31 Aralık 2010 Cuma

FİL VE GÜVERCİN'DEN NEŞESİZ BİR SON

Geçtiğimiz hafta Pera Müzesi'nde açılan 'Gelman Koleksiyonu'ndan Frida Kahlo ve Diego Rivera' isimli sergi oldukça hüzünlü biten bir öykünün küçük bir parçasını anlatıyor.


Frida Kahlo ve Diego Rivera'nın 40 yapıtı, Pera Müzesi'nin 3. katına yerleşti. New York'ta sıkılmış, Paris'te yalnız ve mutsuz hissetmişti kendini Frida. İstanbul'da yalnız değil, Diego yanında. Mutsuz da olmamalı... Çünkü İstanbul taktı takıştırdı ve onu rengârenk karşıladı. Hatta 'yeni yıl' gibi bir bahane bularak geçtiği yolları tam 68 bin 412 ampulle ışıklandırdı.

Pera Müzesi'ne çıkan sokakların koku ve sesleri değişti. Kestane ve simit kokusu yerini ıtır ve lavantaya, kösele sesleri ise yerini çıtı pıtı topuk tıkırtılarına bıraktı. Sergiyi en çok, kadınlar beklemişti merakla. Sebep 12 Temmuz 1953 tarihli La Prensa'nın birkaç cümlesinde gizli: "... Sanat tarihinde ilk kez bir kadın, sadece kadını ilgilendiren genel ve özel meseleleri mutlak, çiğ ve diyebiliriz ki sakin ve yırtıcı bir açık sözlülükle dile getirdi..."

KIRMIZI BİR YIĞIN İÇİNDE YEŞİL BİR NOKTA

Bu dile getirişi hazırlayan yaşamın bilinen özeti şöyle: 1907'nin 6 Temmuz'unda Meksiko'ya bağlı Coyoácan'da doğar Frida. Escuela Nacional Preparatoria'ya (Ulusal Hazırlık Okulu) devam ettiği sırada, 1925'in 17 Eylül'ünde, ağır bir otobüs kazası geçirir. Demir bir çubuğun bedenini boydan boya delip geçtiği o kazayla birlikte öğretmenlerinin birinin deyişiyle 'hayat dolu genç kız gider, hüzünlü bir kadın' gelir.

Upuzun iyileşme döneminde resim yapar o hüzünlü kadın. Yürüyebildiğinde resimlerini yıllar önce okulun toplantı salonunda duvar resmi yaparken hayranlıkla izlediği ünlü ressam Diego Rivera'ya götürür. Tek bir sorusu vardır: "Resim yapmaya devam etmeli miyim?" Cevap Diego'nun cüssesi kadar dev bir 'Evet'tir. Bir evet de evliliğe...

1929'un 21 Ağustos'unda evlendiklerinde Frida'nın ailesi yeni evli çifti 'güvercinle fil'e benzetir. Her ne kadar herkes -özellikle de Frida'nın annesi- Diego'yu çirkin, şişko ve yaşlı bulsa da 1949'da bir sergi kataloğu için yazdığı 'Diego'nun Portresi' başlıklı makalesinde şöyle anlatır onu Frida: "...Diego'yu onun yaşamının bir 'izleyicisi' olamayacak ancak bir parçası olacak şekilde seviyorum. ...Belki insanın Diego gibi bir adamla yaşarken 'ne çok sıkıntı çektiği'ne dair sızlanmalar duymayı bekliyorsunuz benden. Ama ben, nehir akıyor diye kıyılarının sıkıntı çektiğine, yağmur yağıyor diye dünyanın sıkıntı çektiğine, enerjisini salarken atomun sıkıntı çektiğine inanmıyorum... benim için her şeyin doğal bir telafisi vardır. Olağanüstü bir yaratığın müttefiki olarak üstlendiğim zor ve anlaşılması güç rolde ödülüm, kırmızı bir yığın içinde yeşil bir noktadır; 'denge'dir benim ödülüm."

ÖYKÜNÜN KÜÇÜK BİR KISMI

1944'te, kötüleşen sağlık durumu nedeniyle çelik korse giymeye ve günlük tutmaya başladığında ünlü bir ressam olmasının yanı sıra hareket etmek isteyen ama hareketsiz, anne olmak isteyen ama çocuksuz bir kadındır Frida. Sayısız ameliyata ve kıpırdayamamasına rağmen 1953 Nisan'ında ülkesindeki ilk kişisel sergisinin açılışına gider, öyle bağlıdır hayata. Bir yandan da günlüğüne "Umarım çıkış neşelidir. Bir daha asla dönmemeyi umut ediyorum." yazacak kadar yorgun. Frida, 1954'ün 13 Temmuz'unda hayattan çıkıp gittiğinde 140 tablo ve bir o kadar çizimin yanı sıra kocaman bir öykü bırakır ardında.

Pera Müzesi'nde 20 Mart'a dek görülebilecek 'Gelman Koleksiyonu'ndan Frida Kahlo ve Diego Rivera' isimli sergi; tablo, desen, fotoğraf ve bir belgesel film yardımıyla bu kocaman öykünün küçük bir kısmını anlatıyor izleyiciye. Frida'nın 'Diego Rivera'nın Portresi' isimli eseriyle başlayan sergi; Kolyeli, Saçörgülü ve Maymunlu Otoportre ile devam ediyor. Tüm bu sorgu dolu portrelerin ardından 'İçi Açılmış Yaşamı Görünce Korkan Gelin'e bakmak neşelendiriyor insanı. 76x61 cm'lik boyutlarıyla nispeten büyük olan bu yağlıboya, iki yarım karpuz parçası ve iki hindistancevizinin beraberce ying-yang oluşturması bir yana baykuş ve çekirge ile Ezop Masalları'nı hatırlatıyor. Tüm bunlardan sonra Diego'nun Kaktüslü Manzara, Ayçiçekleri ve Kala Çiçekçisi gibi yapıtları izleyiciyi öyküden uzaklaştırsa da serginin sonunda 40 dakikalık bir belgesel var ki, çıkışın neşeli olması imkânsız...

Jülide Karahan

Zaman Kültür/ 29 Aralık 2010

21 Aralık 2010 Salı

AYASOFYA'NIN TAVANINA DOKUNMAK

İstanbul'un karla karışık yağmur ve şiddetli rüzgarla başlayan 2010 Avrupa Kültür Başkentliği, 'zorlu hava koşulları' eşliğinde sona eriyor. 2010'un rüya ve kâbusları ile 2011'in beklenti ve umutlarını Genel Sekreter Yılmaz Kurt'tan dinledik.


Hava aynı böyleydi: Yağmur, kar, rüz-gâr... İstanbul'un 2010 Avrupa Kültür Başkentliği, karla karışık yağmur ve havai fişekle 16 Ocak akşamı 'resmen' başlamıştı. Bugün akşam saatlerinde Harbiye Kongre Merkezi'nde gerçekleşecek mütevazı bir resepsiyonla nokta değilse de noktalı virgül konulacak sürece. Tek fark: Havai fişek. Peşine düştüğümüz yegâne soru: 2011'de ne olacak?

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajans Başkanı Şekib Avdagiç, Skylife'ın Aralık sayısında gergin bir kesinlikle "Bizim 2011, 2012, 2013'ümüz yok. Biz 2010 yılına özgü bir kuruluşuz. 2010 sonu itibarıyla icraatımız tamamlanmış olacak. Altı aylık bir raporlama ve bürokratik işlemler döneminin ardından Haziran 2011'de noktayı koyacağız." demişti. Ama... Her şey ve herkes bu kadar netken kapılar arkasındaki tüm ilgili aktörler ajansın geleceğini konuşuyordu. Çokça geçen bir isim bile vardı: İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Genel Sekreteri Yılmaz Kurt.

Yasa bizi bağlıyor

Kapısındayız. Devlet memurluğunu itinayla hatırlatan pembe imza klasörleriyle aynı memuriyeti her fırsatta unutturan uzun çalışma saatleri arasında gülümsüyordu Yılmaz Bey. Enikonu neşeliydi. Neşesini balla kestik: "Ajans başka bir yapı, başka bir isim ve başka bir modelde devam edecek mi? Siz yeni oluşumun içinde olacak mısınız?" Tanıdık bir cevap: "5706 sayılı bir yasa var, ajansın kuruluş yasası. Ona göre Ajans 31 Aralık'ta tasfiye edilecek, 6 ay içinde de tasnif... Yasada bir değişiklik yapılmadığı sürece bu böyle. Başka bir şey mümkün değil. Ama..." Sevgiliden duyulduğunda kaçılacak kelimeler listesinde 'Bak güzelim'in altında yer alan 'Ama' pek kıymetli bu durumda. Kaldığımız yerden aynen: "... Ama bu soru bizi çok mutlu ediyor. Demek ki 2010 bir misyonu ifa etti, demek ki yokluğu bir eksiklik oluşturacak, demek ki herkes devamını istiyor..."

"40 defa sorup İstanbul'un kültür sanat hayatını batıl inançlarımıza yaslayacağız." diyor ve ekliyoruz: "Daha ikideyiz. Dost sohbetlerinde geleceğe yönelik yeni bir yapı konuşuluyor mu?" Kaçış: "Özel sohbetlerimizi bir gazeteciye nasıl anlatalım? Ama evet, konuşuluyor bu. 2011'de İstanbul'un kültür sanat ihtiyacı kalmayacak mı ki deniyor..." Edilgen değil, etken cümleler rica ediyoruz, nafile... Aldığımız alacağımız yegâne cevap: "Kamu, özel sektör ve sivil toplum bir çatı altında ilk defa buluştu, çok sıkıntılı süreçler yaşandı. Bu haliyle devam etmesi zor. 2010 sayesinde İstanbul'u daha iyi tanıttık. Bu anlamda İstanbul'u tanıtan ve birimler arasında koordinasyon sağlayan bir yapıya ihtiyaç var mı derseniz, kesinlikle var. Bir kültür ve tanıtım ajansı çok güzel olur." Üçüncü kez yokluyor ve "Böyle bir yapı düşünüyoruz ve içinde ben de varım der misiniz?" diyoruz. Cevap – henüz - şöyle: "Yok bunu şu anda söyleyemem. Yasa bizi bağlıyor."

Yeni bir konu ve soru: "Tek kelimeyle nasıl geçti?" Üçüncü not defterini bitirip dördüncüye gözümüzün önünde geçen Yılmaz Bey'in o tek kelimesi 'rüya gibi'. Sonrakiler şöyle: "Of of of... Çoğuna yetişemedik gerçi ama yine de Boylu Soylu Yelkenler'i kaçırmadım. Efsane İstanbul sergisini unutamam. Arvo Pärt konseri benim için çok etkileyiciydi. Bono'yla köprüde yürüdük, uzun uzun sohbet ettik. Daha çok sevdim adamı, hele konseri dinleyince... En unutulmazı ise, bakın bu çok özel, iskeleye çıkıp Ayasofya'nın tavanına avucumu yaslamaktı. Tarihin içinde bir yolculuktu, harika bir histi, tarif edemem. Yazmak lazım bunları..." Yılmaz Bey gerçekten yazacak anılarını. O yazmasa anılar yazdırır kendini. İspat için bakınız: Ötüken Neşriyat, 'Bir Bıldırcın Misali' ve İstanbul 2010 Dergisi, sayı 4, sayfa 62.

Kâbuslar anlatılmaz

Rüyalar iyi, hoş, güzel... Peki ya kâbuslar? "Onlar anlatılmaz bizim kültürümüzde." diyor ama yanılıyor Yılmaz Bey: Akan suya ya da akan banda anlatılır. Hatta anlatılırsa iyi de olur! İkna oluyor: "En büyük kâbus proje sağanağı altında kalmaktı. Projelerde bir standart yok. 5 bin TL'lik de var, 60 milyon TL'lik de... Bir müellif geldi, projesini anlattı, 60 milyon TL istedi. Düşünebiliyor musunuz? İlk kez bir kurum çıktı ve 'Bir fikriniz var mı' dedi. 2500'e yakın fikir geldi. Bir tarafta binlerce proje, bir tarafta kısıtlı zaman... Zor günlerdi. Projelerin ancak yüzde 20'sini kabul edebildik, kalan yüzde 80'i karşımıza aldık. Bir de hemen şurada bir kasamız olduğu fikri vardı ortada. Her litre benzinden bilmem ne kadar para alıyoruz, para hemen şuraya oluk oluk akıyor; projesini anlatana çıkarıp trink diye veriyoruz. Öyle sanıyorlardı. Her benzin aldığında 'şu kadar kuruş 2010'a verdim' diye beni arayan arkadaşlarım oldu. Öyle böyle değil. Anlat, anlat; bittik."

Yılmaz Bey'i bir kez daha yormayalım. Olay şu: Vergiler bir havuzda toplanıyor ve belirlenen bütçe doğrultusunda ödenek aktarılıyor. Ajansa ve diğer her şeye... Benzinden alınan ayrı bir yüzde söz konusu değil. Ajans'ın web sitesinde Maliye Bakanlığı'ndan gelen bir yazı da var bu konuda. Yine de -ille de- merak edenlere, Ajans'ın harcadığı para 320 milyon TL. Bunun 500 milyon TL'ye kadar yolu var.

Az ya da çok, iyi ya da kötü... İstanbul'un 2010 Avrupa Kültür Başkentliği sona eriyor. 'Helal olsun'dan 'Şimdi bittik'e uzun ince bir çizgide olanca samimiyetiyle yürüdü Yılmaz Bey. Kendi deyişiyle sadece bir şeyi unutmamaya çalıştı: Cumhurbaşkanının 'İstanbul'a hizmet ibadettir' lafını.


Jülide Karahan

Zaman Pazar / 19 Aralık 2010

KAYNAĞIM GELENEK DEĞİL, İÇİM

Nispeten eski bir dizi ‘Aşk Yakar'ın Belda'sından (Ece Sükan) bir replik: “Ama bu bir Ergin İnan… ‘İnsan'! Nasıl ele geçirdin bunu?” Esas kızın coşkusundan anlıyoruz ki ekrandaki tablo pek değerli. Geçen yıl İstanbul Modern'de açılan ‘Gelenekten Çağdaşa' isimli sergiyi gezmemiş, elimize bir müzayede kataloğu almamış olabiliriz. Mühim değil. Dizideki o pek değerli tablonun sanatçısını tanımak için 15 Aralık öğle ve akşam haberleri iyi bir fırsat.

Ressam Ergin İnan, 2010 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'nü İstanbul Modern Müzesi ve tarihçi Cemal Kafadar ile birlikte 15 Aralık Çarşamba günü 11.00 itibarıyla Köşk'te yapılacak bir törenle alacak. Tören sırasında İnan'la ilgili 10 dakikalık bir VTR de gösterilecek. Orada yakın çekim eserleri, burada iç dünyası…

Ödülün gerekçesinde “… Modern ve evrensel olanla gelenekseli buluşturma çabaları için Ergin İnan'a...” ifadesi geçiyor. Resminizde gelenekle çağdaşı buluşturma gibi bir çabanız var mı?

Aslında yok. Öyle bir çabam, geleneği resme yansıtmak gibi bir amacım hiçbir zaman olmadı. Ama resim bir amaçla yapılmaz zaten. Bir düşünce koymaya çalışıyorsanız biçimleme kaygısı ortaya çıkar ve özgürlük ortadan kalkar. Ben her zaman kendimi kendi iç dünyama bırakmışımdır. Bir şeyi bahane ederek, planlayarak yaparsam olmaz. Benim için en önemli kaynak içtedir. Ama tabii içimiz çocukluktan itibaren pek çok şeyden beslenir. Malatya'da doğdum, geleneksel sanatlarla bir arada büyüdüm, bu memlekette yaşadım ve var oldum. Gelenekseli özümsedim muhakkak.

Minyatür ve hat motifleri kullanmanız geleneksel sanatı bugüne taşıma çabası içinde olduğunuz izlenimi veriyor olabilir mi?

Olabilir. Ama özellikle yapılmış bir şey değil bu. Ben de soruyorum zaman zaman ‘niye o eski yazıyı aldım da bu tabloya koydum' diye… Sahaflara gider, eski kitaplara sık sık bakarım. Geçmişe gitmek gibi bir şey bu. Küçücük bir kâğıt parçasına severek yaklaşır ve eski yazıda geçmişin izlerini görürüm. Onu alıp eve götürmek ve resmime dâhil etmek isterim. Düşününce sebebi çocukluğa kadar gider... Her şey gidip bir şekilde çocukluğa bağlanıyor zaten.

