20 Şubat 2009 Cuma

O, artık, modern bir İslam kadını

Ferhat Özgür’ün Yapı Kredi Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’ndeki ‘Şehir Defteri’ sergisi; 1990’lar boyunca el altından, 2000’den itibaren de alenen tutulan bir şehir güncesi gibi. Fotoğraf ve video yardımıyla tutulan bu günce; sanatçının doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı ve çalıştığı yer olan Ankara’nın değişim, dönüşüm ve yıkımlarını sosyal yansımalarıyla birlikte sunuyor izleyiciye. Özgür’ün 10 yıllık bir zaman diliminde dağınık dağınık ürettiklerinin toplamı olan sergi; sanatçının zihnini meşgul eden meselelerin şehir ve birey ilişkisi olduğunu farkedip ‘Evet budur’ demesiyle temellenmiş. İzleyiciden beklenen, sanatçının nelerle uğraştığını anlaması ve sergiden bir imgeyle ayrılması... O imge de... Bizzat şehir.

Dönüşen ve değişen şehirle, dönüşen ve değişen bireyin ilişkisini sorguluyor sergi. Güçlü biçimde hissediliyor bu ve aslında oldukça seküler bir mesele. Peki dini motifler neden bu kadar öne çıkıyor?

Sergi, sosyolojik bir yaklaşımla Ankara’nın 1990, ağırlıklı olarak 2000 sonrası portresini çiziyor. Ama aslında Ankara bir sembol. Fotoğrafların arkalarında öyküler ve sosyolojik söylemler var. Üçüncü Dünya ve Orta Doğu coğrafyasında din/inanç olgusu devreye girmeden hiçbir şeyden söz edemeyiz.

Bir dakika... 2008’de ürettiğiniz ‘Şarkı Söyleyebilirim’ ve ‘Şimdi Dans Zamanı’ isimli iki videonun dikkat çekeceğinin farkındasınız değil mi?

Evet, o iki iş dikkat çekiyor. Şarkı söyleyen ve dans eden kadınlar. Birinde türbanlı bir kadın ‘Şükürler Olsun’ şarkısına playback yapıyor. Diğerinde ise kara çarşaflı bir genç kız tekno müzik eşliğinde dans ediyor. Değişen ve dönüşen şehir manzarasına karşı kendi varlıklarını korumaya çalışıyorlar. Kadın dans ediyor, kendini kaybediyor, şehrin farklı yerlerinde, herkesin görebildiği noktalarda, bireyselliğini tüm gücüyle dışa vuruyor ama inançlarını da koruyor. Benim vermek istediğim biraz da İslamın modernleşen, değişen yüzü. Kendini kapatan kadın, bir yandan da her şeye rağmen modernizmi yaşamaya çalışıyor. Kendini kapatıyor olması, kendini 500 yıl öncesine kapattığı anlamına gelmiyor. Bugünü görüyor...

Bu iki iş, serginin ana imgesinden uzaklaştırmıyor mu bizi? Şehir ve birey odağından... Değişen bir şehir ve değişen bir birey; tamam ama neden bu değişimi özellikle türbanlı kadınlar üzerinden göstermeye çalıştınız? Aynı etkiyi herhangi bir teyzemiz, herhangi bir amcamız veremez miydi?

Serginin temasını düşününce alakasız mı geliyor? Kadının o atmosferde dans etmesi önemli. 90 sonrası değişimin yüzü bu. Ne dendi adına? İslamın ılımlaşması. Eğer başı açık bir kadını dans ettirseydim anlam değişirdi. Serginin genelinde zaten amcalar, teyzeler var. Onların içinde türbanlı bireyler de var. O bireyleri böyle bir videoda gösteriyorum çünkü; din, göç, modernleşme, kentsel dönüşüm ve bireyin bu dönüşüm içindeki konumu... Yelpaze geniş. Türkiye’ye özgü bir gerçeklik bu. Açık figürler kullansaydım aynı etkiyi veremezdim.

Rencide edebileceğini düşündünüz mü? Biraz erotik bir tavır da var çünkü kadınların hallerinde. Olmayabilir de...

