28 Ağustos 2009 Cuma

Tedirginlikten dağ çileği ferahlığına

Yola edebiyatçı olmak için çıkan bir gazetecinin, Ekrem Dumanlı'nın ilk öykü kitabı çıktı. Dumanlı, 'Anlık Hikâyeler' başlığı altında okuyucuyu tedirgin anların muammalı gerginliğine çağırıyor.

Kilitli kapılardan aşağıya doğru inmeye başladığında pek fark edilmezdi geldiği. Ama kartlı kapıdan yazı işleri katına geçip, gazetenin (Zaman) bembeyazlığında koyu renk takım elbisesi ve cüssesiyle belirdiğinde; her defasında bir telaş, bir el ayak karışması, bir tedirginlik, bir korku sarardı çalışanları. “Ekrem Bey geliyor” fısıltıları ve kaş göz işaretlerini, bilgisayar ekranına iyice gömülen gözler izlerdi. Hele masalar arasında dolaşmaya başladığında ve kimi masalara yaklaşıp “Nasıl gidiyor?” diye sorduğunda... İnsan kendini, biraz evvel büyük büyük nineden kalma çok değerli bir vazoyu kırmış gibi hissederdi. Ekrem Dumanlı’yla gazetede karşılaşmanın ‘Anlık Hikâyesi’ işte böyleydi.

Meğer gazetede telaş, korku ve tedirginlik yayarak dolaştığı bütün o günlerde, kendi içinde, tam da o duyguları yaşayan kahramanlar büyütürmüş Dumanlı. Sonra da onlara gece karanlığından dağ çileği kırmızısına, huzurlu ölüm mavisinden beklenen penaltının capcanlı yeşiline hikâyeler giydirirmiş.

Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın epeydir ‘kapının arkasında’ sakladığı ‘Anlık Hikâyeler’i Everest Yayınları’ndan çıktı. Açık arayanların sıraya girdiği ve hatta ‘militan parkalı adamların kapı eşiğini tuttuğu’ şu günlerde üstelik. Yöneticilik ve gazetecilik sorumluluğu altında her gün ‘yeni, farklı ve önemli’nin peşinde koşarken bir yandan da edebiyat ve sanattan kopmamak için çırpınıp duran kocaman bir adamın öyküleri bunlar. Endişe, iç hesaplaşma, kaygı, korku ve çıkış arzusuyla örülmüşler; evet, ama ilmek kaçar kaçmaz da aşka sığınmasını çok iyi biliyorlar.

Okurun mekân yolculuğu

Altı farklı zaman ve mekânda üç aşağı beş yukarı benzer tedirgin an’ları bulup fotoğraflayan Dumanlı’nın hikâyeleri, sayfalar ilerledikçe mutlu sona daha bir yaklaşıyor. Takip edilme, yakalanma ve hatta öldürülme tedirginliğiyle ‘Kapının Arkasında’ başlayan seyirde, ilkin 12 Eylül öncesine gidiyor okuyucu. Olan bitenin, oturduğu daireyi şaşıran sarhoş komşunun kapıları karıştırmasından ibaret olduğunu kahramanla birlikte anladığında; ufak bir gülümsemeyle ancak çıkabiliyor korkunun koynundan. Ama 96 sayfalık kitabın içinden hemen öyle çıkıp gitmesi mümkün değil artık.

Kendini, beklenen penaltıyı sonunda ve iyi ki atabilen bir futbolcunun sağ omzu üzerinde bulduğunda ‘ya gol olmazsa’ heyecanını iyice bir hissediyor içinde. Bu arada ‘yürümeyi ve koşmayı herkesin bildiğini; asıl önemlisinin düşmeyi bilmek olduğunu’ da kahramanla birlikte sindiriyor elbette. Üçüncü hikâyeyle, henüz rahat bir nefes bile alamadan; lüks bir tripleksin iki katı arasına sıkışmış kapkaranlık bir asansörde buluyor kendini sonra. Eski bakan, yeni işadamı kahramanla birlikte kıpkısa ama upuzun bir bekleyişe geçtiğinde ölümün sesini de duyuyor içinde. Kahramanın düşüncesinde fotoğrafçı değil, foto muhabirlerle birlikte basın toplantılarında ve uçak yolculuklarında gezinmesinin hemen ardından ‘kaçınılmaz son’la kaçınılmaz olarak karşılaşıyor. Ve bir sürü sorunun yanı sıra ‘o kadar güvenliğin içinde ölümün insanı nasıl da kolay yakaladığı’ muammasıyla ortada kalakalıyor.

