3 Aralık 2009 Perşembe

İSTANBUL SAĞANAĞA HAZIR


İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkentliği’ni deneyimlemesine sayılı gün kaldı. Şehir, bir yıl sürecek kültür-sanat sağanağına hazır.


Üzerinde bir garip heyecan, bir tatlı telaş. Pırıl pırıl gözleri... ‘İstanbul’un Genç Gönüllüleri: 18 – 70 Projesi’ne katılmış, Atlas Pasajı’ndaki toplantılara gidip eğitimlerden geçmiş; görevlendirilmeyi bekliyor. U2 konserinde çalışacak belki... 18 yaşın bütün enerjisiyle 2010 İstanbul Kültür Başkenti sürecinin içinde. İşten çıkmış yorgun annesine, 2010’un İstanbul’a kazandıracaklarını bir bir anlatabilme derdinde. İyi, peki, tamam... İsterse diğer gönüllülerle birlikte 13 Aralık’taki Tarihi Yarımada gezisine gidebilir. Kültür Başkentliği’nden beklenen tam da bu değil mi? Etkinlikler etrafında toplanan gençler ve onların pırıltılı gözleri…

2010’u havai fişek gösterileri eşliğinde karşılamamıza sayılı gün kaldı. Zaman geçtikçe; sevinen, üzülen, coşan ve kızanlar çoğalıyor. 15 milyon insanın aynı anda mutlu olması, kentin 40 ilçesinde aynı anda güneş açması gibi bir şey ki; İstanbul için bu neredeyse imkânsız. Ama endişeye mahal yok. Avrupa Komisyonu Kültür, Eğitim ve Spor Direktörü Robert Palmer’ın hazırladığı meşhur ‘Palmer Raporu’na göre her şey normal seyrinde. Girişimden fiili sürece geçerken her kent; türlü zorluk, mutsuzluk ve hoşnutsuzluk atlatıyor. Rapora göre şimdi iletişim zamanı. Bu minvalde gönüllülerin bir numaralı görevi de, karşılarına çıkan herkese kültür başkentliğinin bir kent için ne ifade ettiğini anlatmak.

2011 VE SONRASI

On yıl sonra; “İstanbul gerçekten başarılı bir Avrupa Kültür Başkenti (AKB)’ydi” diyebilmemiz için cümle şöyle sürmeli: “Çünkü ‘falanca uygulama’ 2010’da başladı. O ‘falanca uygulama’ sayısı ile başarı doğru orantılı. İşlem yapabilmek için daha bir on yıl beklememiz gerektiğine göre; olasılıkları bir kenara bırakalım ve eldeki kazanımlara bakalım.

Bir kere hiçbir şey olmasa bile İstanbul, proje kurgulayabilme iradesini taşıyan bazı inatçı bireyler kazandı. Sivil toplum, devlet, kamu sektörü ve özel sektör; Kültür Başkentliği sayesinde düşündü, taşındı, yazdı, çizdi, üretti. Ve bu sayede kabul olsun olmasın proje hazırlayıp sunmayı, onlara sponsor arayıp bulmayı öğrendi. Bu sürecin tam ortasındaki kültür-sanat aktörleri; 13 Kasım 2006’dan bu yana bir şekilde göz önünde. (İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti ilan edildiği tarih) Öyle olduğu için daha düzenli ve dikkatliler. Çünkü artık onlar da Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) müzakere sürecinde yaşadığı kontrollerin benzerlerine tâbiler.

Kültür Başkentliği’nin kaçınılmaz getirilerinden biri de sanatçılar arasındaki iletişimin artması. Dünyanın çeşitli ülkelerinden pek çok kültür-sanat insanı 2010 yılı içinde bir şekilde İstanbul’a gelecek. Bu dolaşımı sağlayacak yeterince sergi, konser, gösteri, panel ve sempozyum var programda; merak etmeyin. Ama asıl 2010 yılında İstanbul’a yedi ile on milyon arasında turist gelmesi bekleniyor. Ki aslında düşününce şehirde hiçbir şey olmasa bile organizatörler ‘Avrupa Kültür Başkentliği’ etiketini kullanarak milyonlarca bilet satacak. Örnek olarak 2004 AKB Lille’e dokuz milyon ziyaretçi gittiğini ve kentin ekonomik olarak yüzde 20 büyüdüğünü gösterebiliriz. Aynı şekilde 2002 AKB Brugge de Belçika nüfusunun yüzde 9,5’unun kenti o yıl ziyaret ettiğine dair kayda sahip.

Tabii ki yapılan her şeyin en büyük müşterisi, doğrudan kentte yaşayanlar. Onları en çok ilgilendiren projeler ise kentsel dönüşüm, şehircilik, çevre ve sosyal içerikli olanlar. Tamamlanmış bir İstanbul Kongre Merkezi, yenilenmiş bir Muhsin Ertuğrul Sahnesi ve çalışmaları süren bir Sur-i Sultani şimdilik elimizde olanlar.

