27 Şubat 2010 Cumartesi

“SANAT UZUN VADELİ BİR KOŞU”

Türkiye’de çağdaş sanat piyasasının %70’ini elinde tuttuğu söylenen Galerist’in sahibi Murat Pilevneli’yle galeri özelinden sanat piyasası geneline uzun bir gezintiye çıktık. Yol boyunca; sermayenin sanat piyasasına fazlaca bulaşmasının tehlikelerinden spekülasyonun ayak seslerine pek çok gedikli konuya değindik.

Galerist’in neden işlevsel bir web sitesi yok?

Kurulduğumuzdan, yani 2001’den beri yok ve herkes durumdan şikâyetçi. Biliyorum, önemli ama şimdiye dek birkaç kez denememe rağmen içime sinen bir sayfa çıkmadı karşıma. Fena da olmadı. Galeri ulaşılmaz ve gizemli kaldı. Ama iyi haber: Sonunda Amerika’da bir şirketle anlaştık. Bugün yarın teslim edecekler.

Galerinin çalıştığı sanatçılar kimler?

30 sanatçımız var. Hüseyin Çağlayan, Haluk Akakçe, Taner Ceylan, Erinç Seymen, Ayşe Erkmen, Thomas Ruff, Michael Craig Martin ve Tony Cragg çalıştığımız isimlerden bazıları.

Sanatçılarınızla ilişkileriniz nasıl? İlgilenme, yönlendirme, imkân sağlama açısından…

Yönlendirme yapmıyoruz. Sanatçının aklında bir proje varsa öneri yapıyor, fikir veriyoruz ama kararı her zaman o veriyor.

2001’de yurtdışında yaşayan ve çalışan ama Türkiye’de bir galeriye bağlı olmayan sanatçılara yönelmiştiniz. Şimdi durum ne?

Başta öyleydi. Çünkü galeriyi yeni kurmuştuk ve yeni sanatçılar keşfetmek istiyorduk. Şimdi sadece Türk sanatına değil, uluslararası sanata odaklanıyoruz. Yetenek keşfi yapmıyoruz. Belki iki üç sene sonra…

Bu yıl Freeze Art Fair’e katılmadınız. Özel bir sebebi yok değil mi?

Hayır, çok özel bir sebebi var. 2007’de 8 - 9 uluslararası fuara katıldık. Brüksel, Dubai, Atina, Paris, Londra, Miami, Rotterdam… Öyle bir noktaya geldik ki, ‘şu fuar sirkini bir kenara bırakalım’ dedik. Bütün dünyayı gezerek olmuyor bu işler. Önce ev ödevlerini yapmak lazım. Karar verdik, sadece Miami ve Basel’e katılıyoruz artık.

Sirk mi dediniz?

Evet, öyle dedim. Bir noktadan sonra sirke dönüşüyor. Biz şöyleydik: Basel’de bir sanatçının eserini Belçikalı bir koleksiyonere sattık diyelim. Hadi şimdi bir de Belçika’ya gidelim, orada iş yapalım. Ama öyle yürümüyor. Koleksiyoner kendi şehrinde etkinlik etkinlik dolaşıyor o sırada. Amacı sanata bakmak değil, sosyalleşmek…

İstanbul’daki fuarlar için de geçerli mi bu?

İstanbul’da sadece 1. ve 4. yani son Contemporary’e katıldık. Bu seneki çok iyiydi.

Sirk gibi değil miydi?

Değildi. Ticari bir platform vardı. Ama yine de yabancı bir galerinin buraya katılması çok cazip değil.

Yabancı alıcılar Türk piyasasına ne kadar dâhil?

Dâhil ama olgun ve kaliteli bir alıcı kitlesi değil bu. Hatta biraz da tehlikeli bir kitle. Çünkü henüz müze gibi kurumsal alıcılarımız yok. Şu anki yabancı alıcılar çok spekülatif; şimdi alıp bir iki sene sonra müzayedelerde elden çıkarmayı planlıyorlar.

Satmamak daha mı doğru?

Hayır, dengeyi iyi oturtmak lazım. Bir, ucuza satmamalı. İki, çok fazla eser satmamalı.

Türk sanatçıların eserlerine kıymet veren yine Türk koleksiyonerler mi bu durumda?

Doğal olarak...

Nasıl bir yaklaşımla? Yani koltuğun rengine göre mi, ileride kâr etmek için mi, ‘bende bu var’ demek için mi?

Önce hepsi. Bir piramit gibi düşün. Aşağıda çok şey var, yukarı doğru azalıyor. Bir bakıyorsun karşındaki tam bir koleksiyoner olmuş.