Tüm bu iç sıkıntı ve umutsuzluklar; saat başını bekleyen ‘İntihar’da hayatın anlamını sorguladıkça ölümün gerçekliğiyle yüzleşen bir kadın yazarın kelimelerinde tırmanarak sürüyor. Medyanın dümen suyundan nasiplenmiş ünlü yazar, ölümün kıyısında oturmuş kendi aksine bakarken bile düşünmeden edemiyor: “Olay duyulur duyulmaz gazetecilerin koşuşup geleceğini hayal ediyor. İnternet sitelerinden Flaş!, Flaş!, Flaş! diye yapılan anonsların ardından kameraların önce apartmanı, sonra sokağı esir alması ve ertesi gün gazetelerin birinci sayfaları. Mendeburlar, sanki kitaplarından tek bir satır okudular.”

Bu kadar gerilip tedirgin olduktan sonra ‘Ayrılık’ başlığı haklı olarak irkiltiyor okuru. Sanki sigara ve kahveyi kahramanla birlikte o da içiyor ardı ardına. Ama sonunda ‘Buligum’un yaptığı o içten ve beklenmedik hamle, tam olarak sayfa 83 itibariyle okuru öyle bir mutlandırıyor ki; yavuklusunu arayıp ‘Düğünü ne zaman yapıyoruz uşağum!’ diyesi geliyor. Hatta belki arayıp diyor da; zira hikâyenin öyle içinde... Bunca endişe, korku, heyecan ve helecanın ardından, adından da belli olduğu üzere ‘Dağ Çileği’ renkli bir son hikâye bekliyor okuru. Türlü çeşit girizgâh arayışı ve endişe depolayışını izleyen ‘Ne zaman?’ sorusu bu beklentiyi fazla fazla karşılıyor. Ve kitabın arka kapağı huzurlu bir gülümseyişle kapanıyor.

‘Anlık Hikâyeler’in yazarı Ekrem Dumanlı da böylesi bir huzur içinde olmalı. Çünkü yazar olma isteğiyle dönemin efsanesi İstanbul Edebiyat Fakültesi’ne kaydolan ama aradığını fiil çatılarını anlatarak bulamayarak gazeteciliğe yönelen Dumanlı’nın ilk edebi denemesi bu. Gücü elinde tutanlarla o güce itaat etmek zorunda kalanlara yer değiştirttiği ‘Son Duruşma’ isimli tiyatro oyununu saymazsak tabii...

Sonunda istediği anlamda bir yazar Dumanlı. Yazacağı yeni hikâye ve romanlarla önünde ‘Anlık Hikâyeler’in sonuncusu ‘Dağ Çileği’ndeki gibi yeni bir kapı açılıyor; fark ediliyor bu. Kimse değilse de dikkatli okur “İşte benim dağ çileğim” mırıltısını duyabiliyor üstelik. Ayrıca edebiyatın sığınağında bir gazeteciden siyasetin cerbezeli gündemi yerine gerçekten ‘yeni, farklı ve kişiye göre değişse de önemli’ hikâyeler dinlemekten de gayet memnun.

KİTAPTAN

Asansör
...

Gürültülü ve ürpertici bir yığılma sesi. Ani bir sarsılış. Zifiri bir karanlık.
Az önceki ışık huzmeleri zihnini kamaştırıyor. Daracık asansörün dipsiz bir derinliğe doğru yuvarlandığını düşünüyor ve ani bir refleksle tutunacak bir cisim arıyor. Bir pençeye dönüşen elleriyle herhangi bir şeyi yakalamak, ona sımsıkı sarılmak istiyor. Alarm düğmesine basıyor panikle. Alarm zili çalışmıyor. Bir daha basıyor düğmeye, bir daha, bir daha.

“Allah kahretsin! Kırk yılda bir lazım olur; o zaman da çalışmaz!”

Pişmanlık kaplıyor içini. Karısının tripleks deyip tutturmasına, zorla taşınmalarına içerliyor. “İlle de bahçeli bir ev olsun,” deyişi geliyor aklına. Güvenlik kulübesindeki görevlilere seslenmek istiyor.

“Çok uzak! Duymazlar sesimi.”

Ne yapsa boşuna!

Dağ Çileği
...

“Ne zaman?”

Şaşırıp kalıyor. Dağ Çileği tebessümle bir kez daha konuşuyor:
“Ne zaman evlenme teklifi yapacaksın bana?”

Her şey bir anda tuzla buz oluyor. Bütün evren adeta yeniden inşa oluyor. İlk şaşkınlığı üzerinden atar atmaz gözlerine bakıyor. Işıl ışıl gözleri. Sanki ay bir yandan Boğaz’da yakamozlar çiziyor; bir yandan da onun gözlerinde parlıyor. Takılıp kalıyor o parıltıya. Sonra hemen toparlanıyor ve kısık bir sesle sevgiliden medet umuyor. Sesinin tam duyulmadığını fark ederek yine bir pot kırdığını düşünüyor ve aceleyle aynı cümleyi; bu sefer daha bir gür sesle tekrar ediyor:

“Benimle evlenir misin?”