KENT PAZARLAMA MODELİ

Avrupa Kültür Başkentliği’nin 1990’lardan itibaren tıpkı bienaller gibi bir ‘kent pazarlama modeli’ haline geldiği malum. Bu durumu kavrayıp avantaja dönüştüren ilk kent 1990 AKB Glasgow (İskoçya). Bunca yıl sonra başarısı hâlâ herkesin dilinde olan Glasgow’da üç önemli konser gerçekleşmiş. Pavarotti, Paul Mc Cartney ve Wings ile Frank Sinatra... Herkes bu üç konseri 1990 tecrübesinin en çarpıcı olayları olarak hatırlıyor. Ama etkinliğin sanat yönetmeni Palmer’a göre bu konserler programın bir parçası bile değil. Şehirdeki olay elitist bakış açısından uzak durulması ve etkinliğin herkese nüfuz edebilmesi. Palmer’ın en önemli tavsiyesi şu: “Mit’i/Efsaneyi yönetmek gerek.”

‘Palmer Raporu’na göre de durum böyle: AKB olarak başarılı sayılan kentlerin en önemli ortak özelliği, etkinlikleri neredeyse şehirdeki herkese ulaştırabilmeleri. Elimizde İstanbul’un ilçelerini tek tek dolaşan bir ‘Taşınabilir Sanat’ örneği var ama başarının kilit cümlesini kurmak için vakit henüz erken.

Steve Austen
(1987 AKB Amsterdam)
Büyük etkinliklere değil; geleceğe yönelik ilişkilere ve umut verici yeni kurum, ağ, faaliyet ve devam edecek sivil toplum kuruluşlarına yatırım yaptık. Bu tecrübe halen var olan projelerin gerçekleşmesine yol açtı ki bunlardan biri Felix Meritis Vakfı.

Hugo De Greef

(2002 AKB Brugge)
2002, gelecek yıllar için bir başlangıçtı. Yılın kendisi harikaydı ama asıl önemlisi AKB’nin geleceğe dönük tarafı. Kent yönetimi tarafından kurulan bağımsız organizasyonumuz muhafaza edildi ve 5 yılda bir kentte etkinlik düzenlemeye devam ediyor.

Nele Hertling
(1988 AKB Berlin)
Merkezde olmayan mekânlara gitmeye ve Batı Berlin’i gelişen çağdaş sanat projeleri laboratuarı yapmaya çalıştık. İşbirliklerimiz bugün hâlâ sürüyor. Ağ kurmak çok önemli. ‘Bir kişi hiç kişidir, iki kişi birden iyidir, üç kişi herkesi arkasına alır.’

Per Svenson
(1998 AKB StoKholm)
Stocholm, 90’ların başında kültürel açıdan ünlü değildi. Kent 1998’den sonra uluslararası düzeyde ünlendi. Turistleri çekmek ve kenti Avrupa’nın kültür haritasında konumlandırmak için çok çalıştık ama ünlü olmak ekstradan geldi.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE ARALIK 2009

................

“KİLİT SORU: BİR İNSAN BU DURUMDA NE YAPAR?”

7’den 70’e herkesin şapka çıkardığı oyuncu Haluk Bilginer, oyunculuğun kilit noktalarını anlattı.

Sahnedeki gibi kalabalık değil. Bir tane Haluk Bilginer var. Oyun bitiyor, perde kapanıyor; O, üzerini değiştirip ‘Haluk’ olarak karşınıza geçiyor. Zamanın geçtiğinin ve bazı şeyleri artık yapamayacak olmanın farkındalığıyla… Çocuk saflığını ceplerinde saklamak isteyen 60’ına merdiven dayamış biri O. Soruya soruyla karşılık verecek denli meraklı. 1985'ten bu yana süren ‘EastEnders’ dizisindeki Kıbrıslı Mehmet Osman rolünü bıraktığında yapımcısının ‘Ne kadar cesursun’ çıkışına ‘Cesur değilim. Aktörüm’ cevabını verecek denli de oyuncu. Derdi, kendi sınırları... Denemeye devam. Bu sezon Oyun Atölyesi’ndeki ‘7 Şekspir Müzikali’ ve Ezel Akay’ın yönettiği ‘7 Kocalı Hürmüz’ ile sahnede ve perdede.

En sevdiğiniz oyuncak neydi?

Mikroskop.

Çok mu meraklıydınız?

Çok. Tahmin edemeyeceğiniz kadar... Takma adım meraklıydı. Her şeyi sorardım. Şimdi de öyle. Merak etmediğim hiçbir şey yok. Büyük patlamadan öncesini bile merak ediyorum. Az önce arkadaşlarla konuşuyorduk; ‘İkizler burcu çok meraklı olur zaten…’ dedi burçlardan anlayan biri.

Bilme, tanıma ve anlama isteği sizi oyunculuğa, oyunculuk da daha fazla bilme, tanıma ve anlama isteğine sürüklemiş olabilir mi? Bir sarmal gibi…

Kesinlikle. Oyuncu olmamın nedeni meraktır. İnsanı merak ediyorum. İnsanın belli durumlarda ne yapacağını, ne hissedeceğini… Oyunculuk bana tahmin etme, deneme ve denediklerimi canlandırma ayrıcalığı veriyor. ‘Bir insan bu durumda ne yapar?’. Kilit soru bu. Araştırıyor, gözlüyor, anlamaya çalışıyorum; özellikle prova sürecinde. İnsanı anlamak için bir ömür yetmez; o kadar sürede kendinizi bile tanıyamazsınız ama olduğu kadar… Ne kadar tanısak o kadar kârdır ve oyun oynamak bunun en iyi yöntemidir. Çocukken tam da bunu yaparız, oyun oynarız. Ve oyunla kendimizi, çevremizi, dünyayı tanırız. İnsan oyun oynayan yaratıktır. Büyüyünce bunu yapabileceğiniz tek yer de sahnedir.