Eski yazıyla ilk karşılaşmanız?

4 -5 yaşlarımdaydım. Bahçede sundurma içerisinde eski kitaplar vardı. Oraya girmek yasaktı ama yine de gidip karıştırırdım. Evde kiracıydık biz, o kitaplar da başkasının, belki de ev sahibinindi.

Eski yazıya karşı içgüdüsel bir yöneliş mi sizinki?

O kesin. Eski yazıyı sezgisel olarak resme yapıştırıyorum. Onun orada olması gerektiğini hissediyorum. Resmin içinde çok yoğruldum ben, onun için o eski yazıyı nereye koyacağımı sezgisel olarak biliyorum. Koyuyorum, sonra da üzerine bir arı çiziyorum mesela… Yazı arıyı anlatıyor çıkıyor. Böyle çok şey, tesadüf demek istemiyorum, oluyor. Sahaflarda çok hikâyem var benim.

Birini anlatır mısınız?

İbrahim Hakkı Hazretleri'ni hiç bilmiyordum. Sahaflara gider, bilmeden alırdım. Yine eski bir kitap buldum, gökyüzüyle ilgili çizimler de var içinde. Sayfalar eski, taş baskı. İki resim yapıyordum o sırada; biri Âdem, biri Havva. Sayfaları resmimde kullanmaya başladım. Çalışıyorum bir gün... Berlin'den tanıdığım tiyatrocu Çetin İpekkaya ziyarete gelecek. Pazar kuruluyor evin yakınlarında, gideyim de bir karpuz alayım bari dedim. Satıcının üzerinde bir şalvar vardı, gri mavi renkli çok değişik bir şey. Sordum, ‘nerelisin, bu hangi yörenin şalvarı' diye. ‘Ben İbrahim Hakkı Hazretleri'nin memleketindenim' dedi adam. Bir şey söyleyemedim tabii, bilmiyorum İbrahim Hakkı Hazretleri'ni. Aldım karpuzu, gittim eve. Çetin İpekkaya geldi, laf lafı açtı. Nasıl oldu bilmiyorum, o da İbrahim Hakkı Hazretleri'nden bahsetmeye başladı. Resmimdeki şekillerin Marifetname'den olduğunun farkında değil tabii. Sonra gittim Türkçesini buldum, Marifetname'yi okudum. Sadece susayan suyu değil, su da susayanı buluyor.

Bir hikâye de Mesnevi'den o zaman…

İki ressam var, biri Doğulu, biri Batılı (Frenk). Bir yarışma var. Bu iki ressam karşılıklı iki duvarda hünerlerini gösteriyor. Doğulu olan kılı kırk yararcasına çalışıyor; evrenin tüm ayrıntılarını ortaya çıkarmak, çizmek, göstermek istiyor. Batılı devamlı duvarı perdahlıyor, cilalıyor yani. Duvar öyle bir hâle geliyor ki adeta ayna. Güneş doğuyor. Doğulunun resmi Batılının duvarına yansıyor. Bu hikâyeyi çok severim işte.

Sizin için nasıl? İnce ince mi, hikâyedeki gibi…

İnce ince. Ben resimde iç dünyamla hesaplaşırım. Yapmadan duramadığım için yaparım. Çağdaş sanat biraz daha hesaplı kitaplı; bir düşünce, bir söylem odaklı. Bir şeylere - para ya da görüntü - hizmet ediyor. Benim için öyle değil. Geçtiğimiz günlerde Gilbert & George'un devasa resimlerini gördüm, hepsi bilgisayar çıkışlı, hepsi tekdüze. Eskiden Rubens ve diğerleri bir sürü insan çalıştırır ve devasa eserler yaparlardı. Ama küçük Rubens'ler ve eskizler daha bir başka. Büyüdükçe, resme başka eller değdikçe bir şey eksiliyor. Gilbert & George'un devasa resimlerinde de öyle, bir şey eksik.

O şey ne?

His, ruh, öz… İçin yansıması. Fırça sürüşte, boyanın katında var oluyor o şey. Elden resme geçiyor. Bakıyorum, çağdaş sanatta o eksik. Ben öyle bir yola girmek istemedim hiç.

Elinizden çıkaramadığınız, kendinize sakladığınız eserler var mı?

İlk yıllardan var. 67'deki ilk sergimde grotesk figürler vardı, kendime dönük. Onlar hakikaten önemlidir benim için. O zaman da almak isteyenler olmuştu ama satmadım. İlk böcekli işim de bende durur. 69'da yapmıştım.

İlk çiziminiz?

Hatçe Bacı. Komşumuzdu, duvar komşumuz. Çok yaşlıydı. Ben 4-5 yaşlarındaydım. Toprağa su döker, çıkan şekilleri izler, ‘ne yapıyorsun' diyenlere ‘Hatçe Bacı'yı çiziyorum' derdim. Devamlı resim yaptım sonra, defter kenarlarına falan. Lisede yavaş yavaş kendimi bulmaya başladım. Bir hocamız sürekli perspektif çizdirirdi. Bir gün bahçede özgürce bir şey çiziyordum, çıplak bir insan figürü, bıkmış olmalıyım perspektiften... Çocuklar etrafıma toplandı, hoca gördü, resmi istedi. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim, resim çıplak diye utandım, resmi yırtıverdim. Büyük bir ceza aldım sonra. Hem karneme 1 geldi, hem tekdir cezası aldım. Sonra tabii bitirmelerde en yüksek notu alarak geçtim.

O kendini yavaş yavaş bulma, içe dönme zamanlarında; neyim, ne yapıyorum, neraden geliyorum, nereye gidiyorum gibi sorular sarar etrafımızı. Sizin sorunuz neden ‘ben ben miyim'?

Yalnız kaldığımda şöyle sorarım onu: İlyas mı ben, ben mi İlyas…

Neden İlyas?

Her şeyi söylemek de iyi değil ama… İkinci ismim İlyas benim. Anneannem bir rüya görmüş. Bence rüya, ona göre gerçek… Ben yeni doğmuşum, bir iki aylık ya varım ya yok. Anneannem namaz kılarken ağlamış mıyım ne, biri beşiğimi sallamış, adının Hızır İlyas olduğunu söylemiş. Anneannem namazı bitirdiğinde kaybolmuş. Oradan geliyor olabilir o sorular. ‘İlyas mı ben, ben mi İlyas' ve ‘ben ben miyim'...

‘Dünyadaki en zor şey insanın kendisi olabilmesidir.' diyor ‘Kara Kitap'. Siz kendiniz olabildiniz mi?

Olmaya çalışıyorum. En çok resimlerin içinde kendimim. Hatta garip gelebilir ama resim yaparken tam anlamıyla o resim oluyorum.

Jülide Karahan

Zaman Pazar / 12 Aralık 2010

.............

2011 YOK!

İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkentliği macerası sona yaklaşıyor. “Ya sonrası; yani 2011, 2012, 2013 diyoruz…” Aldığımız cevap net: “2011 ve sonrası diye bir şey yok.”


2010 bitiyor. İstanbul’un, Haliç'teki görkemli havai fişek gösterisiyle başlayan 2010 Avrupa Kültür Başkentliği’yle birlikte… İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajans Başkanı Şekib Avdagiç bitişe sayılı gün kala sorularımızı cevapladı.

En çarpıcı, en etkili proje hangisiydi?

Kategorize etmek hiç arzu ettiğimiz bir şey değil. Bütün projelerimiz kendi sanat dalları itibariyle önemli.

Avrupa Kültür Başkentliği’ni ‘kent pazarlama modeli’ olarak kavrayıp avantaja dönüştüren ilk kent 1990 Avrupa Kültür Başkenti Glasgow (İskoçya). Bunca yıl sonra başarısı hâlâ herkesin dilinde olan Glasgow’da üç önemli konser gerçekleşmiş: Pavarotti, Paul Mc Cartney ve Wings ile Frank Sinatra... Herkes bu üç konseri 1990 tecrübesinin en çarpıcı olayları olarak hatırlıyor. Bu taraftan bakarsak İstanbul’da ne hatırlanacak?

Glasgow’la İstanbul’u karşılaştıramayız. İstanbul 8000 yıllık tarihiyle pek çok imparatorluğa başkentlik yapmış bir şehir. Bir iki konserle hatırlanmaktan öte bir şeyler var burada. Biz bunları ortaya koyma gayreti içinde olduk.

Sürdürülebilir projelerimiz hangileri? Yani 2020’ye geldiğimizde anacağımız, ‘bu uygulama 2010’da başlamıştı’ diyeceğimiz…

Salı Pazarı’ndaki eski bir antrepoyu ‘Sanat Limanı’ ismiyle kamusal bir sanat mekânı haline getirdik. ‘Sanat Limanı’ çok güzel bir sergi alanı oldu. Birçok genç arkadaşımızın işleri orada görücüye çıktı. Biz altyapıyı kurduk, mekân problemini çözdük. Bundan sonrası genç sanatçılarımızın işi… Faaliyetlerini kendi imkânlarıyla sürdüreceklerdir.

Festivaller için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz?

Tabii ki. Opera, dans ve şiir gibi festivallerin başlamasına ön ayak olduk. Temelleri atıp altyapıları oluşturduk. Onlar sponsor desteğiyle yola devam edecektir bundan sonra.

Kişisel olarak keyifle takip ettiğiniz etkinlikler nelerdi?

Ben her şeyi, bütün disiplinleri yakından izlemeye çalıştım. Birini öne çıkaramıyorum.

Şöyle soralım: Eğer gitmediysek neleri kaçırdık?

Topkapı Sarayı’ndaki ‘On Bin Yıllık İran Medeniyeti ve İki Bin Yıllık Ortak Miras’ ile yine oradaki ‘Moskova Kremlin Sarayı Hazineleri Topkapı Sarayı'nda başlıklı sergileri kaçırdınız. Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki ‘Efsane İstanbul: Bizantion'dan İstanbul'a - Bir Başkentin 8000 Yılı’ başlıklı sergiyi görmediyseniz yazık oldu. Santralistanbul’daki ‘İstanbul 1910 – 2010 Kent, Yapılı Çevre ve Mimarlık Kültürü Sergisi’ de, eğer görmediyseniz, kaçırdıklarınız arasında.

Kaynaklar en çok nelere harcandı?

Yapım ve restorasyon projelerinin bütçeleri çok yüksekti. En önemli kaynaklarımızı Ayasofya ve Topkapı içindeki restorasyonlara harcadık.

2011 Ocak itibariyle neler olacak?

Bizim 2011, 2012, 2013’ümüz yok. Biz 2010 yılına özgü bir kuruluşuz. 2010 sonu itibariyle icraatımız tamamlanmış olacak. Etkinlikler bitecek. 6 aylık bir raporlama ve bürokratik işlemler döneminin ardından, Haziran 2011 itibariyle de işimiz tamamen bitecek.

2002 Avrupa Kültür Başkenti Brugge, 2002’yi gelecek yıllar için bir başlangıç kabul edip bağımsız organizasyonunu muhafaza etti ve etkinlikleri sürdürdü. Böyle bir şey İstanbul için mümkün değil mi?

Avrupa Kültür Başkenti olmuş pek az şehir bu projeyi uzun vadeli bir olaya dönüştürdü. Brugge ve Lille gibi… İstanbul için Avrupa Kültür Başkentliği kendi dönemi içinde icra edildi ve tamamlandı. 2011 diye bir şey yok. Şimdilik durum bu.

Hayal kırıklıkları var mı? Şunu yapmakta geciktik, bunu düşünemedik ya da şunu şöyle yapsaydık gibi…

En çok üzüldüğümüz konu Atatürk Kültür Merkezi. Binanın restorasyonunun bitmesi için çok büyük gayret gösterdik. Projelerin hazırlanması, ihaleler… Mahkeme engeliyle karşılaştık, o engelin ortadan kalkması için tarafları bir araya getirdik ve uzun bir süreç geçirdik ama maalesef taraflar anlaşma sağlayamadı. Elimizde olmayan, bizim dışımızdaki sebeplerden dolayı Atatürk Kültür Merkezi’ni yenileyemedik, üzgünüz. İstanbul için hâlâ büyük bir sıkıntı bu.

Başka?

Çok fazla hayal kırıklığımız yok. Patinaj yaptığımız çok fazla proje olmadı. Altından kalkamayacaklarımızı zaten baştan kabul etmedik.

Epey eleştiri oldu. Özellikle nüfuz edememe odaklı… Onlara ne dersiniz?

Kahvelerde oturup çay kahve içerek değerlendirme yapmak son derece gerçek dışı. 1.5 yıldır hayata geçirdiğimiz proje sayısı 600. İstanbul’un kelli felli bir sürü kurumu var; hangisi bu kadar sürede bu kadar projeyi, farklı disiplinlerde üstelik, hayata geçirdi? Bu kadar kısa zamanda, bu kadar farklı disiplinde, bu kadar projeyi hayata geçiren başka bir kurum olmadı; olma ihtimali de yok. Bu eleştirileri doğru, gerçekçi ve şık bulmuyorum.

Eleştirisi haklı olan bir durum var mı? Şunu eleştirseler haklılar dediğiniz…

Biz kendi eleştirimizi yapıyoruz. Şu var: Bu kadar çok proje başvurusuyla karşı karşıya kaldığımız bir mekanizma oluşturmakla hata etmişiz. Bu kadar çok sayıda proje başvurusu bizim işleyişimizi olumsuz etkiledi. Sınırlı başvuru ve sınırlı kabulü baştan tarif edebilmiş olsaydık Ajans çok daha verimli çalışırdı.

Son olarak ve kısaca İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması İstanbul’a ve İstanbulluya ne kattı?

İstanbul 100’ün üzerinde restorasyon çalışmasıyla yenilendi. Şehir, ‘Adalar Müzesi’nden ‘Sanat Limanı’na pek çok yeni yapıya kavuştu. İstanbul’un tamamını kapsayan bir proje bu. İlk defa Tuzla’dan Küçükçekmece’ye, Beykoz’dan Şile’ye şehrin tamamına yayılan… Tüm İstanbul ve tüm İstanbullularla buluştuk, öyle ya da böyle. Öğrenciler, kültür yöneticileri ve sanatçılar bir araya geldi. Herkese proje yapma imkânı verdik. Ciddi bir proje hazırlama ve sunma kültürü oluştu. Ajansta 75 kadar genç arkadaş çalıştı. Onlar İstanbul’un kültür sanat hayatında etkin olmaya devam edecek.

JÜLİDE KARAHAN / SKYLIFE ARALIK

........

20 Aralık 2010 Pazartesi

SİNOP’TA ÇOCUK OLMAK, ÇOCUK KALMAK…

Sinop’ta çocuklar mutlu. Bunda dondurmanın kilosunun 3.75 YTL olmasının epey payı olsa gerek ama onları asıl mutlu eden bunca oyun…

"Yön tarif edemezsiniz Sinop'ta. Karadeniz’de deniz normalde kuzeydedir ama burada hem kuzeyde hem güneyde” diyor Ali Bey. Deniz dalgalı olduğu kadar da oyuncu Sinop’ta. Yeni bir oyun buluyoruz. İsmi ‘Dalgalarla dalga geçme’ oyunu.
Hava denize girilmeyecek kadar serin ama ayakları suya sokacak kadar ılıksa oynanabiliyor. Kuralları şöyle: Kumsalın dalganın erişebildiği bir noktasında sabit durulur. Dalga beklenir. Dalga ayak bileğine erişirse deniz kazanır ve kişi denize doğru bir adım ilerler. Eğer dalga bileğe ulaşamazsa bir adım geri çıkılır kumsala. Böyle böyle bir ileri bir geri derken kumların kuru noktasında kişi, denizin içinde dalga kazanır. Hep deniz kazanacakmış gibi gelebilir ama öyle değil. Bazen uzaktan kocaman görünen bir dalga biraz erken kırılırsa ulaşamıyor kıyıya. Bazense küçücük bir dalga sabreder ve hemen kırılmazsa tam tersi oluyor. Tamamen şans ve zamanlama işi. Pek çok oyunda olduğu gibi…

Sinop’ta oyun pek çok. Saymaya kalkınca 20’yi rahat geçiyor. Öyle ki geçtiğimiz aylarda üçüncüsünü izlediğimiz Uluslararası Sinop Bienali Sinopale’deki işlerden biri sadece oyunlar üzerineydi. Bahar Aksel ve Ayhan Enşici Sinoplularla bir bir konuştu ve Sinop Geleneksel Çocuk Oyunlarını derledi. Bize sadece oynamak kaldı. Ve bir de anlatmak… Anlatalım ki unutulan ya da artık oynanmayan oyunlar tekrar gün yüzüne çıksın ve bugünün çocukları onlardan haberdar olsun. Büyükleri de tabii. Çünkü oyun oynamanın yaşı yok...