Derin bir sessizlik ikisini de çepeçevre kuşatıyor. Her şey biraz sonra söylenecek kısa bir cümleye kilitleniyor. Saniyeler uzun bir zaman dilimine demir atmış adeta. Ay biraz daha parlıyor kızın yüzünde. Martılar daha bir sevgiyle kanat çırpıyor üzerlerinde. Ve incecik dudaklardan hafif bir mırıltı süzülüyor:

“Evet.”
...

Her şey bir anda ve çok büyük bir hızla gözünün önünden geçiveriyor. Çocukluk, lise yılları, İstanbul, iş hayatı... Ve yeni bir kapı açılıyor önünde. Sadece kendinin duyabileceği kadar kısık bir mırıltı dökülüyor dudaklarından:

“İşte benim dağ çileğim.”

ANLIK HIKÂYELER

Ekrem Dumanlı
Everest Yayınları
96 sayfa
7.5 TL.


JÜLİDE KARAHAN
RADİKAL KİTAP /21 AĞUSTOS 2009

.......

27 Ağustos 2009 Perşembe

Konserler sponsorun cebinde

Geçtiğimiz günlerde internet sitelerinde ve gazetelerde merakla ve biraz da kuşkuyla okuduğumuz bir haber vardı: "Pop müziğin kraliçesi Madonna 5 Eylül'de İstanbul'da." Madonna 1993'te Türkiye'ye gelmiş ve İnönü Stadı'nda konser vermişti. Bir kez daha gelir miydi? Sonucu ilerleyen günlerde hep birlikte göreceğiz.

Madonna'nın ve onun gibi pek çok dünyaca ünlü ismin gelip gelmemesi, bütünüyle sponsor bulunmasına bağlı sonuçta. Bulunursa gelecek; bulunmazsa gelmeyecekler... Türkiye'deki hayranları, sponsor bulunamadığı için hâlâ/henüz U2, Red Hot Chili Peppers, Coldplay, Britney Spears, Celine Dion ve Michael Buble gibi isimleri beklemeye devam ediyor ve daha da bekleyecek gibi.

Listenin üst sıralarındaki bir isim, Leonard Cohen ise geçtiğimiz hafta aradaki farkı kapatarak İstanbul'a geldi. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) elini taşın altına koydu ve maliyeti 1,5 milyon TL'nin üzerinde olan Cohen konserini sponsorsuz gerçekleştirdi. Peki, sponsor olmadan, sadece bilet gelirleri masrafları karşılayabilir mi? Ucu ucuna...

Uluslararası İstanbul Caz Festivali Direktörü Pelin Opçin Çorumluoğlu'nun deyişiyle "Davetiye uygulamasının tamamıyla kalktığı ve fiyatların optimum düzeyde tutulduğu konserde gelir-gider dengesi başa baş." Cohen'in 5-6 Ağustos günlerinde Harbiye Açıkhava'da verdiği konserin en ucuz ve en pahalı biletleri 102 ile 275 TL idi. Opçin'in verdiği bilgiye göre biletler, yüzde 80-90 oranında satıldı. Cohen'i iki günde yaklaşık 10 bin kişi dinledi. Opçin'e göre sponsorsuz konserin iki sebebi var. Bir: Bu düzeydeki sanatçıların sponsorlarla yan yana dururken tüm kontrolün kendilerinde olmasını istemeleri ve alışılagelenin aksine pazarlamaya yönelik bir yol izlenememesi. İki: ekonomik kriz.

GNL Entertainment kurucu başkanı ve Türkiye Eğlence Sektörü Derneği (TESDER) Başkan Yardımcısı Alp Çağrı Günal da "Geçtiğimiz 6 ay sponsorluk açısından epey kötüydü." diyerek ikinci sebebi destekliyor: "Sponsorluk anlaşmaları genelde ekim-şubat aylarında yapılır. Sonra zaten tanıtımlar başlar. Bu yıl o aylar çok kritik geçti. Firmalar sponsorluk anlaşmalarını durdurdu. Zaten önce sponsorluk, sonra reklam, sonra da personelden feragat edilir." Yabancı sanatçıları Türkiye'ye getirmek oldukça zor. Pazarın yüzde 90'ı İstanbul'dan oluşuyor. Biletler, Biletix verilerine göre hayatında en az bir kez yabancı bir konsere gitmiş 600 bin kişi tarafından satın alınıyor. Bilet fiyatları genellikle Avrupa ortalamasının altında kalsa da maliyetler Avrupa ile aynı. Bu da şöyle bir açmazı getiriyor beraberinde: Bilet fiyatları düşük tutulursa sanatçının parası ödenemiyor. Bilet fiyatları yüksek tutulursa da konsere ilgi azalıyor.