Sahnede izlendiğinizi unutup oyuna daldığınız oluyor mu?

O ulaşılacak en son mertebe. Oyunun sizi oynamasına izin verdiğiniz andan itibaren hata yapmazsınız. Oyun sizi oynar, siz oyunu değil. İzlendiğinizi hep hatırlayacaksınız ama izlenmenin sizin oyununuzu etkilemesine izin vermeyeceksiniz.

Oyunculukta en önemlisi?

Sahicilik ve samimiyet. Başka yok.

Teknik…

Hiç, hiç, hiç... Çok iyi bir gitarist düşünün. Gitar çalarken re'nin nerede olduğunu arar mı? Gitar artık vücudunun bir parçası gibidir. Re’yi nasıl basacağım diye düşünecek olursa; geçmiş olsun, kimse müzik dinleyemez. Oyuncu sahnede tekniği düşünecek olursa kimse izlemez onu.

Müşfik Kenter, öğrencilerinin sırtını “Ne zaman ki seni seyreden ‘ne olacak, bunu ben de yaparım!’ der, işte o zaman iyi oynadın demektir koçum!” diye sıvazlıyor.

Aynen. Mesela sirkte bir cambaz ip üstünde koşarken, ‘Aaa ne kadar kolay; ben de çıksam aynısını yaparım.’ dediğiniz zaman o cambaz çok iyi bir iş yapıyordur.

Çünkü?

Çok zor bir şey. ‘Ay adam düştü düşecek’ derseniz keyif almazsınız. Tiyatroda da ‘Ay adam şimdi lafını unutacak’ diye düşünürseniz hiçbir zevk alamazsınız. Seyirci, ‘Ben de çıksam Haluk Bilginer’in aynısını yaparım.’ diyebilmeli. Yaptığınız şey çok kolay gibi görünmeli, son derece doğal olmalı. Öbür türlü kendinizi seyirciden farklı bir yaratık olarak göstermeye çalışıyorsunuz demektir. Onun adı kötü oyunculuk. Kötü oyuncular sahneye çıkmış yaratıklar gibidir. Seyirci sahnede insan görmek ister; yaratık değil. Siz hiç kötü oyun izlediniz mi? Oyuncular kötü oynamıştır mutlaka.

Kötü oyunları unutuyor insan. Hatırda kalacak bir oyuna gelelim: ‘7 Şekspir Müzikali’ne…

Oyunu, Türk izleyicisinin anlayacağı kodlarla oluşturduk. Besteler de ona göre... Alaturka, caz, rock, uzun hava… Hepsi var. Eğer birileri ‘Vay Shakespeare’e haksızlık etmişler, uzun hava çalmışlar!’ derse, anlamadım; niye çalmayayım? Nedir bunu engelleyen? Dünyada bir ilki gerçekleştirdik. Sadece Shakespeare’in cümlelerinden oluşan bir müzikal yaptık. Sözler kime ait? William Shakespeare. Müzik? Tolga Çebi. Benzer bir şey yapan varsa beni arasın. Gerçekten. Bir deha var karşımızda. Be adam nasıl yaptın; hem insanın inceliklerini bu kadar iyi algılayıp anlat, hem şiir yaz, hem binlerce kelime türet! 500 yıl sonra insan denilen yaratık bu gezegende yaşamaya devam edecekse ki biraz zor, Shakespeare oynamaya da devam edecek.

Siz de devam edeceksiniz değil mi? Oyun Atölyesi olarak…

500 yıl sonra mı? O başka bir konuya giriyor. Biz kesinlikle devam edeceğiz. Bu; Oyun Atölyesi’nin Othello, Hırçın Kız ve Atinalı Timon’dan sonra dördüncü Shakespeare’iydi. Ömrümüz yettikçe yapacağız. Ölmeden Kral Lear ve III. Richard olmak isterim ben.

Anneniz oyunu izlemiş ve ‘İnsan gözümüzün önünde doğdu ve öldü be yavrucuğum’ demiş. Hikâyenin, duygunun ve tiyatronun kendisinin herkes tarafından anlaşılması ne kadar önemli?

Çok. İşte tam bunu, bir insanın doğumdan ölüme giden yolunu anlatıyoruz. Bebeklik, çocukluk, âşık, asker, yargıç, ihtiyarlık ve ölüm! İnsanın 7 çağı… Kavranması zor bir şeyin peşinde değiliz. Öleceğiz hepimiz, söylemek istediğimiz bu. Siz anlaşılmayacak bir şey buldunuz mu oyunda? Eğer bulduysanız biz bir hata yapmışızdır. Shakespeare deyince, anlamayacaklarını düşünerek oyuna gitmiyor insanlar. Ama şunu unutuyorlar; 16. yüzyılda Shakespeare seyirciye oyunlarını oynarken…

Veba salgını varmış.

O seyirci bizden daha mı eğitimliydi? Neden anlamayalım ki, benim anlamadığım tek şey bu.

Bir insanın hangi halindesiniz şimdi?