O konuları çok düşündüm. Ama endişeli değilim. Hiçbir işimde rencide etme ve aşağılama yok. Öyle bir sanat dili bana yakın değil. Ama şimdi ben sorayım; dans etmek kötü bir şey mi, eğlenmek? Orada kadının kendi kimliğini göstermek ve yaşamak istemesi var. Nasıl diyeyim? O, artık, modern bir İslam kadını. İnanan, inançlarından taviz vermeyen ama dans eden... Hayata bakıyor, olan bitenin farkında. Şehir değişiyor, modernleşiyor, o da modernleşmek istiyor ama bir taraftan da muhafazakar yapısını koruyor. Modernleşen İslam kadınına duyduğum saygıdan yaptım bu işi ben. Zaten annem 5 vakit namaz kılan bir kadın. İşlerimi önce ona gösteririm. O onay verirse sorun yoktur.

Yine 2008 tarihli “Kırda Öğle Yemeği” isimli fotoğrafta küçük kız parmağıyla camiyi işaret ediyor. Bu tam olarak ne? Evrensel bir resmi Orta Doğulaştırmak mı, yoksa daha fesat bir yaklaşımla dini inançları bir tehdit unsuru olarak görmek mi?

İş üretildiği coğrafyanın tozunu, dumanını taşısın istiyorum, bu doğru. O fotoğrafta sefalet, şiddet, güvensizlik, tehdit, kuşku... Hepsi birarada. Dini tehdit olarak kullananlara bir eleştiri gibi okunabilir tabii. Ama işaret edilen gökyüzü, boşluk ya da cami olabilir. Net değil. Fotoğrafta birtakım sosyolojik gerçeklerin işareti olarak trajik bir peyzajın ağırlığı söz konusu. Ne oluyor, ne bitiyor, şiddet mi geliyor, bireyler arası ilişkiler mi dengesizleşiyor? Kentleşme, modernleşme bir kurtuluş mu?

Cevap?

Tabii ki aramamak lazım. Çünkü sanat yapıtından bir çözüm beklenemez. Bu bir rapor değil, bir tez değil, sadece bir kurgu. Bir yerde anlam kapalı kalmalı. Yoksa karikatürize edersiniz. Şu şuna işaret ediyor, bu bunu anlatıyor derseniz olmaz. Dayanılan sosyal gerçeklikler mutlaka var ama her bir figürün bizzat işaret ettiği bir mesaj da aranmamalı.

Sergide kişisel tarihinize yönelik otobiyografik okumalar yapabilir miyiz? Şükriye Mahallesi Yan Sokak sakinlerinden hareketle...

Kesinlikle. Ama o mahalle; eski adı Şükriye Mahallesi, şimdiki adı Şehit Hakan Çalışkan Sokak; aslında bir tür sembol. Orada olup bitenler Türkiye’de olup bitiyor. Ankara’nın, dolayısıyla Türkiye’nin bir yüzü. Doğup büyüdüğüm yer. Biz orada, Ankara Hastanesi’nin bahçesinde basketbol oynardık. O saha yokken, bahçeydi orası. Kuş üzümleri vardı içinde. Parmaklıklardan atlar, onları toplardık. Bekçiler bizi kovalardı. Biraz ileride Ankara Hapishanesi’nden kaçan mahkumları görürdük. Bir mahkum firar eder, özgürlüğe giderdi. Aynı anda hastanenin acil servisine kan revan içinde bir hasta gelirdi. Derken sahanın altına mescid kuruldu, basketbol oynanamaz oldu. O sokağın acılı bir geçmişi var. Mahkum olanlar, kendini asanlar... Metaforik olarak çıkışı zor bir sokak o. Fiziki olarak da çıkışı zor zaten. Sokağın sakinlerini ard arda dizip fotoğrafladığım iş, bir nevi otoportresi oranın. Hepsi aynı anda, aynı saatte güneşli bir Pazar günü o anı paylaşmak üzere dışarı çıktılar. İlk ve son defa.

Anneniz başrol oyuncusu...

Evet annem, sonra akrabalar... Her seferinde ‘ne bu şimdi’ diyorlar ama ben onlara işin amacını anlatıyorum, kabul ediyorlar. Kolay olmuyor tabii. Tuhaf geliyor. Bazen “Sen şimdi ressamsın, yap resmini, bırak Allah aşkına, ne uğraşıyorsun bunlarla” diyorlar. Resimde istediğiniz figürü istediğiniz yere yerleştirir, istediğiniz kurguyu yaparsınız. Burada öyle değil. Resmi hayatın içinde yapmak daha zahmetli. Bu anlamda kamusal sanat yapyorum. İşin üretim süreci kamusal alanda çünkü. En son 7 saat süren bir çekim yaptık mesela. Yeni bir iş için. İsmi Vasiyet/10 Emir. Vasiyetimi bırakıyorum. Ben ölüm döşeğindeyim, onlar çevremde. Çeşitli dönemlerde ürettiğim işlerin girmesi gereken koleksiyonları anlatıyorum. Mesela madde 1. Tate Modern’de retrospektifim yapılsın.