OYUNLAR

Aç Kapıyı Bezirgan Başı
5 Taş
Birdirbir
Cicoz
Çember Çevirmece
Çubuk Deste
Fırfır
Güvercin Takla
Kale Taşı
Kovaya (Kuva) Dildan Atmak
Köşe Kapmaca
Kör Ebe
Malak
Met (Çelik Çomak)
Saklambaç
Sek Sek
Topaç
Uçurtma Uçurma / Uçurtma Dövüşü
Uzun Eşek
Yağ Satarım Bal Satarım
Yakantop
Yeditaş – Dokuztaş
Yılan


OYNAMAK İSTEYENLERE…

CİCOZ

İki kişiyle oynanır. Her oyuncu için 9 pul (küçük taşlar ya da gazoz kapağı) gerekir. Bir oyuncuya ait 9 pulun 9’u da aynı renk olur; oyuncuların pulları ayrı renkler kullanılarak farklılaşır. Oyunun amacı aynı renkli 3 taşı aynı hizada yan yana getirerek rakip oyuncunun taşlarını almaya hak kazanmaktır. Kuralları şöyle: Yere cicozun oynanacağı 3 kareden ve köşegenleri birleştiren çizgilerden oluşan şekil çizilir. Oyuna başlamadan önce iki oyuncu sayışarak kimin başlayacağını belirler. Sayışmanın en çok kullanılan yöntemi oyunculardan birinin tek bir pulu avucunun içine saklaması, diğer oyuncunun ise pulun hangi elde olduğunu bilmeye çalışmasıdır. Pulu bulmaya çalışan oyuncu bilirse oyuna başlar, bilemezse pulu saklayan oyuncu başlangıcı yapar. Oyuna başlayan oyuncu kendi taşlarından birini çizgilerin kesişim noktalarından istediğine koyar. Sıra diğer oyuncuya geçer ve o da istediği bir noktaya kendi pulunu yerleştirir. Her oyuncuya ait toplam 9 taş sırayla olmak üzere birer birer istenilen noktalara konulur. Taşları yerleştirirken amaç 3 tanesini yan yana gelecek şekilde koymaktır. Ancak rakip oyuncular kendi sıraları geldiğinde kendilerine ait taşları diğerinin 3’lü sıra yapmasını engelleyecek şekilde yerleştirirler. Her oyuncu 9 adet taşını yerleştirdikten sonra sırayla çizilmiş çizgiler boyunca taşlarını kaydırarak ilerler. 3 taştan oluşan sıralamayı yapan, rakibinin taşlarından birini almaya hak kazanır. Taşı biten taraf oyunu kaybeder.

YEDİ TAŞ (DOKUZ TAŞ)

2 takım halinde, toplam 2 – 10 kişi ile oynanır. Gerekli olan malzeme üst üste dizilecek 7 tane iri ve yassı taş ile orta büyüklükte bir lastik toptur. Oyunun amacı kule haline gelecek şekilde üst üste dizilen taşları topla yıkıp daha sonra karşı takım tarafından vurulmadan tekrar kule halinde dizmektir. Bu biraz zor bir iştir. Ama imkansız değil… Kurallara gelince; 7 iri taş üst üste dizilerek kule haline getirilir. Oyun kimi mahallelerde 8 ya da 9 taşla da oynanır. Kuleden 5–10 metre uzaklıkta bir çizgi çizilir. Takımlardan biri atıcı, diğeri ise savunucu olur. Takımların oynayacağı rol sayışma ile belirlenir. Atıcı takımın oyuncuları çizilen çizginin dışına geçerek topu kuleye doğru atar ve taşları yıkmaya çalışır. Taşlar yıkıldığında kuleyi savunan grup atılan topu almaya gider, o sırada atışı yapan grup taşları dizerek kuleyi tekrar oluşturmaya çalışır. Atıcı grup kuleyi tekrar dizerken savunucu grup topla rakip takımın oyuncularından birini vurmayı başarırsa o oyuncu yanar ve oyun dışında kalır. Oyun yeniden başlar ve atıcı grup aynı şekilde yıkılan kuleyi tekrar dizmeye çalışır. Eğer vurulmadan dizmeyi başarırsa yanan oyuncularını tekrar oyuna dahil etme hakkı kazanır. Taşları tekrar dizmeyi başaramayan ve tüm oyuncuları yanan takım oyunu kaybeder. Atıcı olma hakkı diğer takıma geçer.

KOVAYA (KUVAYA) DİLDAN ATMAK

Oynamak için en az iki kişi gerekir. Bir de yere açılan bir çukur ve çok sayıda dildan (misket). Oyunun amacı yere açılan kovaya (çukur) en fazla sayıda dildanı atmaktır. Kurallar şöyle: Oyun toprak zeminde oynanır. Önce yere bir daire çizilir ve içi çok derin olmayacak şekilde çukurlaştırılır. Ardından, oynayacak çocukların yaş aralığının el verdiği uzaklıkta bir atış çizgisi çizilir. Her oyuncu sırasıyla eline bir avuç dildan alır ve çukura doğru atar. Kovaya en fazla sayıda dildanı isabet ettirmeyi başaran kazanır ve kendi attığı sayıda dildanı diğer oyunculardan alır.

Dildan ile oynanan çok sayıda oyun vardır. Bunlar arasında kovanın içine konan dildanları atılan başka bir dildanla vurarak dışarıya çıkarmaya çalışmak, kovanın etrafına serpilen dildanları başka bir dildanla vurarak içeri düşürmeye çalışmak ya da yere çizilen üçgen / dairenin içine dizilen dildanları çizginin dışına çıkarmak vardır. Dildan oyunları mahallelere göre bile çeşitlilik göstermektedir.

YILAN

En az iki kişiyle oynanan bu oyun için yere yılan şeklini çizmek için tebeşir ya da kiremit parçası, her oyuncuya ait bir adet gazoz kapağı ya da pul gerekir. Amaç, yılanın gövdesi olarak çizilen yolu izleyerek hedef noktasına ulaşmaktır. İşleyişe gelince; önce yere yılan şekli çizilir. Kuyruğun, yani oyun çizgisinin uzunluğu oyuncu sayısına göre belirlenir. Kalabalık oyunlar daha uzun bir çizgide oynanır. Oyuncular aralarında sayışarak başlama sırasını belirler. İlk oyuncu kendi pulunu yılanın başladığı noktaya koyar ve fiskeyle vurarak hat boyunca ilerletir. Herkesin çizgilerin içinde kalmak koşuluyla arka arkaya 3 vuruş hakkı vardır. Amaç, bu 3 vuruşta en uzun mesafeyi kat etmektir. Eğer pul çizgilerin dışına çıkarsa oyun sırası sonraki oyuncuya geçer ve pulu dışarı çıkan oyuncu diğer elde yine en baştan başlar. 3 vuruşta çizgi içinde ilerleyen oyuncu sıra tekrar ona geldiğinde kaldığı yerden devam eder. Oyuncular kendi yollarında bulunan diğer pulları çizgi dışına çıkarabilirler, bu önemli değildir. Asıl olan kendi pulunu çizginin içinde tutmaktır. Aksi halde o da sırasını kaybeder ve en baştan tekrar başlar. Kendine güvenen oyuncular, çizilen ‘S’ şeklini dik geçmeye çalışır. Atılan pulun her seferinde çizgiler arasında kalması koşuluyla bu atışlar sayılır. Yılanın başında bulunan hedef noktasına en önce ulaşan oyuncu oyunu kazanır. Hatta bir sonraki elde başlangıç noktasından bir adım ilerleyerek başlamaya hak kazanır.


JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET/ ARALIK 2010

.........

YENİ BİR TELAŞ!

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’na yepyeni bir telaş daha: İstanbul Uluslararası Tasarım Bienali


GELECEK UZUN SÜRMEDİ

Beğeninin fonksiyonun koltuğuna kurulduğu o günü hatırlayan var mı? Muhtemelen yok. Çünkü her şey çok hızlı gelişti. Kendimizi “Güzel de ne işe yarayacak?” derken bulduğumuz günlerde, geçen yıl bu zamanlar, bir sergi çıktı karşımıza: ‘Kesişme Noktası’. Mekânı Cihangir’deki Ark Kültür olan sergi, Türk tasarımcıları bir araya getirmiş ve onların genel eğilimleri ve birbiriyle olan diyaloglarını tartışmaya açmıştı. Malûm soruyla birlikte… Sergiyi Melih Cevdet Anday’a adayan küratör Mahmut Nüvit Doksatlı güzelce alıntıladı: “Biz bir rüzgâr estirdik. Bu rüzgârın dalga boyunu gelecek gösterecek.” Ve bu defa gelecek uzun sürmedi. Olay şu ki, Uluslararası İstanbul Tasarım Bienali 2012 itibariyle hayata geçiyor.

Tasarım odaklı düşünmenin önemini anlatmayı şiar edinen bienal; kentsel tasarım, mimarlık, iç mimarlık, endüstriyel tasarım, grafik tasarım ve modayla birlikte pek çok yaratıcı disiplini kapsayacak. Hedef: Tasarımı anlamak, anlatmak ve bu konudaki farklı tartışma noktalarını İstanbul’un kültür ve sanat yaşamının gündemine oturtmak. Bienalin ana teması henüz belli olmasa da direktör Özlem Yalım’ın ipuçları ortada: “İstanbul ve tasarımla ilgili çağdaş konulara yönelen, sorgulayan ve problem ortaya koyan bir tema belirlenmesini hedefliyoruz.”

BİR PARMAK BAL

Bienalin uzun süreceğe benzeyen hazırlık sürecinde; sempozyum, atölye çalışmaları ve sergilerden oluşan çeşitli etkinlikler mevcut. İlk etkinlik 2 ve 3 Aralık tarihlerinde Kadir Has Üniversitesi’nde düzenlenecek Uluslararası İstanbul Tasarım Sempozyumu. Tasarım dünyasının önemli isimleri iki gün boyunca tasarımın insan, çevre, kültür, politika, ekonomi, eğitim, teknoloji ve bilim gibi alanlarla ilişkisini tartışacak. Bir parmak bal niyetine…

Sempozyuma katılacak konuşmacılar arasında Alphan Manas, Defne Koz, Deyan Sudjik, Faruk Malhan, George Beylerian, Prof. John Heskett, Levent Çalıkoğlu ve Doç. Dr. Mehmet Asatekin’in yanı sıra; Prof. Dr. Alpay Er, Bahar Korçan, Deborah Dawton, Gamze Güven, Gökhan Avcıoğlu, Yard. Doç. Dr. Serhan Ada, Seyhan Özdemir, Prof. Dr. Tevfik Balcıoğlu, Thomas Lockwood ve Valerio Castelli de var.


TASARIMIN ADRESİ İSTANBUL

‘Tasarımın Doğası’ tasarımın yakaladığı ufukları görmek isteyenlere çok şey vaat ediyor. Tasarımda farkını koyamayan ne kadar üretirse üretsin çağa ayak uyduramıyor ve kervanı geriden takip etmeye mahkûm oluyor. İstanbul’un katma değeri yüksek ürünlerin kalbi olması için düzenlenen etkinliklere ise her geçen gün bir yenisi ekleniyor. 4 Kasım - 15 Aralık tarihleri arasında addresistanbul’da gezilebilecek ‘Tasarımın Doğası’ isimli sergi tam da tasarımın bugününü ve önümüzdeki dönemde yöneleceği trendleri yakalamak isteyenler için…

Küratörlüğünü maybedesign’ın kurucularından ödüllü tasarımcı Erdem Akan’ın üstlendiği sergide; Türkiye’nin önde gelen 30 tasarımcısının yanı sıra 20 markanın doğal malzemelerle üretilmiş, organik formlardan ilham alan ve doğaya saygılı
ürünlerini görmek mümkün. Endüstriyelleşmenin son yüzyılda doğa üzerindeki etkilerini aşmak üzere tasarlanmış ürünler hakkında ‘ilham kaynağı’ olabilecek bir dizi çalışma da, tasarım hâlinde de olsa, görülecekler arasında.

JÜLİDE KARAHAN / SKYLIFE ARALIK

..........

ÇOK YAKIN, O YÜZDEN UZAK…

İstanbul’da yaşıyoruz ama etrafımızı kuşatan nice hazineyi görmüyoruz. Çok yakın oldukları için uzaklar. Çok uzaklardan gelenlerse daha yakın, çünkü onları görmek için vakit dar.


Sergi küratörü Benoit Junod en baştan uyarmıştı: “Bu sadece bir sergi değil, çığır açacak bir koleksiyon, çok büyük bir ilk…” Ağır basan duygu: heyecan. Başlık: 'Ağa Han Müzesi'nin Hazineleri'. Mekân: Sakıp Sabancı Müzesi.

Öncelikle şu ‘ilk’ vurgusunu açalım: Sergi, gelip geçmiş en değerli İslam sanat eserlerini bünyesinde barındıran Ağa Han Müzesi’nin başyapıtlarından menkul. Bilhassa 11 Eylül sonrasında Amerika'da oluşan İslam karşıtlığını yıkmak için yola koyuldu; ilk kez Müslüman bir ülkede… 2007'den beri Londra, Paris, Madrid, Barcelona, Berlin ve Lizbon gibi kentleri dolaşan sergi; 2013'te Kanada'nın Toronto şehrinde açılacak ‘Ağa Han Müzesi'ni müjdelemesi bakımından da önemli.

AĞA HAN MÜZESİ

Kapılarını açmadan koleksiyonunu dünyaya açan Ağa Han Müzesi, ünlü Japon Mimar Fumihiko Maki tarafından tasarlanıyor. İslam dünyasının değişik dönemlerinden ve bölgelerinden derlenen yapıtların korunması ve sergilenmesini hedefleyen müzenin koleksiyonunda - şimdilik - bin kadar sanat eseri var. Gelişmeye ve büyümeye devam eden koleksiyon, İber Yarımadası'ndan Çin'e İslam uygarlıklarının sanatsal üretimlerini araştırıp topluyor.

Müzenin adı; zenginlik, medeniyet, çağdaşlık ve zarafetle anılan Ağa Han (4. Kerim Ağa Han)’dan… Şii İmamî İsmailî mezhebinin 49. imamı Ağa Han, 1977’den beri İslam kültürünü başarıyla yorumlayan çağdaş tasarımlara verilen ‘Ağa Han Mimarlık Ödülleri’nden âşina olduğumuz bir isim. Harvard Üniversitesi İslam Tarihi Bölümü’nden mezun olan Ağa Han, üniversitede okuduğu yıllarda koleksiyonerliğe merak salmış ve bugünkü Ağa Han İslam eserleri koleksiyonunu oluşturmaya başlamış. İşi, 1988’den beri Ağa Han Kültür Vakfı sürdürüyor.

PROVA NİYETİNE…

Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki 'Ağa Han Müzesi'nin Hazineleri', müzenin provası niteliğinde. Sergiyi gezdiğinizde ‘prova buysa…’ diyecek ve müzeyi hayalinize sığdıramayacaksınız.

İslam dünyasının Endonezya’dan Sicilya’ya, Endülüs’ten Çin’e uzanan farklı coğrafyalarının aynı döneme denk gelen yansımalarını ilk kez vitrine çıkaran serginin büyük bir kısmı kitap ve hat sanatı eserlerinden oluşuyor. Sergide; seramik, ahşap, metal ve kumaşlardan menkul olan ve üzerlerinde Kuran’dan metinlerin yer aldığı pek çok obje, elyazması ve minyatür var. Biraz açalım… Şah Tahmasp’ın ünlü Şehname’sinin minyatürleri, İbn-i Sina’nın Avrupa’da tıp konusunda en yetkin kaynak kabul edilen ‘El-Kanun fi’t-Tıb’ adlı yapıtının en eski elyazması, ‘1001 Gece Masalları’nın 500 yıl öncesine tarihlenen yeni bulunmuş elyazması ve Osmanlı Padişahı II. Selim’in Reis Haydar Nigâri’ye atfedilen portresi…

NADİR SAYFALAR

Kuran’ın nadir sayfalarını unutmamalı. Sergide mavimsi yeşil boyayla renklendirilmiş parşömen üzerine altın harflerle yazılı ünlü Mavi Kuran’ın bir sayfası yer alıyor. Sayfada Bakara Suresi'nin 148-155. Ayetleri… Söylenen o ki, günümüze ulaşmış hiçbir yazma Kuran'da buradaki gibi koyu mavi bir zemin ve böyle altın harfler yok. Bir sayfa da Karmati Kuran'dan… Özgün halinin 4 bin 500 sayfa olduğu tahmin edilen yazmanın her sayfasına Karmati adı verilen köşeli hatla dört satır metin yazılmış. Sergideki sayfada Maide Suresi'nin 44-45. ayetleri yer alıyor.