Hâla ikinci haldeyim. Sırtında çantası, mızmızlana mızmızlana okula giden küçük oğlan çocuğuyum ben. Öyle de öleceğim.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE ARALIK 2009

İSTANBUL'UN DEĞİŞEN YÜZÜ: TOPHANE

İstanbul’un yeni çağdaş sanat güzergâhı Tophane’nin değişimini ve mutenalaşmanın sanat üzerinden nasıl ilerlediğini fotoğraflamak isteyenler için doğru zaman: Şimdi.

Geç kalmıştı. Buraları pek bilmiyordu da… Hangi sokaktaydı şu galeri? Soracak birilerini aradı, gözleri güler yüzlü yorgancıya ilişti. Bilmez ama tam da kepenklerin indiği şu saatlerde O, etraftaki telaşsız tek kişiydi. “Afedersiniz, yakınlarda bir galeri olacak, tarif edebilir misiniz?” “Hangisini arıyorsun?” “Nasıl yani? Beyoğlu-Nişantaşı-Bebek sathı mahali dışındaki Tophane’de kaç galeri olabilir ki?” “10 kadar...” Ve yorgancı yolu samimiyetle tarifledi.

Birbiri ardına açılan galeriler; sırtını İstiklal Caddesi’ne yaslamış, ayaklarını denize uzatmış keyfe keder İstanbul semtlerinden Tophane’nin değiştiğinin/değişmekte olduğunun en açık göstergesi. Semt, özellikle son bir senedir aldı başını gitti. Güzelleşti, kalabalıklaştı, pahalılaştı. Kıssadan hisse; artık Tophane, İstanbul’un çağdaş sanat güzergâhlarından biri, hatta belki de birincisi. Aslında hadisenin ahvali biraz daha eski. Şöyle ki…

İLK KIVILCIM

Çok değil, bundan 10 sene önce Galatasaray Lisesi’nden aşağı kıvrılan yola, özellikle de belli bir saatten sonra pek girilmezdi. Bir şey olduğundan/olacağından değil. Olsa olsa 1970’lerden kalma kabadayı efsanelerinden… Bir de belki caddenin ‘Boğazkesen’ olan isminden… Tramvay hattı Kabataş’a; İstiklal Caddesi Tünel’e uzamıştı ama birilerinin yukarıdan sola, aşağıdan sağa sapması vakit aldı. İlk sapanlar galeriler oldu. Kıvılcım, Hayriye Caddesi numara 5’teki Apelyan Apartmanı’nın giriş katında 1998 yılında çaktı. Nuran Terzioğlu; mimar Nevzat Sayın’ın yüreklendirmesiyle mekânı, Armenak Usta’nın marangoz atölyesinden İstanbul’un en romantik galerisi Apel’e çevirdi.

90’ların sonlarında İstanbul’da patlamaya hazır bir sanat ortamı, hatta küratör René Block’un deyişiyle bir ‘İstanbul mucizesi’ vardı. Bu mucizeyi görünür kılan İstanbul Bienali, 1995’te Tophane’deki Antrepo binalarına uğrayarak gözleri semte çevirdi. Ama hareketlenme için yine bienal mekânlarından 4 No’lu Antrepo’nun müzeye dönüşmesi gerekti. İstanbul’un ilk modern müzesi, 17 Aralık 2004 tarihli Avrupa Birliği zirvesinden 4 gün önce açıldı. İşte o akşam; gencinden yaşlısına, hippisinden kelli fellisine tüm sanat camiası Tophane’nin engebesiz ve geniş kaldırımlarından geçerek İstanbul Modern’in açılışına gitti. Bu, semt için bir milattı.

MÜZE DEYİP GEÇMEYİN!

Ama bir müzenin, bulunduğu semti değiştirmesinin ilk örneği değil... En çarpıcı örneklerden biri, 1977’de tamamlanan Centre Georges Pompidou’nun bataklık anlamına gelen ‘Le Marais’ bölgesinde yaptığı... Kaderine terk edilen ve Hausmann’ın Paris’i dönüştürme projesinin bile fayda etmediği Le Marais bölgesi, müzeyle birlikte birdenbire Latin Querter’deki entelektüellerin ikinci adresi oluverdi. Müzenin ardından peş peşe açılan galeri, mağaza ve cafelerle bölge; Paris’in moda ve sanat merkezlerinden biri şimdi…

Tate Modern’in yaptığı da farklı değil. Londra’nın yoksul bölgelerinden birindeki eski bir elektrik santralini yaşama döndüren Tate Modern, kısa zamanda Thames kıyılarının en popüler mekânı oldu. Müzenin ardından bölgede pek çok galeri açıldı. Onları; tiyatro, tasarımcı, butik otel, cafe ve restoranlar izledi. Şimdi herkes; Tate Modern’in asıl başarısının, kentin atıl bölgelerinden birini yaşanılası bir yere dönüştürmesi olduğunda hemfikir.

İstanbul Modern’in sergi, sinema, söyleşi, atölye çalışması, kütüphane ve cafesiyle yaptığı da işte tam böyle. Sanatseverin ayağını müzeye ve Tophane’ye iyiden iyiye alıştırmak… Müzenin açılışını takip eden 9. İstanbul Bienali; Antrepo binaları yanı sıra Tütün Deposu’na da yerleşince Tophane’deki sanat üslerinin sayısı arttı. Sonrası zaten çorap söküğü gibi. Hafriyat Karaköy, Rodeo, Outlet, Non, Pi Artworks ve Galerist Tophane...