Uluslararası sanatçıların istediği ücret standart olsa da Türkiye konser rotasına biraz uzak kaldığı için ekstra ödemeler gerekebiliyor. Paul Anka, Emma Chapplin, Suzanne Vega, The Cardigans, Roger Waters, Gloria Gaynor, Mario Frangoulis, Depeche Mode, Demis Roussos ve Sarah Brightman gibi isimleri Türkiye'ye getiren Alp Çağrı Günal, 90'lı yılların ilk yarısındaki stadyum konserlerini hatırlatıyor ve ekliyor: "Demek ki başarılabiliyor. 1993 yılında dokuz stat konseri oldu. Bryan Adams, Sting ve Scorpions'ı İKSV yaptı. Guns'n Roses, Elton John, Metallica, Michael Jackson, Bon Jovi ve Madonna'yı da Ahmet San."

Konu, gideri ve prestiji fazla, geliri az olan bir iş olunca her yol sponsorluğa çıkıyor. Ama sponsorluk kısa vadede maddi sorunları çözse de sponsor üzerinden dağıtılan bedelsiz biletler ve davetiyeler uzun vadede bilet alma alışkanlığını yok ediyor. Büyük organizasyonlarda konsere giden her 10 kişiden 3'ünün davetiyeli olduğunu söylüyor ve ekliyor Günal: "Bu konuda TESDER olarak ne yapılabileceğine dair bazı çalışmalar başlattık. Çünkü biletsiz konsere gitmek bir alışkanlığa dönüşüyor ve bir şekilde bunun önüne geçilmeli..." Leonard Cohen konseri bu konuda öncü durumda. Çünkü İKSV, gazeteciler ve kendi çalışanları dahil, konserde davetiye uygulamasını tamamen kaldırdı. Konserin tek geliri bilet satışlarıydı.

İKSV eski yöneticilerinden Ahmet Erenli, normalde gelirlerin yüzde 75'inin sponsorlardan, yüzde 20'sinin biletlerden ve yüzde 5'inin devlet tarafından karşılandığını söylüyor ve ekliyor: "Sponsor olmazsa etkinlik ya iptal edilir ya da zarar etme pahasına yapılır. Ki bu başlarına geldi de. Her yıl gerçekleşen İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali, sponsor gelirlerindeki yetersizlik nedeniyle 1993'ten beri iki yılda bir yapılıyor."

Sponsorluk Yasası ne diyor?

14 Temmuz 2004 tarihinde kabul edilen 5225 sayılı Kültür Yatırımları ve Girişimlerini Teşvik Kanunu (sponsorluk yasası) sponsorluğu yaygınlaştırarak kültürün özelleşmesi sürecini hızlandırdı. Bu yasaya göre genel ve özel bütçeli kamu idareleri, il özel idareleri, belediyeler, köyler, kamu yararına çalışan dernekler, Bakanlar Kurulu tarafından vergi muafiyeti tanınan vakıflar veya bilimsel araştırma faaliyetinde bulunan kurum ve kuruluşlar tarafından yapılan ya da Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından desteklenmesi uygun görülen faaliyetlerle ilgili harcamalar ile bağış ve yardımların tamamı; Gelir Vergisi ve Kurumlar Vergisi matrahından indirilebiliyor. Bu kanun, festivallerin web sayfasında kamuoyuna duyurulmuş. Açıklamaya göre, Kurumlar Vergisi yükünün yaklaşık yüzde 33 olduğu Türkiye'de, 300 bin dolar katkıda bulunan bir kurum, bu bedelin yüzde 33'ü olan 99 bin doları vergiden düşebilecek.

DENİZ ILGIN

ZAMAN GAZETESİ/ KÜLTÜR SANAT/ 15 AĞUSTOS 2009

........