Sergide ayrıca Siyavuş ile Ferengis'in düğününü anlatan nüshalar, İranlı şair Nizami'nin Hamse'si, Hüseyin el-Vaiz el Kaşif'in masal derlemesi, Firdevsi'nin Şehname'si… Ve daha neler neler ama serginin bir alemet-i farikası daha var: Modern sunum. Bir örnek: Firdevsi'nin Şehname'sinin 1492 ile 1654 tarihli nüshalarını ekranlardan Farsça, Türkçe ve İngilizce okuyabiliyorsunuz.

'Ağa Han Müzesi'nin Hazineleri' 27 Şubat’a dek Sakıp Sabancı Müzesi’nde ziyaret edilebilir. Yalnız vakti biraz bol tutmalı, zira okuyacak çok şey var.


JÜLİDE KARAHAN / İNFOMAG ARALIK

......

18 Aralık 2010 Cumartesi

GERÇEKLERE BAKMAYAN KALMASIN!

Serhan Ada Radikal’deki ‘İnce/Uzun’ köşesinin son yazısını “… Biz gerçeklere bakamazsak (görmek ne haddimize) gerçekler günün birinde gelip bizi görür.” cümlesiyle bitirmişti. Ani Çelik Arevyan’ın İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi’ndeki sergisi de - yaklaşık olarak – şöyle bitiyor: “Bütünün içindeyken gördüklerimiz/gösterdiklerimiz aslında göründüğü gibi değil. Görüneni anlayabilmek bütün karmaşıklığı ve sadeliğiyle insanın kendi içinde.”

Bu iki bitiş bir zihinde birleşince, o zihni taşıyan beden ve o bedende saklanan ruh; içeri, içeri ve daha içeri kaçıyor. Tüm şu ‘anda kal’ ve ‘olaylara biraz yukarıdan bak’ martavallarına rağmen/inat. Yukarısı/dışarısı değil; aşağısı/içerisi daha kıymetli. Belki de sadece içeriden bakmak gerekli. İçerideki sesi duymak, iç kokusuyla sarmalanmak… O zaman anlaşılıyor ki hiçbir şey göründüğü gibi değil. Ne gibi peki? En basit ifadeyle hissedildiği gibi…

AH ŞU SÖZCÜK ÖBEKLERİ…

Anahtar sözcük öbeği: ‘Göründüğü Gibi Değil’. İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi’ndeki sergisine ne güzel bir öbek seçmiş Ani Çelik Arevyan. 1961 İstanbul doğumlu sanatçı, 1985’ten bu yana fotoğrafla uğraşmasına ve daha önce üç kişisel sergi açmış olmasına rağmen, böylesi bir öbekle ilk kez karşımızda.
Sergi 29 Eylül’de açıldı. İlk izlenimi - sonra büyülenecek bir şey buluyor insan - bir çırpıda itiraf etmeli: Başlık harika ama o da ne? Çok suni bir baskı tekniği… Galeri yatmış, uzamış; fotoğraflar da onun peşinden… Yazı, kışı, sonbaharı ve baharıyla cânım doğa alaşağı. Ağaç gövdeleri, dalları, yaprakları âdeta birer tasarım harikası.

Karşı duvardaki o sabun köpükleri de olmasa… Ah o bakıştan görüşe, görüşten gönle uçuşan sabun köpükleri… ‘Bi dakka’ diyor insana; ‘O kadar basit değil…’ Sonrası çorap söküğü: Bitişteki “Görüneni anlayabilmek bütün karmaşıklığı ve sadeliğiyle insanın kendi içinde…” minvalindeki cümle, elde okunup kıvrılmış gazete ve yeni baştan - bir de böyle düşünerek - gezilecek bir sergi.

BOL KESEDEN ATILAN HAYALLER

Gündelik nesnelerden oluşan yeni bir anlatım dili karşımızdaki. Doğa ve gündelik şeylerin - pantolon, etek, elbise, gömlek – birlikteliğinden doğan bir yorumlar zinciri… Ani Çelik Arevyan’ın 20 yıl boyunca giydiği ve can verdiği 187 giysi, tekmili birden; olduğu gibi değil, göründüğü gibi…

Çiçeklenmiş ağaç dalı, tırtıl kemriği yaprak, tam yere düşecekken bir evin çatısına takılan kar tanesi, tütmeye mecali kalmamış baca, sevgilisiyle buluşmak için süslenmiş gök taşı ya da ruhuna kavuşmuş bir beden… Bol keseden atın hayallerinizi. Sanatçıdan destek: “Aslında her şey tanıdık ama yorum farklı. Ağaçlar çingene pembesi ve dikdörtgen dallı veya bulutlar köşeli. Ben gördüklerimizi farklı gördüm.”

BELKİ MUTLULUKTAN ÖLÜYOR DOĞA!

Serginin küratörü Engin Özendes’in üzerinde durduğu gibi hem karmaşa hem de sadelik var fotoğraflarda. Aslında her şey tanıdık, aslında her şey yabancı. Sanatçıdan bir açıklama daha: “Anlatımı oluştururken kullandığım nesnelerin formları birbirinin benzeri gibi görünseler de aynı değil, insanlar gibi. Tekrar gibi görünseler de tekrarı değil, yaşam gibi. Ancak bir sürekliliği ifade ederler; tıpkı yaşam gibi, tıpkı insanlar gibi…”

Arevyan’a göre ağaç ve nesne görüntüleri birbirini tamamlayarak yeni bir bütün oluşturmuş. Bize göreyse zorlanmış cânım doğa. Herkesin kendi bakış açısı, doğrusu ve haklılığı olduğu gerçeğinden hareket edip kimine ters gelenin öteki için gayet anlamlı olduğu durakta inelim: Ne biliyoruz? Belki mutluluktan ölüyor doğa.
Görünmeyenin karşıtlığı ya da paralelliğini bir araya getirerek daha büyük bir bütün meydana getirdiğini söyleyen sanatçı açıklamakta kararlı: “Bu da hayatı anlatıyor bir anlamda. Aslında yaşamak da öyle değil mi? Detayları bir araya getirerek daha büyük bir resim, bir bütün oluşturmuyor muyuz hayatımız boyunca?” Şimdi oldu. Taşlar yerine oturuyor. Oluşturuyoruz ve… İnsan, doğa ve hayattan oluşan bu bütün; sadece bizim gördüğümüz, anladığımız ve algıladığımız kadar. İşte bu kadar.

SON CÜMLE SABUN KÖPÜKLERİNDEN

Bütünün içinde yer ve yol alırken kişinin kendini düşünmesini salık veriyor Arevyan… Ne iyi ediyor, nasıl güzel geliyor: “Bazen sevinçlerimizi, bazen üzüntülerimizi yani duygularımızı ‘örtmek’ zorunda kalabiliriz. Tıpkı örtünmek gibi. Aslında işte tam da burada gördüğümüz, başkaları tarafından bize gösterilen ve bizim algıladığımız şekil/durum/hâl… Ki bu göründüğü gibi olmayabilir.” Kıssadan hisse: Baktıklarımız, gördüklerimiz ve yaşadıklarımız, yakından ya da uzaktan bakılsın, göründüğü gibi değil. Değil işte! Oh be!

Sergideki fotoğrafların son cümlesi sabun köpüklerinden: “Köpükler gibi renkler, şekiller ve ışık da sanki sürekli değişmekte. Hafiflikleri ve ağırlıkları, bir anda varken aniden yok. Tam da göründüğü gibi değil...”

Bunca şeyi o sergide görür müsünüz? Tam bir muamma. Net olan iki şey var: Biri sergi 9 Ocak’a dek açık diğeri de gerçeklere bakmazsak onlar günün birinde gelip bizi görür…

...........

JÜLİDE KARAHAN

Fotoğraf Dergisi / Aralık-Ocak

23 Kasım 2010 Salı

Zor Olan Dönmek Değil Durmak

Biraz coşku ve heyecan, birazdan fazla helecan ve çokça telaşla birlikte yeni hikâyeler peşinde bir adam, bir sanatçı, bir vurmalı çalgılar ustası: Burhan Öçal.

Sarıyer Büyükdere’de ahşap bir ev, dev gibi, heybetli. Bir asrı çoktan devirdiği, türlü hayat kalıntısını kilimlerin altına itinayla süpürdüğü ve yeni hikâyeleri heyecan içinde beklediği belli. Mahalle şenlikli, ev ıssız. Pencerelerine bakıyoruz; hayat varla yok arası. Kapılar sımsıkı kilitli. içeride bir müzik sesi, bir tatlı ritm. Mahalleli memnun, esnaf mutlu. Arada, bilhassa akşam geceye dönerken ne müzikler sızıyor bu evden. Ama ne müzikler… Bilinmeyen, duyulmamış, keşfedilmenin eşiğinde... Kimler kimler toplanıyor ve neler neler çalıyor içeride, bilhassa pencereleri yokuşa bakan o minderli odada.

Doğru yerdeyiz. Kapıda bir yalnız adam, Burhan Öçal. Biraz coşku ve heyecan, birazdan fazla helecan ve neşe, çokça telaş üzerinde. Her ne kadar seyyar bir hayat sürüyorum dese de fırsat bulduğu her çoğunlukta
evinde. Haklı, insanı evde tutacak bir ev bu.

BUHAR OLUP UÇAN SORULAR

“Hoş geldiniz, hoş bulduk… Nasılsınız? Çok şükür…” faslını takiben bekliyoruz, elimizde sorular. Nafile. Bitmiyor hikâyeler. Birbiri ardında öyle bir apar toparlıkla ekleniyor ki cümleler; sonunda buhar olup uçuyor tüm sorular.

“Sufi&Bach albümü taze çıktı, şimdi sıra eli kulağındaki Sultan Murat’ta. Bu, serinin 4. albümü. Devamı gelecek. 600 yıllık imparatorluk, 36 padişah, dile kolay. Ama olacak.” diyor ve ekliyor Burhan Öçal: “Aslında kendi müziğimin, özgün ritmlerin, yepyeni bir şeyin peşindeyim. Sultanların görkemli hatırası sadece bir fon. Yine de Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihte bıraktığı izleri müzik içinde yaşatmak memnun ediyor beni.”

“Her şey birer birer denenir, yenilikler hemen eskir ve dünya böylesi bir hızla dönerken; bambaşka bir tını yakalamak zor olmalı; hatta insanın gecelerini almalı.” diyoruz. El cevap: “Aynen öyle. Ama oluyor işte. Mesela Paganini Trio tam böyle. Klasik müzik, caz ve dünya müziği arasında yepyeni bir köprü kurma niyetiyle yola çıktık ve sanırım başardık.”

19. yüzyılın dahi müzisyenlerinden Paganini’nin kaprislerini, piyano ve vurmalı sazlar ile yorumlamayı düşleyen Paganini Trio’da Burhan Öçal’a besteci ve piyanist kimliğiyle bilinen Tuluğ Tırpan ve bol ödüllü kemancı Atilla Aldemir eşlik ediyor. Geçtiğimiz aylarda Akbank Caz Festivali kapsamında Aya irini Müzesi’nde ilk konserini veren ekip izleyiciden tam not aldı; üstelik Burhan Öçal ceketini bile atmamıştı.

Bunlar an itibariyle ele avuca gelenler. Sanatçının kafasında, sonra masasında o kadar çok proje var ki... Hiçbiri tam netleşmemiş olsa da bir tüyo okura: ilerleyen günlerde Burhan Öçal’ı sahneden çok sinema perdesinde göreceğiz.

ÇÜNKÜ BU BİR HAYAL

Çünkü sanatçının en büyük hayallerinden biri bu; yani oyunculuk. Dünün pek çok hayalinde olduğu gibi bu konu da kendini gerçeğe teslim etti. Burhan Öçal reklam ve dizi film derken sinema perdesinde de rüştünü ispatladı. ‘Türkler Çıldırmış Olmalı’da Albay Mehmet Kara, ‘O ?imdi Mahkûm’da mafya babası Numan olarak karşımıza çıkan sanatçının canlandırmak istediği üç rol var: Cengiz Han gibi büyük ve güçlü bir kumandan, çift taraflı oynayan zeki mi zeki, akıllı mı akıllı bir casus ve her konuda hayatın hakkını veren bir mafya babası.

Herkes her şeye hazırlıklı olsun zira karşımızda hayalleri gerçeğe dönüştüren bir adam var. “Sırada hangi hayaller var?” sorusu üzerine biraz durup düşünüyor Burhan Öçal. Söylesem mi söylemesem mi ikilemi buna sebep, yoksa istedikleri net... Kendini o pek sevdiği şarkıdaki adama benzetmesi bundan olsa gerek. ?imdi tam yeri, mırıldanıyor şarkının sözlerini. “50 yaşında bir adam arıyorum/ Her düşü kurmuş, her düşü yitirmiş/ Her şeyi istemiş/ ?imdi artık ne istediğini bilen…”

Hayallerin tılsımı gereği çevriliyor konu. Hayat seyyar, işler karışık, masa dağınık. Pencerenin dışında pırıl pırıl dingin bir güneş, içeride ise hep bir telaş. “Yaşanmışlık! Bu çok önemli. Ben kırktan sonra anladım pek çok şeyi.” diyor ve ekliyor sanatçı: “Çok renkli, bol maceralı bir hayat geçti, geçiyor. Film gibi… Hatta Abdullah Oğuz film yapacak hayatımı, çalışmalar başladı. Ama ne diyordum, zaman. Evet, her şey zamanla, tecrübe ede ede oturuyor yerine.”

HAYATIN DÖNEMEÇ VE KIVILCIMLARI

Çok şey birikmiş, öyle çok öykü var ki, anlatırken zamanları karışıyor birbirine. “Biliyoruz, biliyoruz…” diyoruz ama yeni baştan bir kez daha dinliyoruz: 1959’da Kırklareli’nde başlıyor her şey. 14. doğum gününde hediye niyetine bir davul alıyor Burhan Öçal. Müzik artık hayatın içinde. Ortaokul Kırklareli, lise Ankara’da. Ardından yarım kalan bir konservatuar denemesi. Düğünler, dernekler, çalgı çengi derken 24 yaş itibariyle hadi bakalım hayallerin peşine.

Kıvılcımı çakan cümle şöyle: “Ben Amerika’ya gideceğim, cazı tanımak istiyorum.” Cebe koyulan 350 dolar ve “California’da bir Muzaffer Amcan var.” repliğiyle önce İsviçre’ye. Sonrası, 15 yıl kadar hep İsviçre’de. Yeni bir dönemeç: Zürih’te bir şiir festivali ve tanışıklık; zengin, asilzade, yardımsever ve dahası sanatsever bir aileyle. Sonrası çorap söküğü gibi keşif: kendini, müziği, hayatı…

Şimdi; genelde ve çoğunlukla İstanbul’da Burhan Öçal. Büyükdere’de dev gibi heybetli bir ahşap evde. Belki de sadece o ev için kimisi süpürülüp kilim altı edilecek, kimisi çerçevelenip duvara asılacak bir sürü yeni hikâye hayal ediyor, yaşıyor ve anlatıyor. Dur durak bilmeden…

Fatih Akın’ın istanbul Hatırası filminde sema eden genç kızın dediği gibi; “Zor olan dönmek değil, durmak. Çünkü insan dönerken değil, durunca düşecek gibi oluyor...” Seyyah misali oradan oraya ve hikâyeden hikâyeye dolaşan Burhan Öçal için de aynen öyle.

JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET/KASIM 2010

....