SEMTİN HAL-İ PÜR MELALİ

Tüm bu olanlar semtin günlük yaşamına nasıl aksetti dersiniz? Bir semtin, mahallenin, hatta sokağın hal-i pür melalini merak ediyorsanız ya taksicisini bulacaksınız ya emlakçısını… Öyle yaptık. 43 yıldır Tophane’li Halil Efendi “Canlanıyor buralar. Sanatlı, sanatçılı bir canlanma bu.” diyor ve ekliyor: “En çok Mimar Sinan’da okuyan gençler geliyor. Bir de yabancılar…” 21 yıldır emlakçılık yapan Kenan Abi’ye göreyse 2005’ten beri bir haller oluyor semte: “İki senedir kiralar arttı. 300’lük ev oldu 800’lük. Şimdiki kiracılar; yabancılar, yazarlar, gazeteciler, sanatçılar… Galeriler semti hareketlendirdi, gerçi açılışlarda hareketlenme biraz fazla kaçıyor ya...”

Hareketlenmenin faillerinden Galeri Outlet’in sahibi Azra Tüzünoğlu, 2008 Mayıs’ında lokantadan bozarak dönüştürdüğü galerisinin manifestosunda “Outlet; İstanbul’un sanat haritasında Beyoğlu’ndan Fındıklı’ya inen aksın, ‘sanat yürüyüş alanı’ olmasında dönüştürücü bir rol üstlenmeye adaydır.” diyor ve bize söyleyecek söz bırakmıyor. Hediyelik eşya deposundan galeriye dönüşen Non’un sahibesi Derya Demir ise semtin daha da hareketleneceği görüşünde.

BİR MUTENALAŞMA HİKÂYESİ

Sanatsever; Boğazkesen Caddesi boyunca adres sora sora sergi gezmekten hoşnut. İstanbul’da değilmiş gibi hissedip başka bir hayata dâhil oluyor ve mahalle havası soluyor çünkü. Mahallelinin ise ezberiyle birlikte morali de biraz bozuk. Galataport projesi, mutenalaşma kelimesi, restorasyon süreci… Eski ve bakımsız ama samimi ve neşeli binalarda ucuza oturan pek çok Tophaneli, değişimin etkisini hissediyor. “Taşınmak zorunda kalır mıyız acaba?” diye sorup cevabı içlerinden veriyorlar. 20–30 yıl önce göç edip geldikleri, sevip benimsedikleri semtlerini terk edeceklerini düşündükçe huzursuz oluyorlar.

Esnaf ise memnun. Manav, elma armudu tek tek satmaya alışmış. Parkın karşısındaki kuru fasulyeci minderlerinin yüzlerini değiştirip mekânı otantikleştirmiş. Tostçuda kablosuz internet erişimi var. Hediyelik eşya dükkânlarının keyfine diyecek yok. Sattığı ürünleri epey seçkinleştiren Seçkin Bey, uzun uzun ticari kaygılarını anlatıyor ve ekliyor: “Entelektüeller ilgi gösteriyor. Galeriler çoğaldı. Cihangir gibi olacak burası. Üç beş sene sonra yer de bulunmaz.”

Seçkin Bey haklı. Kaşla göz arasında bir öğrenci yurdu, bir hostel ve bir suit otel açılmış Boğazkesen’e. Söylentiye göre apart otel için yer arayan 4 – 5 müşteri daha varmış sırada. Bir butik otel, bir mimari tasarım galerisi, şık bir cafe ve üç beş galeri ise yolda. Tophane-i Amire’nin karşı köşesindeki 1905 tarihli Yazıcı Zade Apartmanı ise rezidans hazırlığında…

İstanbul Modern, bienal ve galeriler bir yana; yakında Masumiyet Müzesi de açılınca semtin önünde kimse duramayacak. Mutenalaşma kaçınılmaz. Bir semtin günden güne değişen resmini görmek istiyorsanız elinizi çabuk tutun. Sonrasında her şey cilanın altında kalabilir.

SANATSEVER İÇİN TOPHANE ROTASI

İstiklal’in kalabalığından sıyrılıp Galatasaray’dan aşağıya, illa ki sahafların tozlu raflarını karıştırarak inmeli. Yavaş ve telaşsız. Yeni Çarşı Caddesi’nin Boğazkesen’e döndüğü yol ağzındaki dut ağacının gölgesinde ikamet eden yeşil kulübenin kilimlerine bakmalı sonra. Yalnız tam o noktada biraz dikkatli olmalı. Çünkü Cezayir Sokağı; hoş müzikleri, şen kahkahaları ve rengârenk siluetiyle gönlünüzü çelebilir. Kanmamalı. Zira sırada Galeri Apel ile Galeri Elipsis var. Şimdi gerisin geriye; istikamet Galerist Tophane. Pencerelerden taşan çiçek, çamaşır, çocuk ve türlü çeşit hayatı geride bırakıp ilerlemeli serin serin. Çorbacı, simitçi, yorgancı, envai çeşit tamirci, hediyelik eşyacı… Derken Pi Artworks, Outlet, Non, Rodeo ve Hafriyat Karaköy… Nargilecilerde verilen demli çay ve gözleme molasının ardından büyük tura, yani İstanbul Modern gezisine başlayabilirsiniz. Son bir hamleyle Siemens Sanat’a göz ucuyla bakıp, Akademi’yi selamladıktan sonra; tamam tamam bitti. Siz de bittiniz… Şimdi Fındıklı Parkı’ndan boğazı seyredin ki yorgunluğunuz martı olup uçsun.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE ARALIK 2009

.........