Sanatçının meşruiyet kaygısı mı? İçselleştirilmiş bir refleks mi bu?

Evet, benim kuşağımın kaygıları. Hem sistemi eleştiriyorum, hem de o sistem tarafından görmezden gelinmeye isyan ediyorum. Bunu söylemekten de gocunmuyorum. Ben kendimi o noktalarda görmek isterim, bunu hakettiğime inanıyorum. Onlar da bunu görsün gibi bir snobizm de var tabii.

Siz görünen bir sanatçısınız aslında...

Ama yeterli değil demek ki. O bahsettiğim yerlerde yokum. Sanatçılar biraz böyledir, önlerinde kocaman bir boşluk ve ulaşılmak istenen bir nokta vardır. O noktadan sonra başka bir noktaya göz dikerler ve kendilerini sonsuz kere var etmek isterler.

Batı olmadan meşru olunmuyor değil mi? Ülke içinde bile İstanbul’a gelinmeden olunmuyor...

Hem olunuyor, hem olunmuyor. Batı’nın onayını almak her zaman önemli bir ölçüt. Bir de Ankaralı, İzmirli vs. sanatçı; kıyıda kalmış gibi algılanıyor. Oradaki terkedilmiş coğrafyanın zavallı ve kimsesiz direnişçileri gibi; vah, vah, vah... Aslında öyle değil. Ankaralı bir sanatçı olarak kendi şehrimde güncel sanat adına bir mücadele veriyor, bir sonraki kuşağa bu virüsü bulaştırmaya çalışıyorum.

Mücadeleniz işe yarıyor olmalı ki Ankara’dan güzel haberler geliyor buraya. ‘Söz Masal, Karmaşık Anlatılar” ve ‘Documenta 12 Arşiv Sergisi’ gibi...

Umarım devamı gelir. Ankara’nın sorunu, güncel sanatı destekleyecek ve anlayacak kurumların olmaması. Anlatamıyorsunuz. Mekân yok. Bir daireyi bir aylığına kiralayıp orada sergi açmayı filan planlıyor gençler. Düşünün, Ankara’nın bunca zengini ne yapar? Şehir bu kadar jip ve alışveriş merkeziyle doluyken neden çağdaş sanatı destekleyen birileri çıkmaz?

Modern Sanatlar Müzesi ne oldu?

Geçenlerde Kültür Bakanı orası için “Ankara çok yakında 10 bin metrekarelik bir şeye, mekâna, sergi salonuna kavuşacak.” dedi. Yatırım yaptığı yerin adını bile bilmiyor daha. Açılsa ne olacak ki... Profesyonel bir yönetim, küratör kadrosu olacak mı? Bırakın onu, bir küratör atamayı düşünebilirler mi, hiç sanmıyorum. Orası da Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi gibi bir iki yıl içinde amatörleşir. Şehirleşme bağlamında da Ankara’dan ümitli değilim aslında. Şimdi birbirine yakın, tek tip bloklar inşa ediliyor şehre. Ortak alışkanlıklar türesin ve iktidarın denetim mekanizması kolaylaşsın diye. Sıkıştırılmış bloklar, yanında bir cami. Komşun namaza gidiyor, sen de gidiyorsun. Gitmeyene kötü gözle bakılıyor. İktidar söylemini bu sıkıştırılmış bloklar aracılığıyla yayıyor.

İktidar bu kadar bilinçli mi? Yoksa bu sadece basit bir rant meselesi mi?

Her ikisi de galiba. Bu iktidar o kadar bilinçli demek istemiyorum ama her bölge bu şekilde inşaa ediliyor. Oralar iktidarın bir sonraki seçimi için kurtarılmış bölge oluyor sonra. Sadece rantla açıklayamayız. Ortak alışkanlıklar ortak ideolojiyi oluşturuyor. Ya kandırılmış masumiyetler, ya çaresizlikten verilen oylar... Ankaralı Melih Gökçek’e üç seçimdir oy veriyor, düşünün. Bir daha gelirse, artık bu şehir için çırpınıp durmayacağım.


Jülide Karahan, yayınlanmamış röportaj

..............