Fransa’da Türkiye Mevsimi

Taksi, Paris Charles de Gaulle Havaalanı’ndan aldığı bagajsız ufak tefek hanımefendiyi şehir merkezine, Louvre Müzesi’ne bağlı Tuileries Bahçeleri’ne götürüyordu. Açık olan radyo istasyonunun kalın sesli DJ’i; ‘Saison de la Turquie en France’tan (Fransa’da Türkiye Mevsimi) bahsediyordu. Cezayir kökenli hoş sohbet taksi şoförü, “Daha önce de bir sürü Mevsim gördük ama bu defa sanki bütün Paris Türklerden bahsediyor.” dedi ve ekledi: “Hanım gitmiş geçenlerde, tam da sizin geçeceğiniz yerde bir kahvehane kurmuşlar; mis gibi Türk kahvesi ikram etmişler. Mutlaka uğrayın…”

Televizyonlar, radyolar, gazeteler… Bir şekilde herkes ‘Fransa’da Türkiye Mevsimi’ni konuşuyor. Ve görünen o ki, etkinlikler silsilesinin süreceği 9 ay boyunca konuşacak da… 2006 yılında dönemin Fransa ve Türkiye Cumhurbaşkanları tarafından karara bağlanan ‘Fransa’da Türkiye Mevsimi’, iki yıllık bir hazırlık süreci sonrasında layıkıyla başladı. Eiffel Kulesi’nin gölgesinde, Trocadéro Meydanı’nda Mercan Dede konseri ve Anadolu Ateşi gösterisiyle...

Fransa ve Türkiye Dışişleri Bakanlıkları’nın desteği, İKSV ve CulturesFrance organizasyonuyla 2010 Mart’ının son gününe dek sürecek Mevsim; tüm boyutları ve renkleriyle bugünkü Türkiye’yi anlatma niyetinde. Fransa’nın Paris, Marsilya, Lille, Strasbourg ve Bordeaux başta olmak üzere 80’e yakın yerleşim bölgesinde plastik sanatlardan sinemaya, tarihten edebiyata 400 kadar etkinlik var.

Mevsim’in bu kadar geniş bir coğrafyaya, hatta neredeyse tüm ülkeye yayılması Fransa için bir ilk. Fransa 1985’ten beri bir yandan yabancı ülke mevsimleri, bir yandan da diğer ülkelerde Fransa mevsimleri düzenliyor ama bu kadar etkili bir başka örneğin yaşanmadığında herkes hemfikir. Bu tür mevsimler Paris başta olmak üzere bir iki şehirle sınırlı kalırmış genelde. Oysa Türkiye Mevsimi küçük köylere kadar ulaştı. Örneğin Fatih Sultan Mehmed’in oğlu Cem Sultan’ın 1486-1488 yıllarını geçirdiği Limousin Bölgesindeki Bourganeuf köyüne...

Fransa’nın Dışişleri ve Kültür Bakanlıkları, kamu ve özel sektördeki kültür kurumları ve tüm yerel yönetimleri Mevsim’i destekliyor. Emekli Büyükelçi Necati Utkan ve Axa şirketler grubu Başkanı Henri de Castries etkinliğin başkanları, Fransız Büyükelçiliği eski Kültür Müsteşarı Stanislas Pierret ve İKSV Genel Müdürü Görgün Taner de organizasyon komiserleri olarak görev alıyor.

TARİHİ İLİŞKİLER

Mevsim’in bu kadar desteklenmesinde kökleri 15. yüzyıla kadar uzanan Türkiye-Fransa ilişkileri önemli rol oynuyor. 5361 Türkçe kelimenin Fransızca kökenli olduğu düşünüldüğünde ilişkilerin ne denli derin olduğu anlaşılıyor zaten. Mevsim biraz da Fransa-Türkiye ilişkilerini göz ardı edenlere cevap niteliğinde.

“Fransa’daki Türk imajı her zaman olumlu olmayabilir. Ama Türkiye hareket eden ve değişen bir ülke. Sadece kendini Fransa’da yeteri kadar tanıtamadı.” diyor ve ekliyor Pierret: “Ancak Mevsim’i siyaset için bir araç olarak görmek doğru olmaz. Mevsim, her şeyden önce kültürel bir organizasyon. Önemli olan Türk kültürünü tanımak, önyargılardan kurtulmak ve her alanda karşılıklı diyalog başlatmak.” “Mevsim’in iki ülke arasında siyasi yakınlaşmalara vesile olacağına dair kuvvetli mesajlar var.” diyen Görgün Taner’e göre ise kültür ve sanatın sosyoekonomik ve siyasi gündem üzerindeki olumlu etkisi kaçınılmaz.

ETKİNLİK SİLSİLESİ

Kültürel etkinlik takibinin yaşamın önemli bir parçası olduğu Fransa’da, dokuz ay aynı heyecanı ve ilgiyi ayakta tutmak kolay değil. Ama Fransa’daki kültür sanat etkinliklerinin yüksek standardını göz ardı etmeyen ve iki sene boyunca özenle çalışan Türk ekip, yabancı kültürleri keşfetmeye meraklı Fransızların ilgisini ve merakını tatmin edecek çok çeşitli bir program hazırladı. “Programın temel ekseni dün, bugün ve yarın arasındaki köprüyü kurmak. Hedefimiz Fransızlara, Türkiye’nin geleceğin Avrupa kültürüne yapacağı katkıları göstermek.” diyen Taner, her disiplinde çağdaş bir yaklaşımla Türkiye’yi anlattıklarını söylüyor.