YOKSA BU SON ALBÜM MÜ?

Monica Molina, retrospektif nitelikli ‘Autorretrato’ ile ‘Acaba bu son albüm mü?’ sorusunu akla getiriyor.

İspanyol sanatçı Monica Molina, son albümü ‘Autorretrato’nun (Self Portrait) kapağına İstanbul’u taşıyarak Türkiye’deki hayranlarına küçük bir jest yaptı. 12 Aralık akşamı İş Sanat’ta müzikseverle buluşacak sanatçı, konsere sayılı gün kala küçük sorularımızı cevapladı.

Son zamanlarda en çok karşılaştığınız soru, ‘Autorretrato’nun kapağında neden İstanbul manzarasına yer verdiğiniz olmalı. Evet, neden?

İlk İstanbul konserimden bu yana kelimenin tam anlamıyla kente aşığım. Bu fikri bana, yıllardır beraber çalıştığım Pasion Turca ekibinden Sinan Nergis verdi. En güzel şarkılarımı topladığım albümün kapağı için Boğaz’dan daha güzel bir manzara düşünülemez ayrıca.

Bu konuda İspanya’da tepki aldınız mı? Sonuçta sponsoru İspanya Devlet Televizyonu olan bir albümden bahsediyoruz…

Akdeniz ülkelerinin birbirlerine çok yakın bir duruşu var ve İstanbul İspanyollara çok cazip geliyor. Özellikle son yıllarda birçok ünlü tatil için İstanbul’a geliyor ve bunu yazılı ve görsel basında anlatıyor.

Autorretrato retrospektif bir albüm. Bu tür çalışmalar kariyer basamaklarının sonlarına doğru yapılır. Sizin öyle bir yaklaşımınız var mı? Bu son albüm olabilir mi?

Albümün amacı 20 yıllık kariyerimi, beni özellikle yurtdışında keşfeden dinleyicilere sunmak. Autorretrato, ilk albümümü yayınladığım 1989’dan bu yana nasıl olgunlaştığımı ve şimdiki duruşuma nasıl geldiğimi dinleyicilere ve bana hatırlatan bir çalışma.

Öyleyse yola devam…

Evet, daha yapacağım çok iş var. Öncelikle babam Antonio Molina’nın şarkılarını kaydedeceğim.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/ARALIK 2009

.........

YENİ SANAT GÜZERGÂHI: İSTANBUL

Aralık başında İstanbul’da olmak, kışın farkına iyice varmak demek. Bir de sanattaki son gelişmelerin...


İstanbul, nicedir, dünya çağdaş sanat haritasının önemli duraklarından biri. Çağdaş sanatla ilgilenen bir sanatsever, İstanbul’a uğramadan geçerse eğer, çok şey kaçırabilir. Sadece Türk çağdaş sanatı değil, dünya sanat sahnesi adına... Çünkü İstanbul’da, son yıllarda, ülkedeki genç sanat birikiminden kaynaklanan enerjinin yanı sıra pek çok uluslararası etkinlik var. Bunlardan biri, belki de en afilisi ‘Contemporary Istanbul’.


3 – 6 Aralık tarihleri arasında Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda kapılarını sanatsevere dördüncü kez açacak etkinlik, gözleri bir kez daha yedi tepeli şehre çeviriyor.


YENİ YAPITLARA HAZIR OLUN


Yerli - yabancı 70’ten fazla galerinin yüzlerce yapıtla katıldığı ‘Contemporary Istanbul’, şehri çağdaş sanatın merkezi yapma telaşında. Bundan 4 yıl önce mekânın kurgusu, yenilenen ışıklandırma ve yeşil elmalar bir tarafa; sanat yapıtlarının cazibesine kapılarak epey zaman harcamıştık Lütfi Kırdar’da. ‘Contemporary Istanbul’, birbiriyle hiçbir zaman aynı fikirde olmayan Türkiye çağdaş sanat ortamından tam not almayı daha işin başında başarmıştı. Merdiveni hızlıca ve nefesi kesilmeden tırmanan etkinlikte, geçen yıl 12,5 milyon dolar değerinde eser sergilendi.


Türk çağdaş sanatının ulusal ve uluslararası müzayedelerdeki satış oranları ve rakamları göz önüne alınırsa, bu yıl ‘Contemporary Istanbul’dan daha yüksek rakamlar bekleyebiliriz. Bir de bu defa, sanatçıların eserlerinin çoğu ilk kez sergilenecek. En yeni resim, heykel, fotoğraf, yerleştirme, video art ve dijital sanata hazır olun.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLİFE /ARALIK

............

“SEKEN TOPLAR GOL OLUYOR”

Tanımayan yok onu. Hatta kendi deyişiyle izlemeyen… Televizyonun önünden geçseniz göreceksiniz, o derece. 1994 yılından beri bir şekilde ekranda olan Acun Ilıcalı, neredeyse aileden biri. Şu sıralar ‘Yetenek Sizsiniz’ programı dâhilinde Anadolu yollarında. Muğla ve Kocaeli çekimleri bitti; sırada Konya ve Trabzon var.


