tomar A4 kâğıdı aldım ve başladım yapmaya.”

Sonra o resimlerden 5-6 tanesini cesaretini toplayıp Devrim Erbil’e göstermiş Ümmü. İyi ki de diyor ve ekliyor şimdi: “Hoca şaşırdı. İnanamadı yaptıklarıma. Hatta ‘Sende ışık var Ümmü. Devam et, yağlıboyaya geç.’ dedi.” Erbil’in boya, tuval ve fırça gibi malzemelerin sponsorluğunu üstlenmesinden sonra resme dört elle sarılan Ümmü, eşinden de çok destek görmüş bu dönemde. Eşi, bir kere bile ‘Hanım sen ne yapıyorsun öyle Allah aşkına?’ dememiş. Hep desteklemiş, hatta çayını tazelemiş geceleri. “Resim yapsın yapmasın fark etmez. Mutlu olsun yeter ki.” diyen eşi Mustafa Gözolu, ‘Ümmü’nün en çok hangi resmini seviyorsunuz?’ dediğimizde “Ben onun kendisini seviyorum en çok.” cevabını veriyor.

Ümmü’nün galericisi Merih Akçam ise resimleri epey beğeniyor. Zaten beğenmemiş olsa, sergiye önayak olmazmış. Devrim Erbil’i ziyareti sırasında resim yaptığını duyan Akçam, Ümmü’nün ‘Bir gün acaba sergi de açar mıyım?’ serzenişi karşısında onu cesaretlendirmiş. “Dışarıdan bir artı bilgi ve eğitim olmaksızın kendi göz eğitimi, isteği, enerjisi ve heyecanıyla yapmış bu resimleri. Tamamen iç dünyasından beslenmiş. Umarım devam eder.” diyen Akçam’a cevabı gecikmiyor Ümmü’nün: “Eylül ayı için kimseye söz vermeyin. Yeni eserlerim gelecek.”

Buraya kadar her şey güllük gülistanlık. “Peki ya satış?” dediğimizde, Akçam, “İlk kişisel sergisini açan birinin resimlerini satması çok zor. Şans tabii. Çevreyle olacak bir şey. Ama epey iyi resim var sergide.” Gerçi satılsa da satılmasa da resim yapmaya devam edecek Ümmü. Epey kararlı. Hatta eserleri arabaya yüklerken yaşanan bir anekdotu bile anlattı: “Cipli bir kadın geçiyordu yoldan. Resimleri gördü. Durdurdu arabayı. ‘Bu resimler kimin?’ diye sordu. Benim deyip davetiye verdim, belki o da gelir sergiye.”

Çoğu soyut 29 tuvalden oluşan sergi, mayıs sonuna kadar Feneryolu’ndaki BM Sanat Atölyesi’nde açık olacak.

Deniz Ilgın

12 Mayıs 2008/Zaman Cumaertesi

5 Mayıs 2008 Pazartesi

'Dışarıdaki hayat heves kırmaya çok meraklı'

'Karşı Yaka'nın düzenini içine sindirmiş bir büro. Hukuk kitapları ve müvekkil dosyaları arasında üç beş öykü dergisi ile beş on edebiyat kitabı zor seçiliyor. Alt raflardalar; kendilerini hiç göstermiyorlar.

Çoğu müvekkilin, Behçet Çelik'in edebiyatla hemdemliğinden haberi yok muhtemelen. Artık olacak. Zira bu yılki Sait Faik Hikâye Armağanı, 'Gün Ortasında Arzu' (Kanat Yayınları) isimli kitabıyla onun oldu. Darüşşafaka Cemiyeti ile Yapı Kredi Yayınları'nın bu yıl 44.'sünü düzenlediği ödül töreni, 9 Mayıs Cuma günü saat 19.00'da Rahmi Koç Müzesi'nde yapılacak. Müvekkilleri haberi gazete ve televizyonlarda görecek. Gündemi takip etmeyenler, eğer koyarsa, bürosundaki küçük plaketten anlayacak durumu ve tebrik edecekler onu. Çelik'in kapısını biraz erken çaldık biz. Müvekkil değil, muhabir olarak.

Behçet Çelik, işleri yoluna koymuş 1968 Adana doğumlu bir avukat. Duruşmalar ve adliyeler arası koşuşturmalardan gayrı yazıyor. Eskiden beri. Epey hem de. Beş öykü ve iki derleme yayınlayacak kadar ciddi ciddi. İlk defa bir öyküsünü bir dergiye gönderdiğinde lise son sınıftaymış. Kendi kendine yazdığı öykülerden birini Varlık dergisine yollamış. Dergiden 'Tek öykü değerlendiremeyiz, beş tane göndermelisiniz.' diye cevap gelince beşe tamamlayıp bir daha yollamış. O arada üniversiteli olmuş ve öykülerinden birini, 'Sokak 245'i dergide görüvermiş.