Güncel sanat, Mevsim’in öne çıkan ayaklarından biri. Uluslararası alanda kendini ispat etmiş Türk sanatçıların yapıtlarının yer aldığı ve Fransa’nın önemli güncel sanat küratörlerinden Caroline Naphegyi tarafından düzenlenen ‘İstanbul Traversée’ sergisi, bu modern bakışın en önemli göstergesi.

Atlanmaması gereken bir diğer şey de Fransız yetkililerin, projelerin gerçekleşmesi için adeta seferber olduğu. Örneğin Tuileries bahçelerinde inşaat yapılmasına Louvre’un tarihinde ilk defa izin verilmiş. Bahçede, yaklaşık 600 metrekarelik bir alan üzerinde, mimari tasarımı Han Tümertekin tarafından yapılan ve Mevsim’in Paris’teki buluşma noktası olarak düşünülen bir Türk Kahvesi inşa edildi. 17 Temmuz’da Kudsi Erguner’in yönetimindeki ‘Trakya’nın Bohemleri’ konseriyle açılışı yapılan mekân, 8 Ağustos’a kadar açık. Türk kahvesi konsepti etrafında gerçekleşen tadım ve sohbetlerin eşlik ettiği mekân, İstanbul ve kahve kültürünü anlatan müzikli edebiyat okuması ‘Kahve Bahane’nin iki gösterisinin de ev sahibi. Geleneksel Türk kahvehanelerinin çağdaş bir yorumu olarak tasarlanan kahvehanede zengin tarihsel mirastan beslenen fakat bu mirasa çağdaş bir sunum getiren konserler, atölye çalışmaları ve sergiler var.

Türkiye Mevsimi’nin bir diğer ayrıcalığı da Paris Belediyesi’nin, Eiffel Kulesi’nin Türk bayrağı renkleriyle ışıklandırılmasına verdiği izin. Söylenen o ki bugüne kadar Eiffel sadece Brezilya ve Çin sezonu için ışıklandırılmış. Eiffel Kulesi, 8-29 Ekim tarihleri arasında 21 gün boyunca kırmızı ve beyaz renkte aydınlatılacak. Işıklandırma, Fransa’nın itibarlı sergi mekânlarından Grand Palais’de ‘Bizans’tan İstanbul’a: İki Kıtanın Limanı’ sergisinin açılışıyla başlıyor. Ocak 2010’a kadar sürecek sergide; Topkapı Sarayı Müzesi, İstanbul Arkeoloji Müzesi, Ayasofya Müzesi, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi gibi önemli Türk müzelerinin yanı sıra Louvre Müzesi, Fransa Ulusal Kütüphanesi ve önde gelen Avrupa müzelerinin koleksiyonlarından seçilen eserler yer alacak.

BİR FİNCAN KAHVE

Mevsim, oldukça verimli ve uzun soluklu ilişkilerin kurulmasına kapı aralıyor. Türkiye’deki ve Fransa’daki birçok sanatçı ve kültür kurumu şimdiden ortak projeler üretmeye başladı bile. Geçtiğimiz Ekim ayındaki açılışından bu yana Fransa’nın önemli sanat platformlarından olan 104, İstanbul’daki Garajistanbul ile ortak projeler geliştiriyor. Paris’teki Cité International des Arts’ta Türkiye’den sanatçıların çalışmalarına 20 sene olanak verecek bir atölye kiralandı.

Fransa’nın 80’e yakın noktasında 400 etkinlik demek; edebiyattan müziğe, sinemadan güncel sanata, klasik müzikten tiyatroya, danstan sokak sanatlarına uzayıp giden kocaman bir liste demek. Bu bir anlamda Türk kültürünün ‘Tour de France’ı. Mevsim sayesinde Türkiye, önümüzdeki 9 ay boyunca; Fransa’nın kültür, politika ve ekonomi gündeminde üst sıralarda yer alacağa benziyor. Gerçi Fransızca’da “Bir kırlangıçla bahar gelmez” diye güzel bir deyiş var. Ama unutmayalım ki bizim de bir fincan kahvemizin kırk yıllık hatırı…


JÜLİDE KARAHAN

SKYLİFE / AĞUSTOS 2009

..........