Karşımızda; 19 yaşında evlenip 20’sinde çocuk sahibi olmuş, 22 yaşında anne ve babasını trafik kazasında kaybedip 24 yaşında boşanmış bir adam var. Kendi deyişiyle 25 yaşında ‘hayattan mezun olmuş!’ biri... Oyunla başlayan neşeli hayatı, dünyanın en zor gerçekleriyle sekteye uğrayan Acun Ilıcalı, 40’lı yaşların çok başında yine oyunların ortasında. Beşiktaş muhabiri olarak başladığı televizyon macerasını önce ‘Televole’, sonra da 105 ülkeyi gezdiği ‘Acun Firarda’ ile sürdüren Ilıcalı, ‘Fear Factor’ ve ‘Survivor’ derken ‘Var mısın Yok musun’ ile turnayı gözünden vurdu. Şu günlerde ‘Devler Ligi’ ve ‘Yetenek Sizsiniz’ ile yola devam eden Acun Ilıcalı, buluştuğumuzda biraz sıkıntılıydı. Arada toplar sekiyor olmalı…


Bir derdiniz mi var?


Var da, sizinle ilgili değil. Çözmeye çalışıyorum.


Programlardan biri mi kalkıyor yoksa?


Yok canım. Gece maç yaptık. Sabaha karşı 5’te bitti. Üzerine de iki üç toplantı. Sıkıntılı bir gün işte.


Dostun iyisi halı saha maçında, erkeğin iyisi aile ortamında belli olurmuş. Siz iki mekânda nasılsınız?

Atasözü mü bu? İyi demişler. Halı sahada dostluk mostluk kalmıyor. En hafif tabirle neşesizim diyelim. Aile ortamı ise bir insanın en doğal davrandığı, deşifre olduğu yer. Orada iyiyim sanırım.


Sabaha karşı 5’te eve dön. 7’ye kadar playstation oyna; gün nasıl işliyor bu durumda?


İşlemiyor. Günler çok sıkıntılı. 24 saat kesinlikle yetmiyor. Her yere geç kalıyor, insanlara mahcup oluyorum. Ciddi bir yoğunluk var ve açıkçası bunalmış durumdayım.


Kaçta kalkıyorsunuz?

Kaçta yatarsam yatayım sabah 10’da kalkarım. Ama öğleden sonra bir kez daha uyuyorum. Akşam yemeklerini genelde evde yiyorum. Yemeye çalışıyorum diyelim. Geceleri de hep çekim. Mesela Pazartesi – Salı ‘Devler Ligi’ni çektim. Perşembe - Cuma ‘Yetenek Sizsiniz’i… Haftada bir iki defa diğer programlara konuk oluyorum iyi kötü. Cumartesi Ankara’ya konferansa, Pazar da reklam çekimine gideceğim. Hafta bitti işte. O arada mutlaka iki halı saha maçı, üç dört tane de playstation turnuvası olduğunu düşün. Kafa gidip geliyor.


Televizyon izleyebiliyor musunuz?


İzlemem gerekenleri... Kim ne yapmış diye sadece. Eğlence için değil yani. Onun dışında futbol izlerim. Maçları. Ben genelde içindeyim televizyonun, karşısında değil.


Ben sizi televizyonda hiç görmedim desem…


Türkiye’de yaşayan birinin beni televizyonda görmemiş olması mümkün değil. Televizyonun önünden geçsen beni görürsün. Mutlaka denk gelmişsindir. Evinde televizyon yoktur; anlarım. Ama yolda izde, birinde değilse diğerinde, 15.’sinde değilse 25.’sinde rastlamışsındır. Son iki yıldır her iki günün birinde televizyondayım çünkü. Gerçekten hiç mi seyretmedin? Cem Yılmaz bölümünü de mi?


İddia şu mu: “Türkiye’de beni görmeyen, tanımayan yoktur!”


Beni görmeyen olabilir mi, mümkün mü? Hiç görmeyen uzayda yaşıyor demektir. Bir yere gittiğim zaman ‘siz kimsiniz’ diyen olmadı. Evet, Türkiye’de beni televizyonda görmemiş kimse yoktur. Sen de izlemişsindir mutlaka, insan sarrafıyım ben, anlarım.


İnsan sarraflığı ticaretten mi?

Çok fazla insanla iletişim kurmaktan. Hikâye ticaretle başlıyor tabii. Kot dükkânım vardı. Bir sürü de müşterim... Kot satarken 5 bin, muhabirlikte 2 bin, ‘Acun Firarda’ zamanında 10 bin, yarışmalarda bir 10 bin daha... Bir yerden sonra sarraf oluyorsunuz.


İyi bir satışçı mıydınız?


Çok iyiydim. Görebileceğiniz en iyi satışçılardan biriydim. Bayram öncesi bir gün 65 – 70 tane kot sattığım oldu. Pahalı kotlar ama. Tanesi 150 Dolar.


Niye yürümedi?


23 yaşında ticarete atılırsan batarsın. Bir de hesap kitap bilmem, parayla işim yoktur benim. Dükkânı, ‘fiyatlar üzerinde yazıyor’ diyerek müşteriye bıraktığım oluyordu. O derece…


Uçağa son anda binmeler, randevuları unutmalar, hesap tutamamalar... Seken toplara kim bakıyor?