22 Kasım 2010 Pazartesi

GELECEK KISA SÜRDÜ

Bir Contemporary Istanbul’un daha eşiğindeyken dünün geleceğini hatırlayıp bu günün gerçekliğine bakalım… Belki performans bile alırız!

2007’nin Kasım sonuydu. Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı Contemporary Istanbul – o zaman İstanbul’un İ’si yerli yerindeydi – ikinci kez başlamak üzereydi. Fuarın zamane direktörü iddialı konuştu: “2010'da dünyadaki en önemli 10 sanat fuarından biri olacağız.” O günün bir diğer önemli cümlesi de şuydu: “Bizim en büyük arzularımızdan biri Türk koleksiyonerlerin güncel sanata ilgi göstermesi. Resmin ötesinde heykel, video, yerleştirme ve fotoğraf satın almaları ve hatta performans sanatı nasıl alınır diye sormaları…”

Hep birlikte güldük, geçtik; gözümüzü açtık, kapattık, bir de baktık 2010’dayız. Bir Contemporary Istanbul’un daha eşiğinde. Söz uçsa da yazı kaldı; Radikal’in 29 Kasım 2007 tarihli nüshasında. O zamanın içindeyken Althusser’in dediği gibi ‘Gelecek Uzun Sürer’di. Ama bugünden bakınca epey kısa... Bakalım 24 – 28 Kasım tarihleri arasında Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı'nda gerçekleşecek fuar, vaatlerin ne kadarına sadık?

AKLA KARA DENGESİ

Akla karayı görmemize sayılı gün kalsa da şimdiden diyebiliriz: Aklar fazla fakat eldeki bilgi az: Bu yıl yurt dışından 35, yurt içinden 41 galerinin katılacağı etkinlik; Berlin Association ile iş birliğine giderek Berlin’in önemli çağdaş temsilcilerini İstanbul’a çekecek. Geçen yıl ‘New Horizons’ başlığı altında Suriye sanatının önemli isimlerinin konuk olduğu fuarın bu yılki gözdesi İran sanatının temsilcileri.

Alışveriş nasıl olur; öngörmek güç. Geçen yıl durum şöyleydi yalnız: 52 bin kişinin gezdiği fuarda yerli ve yabancı 73 galeriyle 307 sanatçı ağırlandı ve sergilenen yapıtların yüzde 68’i alıcıyla buluştu. En önemlisi, geçen yıl bu zamanlar tüm sanat camiası bu fuarı konuştu. Tüm muhabbetlere kulak misafiri olamadık belki ama ana temayı kavradık: Contemporary Istanbul sanata olan ilginin artmasında ve yeni koleksiyonerler oluşmasında önemli bir kıvılcımı ateşledi.

An itibariyle gelen bir davet mailinden anlıyoruz ki; fuar şimdi de gözünü Anadolu’daki potansiyel koleksiyonere çevirdi. Aynen aktarırsak: “… Contemporary Istanbul'un, yıl içindeki etkinliklerine kattığı en son proje Çağdaş Sanat Buluşmaları / Estetik – Değer – Tutku. Uzman kişilerin konuşmalarıyla yürütülecek seminer; İzmir, Adana ve Bursa'da gördüğü büyük ilginin ardından 22 Ekim'de Ankaralı sanatseverlerle buluşacak. Kentin önde gelen işadamları, akademisyenleri ve galerilerinin katılımıyla düzenlenecek seminerin mekânı Cer Modern. …”

CANHIRAŞ BİR MÜCADELE

Fazla uzatmayalım. Bu yıl beşinci kez gerçekleşecek Contemporary Istanbul, tam koordinatları veremesek de, iyi bir yerlere geldi. Yalnız öyle şiirdeki gibi ‘Birdenbire’ değil. Türk sanat piyasasının yıllık hacminin 1 – 2 milyon dolardan 100 milyon doları aşan bir rakama ulaşmasında en az 10 yıllık sağlam bir mücadele var. Canhıraş hatta…

Sarkis 1986’da Maçka Sanat Galerisi’nde sergilenen ‘Çaylak Sokak’ isimli yerleştirmesiyle İstanbul sanat ortamını kelimenin tam anlamıyla sarsmasaydı; 1987’de Türkiye sanat ortamının hayatına Uluslararası İstanbul Bienali girmeseydi; 1993’teki 3. Uluslararası İstanbul Bienali küratörü Vasıf Kortun ‘Kara Kitap’ı okumasaydı; 4. İstanbul Bienali’ni küratörü Rene Block ‘İstanbul Mucizesi’nin farkına varmasaydı; 2003’te Proje 4L Güncel Sanat Merkezi ‘Seni Öldüreceğim İçin Çok Üzgünüm!’ isimli sergiyi ağırlamasaydı; İstanbul Modern ile Sakıp Sabancı Müzesi tüm o sergileri açmasaydı ve gencecik sanat yöneticileri çağdaş sanatı Beyoğlu’ndan Tophane’ye, Nişantaşı’ndan Balat’a - her şeye rağmen – taşımasaydı…

‘Türkiye Çağdaş Sanatı’nı böyle büyük harflerle yazar ve gururla telaffuz edebilir miydik? Burhan Doğançay’ın ‘Mavi Senfoni’si 2.2 milyon liralık rekoru kırar mıydı? The Guardian Türkiye’de son zamanlarda artan sanat yatırımını ballandıra ballandıra anlatan FIachra Gibbons imzalı o haberi yapar mıydı?

‘Türkiye Çağdaş Sanatı’ merdivenleri hızlı ama nefesi kesilmeden tırmanıyor. Hatta belki yakında performans satışı da gerçekleşecek… Gelecek kesinlikle o kadar uzun sürmüyor!


JÜLİDE KARAHAN

INFOMAG / KASIM 2010

BİRAZ HAYAT ALIR MIYDINIZ?

Belgesel, belgesel; hayat, belgesel içinde… Tabak tabak, taze taze…

Film değil, belgesel. Nasıl denir? Kanıyla canıyla daha bir hayat. 29 Ekim’de başladı. Ama daha vakit var. 4 Kasım’a kadar… Konu, bu yıl 13’üncüsü düzenlenen İstanbul Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali. Altı farklı temada, almış sekiz film masada. Temalar şöyle: İş ve Emek, Zor Zamanlara Dair, Modern Zamanlar, İnsana Dair, Evden Uzakta, Çevre, Sanat ve Tutku.

Masadakilere gelince, neler yok ki içlerinde? Geçen yıl yaşanan Tekel işçilerinin direnişini konu alan ‘Biz Hep Sizi Beklemiştik’ ile Zonguldak maden ocaklarında işçi mükellefiyeti uygulamasına odaklanan ‘Mükellef’ gündemi takip edenlere... Çocuk işçiler, çocuk askerler ve gencecik fahişelerin olası gelecek hayallerini kuran ‘Başka Bir Gezegen’ ile Türkiye’nin AB üyelik sürecindeki ‘olacak mı olmayacak mı’ şeklindeki bekleme halini yansıtan ‘Neyse Halim Çıksın Falim’ her daim duyarlıyım diyenlere… Bodrum’daki Girit göçmenlerini anlatan ‘Bizim Mahallenin Giritlileri’ ile Dersim’in göçmen topluluğu Şavaklar’ın hikâyesini ele alan ‘Son Mevsim Şavaklar’ ise leyleği havada görenlere…

SİZ NE’CİSİNİZ?

Eserlerini Lübnan’da savaş artığı şarapnel parçalarıyla üreten bir sanatçının hikâyesine ayna tutan ‘Anka’nın Doğuşu’ ile insanı seslerin gizli dünyasında esprili bir yolculuğa davet eden ‘Piyano Çılgınlığı’ ‘sanat sanat içindir’cilere... Neoliberal politikalar sonucu ekinini, evini, müziğini ve hayatını kaybedenleri anlatan ‘Kaybedenler’ ile yer altına gömülen nükleer atıklar hakkında az bilinen gerçeklere odaklanan İsviçre yapımı ‘Sonsuzluğa’ gönlünü yer küreye kaptıranlara…

Benim işim hikâye diyenler içinse İstanbul sokaklarında yaşayıp çalışan insanlara yardım niyetiyle onların fotoğraflarını çekmeye başlayan ve zamanla tanınmış bir fotoğrafçıya dönüşen orta yaşlı taksi şoförü Şevket Şahintaş'ın iki yılına tanıklık eden ‘Herkes Uyurken’ var elde.

YOL YORDAM İÇİN

Yol yordam bilmeden olmaz. Belgesel Sinemacılar Birliği tarafından düzenlenen festival bu yıl Beyoğlu’ndaki Tünel Meydanı civarında hâsıl olmakta. Mekânlar sırayla şöyle: Avrupa Yakası’nda Muammer Karaca Tiyatrosu, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi, Goethe Enstitüsü; Anadolu Yakası’nda ise Nazım Hikmet Kültür Merkezi.

Bir de sürpriz: ‘Sinema Laboratuarı’. Ersan Ocak tarafından kurgulanan ‘Sinema Laboratuvarı’nda; genel olarak sinema, özelde ise belgesel sinema alanında dünyada yapılan deney ve denemelerle ortaya çıkan yenilikler tartışılacak. Sinemanın yeni biçimlerinde ‘yeni’ olanın kavranabilmesi adına epey yeni bir gelişme bu. 13 sayısı Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali’ne uğurlu mu geldi ne?

JÜLİDE KARAHAN

INFOMAG/ KASIM 2010

...

KÜÇÜK BİR MASALDAN BÜYÜK BİR HİKÂYEYE

‘Prensesin Uykusu’nda masallarla gerçek hayatın klişelerini örtüştüren Çağan Irmak, çok büyük bir hikâye anlatmaya hazırlanıyor.

‘Prensesin Uykusu’ güler yüzlü, umutlu bir film. Nasıl oldu bu?

Filmin çıkış noktası Redd’in aynı isimli şarkısı. Son birkaç yıldır kafamı kurcalayan bir konu vardı. İnsanlar çok fazla depresyona girmeye başladı. Yani ruhumuzda dolduramadığımız bir boşluk var. Büyükşehirde özellikle. Ve bu umutsuzluk, depresyon… Her şeyi tam yerli yerinde olan insanlar bile kendilerini mutsuz hissediyor. Nedenini bilmiyorum. Ama hem kendimi hem seyirciyi hayata umutla baktıracak, hayatın bize verilmiş bir armağan olduğunu hem kendime hem ona hatırlatacak bir film yapmak istedim. ‘Prensesin Uykusu’ en hafif filmim. Çünkü hayatı hafife alıyor. Bir anlamda da hayatın bize verilmiş bir armağan olduğuna inanıyor. Gülümsemek çok önemli. Gülümsemekle ilgili bir şey var filmde. Şimdi açıklarsam çok büyük bir sürprizi bozarım. Masalların hayatımızda ne kadar yer kapladığıyla ilgili bir şey bu. Niyetim masalların klişesiyle gerçek hayatın klişelerini örtüştürmek.

Sandıkta bekleyen bir senaryo değildi bu değil mi? İlk kez?

Evet, ilk defa sandıkları açmadım. İlk kez yeni bir senaryo olarak kendi kendine ortaya çıktı bu film. Redd’in şarkısından esinlendim ve şarkının anlattıklarını Halkalı’da bir mahalleye uyarladım.

Son yıllarda çok duyuyor, görüyoruz. Mutlu olmanın yolları, çözümler, meditasyon vs…

Çaresi var mı? Tüm bunlar sadece kendini inandırmaya çalışmak da olabilir. Ya da sana iyi gelen bana iyi gelir mi? Fiks mönüleri hayata uygun bulmuyorum. Her insan kendi çözümünü bulmalı ve bu da ancak sorgulamayla mümkün.

29’a kadar mutsuz, kendini oradan oraya vuran ve öfkeli bir Çağan Irmak… Sonra?

Evet, o zamana kadar öyleydi. Nedenini şimdi biliyorum. Çünkü film yapmak istiyordum. Beni öfkeli, sinirli ve mutsuz eden şey film yapamamaktı. Artık yapıyorum. Bu anlamda çok sakinim.

Kılıçları indirdiniz yani?

İndirdim, evet.

Kasım’da vizyona giren filmleriniz aldı yürüdü. Tesadüf mü? Yoksa…

Evet, iş yapan iki filmim, ‘Babam ve Oğlum’ ve ‘Issız Adam’, kasımda vizyona girdi. Denk geldi. Diğer filmlerim de hiç iş yapmadı bu arada. Öncelikle bu bir taktik değil. Onu beceremiyorum. Nasıl anlatsam? Her filmin, aynı bizim gibi bir yolculuğu var. Kendine ait. İş yapmayan filmlerim kötü müydü? Hayır. Sadece kiminin yolculuğu ağır aksak. ‘Karanlıktakiler’ öyle mesela. Şimdi şimdi izlenir oldu. Bazı filmler bir anda yayılır, bazıları da zaman geçtikçe demlenir ve tavsiyeyle izlenir. ‘Ulak’ ve ‘Mustafa Hakkında Her Şey’ de öyle oldu.

‘Prensesin Uykusu’ bitti. Yine mutsuz ve zayıf zamanlar mı başlıyor? Yine varlığın kaybolması isteği?

Nedenini biliyorsunuz. İnsanlara ruhunuzu açmak zor ve yaralayan bir şey. Filmle bunu yapıyorsunuz ve insanlar kendi fikirleriyle üzerinize üzerinize gelmeye başlıyor. Siz de bir ruh çıplaklığı içinde oluyorsunuz. Aslında keyifli bir sohbetin arkasından eve döndüğünüzde de hissedebiliyorsunuz aynı şeyi. Ruh üşümesi o. Olay, ‘Bu kadar anlatmasa mıydım?’ sorusu...

Neyse ki sonsuz bir süreç değil. Yeni bir anlatım başlıyor çünkü: ‘Koca Sinan’. Çok merak edilen bir proje bu. Evet; nedir, ne değildir?

Öncelikle bu bir Mimar Sinan filmi ama Mimar Sinan’ın hayatını anlatmıyor. Bir dönemi anlatıyor. Bethoven’in 9. senfoniyi yazdığı dönemi anlatan bir film var (Bethoven’i Anlamak)… Bir dönemden yola çıkıyor ama onun hayatını anlatan en iyi film. ‘Koca Sinan’ da bir dönemden yola çıkıyor. Süleymaniye Camii’nin yapım sürecinden… Ama bence her şeyi anlatıyor. Çünkü Mimar Sinan’ın hayatının özeti orada.

Yedi yıllık bir süreci mi göreceğiz sadece?

Yok. Çocukluk ve gençlik de var ama bakın şunu diyorum… Tam cümleyi kurayım. Biz Mimar Sinan’ın hayat hikâyesini anlatmak için yola çıkmıyoruz. Bu film; Mimar Sinan’ın Mimar Sinan olarak dünya görüşü, yaptığı eserler, Kanuni ile kavgası ve bir sürü şeyi anlatıyor. Evet, doğal olarak hayatını da anlatıyor. Tam cümle bu.

Filmin cümlesi ne?

Koca Sinan büyük bir dünyayı kapsıyor, bir sürü şey anlatıyor. Azınlık olmak, çoğunluk olmak, iktidar olmak, iktidarın karşısında olmak... Filmin cümlesi belki de şu olacak: ‘Taş deyip de geçme evlat, o senden önce de vardı, senden sonra da olacak.’ Çok uzun bir zaman dilimi. Hayat, dünya, ait olduğumuz yerler… Pek çok kimsenin Âlemlerin Rabbi dediği şey var ya; ya da ‘En-el Hak’, işte o var. Evet; ‘En-el Hakk’ üzerine bir film bu. Yaratmak, yaratılmak ve yaradılış üzerine bir film.

Biraz epik bir anlatım mı?

Öyle. Epik sinemayı özledim ben. Çok büyük bir fikri olan bir film bu. Hayata dair sıcak ve samimi filmler yapıyoruz ama Türk ve Dünya sineması epik dediğimiz şeyi kaybetti. Neden kalkıp gerçekten çok iddialı bir şey yapmayalım ki? Fikriyle iddialı ama… Öyle filmler biraz eskide kaldı. ‘Solaris’ mesela ya da ‘Contact’... Büyük fikirlerden sıyrılmak istiyoruz. Büyük bir şey söylediğimizde büyük alay ve büyük hakaretleri de göze almak gerekiyor, belki bundan kaçıyoruz. Bu film her şeyi göze alıyor. Aradan kaçmıyor, sıyrılmıyor. Evet, ben buyum, büyük düşünüyorum, hayata dair büyük bir fikrim var. Bunu yapmak çok riskli. Büyük fikirler büyük hakaretlere de maruz kalıyor çünkü. Belki de bundan korktuğu için epik sinemayı terk etti insanlar.