“Çelişkilerle ilerleyeceğiz bu dünyada”

Elif Şafak

Çok içine kapanık ve yalnız bir çocuktum. Kitaplardaki dünyayı gerçek dünyadan daha çok sevdim. Öyle başladım yazmaya. Hayal âlemine yolculuklar yapa yapa... Bugün hâlâ ‘hayal’ dünyasını ‘gerçek’ dünyadan daha renkli ve hakiki buluyorum.
“Bir sürü arızam, takıntım, kusurum var. Ama bu arızaları kutsamak yerine düzeltmek ve iyileştirmek için çaba harcamak önemli.”


Elif Şafak’ın her yönden aşkı anlattığı son kitabı AŞK, 2010 içinde hem Fransızca hem İngilizce yayınlanarak dünyayı dolaşacak. Tıpkı yazarı gibi. Şafak, “İstanbul bana ilham veriyor” diyerek bir ayağını pergel misali sabitlese de diğeriyle dolaşmaya devam ediyor. Tıpkı; ‘bir tarafıyla son derece yerel, bir tarafıyla da bir o kadar evrensel’ olan hikâyeleri gibi.

Albert Camus'nun ‘Bir yazar çokluk okunmak için yazar. Bunun tersini söyleyenleri alkışlayalım, ama inanmayalım onlara’ deyişinden hareketle AŞK’a okur için yazdığınız bir kitap diyebilir miyiz?

Her yazar okunmak ister. Bunu samimiyetle söyleyebilmek lâzım. Ve tabi ki her yazar daha fazla insan tarafından okunmak ister. Bu da bana son derece doğal geliyor. Öte yandan ‘okur yazdıklarımı beğensin’ diye yazmak ayrı bir şey. Ben yazarken sadece hikâyeye odaklanıyorum. Benim için önemli olan yaptığım işi sevmek ve sevdiğim işi yapmak. AŞK’ı yazarken bir hayal âleminde gezindim hep. Aşkla yazdım bu kitabı. ‘Okur için’ yazmadım. Ama tabii ki okunması için yazdım.

‘Bektaşi ve Mevlevi Düşüncesinde Kadınsılık-Döngüsellik’ başlıklı yüksek lisans tezinizle başlayan ve 15 yıldır okumalarla gelişen entelektüel yaklaşımın yavaş yavaş gönlünüze sızışı sizi kaçınılmaz olarak ‘AŞK’a mı getirdi?

Tasavvufla on beş sene önce tamamen kendi başıma tanıştım. Etrafımda gördüğüm ya da ailede bulduğum bir kültür değildi. Okudukça okumayı sevdim. Okudukça açlığım arttı. Tasavvuf benim hemen her romanımda bir alt metin olarak vardı aslında. Kimi zaman daha belirgin, kimi zaman daha örtük bir biçimde hep benimle gelen bir gölge gibiydi. Bu kez bütün perdeleri kaldırdım. Tasavvuf pat diye öğrenilen bir şey değil. Yaşamak, gönülden yaşamak lazım. Uzun, zor, engebeli bir yol...

Burada söyleşinin yolu inançla kesişiyor. İçinde ‘ruhaniyet’ ve maneviyat’ı barındıran bir kesişme bu. Evet, söz sizde…

İnanç benim için önemli bir mesele. Ama benim için aslolan şekil değil, öz. O özün evrensel ve bir olduğuna inanıyorum. Bence hepimizin tasavvufa ihtiyacı var. Tasavvufun en çok sevdiğim özelliklerinden biri özeleştiriye dayanması. Sufiler kendilerini eleştirir, kendi içlerini tamir ederler. Birinde kusur görürlerse o kusuru örterler. Muazzam bir edep ve ahlak... Bunları ben fikren ve zihnen biliyorum ama yaşamaya gelince tabii ki zorlandığım oluyor. Mesela tasavvufun insana öğrettiği ‘hiçlik’ bilinciyle yazarlığın insana verdiği şişkin ego arasında derin bir çelişki var. Romancılık bana diyor ki ‘Bu kitabı sen yazdın, sen yarattın.’ Tasavvuf bana diyor ki ‘Sen sadece aracı olup hikâyeyi ilettin. Yaratmadın, yaratıldın! Kalem gibi, kâğıt gibisin. Kelimeler senden akıyor. Ama onların sahibi değilsin...’ Bazen bu çelişkiyi çok yoğun yaşıyorum. Ama çelişkilerle ilerleyeceğiz bu dünyada.

Birbirinden farklı 9 kitap. Çünkü günden güne değişen bir Elif Şafak. ‘Baba ve Piç’, ‘Siyah Süt’ ve ‘Aşk’ bir yerde; ‘Pinhan’ ve ‘Mahrem’ başka… Hatta dil, üslup ve kurgu olarak gerilediğinizi düşünenler var. Bu bilinçli bir tercih mi? Yoksa ‘Yok öyle bir şey’ mi?