O toplar gol oluyor. Zamanla ben de iyi kaleci oldum yalnız. Babamdan sonra uzun süre her top gol oldu. Kimse toplamadı. Babam olsaydı borca girmez, batmazdım mesela.


‘Acun Medya’ nasıl batmıyor?


Çünkü ders aldım artık. Çoğu hatanın temelinde tecrübesizlik var. Tecrübeyi hiçbir şeye değişmem. Gerçekten tecrübe, dünyadaki en değerli şey. Her insan hata yapmaya meyillidir; bir adım sonrasını bilemez, göremez... Ancak yaşadıkça, muhakeme ettikçe, böyle yaparsam böyle olur dedikçe öğrenir doğru hamleleri yapmayı. Şoförlük gibi. İlk kazana kadar hiç kaza yapmayacağım zannedersin. Sonra ikinciyi, eğer şanslıysan tabii, yapmak kolay değildir. Artık çok dikkatlisindir.


İki büyük motor kazası yapmışsınız. Bu nasıl ders almaktır?


Beş motor kazası yaptım, o ayrı…


Günün birinde hiç denenmemiş bir program kazandıracak mısınız televizyon dünyasına?


Yok, öyle bir şey düşünmüyorum. Televizyonda rekabet çok yüksek. Kanal sayısı arttı ama pasta aynı pasta. Dilimler küçüldükçe küçüldü. Kanal reklamla döner. İki kanal varsa reklamlar ikiye bölünür, yirmi kanal varsa yirmiye... Dilimlerin küçülmesi kanalı zora sokar. Öte yandan alternatif çok. Seyirci beğenmediği an eline kumandayı alır ve kanalı değiştir. Yani bir programı 15 - 20 milyon kişiye izlettirmen lazım. Yoksa kurtarmaz. O yüzden denenmiş ve başarılı olmuş yapımları tercih ediyorum ben. Başarısını ispatlamamış, başarılı olacağına inanmadığım bir işe başlamam. Bir projeye girmem için o projenin belli ülkelerde denenmiş ve iyi sonuç vermiş olması lazım. Bir program yirmi ülkede tuttuysa iyidir, şansı yüksektir.


Yurtdışında tutan Türkiye’de de tutuyor mu mutlaka?


Doğru yapılırsa elbette tutuyor. İnsan zevki üç aşağı beş yukarı aynıdır. Bir film Amerika’da çok izlenirse burada da çok izlenir. Hatta artık iletişim arttı, insanlar daha da aynılaştı.


Televizyonun bir matematiği, bir formülü var mı?


Yok. Formülü olsa herkes başarılı olur. İsim yapmak ve belli bir izleyici kitlesine ulaşmak elbette büyük bir avantaj ama formül budur diyemeyiz.


Şöyle soralım: Diyelim ki; yıllar geçti, yaşlandınız, üniversitede ders veriyorsunuz. Televizyonculukla ilgili... Öğrencilere ne anlatırsınız? Nasıl tüyolar verirsiniz? Evet, ders başladı. Çocuklar…


Çok seyredilmek samimiyetten geçer. İzleyici kendini programın içinde hissetmeli. Program onu kavrayabilmeli. Oyunculuk çok iyiyse bir filmi izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız mesela. ‘Realite Show’da da doğal ve samimi olursanız, izleyici zamanın nasıl geçtiğini anlamaz. Samimi ve gerçek olmalısınız, sonra da doğru hamleler yapmalı… Devamlı soru işaretleri oluşturmalısınız. O anki seyirden iki dakika sonra ne olacağını merak etmeli seyirci. Heyecanla beklemeli. Yoksa izlemez. Merak biterse kumanda aranmaya başlanır. Soru işareti çok önemli.


Peki tuzaklar?


Kısa süreli çözümlerin hepsi tuzaktır. Mesela kavga reyting yapar ama bu mantıkla yola çıkılmaz. Bu kısa dönemli bir hamledir. Tek atışlıktır. Uzak durmak gerekir.


İşler ters gitti diyelim, B planınız ne?


Benim yaşamım maddi kazanımlar üzerine kurulu değil. Zevk aldığım şeyler yıllardır aynı. Hâlâ lise arkadaşlarımla görüşüyor, onlarla vakit geçirmekten hoşlanıyorum. Hâlâ playstation oynuyorum. Televizyonculuk yaşamımda bu anlamda bir değişiklik yapmadı, dolayısıyla yola devam etmem çok kolay.


Televizyonun verdiği onaylanma, beğenilme ve alkışlanma alışkanlıkları ne olacak?


Televizyoncu olmadan önce de sevilen ve popüler bir adamdım ben. Ciddi bir çevrem vardı. 5 – 10 kişi birlikte gezerdik. Kalabalığı severim. Bizim evi fazla kalabalığız diye polis bastı bir kere. 30 kişiydik evde. Eğleniyorduk. Komşular şikâyet etmiş. Beni korkutan işlerin kötü gitmesi, programın izlenmemesi falan değil de; insanların bir gün beni sevmemesi olabilir ancak. Sevgi alışkanlık yapıyor çünkü.


JÜLİDE KARAHAN /ANADOLUJET ARALIK 2009