Büyüdükçe hayalleriniz büyümeye devam mı ediyor?

Bu ‘içimdeki çocuğu sakladım’ martavallarından nefret ediyorum. Tabii ki bir çocuk tarafımız var. Olacak. Çünkü işimiz bir yandan son derece eğlenceli bir çocuk işi. Bir oyun oynuyoruz burada. Kendime hayranlık kısmını biran önce bitirmek istiyorum. Bizden önce yüz yıllık bir sinema tarihi var.

Koca Sinan’ı anlatırken öyle bir güven ve hayranlık sergilediniz ki…

Tabii ki kendimize güveniyoruz ama bir yanlış anlaşılma olmasın. Metin çok büyük şeyler söylüyor ve bunlar benim de inandığım şeyler. Ben bunların bir anlamda elçisi olacağım. Belki çoğu kişinin bildiği şeyler, hayata bakışla ilgili, En-el Hakk ile ilgili. Bir kez daha söylüyorum: Çok büyük bir şey söylemeye hazırlanıyorum.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/ KASIM 2010

...

21 Kasım 2010 Pazar

Ayağınız Yerden Kesilmeden

Hava dolar; sonra tüm bilgi ve birikimiyle yağar. Karla bir şekilde hemhal olanlar bunu daha iyi anlar...

Uzaktan bakınca özgür, heyecanlı, keyifli, tehlikeli, eğlenceli; yakından bakınca planlı, programlı, disiplinli. Doğanın beyaza boyandığı bir ortamda rüzgârı hissederek süzüldüğünüz bir spor kayak.

“Bulutların üzerindesiniz sanki ama ayağınız yerde. Daha başka bir deyişle; mevsim yerde kış, sizde bahar.” diyoruz. Neredeyse 10 yıldır kayak yapan 12 yaşındaki Selin Açıkgöz kesiyor sözümüzü: “O kadar da değil. Çalışma, çabalama, konsantrasyon ve denge hep işin içinde. Eğlenirken öğreniyorsunuz aslında. Pek çok şeyi: Sorumluluk, düzen, sosyallik, doğa, mücadele…”

TÜRKİYE’DE POTANSİYEL YÜKSEK

Kayağın vaadi büyük. Bilhassa Türkiye’de. Çünkü Türkiye; Erzurum’dan Kayseri’ye, Bursa’dan Bolu’ya şanslı bir ülke. İmkân çok. Özellikle her geçen gün çoğalan modern tesisler, pistler ve yardımcı sistemler düşünüldüğünde… Orta vadede dünyanın gözde kayak merkezleri arasına girebilecek bir ülkedeyiz. Gerekli olan tek şey, doğal şartların teknolojik gelişmelerle ciddi şekilde desteklenmesi ve tanıtım.

Bilinçli ve uluslararası standartlardaki eğitimler, küçük yatırımlar ve gönül koyma ile büyük başarılar elde etmek mümkün. Bunun en canlı örneklerinden biri AKUT Kar Sporları (AKS) Kulübü’nün gerçekleştirdikleri. Temelleri iki eski dost Yusuf Gürel ve Mehmet Evcim tarafından 2004’te atılan AKS - diğer adı Ailece Kayak Severler - kısa zamanda öyle önemli başarılar elde etti ki… Kulüp şu anda, uluslararası kamplar ve uzman eğitmenler eşliğinde profesyonel sporcular yetiştirir halde. 20 – 21 Mart 2010’da Palandöken’de düzenlenen Asım Kurt Kupası’nda dağıtılan çocuk kategorisindeki 24 madalyanın 14’ünün kulübün sporcuları tarafından kazanılması bunun en yakın kanıtı.

DERS VE OKUL DURUMLARI

Kayak ciddi başarılar vaat ediyor. Ama daha çok çalışmak gerekiyor, çok… Zaman, kayak sporu hakkındaki bazı yanlış algıları ortadan kaldırma zamanı. Ve bir gerçek: Kayak da tüm sporlar gibi yapanlara, özellikle de küçük yaştaki sporculara günlük hayatta olduğu kadar eğitim hayatında da ciddi bir disiplin ve özgüven sağlıyor.

Dört yaşından beri kayan Derin Evcim, kayak sayesinde derslerinin çok daha iyi olduğu konusunda emin. fiöyle diyor Evcim: “Arkadaşlarımın çoğu ilköğretimin son sınıfında kendilerini sınavlara daha çok verebilmek için sporu tamamen bıraktı. Ben hiç aksatmadan devam ettim ve çok daha iyi bir dereceyle istediğim liseye girdim. Çünkü spor, benim örneğimde kayak, hayatımı düzenliyor. Ders çalışmayı daha kısa bir zamanda, daha verimli şekilde bitirmem gerekiyor. Nasıl denir, motive oluyorum.”

Kayağın derslere olumlu etkisini “Derslerimi belli bir düzen içinde aksatmadan bitirmem lazım çünkü hafta sonu beni bekleyen bir macera var.” cümlesiyle açıklayan Can Göksal; “Disiplin, özgüven, sosyallik, kendine güven… Bunların hepsi bir yana geometri sorusu çözerken bile kayaktan ilham alıyorum.” diyor.

O herkesin dilindeki risk faktörüne gelince; Burcu Açıkgöz’ün dediklerine kulak vermeli: “Kaydığımız 1,5 dakikaya gelinceye kadar öyle çok risk var ki… Önemli olan bilinçli olmak ve ciddiyeti korumak. Bir de size bir sır vereyim: Kazaların çoğu, kayarken değil, yolda izde oluyor.”

AKS’nin hedefi tam da bu. Kayakla ilgili - hayattaki her şeyden daha tehlikeli ve çok pahalı bir spor gibi – önyargıları kırmak ve kabiliyetli çocukları karın bilgi ve tecrübesiyle tanıştırmak.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLİFE/ KASIM 2010

23 Ekim 2010 Cumartesi

İSTANBUL: “DOĞDUĞUM DEĞİL, ÂŞIK OLDUĞUM ŞEHİR”


Ahmet Ümit son romanı ‘İstanbul Hatırası’nda şehri mekân değil, kahraman yaptı. Bu söyleşiyle durum tersine döndü; Ahmet Ümit kahraman, İstanbul mekân.



Romanın mekânı değil kahramanı İstanbul. Önceki romanlarınızda da İstanbul’a özel bir yer vermiştiniz. İstanbul’u yazmak nasıl bir tecrübe?

İlk başlarda düşünerek yazdığım bir şehir değildi İstanbul. Burada yaşadığım için doğal olarak şiirlerime, hikâyelerime, romanlarıma sızıyordu. İstanbul’u tanıyıp keşfettikçe işler değişti. Yeryüzünün en derin tarihe ve kültüre sahip şehrinde yaşıyorum. İstanbul, romanlarımda çok daha bilinçli bir şekilde yer almalı diye düşündüm. Daha önceki kitaplarımda da İstanbul adı yoğun olarak vardı ama bu şehir başlı başına bir kahraman olarak ilk kez ‘İstanbul Hatırası’nda okurun karşısına çıktı. Bu şehri yazmak zor. ‘İstanbul Hatırası’ 10 yıldır kafamda dolaşıyordu ama nasıl yazacağım bir türlü netleşmiyordu. ‘Bab-ı Esrar’ biterken kristalize oldu.

‘İstanbul Hatırası’ kafanızda dolaşırken bir yandan da birçok roman mı yazdınız?

Birçok yazar böyledir. Bir roman sonuçlanırken bir başkası doğuyor. Yazmaya başlamadan önce roman kafamda bitmiş oluyor, bitmeden yazmaya başlamam. Yazarken de araştırma ve yazma sürecinin sorunlarıyla boğuşmaya devam ediyorum. Romanın yarısı geçtikten ve kitap bitmeye yüz tuttuktan sonra da yenisi kafamda şekillenmeye başlıyor.

İstanbul’u keşfetme sürecinde neler yaşadınız?

İstanbul’u kendiliğinden anlatmaktan bilinçli anlatmaya geçme sürecim ‘Patasana’ ile başladı. ‘Patasana’ İstanbul’u değil Gaziantep’i anlatan bir roman. Fakat bu topraklardaki derin tarihi ve kültürü fark ettim. “İstanbul yaşadığım şehir. Burayı neden yazmıyorum ki?” dedim kendi kendime. Örneğin Taksim’den inip Unkapanı köprüsünü geçtikten sonra sağda tuğla yapılar var, fil ahırıymış onlar. Kimsenin aklına gelmez. Bunun gibi yüzlerce örnek… Farkına varmak için derinlemesine bir okuma yapmak gerekiyor. Türkiye’de yazarlar bunu pek önemsemiyor; kendilerini Osmanlı’yla sınırlıyor. Selçuklular’ı, Roma’yı, Hititliler’i kimse yazmıyor. Ben insanı anlatıyorum. Mekândan ve tarihten ayrı bir insan yok. Dolayısıyla bugünkü insanla 5 bin yıl önceki insan arasında ne fark var? Hepimiz bu topraklarda yaşamışız ama arada 3 bin yıl var. Ne oldu? İnsan ne kadar değişti?

Karşılaştığınız cevap ne?

Çok da değişiklik olmamış. Teknoloji ve yaşam biçimleri değişmiş. İnsanın bencilliği, saldırganlığı; aynı zamanda şefkati ve yaratıcılığı aynı. İnsan yapısı hep aynı. 5 bin yıl önceki iktidar savaşı neyse şimdiki de o.

İstanbul’u sokak sokak gezer misiniz?

Tabii. Esas olarak benim çalışma tarzım şu: Genel bir okuma yaparım. Sonra romanımın konusu neyse o konu üzerine bir araştırma. Öylesine de gezerim, onu da çok yaparım.

Ahmet Ümit İstanbul’da ne yapar? Ne tavsiye eder?

İstanbul’da yaşamak esasen büyük bir zevk. İnsanların çoğu mesaileri gereği bu zevkten mahrum. Ben bazen kahvaltı için boğaza giderim. Sıkılırsam atlayıp tarihi yarımadaya; Ayasofya ya da Yerebatan Sarnıcı’na… Süleymaniye Camii, Topkapı Sarayı, Kariye’ye sonra… Osmanlı dönemi eserleri için Dolmabahçe Sarayı’na... Hepsini bir kenara bırakıp Adalar’a... İstanbul binlerce olanağı bir arada sunuyor. Önemli olan gözlerinizi güzellikleri görebilecek kadar açmanız. Burada yaşayan insanların çoğu şehrin farkında değil. İstanbul’un taşı toprağı altın değil kültür ve tarih.

Romanla ilgili tur düzenlediniz. Okurla buluşmak nasıldı?

Türkiye’de ilk kez yapıldı bu. Bir romanın turu. Cinayet mahallerini gezdik. İnsanlar romanın atmosferini hissetiler. Romanın içinde yaşıyor gibi oldular. Benim için de enteresan bir deneyimdi.

İstanbul Hatırası’nı yazarken bilgi ile hikâye arasında nasıl bir denge kurdunuz?

İşin özelliği bu. Ben romancıyım, tarihçi değil. Tarih konusunda söylediğim şeyler tartışmalı da olabilir, yanlış da... Roman insan ilişkilerini, hayatı anlatır. Malumatfuruş olmamalı. Mesela Başkomiser Nevzat’ın annesini tarihçi yaptım. Yahut olayın içine Topkapı Müzesi Müdürü Leyla Barkın’ı ekledim. Adem Yezdan bir turizmci ama tarihle ilgili. Böylece sohbetlerinde tarihten söz açılabildi. Durup dururken tarihten bahsetmediler. Bunun bir matematiği var tabii. Önce bir kurgu oluşturuyorsunuz, sonra karakterleri…

Romanınızın en önemli temalarından biri de İstanbullu olmak. Komiser Nevzat tam bir İstanbul beyefendisi. İstanbullu kim?

İstanbulluk diye bir şey artık kalmadı. Bir kere şu yanılgıdan kurtulmak gerekiyor. İstanbul’da doğmuş olmak İstanbullu olmak demek değil. O kadar çok göç alan bir şehir ki burası… Artık kimse İstanbullu değil. Bu roman İstanbullu olmakla ilgili ve İstanbullu olunmamasına karşı yazıldı. İstanbullu olmak bu şehrin tarihini, kültürünü bilmek ama daha önemlisi bu şehirde yaşamanın getirdiği sorumluluklarla yaşamak. Nedir bu sorumluluklar? Bu şehrin doğasını, tarihini, kültürünü korumak; bu şehirde yaşamanın gerektirdiği sosyallik ve empati içerisinde yaşamak.

Cinayet romanlarında parayı ve kadını takip etme trükü vardır. Burada her bölüm bir para ile açılıyor. Paralar neyi sembolize ediyor?

Eski bir aşkı takip etmek de var kitapta. Ama buradaki para İstanbul tarihini anlatmak için bir trük. Paraları bulan Başkomiser Nevzat o dönemi araştıracak. Bu şehri kim kurmuş, Ayasofya’yı, surları kim yapmış? Bu şehir için Fatih’in önemi nedir? Mimar Sinan’ın önemi nedir?

‘İstanbul Hatırası’ bu şehre olan vefa borcunuzla ne kadar ilgili?

Evet. Bu şehrin ekmeğini yiyorum. İstanbul’da doğmadım ama bu şehirde âşık oldum, baba oldum, dede oldum. Bu şehri kurtarmak için bir sürü imza atıyorum. Ama bunlar yeterli değil. Daha büyük şeyler yapmam lazım. Bu kitapla biraz rahatladım.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/EKİM 2010

3 Eylül 2010 Cuma

UZUNGÖL'DE EYLÜL

Yağmursuz, tenha ve bal tadında bir Uzungöl seyahati için vakit bu vakit!

Gittiğimizde bahardı. Çiçekler şenlenmiş, börtü böcek serpilmiş, kıştan kalan karlar iyice kenara köşeye çekilmişti. Uzungöl’ün yerlisi, köylüsü Faruk Bey “İyi ettiniz, şimdiden geldiniz. Temmuz ve ağustosa kalsaydınız; üzerinize kalabalıkla birlikte beklenmedik sağanaklar yağacaktı.” dedi ve ekledi: “Size bir tavsiye çocuklar; Uzungöl’e eylülde gelin. O zaman hem kalabalık dağılır, hem yağmurlar yorulur, hem taze ballar süzülür.”

Şimdi aylardan eylül. Rotayı Karadeniz’e, bilhassa Uzungöl’e kırmanın tam zamanı. Sizi biraz zahmetli bir yolculuk bekliyor ama değecek. Gökyüzünden bırakılmış da etrafa gelişigüzel saçılmış evlerin silme ağaçlardan zor seçildiği yollardan geçe geçe varacaksınız Uzungöl’e. Gözünüz yeşile alıştı zaten. Şimdi sıra mavide. Ama ne mavi!

KAYIT TAMAMSA SOFRAYA!

Takip eden beş dakika içinde, hissettiğiniz yorgunluğu bir tarafa bırakacak ve acıkmaya başlayacaksınız ama hiç zor gelmeyecek yemek vaktini beklemek. Güneş göl üzerinden geçip “bu günlük bu kadar” derken siz ışığın oynadığı oyunları izleyecek, olan biteni kayda geçirmenin telaşına düşeceksiniz. Açlığınız dâhil her şeyi unutacaksınız, yanınızdakini bile... Kayıt tamamsa sofraya!

Sizi bekleyenler arasında; mıhlama, kuymak, hamsili kaygana, kiremitte alabalık, turşu kavurma, lahana sarma ve güveçte köy sütlacı var. Yavaş yavaş, tadını çıkara çıkara yemeli ve kemençe çalıp horon tepenlerin sizi sürüklemesine izin vermelisiniz ki erkenden yorulup yatağa düşesiniz. Sizi nasıl bir uykunun beklediğini tahmin etmek mi? Hadi canım!

BALI SAKIN UNUTMAYIN!