Yazarlık sürekli bir yolculuk. Tek bir limana demir atmak, kendimi tekrar etmek istemiyorum. Hikâye bana nasıl geliyorsa öyle yazıyorum. Bilinçli bir kurgu yapmak yerine sezgilerimle... Kendimi yaptığım işe tamamen veriyorum. Beynimin içinde başka kapılar açılıyor. Gündelik hayatta kapalı kalan kapılar... Yazının akışına kapılarak yazıyorum. Yani ‘Yok öyle bir şey.’

Aile kavramı ‘yolun yarısı’nda tanıştığınız bir şey. Tanışıp da sevdiniz mi? iyi ki mi?

Ben otuz beş yaşıma kadar göçebe yaşadım. Hep bir yerden bir yere kalıbımı taşıyarak. Hiç ‘yuva’ kavramım olmadı. Zannettim ki böyle şeyler umurumda değil. Meğer benim içimde de ev hayatını seven ve önemseyen bir kadıncık varmış. Onunla yazar yanımı dengelemek çok zor oldu. Gene tabii içimdeki sesler çelişebiliyor. Gene zaman zaman çekip gidiyorum.

Bir yandan çekip gitmeyi istemek, bir yandan aile sorumluluğu... Bu sizi zorlamıyor mu?

Bir kadın yazar için ailevi sorumluluklar hem çok güzel ve zenginleştirici, hem de zaman zaman zor... Ben tek çocuk büyüdüm; yalnızlığıma düşkünüm. Yazarlık zaten sanatların en yalnızı. Bazen ‘göçebe ve bağımsız’ yanım ile ‘evcimen ve bağımlı’ yanım çelişiyor. Yazarlık bencil bir tutku. Tamamen yazıya veriyorsunuz kendinizi. Anne olan kadın yazarların en çok ihtiyaç duyduğu şey ‘boş zaman’. Doğrusu ben ilk başta değişimden ürktüm. Ardından yoğun bir post-natal depresyon yaşadım. Siyah Süt’ü yazdım. Kitapta annelik ve yazarlık ikilemini açtım. Hiç işime gelmeyen yanlarımı ifşa ettim, bunlarla dalga geçtim. Çok canım yandı yazarken. Ama ortaya samimi bir kitap çıktı. Ve bu kitabı yazmak beni iyileştirdi, dengeledi.

Açmazlarınızı, çalkantılarınızı ve kendinizle kavgalarınızı ‘Siyah Süt’le dışa vurdunuz ve şimdi çok daha başka, çok daha huzurlu bir Elif Şafak mısınız?

Depresyonlar aynı zamanda insana yeniden yapılanmak, kendini yeniden inşa etmek için fırsat veriyor. Yani her depresyon aynı zamanda bir ‘tamirat ve tadilat’ dönemi. Siyah Süt benim tek otobiyografik eserim. Kendimi bu kadar açtığım ve anlattığım tek kitap. Kendimle samimiyetle yüzleştim ve sonrasında gelen huzurla AŞK’ı yazdım.

Siyah Süt’teki Kapalıçarşı sahnesini anlatır mısınız? Hani boncuklar, çay bardakları ve sizin ‘Ah Mine-l Aşk’ dediğiniz… Kitabı okumayanlar için...

Evlilik karşıtı bir kadının sevdiği erkeğe evlenme teklif ettiği bölüm... Bu benim başımdan geçti. Kendi kendimle dalga geçerek yazdım. Türkiye standartlarına göre ‘geç’ evlenenlerdeniz. ‘Evde kalmış’ sayılıyoruz. Tabii bu kriterler hep kadınlar için...

Yoğun çalışan bir gazeteciyle gezgin bir yazar nasıl götürüyor birlikteliği?

Ben de eşim de evlilik kurumuna çok sıcak bakmayan insanlardık. Açıkçası bizim gibi bağımsızlığına düşkün tipler için evlilik zor bir kurum. iki yoğun ve bağımsızlığına düşkün insanın evliliği kolay olmuyor. Bazen birbirimizi zorluyoruz. Ama Eyüp (Can) de, ben de esnek insanlarız. O benden çok daha sabırlı ve sakin. Ben de öğreniyorum. Güzel bir evlilik öyle bir günde ya da bir ayda kurulan bir şey değil. Her gün uğraş vermek gerekiyor. Kendine göre zorlukları, iniş çıkışları var. Önemli olan aşkın devam etmesi. Aşk yoksa evlilik solgun, aşk varsa evlilik güzel oluyor. En önemlisi kıymet bilmek. Birbirinin kıymetini bilmek.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLİFE / AĞUSTOS 2009

........