"Yayınlanması tabii ki, ama daha önemlisi dergiden cevap gelmesiydi. Teşvik etti beni. Cevapsız kalsam kırılıp çok farklı sokaklara girebilirdim." diyen Çelik, gençlerin yazma ve yayınlatma telaşını çok önemsiyor ve ekliyor: "Dışarıdaki hayat heves kırmaya çok meraklı. Yazma heveslisi gençlerin heyecanlarını kırmadan onları teşvik etmek edebiyat dergilerinin en büyük sorumluluğu." Dergileri edebiyatın can damarı olarak niteleyen Çelik, Virgül dergisinin editörlüğünü de yapıyor.

Çoğu hafta sonu edebiyata parselli yazarın, arkadaş sitemli bir sosyal hayatı var. Öykülerinin dostluk ve arkadaşlık üzerine kurulması biraz da gönül alma telaşından... Bu telaş bir kahramanına "Kitapları, kasetleri paylaşırız da arkadaşlar kimde kalacak?" diye sorduracak kadar büyük. Bir şeyi anlatırken başka bir şeyi de açık eden öykülerinde günlük parıltıların peşi sıra giderken illa bir dost dikiliyor okurun karşısına. "İlk gençliğinde ya yazıya, ya da yakın birkaç arkadaşa anlatır insan kendini. Kendini var ederken arkadaşlarıyla var eder yani." diyen Çelik, gevezelik eden öykü kahramanlarına illa hatırlatıyor o eski güzel günleri.

Ödüllü kitap Gün Ortasında Arzu, üç şairle üçe bölünmüş. Birinci bölümün başında Oktay Rifat'tan "Gün batmasa her kente dönebilir" dizesi var. Anlatılan, bir zamanlar okumuş yazmış ve 40'larına varmış kahramanın memleketine dönüşü. 'Adana'ya Kar Yağmış' isimli derleme kitabını hazırlarken ortaya çıkan öyküleri, Edip Cansever'in "Benim sözlerim eksildi/ Onunkisi de eksildi/ Zaten kelimeler sonludur" dizeleri ile ikinci bölüm izliyor. Burada zamanla eskiyip yıpranan dostluklara şahit oluyoruz. Turgut Uyar'dan "yarın pazar/ yarınki pazarların sessizliği" dizeleriyle başlayan üçüncü bölümde, cumartesi ruh halleriyle yazmayı bırakmış, edebiyattan vazgeçmiş kahramanları dinliyoruz.

"Edebiyat çok vazgeçilmez değil. Gençliğinde pek çok kimse edebiyatla ilgilenir ama sonra hayatından çıkarır." diyen Çelik, "Siz nasıl sağlamca tutundunuz?" sorumuza "Çok da sağlam değildi aslında..." diye başlıyor: "Üniversiteden sonra 4-5 sene kadar çokça yazıp çizmedim ben de. Hayat kurma çabası, işlerin oturması kaygısı... Mesleğe atıldım, askere gittim. Geri çekildi edebiyat. Gündelik hayata kaptırınca öyle gidiyor. Sonradan toparladım. Virgül'le ilişkilerim ilerleyince daha bir sarıldım, heveslendim."

'Öykülerimle birlikte büyüdüm'

Bunca yıllık gelgitli edebiyat yaşamı için "Yanlışlar da yaptım, kötü şeyler de yazdım. Ama iyice yetkinleşeyim diye beklemedim. Yayınlanmış kötü öykülerim de var. Onlarla beraber büyüdüm. Şimdi ilk kitabım yayınlanacak olsa içinden bazı öyküleri çıkarırım. Çok acemiler. Hikâyeye dönüşememiş, kalın çizgili, başka yazarlara özentili, süslüler..."

İlk öykülerden bu yana kendince epey ilerleme kaydetmiş yazar. Biri ilk kitabını okusa bugün, "Bu çocuğun bugünlere geleceği belliymiş" der herhalde diye düşünüyor yine de. "O çocuk bugünlere geldi mi?" deyince, "Eee Sait Faik ödülünü aldığına göre..." diyor. Birileri onun için "Türk hikâyeciliğinin klasik çizgisinin peşinden gidiyor. Daha çok da Sait Faik'in..." diye cümleler kurduğunda pek gururlanır, ödül ihtimalini düşününce kendi deyişiyle 'güneş vururmuş koluna'. Şimdi yüzünü güneşe dönmüş, gözlerini de kapamış olmalı.

Deniz Ilgın

05 Mayıs 2008/Zaman