Bunu ancak sabah serinliğine uyandığınızda anlarsınız. Sabah ki en güzel vakti gölün. Yürüyüş mü, hülyalara dalmak mı, yoksa doğrudan kahvaltı mı? Seçim sizin. Gölün en delişmen sakinleri yaban ördeklerini izleyerek kahvaltınızı ettiniz diyelim, bir bardak ve bir bardak daha çayla… Şimdi zannediyor musunuz ki sıkılacaksınız? Hiç bile! Bisiklet kiralama, doğa yürüyüşü, yamaç paraşütü ve jeep safari birer birer yapılacaklar arasında.

Gün içinde sislendikçe sislenecek Uzungöl. Büyülendikçe büyülenecek yani. Hani ‘Göl Evi’ filmindeki gibi… Kendinizi fazlaca kaptıracaksınız, bu belli. Ama unutmayın ki aylardan eylül ve bal almanın tam zamanı!

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / EYLÜL 2010

...

Fotoğrafın Altın Bileziği: İyi Hikaye

Geçtiğimiz günlerde İstanbul’a gelen Steve McCurry, güçlü bir hikâyenin fotoğraf için ne kadar önemli olduğunu anlattı.

Foto muhabiri Steve McCurry’nin ismini çoğu kişi hatırlamaz ama Rus işgali altındaki Afgan halkının dramını yansıtan yeşil gözlü ‘Afgan Kızı’nın fotoğrafını görmeyen, görüp de hatırlamayan yoktur. Bu etkileyici gözlerin kâşifi geçtiğimiz günlerde İstanbul’daydı. McCurry, şehirde kaldığı üç-beş günde sayısız fotoğraf çekti ve çektirdi. Kayıt cihazına epey mesafeli davranan McCurry; en çok Doğu ülkelerindeki farklı kültür, dil ve dinlerle harmanlanmış insan yüzlerini fotoğraflamayı seviyor.

Üç gündür İstanbul’dasınız. Neler fotoğrafladınız?

Sultanahmet Meydanı ve civarındaki sokaklarda dolaştım. Pek çok fotoğraf çektim ama özellikle kediler ve uyuyan insanlar takıldı objektifime. Parklarda gölgelere sığınmış uyuyan insanlar ve mezar taşları üzerinde gezinen kediler...

İstanbul’a daha önce de çeşitli sebeplerle gelmiştiniz. Bu şehirde muhakkak fotoğraflanmalı dedikleriniz neler?

Bu İstanbul’a dördüncü gelişim. Her defasında bambaşka hikâyelerle karşılaşıyorum. Milyonlarca hikâye var burada; hangisini sayayım?

Hangisi daha önemli? Renk, ışık, hikâye, teknik…

Hepsi eşit derecede önemli.

Hikâye diyeceksiniz zannediyordum…

Evet, aslında düşününce hikâye daha önemli.

Neden?

Neden mi? Siz de bir gazetecisiniz ve hikâyenin neden daha önemli olduğunu en az benim kadar biliyor olmalısınız.

Yazıda evet hikâye ama fotoğrafta başka kriterler de olmalı.

Fotoğrafta da önemli olan hikâyedir. Her fotoğrafın bir hikâyeye ihtiyacı vardır. İyi bir hikâye fotoğrafın altın bileziğidir.

Bruno Barbey Magnum’un belgeselden sanat fotoğrafına kaydığını söylüyor. Katılıyor musunuz?

Evet, haklı. Magnum’da böyle bir yönelim var. Şu anda Magnum’daki fotoğrafların yüzde 70’i artistik.

Kendi fotoğraflarınız için ne söyleyebilirsiniz? Sizde de öyle bir yönelim var mı?

Ben belgesel fotoğraflar çekiyorum.

Poz vermiş insanların olduğu fotoğraflarınız için artistik diyemez miyiz?

Olasılıklı ama ben öyle düşünmüyorum ve öyle çalışmıyorum. Stüdyoda çalışmıyorum her şeyden önce. Makinemi alıyor ve dünyayı dolaşıyorum. Belgeliyorum. O yüzden de kendimi belgesel fotoğrafçı olarak görüyorum. Bir fotoğraf hem artistik öğeler taşıyıp hem belgesel nitelikli olabilir ayrıca. O kadar keskin çizgiler yok ikisi arasında. Bir de ben kimseden poz vermesini istemiyorum. Bekleyip anı yakalamaya çalışıyorum.

O zaman doğru soru geliyor: Doğru zamanda doğru yerde olmayı nasıl başarıyorsunuz?

Kimse doğru zamanda doğru yerde olamaz. Bunu kimse tam olarak kestiremez. Sadece deneyebilir ve eğitimle tahminlerini güçlendirebilir. Bu tamamen deneyim ve sabırla ilgili. Çoğu zaman iyi bir şeyler çıkacağını hissediyorum. Dünyayı anlamak, öngörmek ve zamanla bunun tecrübesini kazanmak çok önemli.

Bir fotoğraf karesi için çok uzun süreler beklediğiniz oluyor mu?

Sabırlı olmak elbette gerekli ama öyle saatlerce süren sıkıcı beklemeler olmuyor. Seyretmek ve beklemek önemli ama asıl mesele bakmak ve görmekte. Bakmayı bilmek ve hissetmek lazım. Bir de bazen olur, bazen olmaz. Dün şanslı bir gündü mesela. Öylesine dolaşırken, sadece 15 dakika içinde çok güzel kareler yakaladım. En sevdiğim fotoğraf olan ‘Kum Fırtınasında Dua Eden Kadınlar’ı da hiç beklemediğim bir anda, tamamen şans eseri çektim.

Yılın dokuz ayı seyahatte olmak nasıl bir şey? Sizi bekleyenler olmuyor mu?

Evet, aslında her defasında beni bekleyenler oluyor. Ama şimdiye kadar ciddi bir problemle karşılaşmadım. Bazen yakınlarım da benimle geliyor, herkes hayatından memnun. Her şeyden önce ben kendimden memnunum. Yer değiştirmeyi seviyorum, bu benim tercihim.

STEVE MCCURRY

1974’te Pennsylvania Eyalet Üniversitesi’nin Güzel Sanatlar ve Mimari Bölümü’nden mezun olan Steve McCurry, spor ve moda fotoğrafları çekip onların haberlerini yaparak gazeteciliğe başlamış. Bir süre sonra yerinde duramaz olunca para biriktirerek Hindistan’a gitmiş. McCurry’nin hikâyesi 1979’da gittiği Hindistan’da başlıyor.

Sonrası malum, rüzgâr nereye sürüklerse… İran - Irak Savaşı, eski Yugoslavya’nın parçalanması, Beyrut, Kamboçya, Filipinler, Körfez Savaşı, Sri Lanka ve Afganistan da dâhil olmak üzere uluslararası çatışmaların ve iç savaşların yaşandığı pek çok bölge… 1984’te Pakistan’daki bir mülteci kampında gördüğü Sharbat Gula’yı fotoğraflayan ve bu fotoğrafı 1985’te National Geographic’in kapağına taşıyan McCurry, 1986’dan beri Magnum Photos üyesi. Kariyerine National Geographic’te devam eden New Yorklu fotoğrafçının ‘Magazine Photographer of the Year’, ‘World Press Photo Award’, ‘Oliver Rebbot Memorial Award’ gibi uluslararası birçok ödülü ve yedi kitabı bulunuyor.

AFGAN KIZI

‘Asrın fotoğrafı’ olarak anılan ve dünyaca ünlü bir ikona dönüşen Sharbat Gula’nın fotoğrafı 1985’te National Geographic’te yayınlandığında büyük yankı uyandırır. Sovyetler Birliği ve Afganistan arasındaki savaş sırasında öksüz kalan ve Pakistan’daki bir mülteci kampında Steve McCurry’nin karşısına çıkan Gula’dan uzun yıllar haber alınamaz. 2002 yılında Afgan Kızı’nı bulmak için ciddi şekilde harekete geçen dergi, kızın fotoğrafını bütün mülteci kamplarına dağıtır ve sonunda izini bulur.

Afganistan’ın ücra bir köşesinde kocası ve üç çocuğuyla birlikte zor şartlarda yaşayan ‘Afgan Kızı’ epey değişmiştir. Gula’nın yeni fotoğrafları eskisiyle karşılaştırılır ve göz irisinden onun aynı kişi olduğu anlaşılır. 2002 Nisan’ında Afgan Kızı’nı yeni yüzüyle tekrar kapağa taşıyan National Geographic, Gula’nın hacca gitme hayalini gerçeğe dönüştürmekle kalmaz ona finansal yardım da bağlar.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / EYLÜL 2010

GELENEKTEN ÇAĞDAŞA BAKSI MÜZESİ

Çağdaş sanat kabına sığamıyor ve büyük kentlerin sınırlarını dalga dalga aşıyordu ama bu kadarını kimse beklemiyordu. Doğu Karadeniz’de, Bayburt’un 45 km dışındaki bir köyde, Çoruh Vadisi’ne bakan tepenin üzerinde bir çağdaş sanat müzesi kurulsun, üstelik modern ve geleneksel sanatları aynı çatı altında bir araya getirsin… Pek olası görünmüyordu ama oldu.

Her şey Prof. Dr. Hüsamettin Koçan'ın yıllar yılı öğrendiği ve biriktirdiklerini doğduğu yere taşımak istemesiyle başladı. “Babamdan gurbete gitmeyi, anamdan sabretmeyi öğrendim.” diyen Koçan’ın 10 yıllık çabası nihayet sonuçlandı ve Baksı Müzesi geçtiğimiz aylarda kapılarını açtı.

BİR ZAMANLAR HER ŞEY DÜŞTÜ

Baksı Müzesi, Prof. Dr. Hüsamettin Koçan'ın uzak bir düşü olarak 2000 yılında filizlendi. 2002 Nisan’ında Bilgi Atölye 111’de düzenlenen müze tanıtım sergisi, bu düşün gerçeğe dönüşmesi yolunda atılan ilk adımdı. Projenin en önemli aşamalardan birini 2004 baharında Proje 4L’de düzenlenen ‘Şaman Güncesi’ sergisi oluşturdu. Yöredeki Şaman gelenek ve inançlarının simgesi olan 41 sayısının uğuruna inanan 123 sanatçı, gönüllülük coşkusu ve enerjisiyle bir sergide buluştu. Baksı Müzesi’nin çağdaş ve yerel sanat atölyeleri, misafirhanesi, etnografik evi ve yemekhanesinden oluşan ilk bölümü bu serginin desteğiyle hizmete açıldı.

Müze, 2005 yılından itibaren çalışmalarını Baksı Kültür Sanat Vakfı bünyesinde sürdürmeye başladı. Aynı yıl, müzenin atölyelerinde köyde yaşayan genç kızların el becerilerini ve hayal güçlerini yansıtan yorganlar üretildi. Bu yorganlar önce Bayburt Halk Eğitim Merkezi, ardından İstanbul Cey Güzel Sanatlar Merkezi’nde sanatseverin karşısına çıktı. Sergiler sergileri, heyecanlar heyecanları kovaladı ve Baksı Müzesi 10 yıllık zorlu bir yolculuğun sonunda tamamlandı.

GELENEKTEN ÇAĞDAŞA

Çiçeği burnunda Baksı Müzesi; sürekli sergileme bölümleri, dönemsel sergi mekânları, konferans salonu, kütüphane, konuk evi ve atölyeleriyle 30 bin metrekarelik bir alana yayılıyor. Müzenin sergi salonunda yok yok: Şahmeran, Köroğlu ve Eshab-ı Kehf temalı halk resmi örnekleri, camaltı ve işleme koleksiyonu, yazı resimler, şifa tasları, âlemler, taş baskılar, boyamalar, işlemeler… Müzedeki yöresel ürünler iki önemli grupta toplanıyor: Ehram ve çömlek… Ehram göçerlikten, çömlek ise toprağın derinliklerinden besleniyor.

Müzenin çağdaş sanat koleksiyonu vakfın Yönetim Kurulu Üyesi Ahu Antmen’in önerisiyle oluşturuldu. Buna göre, her yıl 20 sanatçı bölgeye davet edilecek ve üretilen işler bir sonraki yılın sergisi için saklanacak. Müzenin ‘gelenek ve sanat’ temalı ilk sergisinde yer alan sanatçılar şöyle: Ali Kazma, Alp Sime, Aslımay Altay, Ayşen Urfalıoğlu, Aziz Sarıyer, Beril Anılanmert, Burak Bedenlier, Esma Paçal Turam, Gülay Semercioğlu, Güler Güngör, Kurucu Koçanoğlu, Murat Morova, Mürteza Fidan, Nermin Er, Ramazan Bayrakoğlu, Suzi Hug Levi, Şakir Gökçebağ, Tuğrul Selçuk ve Zafer Mintaş.

ANLATMAK BİZDEN, ZİYARET SİZDEN

Müzenin Asma Kat Galerisi’nde de benzer bir uygulama söz konusu. Burada her yıl bir tasarımcının yerel malzeme çıkışlı tasarımları sergilenecek. İlk konuk Özlem Süer. Sanatçı müze için ehram kumaşından giysiler tasarladı.

Müzenin dikkat çeken bölümlerinden biri de Bayburt Evi. Özgün bir Bayburt evinin yerel mimari unsurlarını yansıtan ve çeşitli etnografik eşyayı bünyesinde barındıran ev ziyaretçilere epey değişik bir deneyim vaat ediyor. 150 koltuk kapasiteli konferans merkezi, sürekli üretime yönelik dokuma ve seramik atölyeleri, konuk sanatçıların gözetimindeki çağdaş sanat atölyeleri, 10 bine yakın yayını içinde barındıran kütüphanesi ve 30 kişi kapasiteli konuk evi müzenin diğer kıymetlileri… Yolu o tarafa düşenlerin mutlaka uğrayacağı müze, bununla yetinmeyerek yolu oralara da düşürecek. Söylemesi bizden, ziyaret etmesi sizden…

KUTU: BAKSI KÖYÜ

Bayburt'un 45 km dışında, Çoruh Vadisi'ne bakan bir tepenin üzerinde kurulan Bayraktar, diğer adıyla Baksı hepi topu seksen hanelik bir köy. Bugün köyde 480 kişi yaşıyor. Son 20 yılın en belirleyici unsuru, köyde yüzde 650 oranında bir göç oranının saptanması. Müzenin hedeflerinden biri de bu sosyal erozyonu durdurmak.

KUTU: ÇÖMLEKÇİLİK VE DOKUMA

Köyün adı Kırgız Türkçesinde ‘Şaman’ anlamına gelen ‘Baksı’dan geliyor. Kimi Şaman geleneklerinin devam ettiği köyde çömlekçilik ve dokuma gibi el sanatları çok önemli. Bir zamanlar köyün gereksinimi karşılayan bu sanatlar Baksı Müzesi'nin desteğiyle geliştirilecek ve yöre halkının geçim kaynaklarından biri olmaya devam edecek.

JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET/ EYLÜL 2010

ÖNEMLİ OLAN GÖZÜN EĞİTİLMESİ

2005 yılından bu yana Vehbi Koç Vakfı’nda kültür - sanat danışmanlığı yapan Melih Fereli, çağdaş sanata dair bildiklerini anlattı.

Vehbi Koç Vakfı’yla işbirliğiniz nasıl başladı?

İşbirliğimiz 2005’te Ömer Koç’un teklifiyle başladı. Ömer Bey 10 yıldır çağdaş sanatla ilgileniyor ve koleksiyon yapıyor. Tutkulu bir koleksiyoner. İlgisi sadece çağdaş sanatla sınırlı değil. Kitaplar, tarihi fotoğraflar, İstanbul ve Osmanlı üzerine koleksiyonları var. Ayrıca çok zengin bir İznik koleksiyonu söz konusu. Ömer Bey bir kulvarın koleksiyoneri değil, çağdaş sanatla da ilgili. Vehbi Koç Vakfı ve Koç Topluluğu çağdaş sanatla ilgili değildi. Ben onlara kısa bir stratejik plan hazırladım. İki alan önerdim. Birincisi çağdaş sanat, ikincisi Türk Film Enstitüsü kurmak. Birinciyi hayata geçirdik, günün birinde belki ikinciyi de geçiririz.

Planınızdaki Türk Film Enstitüsü nasıl bir yapı?

Türk film endüstrisinin doğru ürünler üretebilmesini sağlamak için destek verecek bir yapı. Bizim film piyasamızda senarist, yapımcı ve yönetmen aynı insan olmak zorunda kaldı uzun yıllar. Kurumsallaşmış bir yapı ya da bir yapımcı şirket yok. Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu gibi isimler filmlerini hep kendi imkânlarıyla yapıyor. Geçmişte de böyleydi. Barış Pirhasan, Ömer Kavur… Bu insanlar canlarını dişlerine katarak, her türlü varlıklarını satarak filmlerini yapıyorlar. Bunu kurumsal olarak destekleyen bir yapıya ihtiyaç var. Bu yapı sadece para vermekle kalmayacak; senarist ve yönetmen yetiştirecek; yayıncılık ve tanıtım faaliyetlerini yürütecek. Bundan 30 sene önce Danimarka sinemasından söz etmek zordu. Ne zaman ki Danimarka Film Enstitüsü kuruldu, Danimarka sineması varlık gösterdi.

Film Enstitüsü fikrinin hayata geçme olasılığı var mı? Koç Topluluğu’nun desteklediği bir konu mu bu?

Bu tabii ki Koç Topluluğu’na çok yakışır. Ama Koç Topluluğu da bir anda dört beş projeye birden giremez. Bir gün şartlar uygun olursa bu alana da kayabiliriz. Şimdilik öncelikli olan çağdaş sanat.

Çağdaş sanat alanında Türkiye’deki eksikler neler?

Türkiye’de çağdaş sanatın yerleşebilmesi için galerilerin daha ciddi çalışmaları lazım. Avrupa ve dünya ölçeğinde sergiler üreten çağdaş müze örneklerimiz var. Sabancı ve İstanbul Modern bunlardan ikisi. İzleyiciyi kucaklayan, asık suratlı olmayan iki kurum. Ancak bunlar çağdaş sanatı tam olarak yansıtmıyorlar. Türk çağdaş sanatının kronolojisini tam olarak anlatan bir yapı yok hâlâ Türkiye’de.

Bu anlamda Vehbi Koç Vakfı’nın çağdaş sanat alanı Arter’in hedefi ne?

Arter, Türk çağdaş sanatının temel eserlerini izleyiciyle buluşturmayı hedefliyor. Asıl niyetimiz 1960’lardan bugüne çağdaş sanatın evrimini anlatan bir müze kurmak. Bu arada kurumsal bir koleksiyon oluşturmaya çok önem veriyoruz, alımlarımız sürüyor.

Sanatçıları nasıl seçiyorsunuz?

Çok geziyoruz, bilen kişilere danışıyoruz. İsimden çok eserin bize ifade ettiği estetik değer önemli. Koleksiyon içinde bir armoni olmalı. Ben küratör değilim ama bir sanat eserinin koleksiyonumuzdaki diğer eserlerle diyalog içinde olup olmayacağına dair tecrübeliyim. Bu konuda Ömer Koç’un da tecrübesi var. Ona iş adamı gözüyle bakmıyorum bu arada. Esas amacımız Ömer Bey’in şahsi koleksiyonu dışındaki eserlerle bir müze oluşturmak. Bittiğinde son derece eğitici bir müze olacak bu.

Küçük de olsa kişisel bir koleksiyonunuz var mı?

Aldığım küçük küçük eserler var. Türkiye’de koleksiyonerler arasında yer almamı sağlamayan ama hatırası olan şeyler... Elimde iki Pınar Yolaçan fotoğrafı var. Bir Sarkis var. Kendisi hediye etti, yoksa nasıl alacağım? Bir de babamın almış olduğu birkaç eser var. Ben zengin bir insan değilim. Memurluk yapmış biriyim. Almak istediğim çok şey var. Alabilsem çok şey alırım...

Özellikle ilgilendiğiniz bir coğrafya ya da tür var mı?

Ben şimdilerde Güneydoğu Asya sanatıyla epey ilgiliyim. Myanmar, Vietnam, Endonezya, Tayland...

Koleksiyon yapmak isteyenlere neler tavsiye edersiniz?

Sanatçı ismi vermek istemem ama tavsiyem şu: Bir kere bizleri takip edin. Zaten iki kaşımızın arasında yazıyor olacak. Yaptığımız sergilere bakın. Genç galericileri takip edin. Orada pırıltılar göreceksiniz. Daha çok gençlere yönelin. Tecrübeleri eksik ama enteresan işler yapıyorlar. Farklı ve genç bir dilleri var. Ben de onları takip edip anlamaya, öğrenmeye çalışıyorum. ‘Ben oldum’ diye bir şey söz konusu değil.

Sergileri düzenli takip edebiliyor musunuz?

Ben zaman fakiri bir insanım. Yine de 10 dakika bile olsa uğruyorum. Yurt dışında çok geziyorum. İnsanın gözünü eğitmesi çok önemli. Sadece sergiler değil; filmler de önemli. Avatar’ı oğlumun ısrarıyla seyrettim. Dünyanın başka bir kulvara doğru gittiğini gördüm.

Nasıl bir kulvara doğru?

Disiplinlerarası çizgiler kayboluyor. Bütün disiplinler tek dilden konuşmaya başladı. Bugünün dünyasında herkes birbirinden besleniyor. Çok şanslıyız. Bundan sonra teknolojinin de aynı iç içeliğin etmenlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Sadece görsellikle karşı karşıya olduğumuzu zannetmeyelim. Sanat bizim her duyumuza, aklımıza, hatta aklımızın ermediği pek çok şeye hitap eder hale geldi.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE BUSINESS /EYLÜL 2010

BEKLEME ODASI İÇİN BİR TAVSİYE

Pozitif ve İKSV işbirliği ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı desteğiyle gerçekleşecek U2 konseri için geri sayım başladı.

3 – 5 sene öncesini düşününce U2 İstanbul konseri çok uzak, görünmez ve görünemediği için de inanılmaz bir olaydı. Her ama her şeyin mümkün olduğunu kaç defa daha kanıtlayacak dünya? 1980’lerden beri fırtınalar estiren U2, 360°Turnesi kapsamında nihayet İstanbul’da. 6 Eylül’de Atatürk Olimpiyat Stadı’nda gerçeğe dönüşecek hayal, 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’un en çok ilgi görecek ve en çok hatırlanacak etkinliği olarak tarihe geçecek.

Bu tarihi olayın sahnesi 20 Ağustos’ta kurulmaya başladı. Dev bir silindir video sistemiyle birbirine bağlanmış LED paneller ve 45 metreye ulaşan yüksekliğiyle sahne etrafında dönen metal köprü sistemi, turne adının hakkını vererek müziksevere 360 derecelik bir görüş açısı sunacak.

SAĞ KROŞEYİ 15 SANTİMLE KAÇIRMAK

Bekleme odasında heyecanı arttıracak 373 sayfalık bir tavsiye: 2006 yılında Merkez Kitaplar’dan çıkan ‘Bono’nun Odasında’... U2’nin herkesin zaman zaman aklından geçirdiği; ama söylemeye değer bulmadığı hisleri kelimelere döküp dinleyicilerini her defasında şaşırtmayı başaran solisti ve söz yazarı Bono’nun (Paul Hewson) hayatını bizzat onun ağzından anlatan bir kitap bu. Anlattıran Michka Assayas, Türkçe’ye kazandıran Pınar Öğünç.

"Sanat, ellerini derinin altına sokmaktır; göğüs kemiğini kıracaksın, göğüs kafesini yaracaksın, yoksa rock'n roll senin için bir çift ayakkabıdan, bir saç modelinden ibaret kalır." diyor Bono. Bir de hayatını sağ kroşeyi 15 santimle kaçıran bir boksörün yaşadıklarına benzetiyor.

ÇAYA YANLIŞLIKLA ATILAN ŞEKER

Konuşmalar geçmişe, özellikle de çocukluğa döndüğünde kelimelerin üzerini bir sis perdesi kaplıyor. Geçmiş, ziyaret edilesi bir yer değil. Geçmişe dair konuşup durdukça oraya dönüyor ve huysuzlaşıyor Bono. Bunu çayına yanlışlıkla attığı şekerden anlıyoruz.

2002 - 2004 yılları arasında yapılan söyleşilerin bir ucunda U2'nin öyküsünden Bob Dylan ve Rolling Stones'a, edebiyat ve resim tartışmalarından siyasi konulara gayet havalı meseleler varken diğer uçta şöyle bir paragraf çıkıyor karşımıza: “Annemin ölümü kendime olan güvenimi derinden etkiledi. Okuldan sonra eve gidiyordum; ama artık orası bir ev değildi. Annem yoktu. Kendimi terk edilmiş ve korkmuş hissettim. Sanırım korku çok çabuk öfkeye dönüşüyor. Benimki hâlâ içimde.”


JÜLİDE KARAHAN

İNFOMAG / EYLÜL 2010

...

ANADOLU KENTLERİNİN KESKİN HAFIZASI

Bienal deyince akla gelen tek şehir İstanbul değil. Sinop, Mardin ve Çanakkale’den bienal haberleriyle birlikte çağdaş sanatın ayak sesleri yükseliyor.

Yüksek duvarların küçücük kapıları var. O kapıların arkalarındaysa geniş avlular… Oraya buraya asılmış ‘Sinopale’ afişleri ve o afişlerin işaret ettiklerini görmek için, bilhassa öğleden sonraları, toplanan kalabalık olmasa kendinizi Paul Auster’in ‘Son Şeyler Ülkesi’nde hissetmeniz işten değil. Ama varlar ve varlıklarını Sinop’un bu yıl üçüncüsü düzenlenen bienali Sinopale’ye borçlular.

Bienalin ana mekânı tarihi Sinop Cezaevi. Efsanelerdeki karanlık zindanların Türkiye tarihindeki temsilcisi olan cezaevini Sabahattin Ali, Refik Halit Karay ve Zekeriya Sertel’den epey dinledik. Dinlerken de bu karanlık binanın; resim, film, video, heykel ve hatta performanslara ev sahipliği yapacağını hayalimize, haliyle, getiremedik.

Konu, hayale bile gelmeyen şeylerin hayata karışması olduğunda her zaman bir hayalperest çıkar karşımıza. Bu defa o, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Grafik Bölüm Başkanı Prof. Melih Görgün. Her şey Sinop'ta doğup büyüyen Görgün’ün memleketinde ‘bir şey’ yapmaya karar vermesiyle başladı. Kararın sonuçları üçüncü kez karşımızda.

‘GİZLİ ANILAR, KAYIP İZLER’

Bir önceki bienali 'Şeylerin Yeni Düzeni' ismiyle Fransız filozof Michel Foucault'tan ödünç alan Sinopale, bu yıl sırtını Italo Calvino'nun ‘Görünmez Kentler’ine yaslıyor. Bienalin kavramsal çerçevesi, ‘bir kentte görünen ve görünmeyenlerin ele alınarak kent belleğinin algılanmasını ve bu yaşama alanına ait bilginin doğru saptanarak gelecek yıllara kalmasını sağlamak’ olarak belirlenmiş.

Kısacası Sinopale, kentteki gizli anılar ve kayıp izlerin peşinde. Daha anlaşılır şekliyle ve Calvino Usta’nın izniyle: “Merdiven yollarının kaç basamaktan oluştuğundan, kemer kavislerinin açı derinliğinden, çatıların hangi kurşun levhalarla kaplandığından söz edebilirim sana… Ama şimdiden biliyorum, hiçbir şey söylememiş olacağım sonunda. Zira bir kenti kent yapan şey bunlar değil, kapladığı alanın ölçüleri ile geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkidir.”

ANADOLU BİENALLERİ

Kapladığı alanın ölçüleriyle geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkiyi şimdiki zamanda ve sanat yardımıyla kuran tek kent Sinop değil. Anadolu kentlerinin güçlü hafızası, kozasından çıkan çağdaş sanatla daha sık bir araya geliyor artık.

İstanbul, Ankara ve İzmir üçgeninden başlayarak halka halka çoğalan çağdaş sanatın bienal çapında ses verdiği kentlerden biri Çanakkale. Bienal, kentte uzun yıllardır düzenlenen ‘Uluslararası Troia Festivali’ kapsamında gerçekleşen ‘Geçmiş Zaman Düşleri’ ve ‘Sınır Çizgisi’ adlı sergilerden feyiz alarak hayata karıştı.

Çağdaş sanatın ‘göz diktiği’ kentlerden biri de Mardin. Geçtiğimiz aylarda ‘AbbaraKadabra’ üst başlığıyla ilki gerçekleşen Mardin Bienali sayesinde İstanbul sanat ortamı Mardin’le koparılamaz bağlar kurdu. Darısı keskin hafızalı tüm Anadolu kentlerinin başına…


JÜLİDE KARAHAN

İNFOMAG / EYLÜL 2010

......

HALEF VE SELEFLERİYLE ÇİZGİ ROMAN

Angoulême Çizgi Roman Festivali’nin misafiri olarak tarihten çıkıp gelen çizgi roman sayfaları, yeni yorumlarıyla birlikte 13 Eylül’e dek İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde.

2010 Ocak ayında 37.’si gerçekleşen ve tüm dünyadan çizerleri bir araya getiren Uluslararası Angoulême Çizgi Roman Festivali kapsamında bir sergi gerçekleşti: ‘Yüzde Yüz’. Festivalin ardından dünyanın çeşitli ülkelerini gezmeye başlayan sergi, dönüp dolaşıp Angoulême’deki Çizgi Roman Müzesi’ne gidecek ve orada, muhtemelen sonsuza dek, ziyaretçilerini bekleyecek. Ama öncesinde iyice bir büyüyüp serpilecek… Şöyle ki; müzenin koleksiyonunda yer alan orijinal çizimler, farklı ülkelerin çizerleri tarafından yeniden yorumlanıyor ve o ülkede selefiyle birlikte sergileniyor. Çizgi romanın tarihsel birikimiyle günümüzde geldiği noktayı bir arada sunan sergide Enki Bilal, Yves Got, Lorenzo Mattotti, Moebius ve Albert Uderzo gibi isimler var.

Serginin İstanbul durağı İstanbul Fransız Kültür Merkezi. Bu sıra dışı maceraya ortak olan Türk çizerler arasında Ersin Karabulut, Galip Tekin, Momo Tembelçizer ve Oky yer alıyor.

KİM, KİMİ, NEDEN SEÇTİ?

Memo Tembelçizer

Georges Pichard'ın sevdiğim bir çizer olması ve Pichard'ın sayfasının erotik görüntüler içermesi bu sayfayı seçmemde etkili oldu. Yorumlarken çizgiden çok konuya odaklanmaya çalıştım. Öyküdeki ‘kadınlar sirki’nin bir köyde konaklamaya karar vermesi fakat benim bildiğim köylerin gayet muhafazakâr olmalarının çelişkisi, oluşturmaya çalıştığım yorumun temeli oldu. Ayrıca konuya erotizmin yanı sıra bir gerilim kurgusu eklenmesi da hoşuma gitti.

Ersin Karabulut

Carmine Infantino Amerikan çizgi roman ekolünü oluşturan en önemli isimlerden biri. Sayfadaki karakterlerin tiplemeleri de klasik kabul edebileceğimiz Amerikan tiplemeleri. Ben karakterlerin o düzgün giyim kuşamlarını biraz daha salaş hale getirmek istedim. Erkek karakteri yüzüyle ve giyimiyle daha maceraperest bir tipe çevirmeye çalıştım. Öykünün orijinalinde hiç bir şeyden haberi olmayan Betty'i de, Alanna'nın yerine kasten geçmiş kötücül bir düşman olarak resimledim. Son karede de Alanna'nın uçarak kurtulması yerine, bilmediği bir gezegende çaresiz bir şekilde uyanmasını istedim ve o gezegendeki ortamı da biraz daha göstermeye çalıştım.

Galip Tekin

Eskiden elimize ancak Amerikan ‘Mad’ ve Fransız ‘Pilot’ gibi mizah dergileri geçmekteydi. Bu dergilerdeki Jack Davis, Mort Drucker ve Gotlip gibi çizerlerden etkileniyorduk. Ama bir gün çizer arkadaşın getirdiği Moebius albümüyle aklımız başımızdan gitti. İşte dedik, birçok şey öğreneceğimiz usta bu. Yıllar içinde taramalı, sade, renkli, renksiz bütün albümlerini toplayıp saatlerce ve hatta büyüteçle inceledik. Hayatını, onunla ilgili şehir efsanelerini, yaşam biçimini ve çalışma disiplinini öğrenebildiğimiz kadarıyla öğrendik. Hâlâ çizerken masamızın üstünde motive olmak ya da ders kitabı olarak bakmak için bir Moebius albümü bulunur.

JÜLİDE KARAHAN

İNFOMAG EYLÜL 2010

......