Bir eser var, almak isteyen 5 kişi… Alıcıyı nasıl seçiyorsunuz?

Öncelikle sanatı sadece bir yatırım aracı olarak görenleri eliyoruz. Tercihimiz müze ve kurumsal koleksiyonerlerden yana.

Alıcılar nelere dikkat etmeli? Danışman kullansınlar mı mesela?

Kesinlikle kullanmasınlar. Danışman sadece malzeme toplamada yardımcı olabilir. ‘Bu çok iyi, şu yükselen değer’ muhabbetine hiç inanmıyorum. Çünkü koleksiyonerlik çok şahsi bir şey. Başkasının senin üzerine giydirmesiyle olmaz. Koleksiyoner ne yapmalı? Galeri gezip yayın takip ederek mümkün olduğunca çok sanat eseri görmeli bir kere. Yerel kalmak istese bile mümkün olduğunca yurtdışındaki sergi ve fuarları takip etmeli sonra. Çünkü ancak o zaman özgünlük ayrımı yapılabilir.

Sanatçı ve müşteriyi kriz zamanlarında nasıl koruyorsunuz?

Sanatçımızın her zaman arkasındayız. Fiyatları abartmıyoruz. Müşteriyi de koruyoruz, gerekirse eseri geri alıyoruz. 2009 krizinde zor durumda olan müşterilerimizden satın alımlar yaptık. Kötü günde yanlarındayız. Bu, uzun vadeli bir koşu…

Galerist 2009 krizini de, 2001 krizini de avantaja çevirdi. Nasıl oluyor bu?

İki krizin dinamikleri de, limitleri de farklıydı. 2001 krizinin avantajı ciddi bir güven bunalımı yaşanmasıydı. Hep anlatıyorum; bir arkadaşım 20 bin dolara aldığı bir eseri 5 bin dolara satamadı 2001’de. Biz bunun üzerine gittik, yeni bir söylem oturttuk ve yükseldik. Kolay oldu. Bugün Türkiye’nin dinamiği farklı. Biz kriz içinde yaşamayı bilen bir ülkeyiz. 2009’da krize rağmen Türkiye piyasasında çok fazla alıcı vardı. Hem İstanbul Modern, Santralistanbul, Borusan Holding gibi kurumsal müşteriler; hem de önümüzdeki aylarda müze açmayı planlayan koleksiyonerler… Bir de elinizde iyi eser varsa her dönemde satarsınız. İyi dönemde aradığınız ilk kişiye satarsınız, kötü dönemde 6. 7. kişiye... Ama satarsınız. İyi eser her zaman bulunmaz, değerlidir. Bir de hangi eserin kime teklif edileceğini bilmek lazım. Biz biliyoruz.

5 yıl sonra Türkiye’de çağdaş sanat… Cümleyi nasıl tamamlarsınız?

Çok yükselecek. İstanbul’da özellikle. Bu şehrin inanılmaz bir geçmişi ve birikimi var. Coğrafi ve politik olarak güçleneceğiz. Eskisi gibi ekonomik çalkantılar yaşayacağımızı da hiç düşünmüyorum. Bence Türkiye, kendi coğrafyası içinde çok sağlam bir ülkeye dönüşecek. Politik ve ekonomik gelişme, beraberinde kültürel bir iyileşme de getirecek. 5 yıl sonra İstanbul gerçekten çok ciddi bir sanat başkenti olacak. Yeni müze ve galeriler açılacak, yeni koleksiyonerler olacak, hatta yabancı sanatçılar İstanbul’da yaşamaya başlayacak.

Moby Dick’teki Kaptan Ahab beyaz balinaya ne kadar bağlıysa sanat da ekonomiye o kadar bağlı diyebilir miyiz?

Hayır, hayır o biraz gaddarca. Sanat her şekilde, her koşulda var olacaktır. Ama sermaye sayesinde bambaşka bir yere taşındığını inkâr edemeyiz.

Bu taşınma tehlikeli değil mi?

Sanatçı bir şirket olarak algılanır, sanat eseri de hisse senedi gibi görülürse elbette tehlikeli. Özellikle piyasada suni rakamlar oluşturan spekülatörlere karşı dikkatli olmak lazım.

Son aylarda Türkiye’de çok ciddi rakamlar konuşuldu. Burhan Doğançay’ın ‘Mavi Senfoni’si 2,2 milyon TL’ye satıldı. Duyduklarımız spekülasyonun ayak sesleri mi?

Olacak bu, oluyor da… Yerel piyasada, bilhassa müzayedelerde telaffuz edilen rakamlar hiç gerçekçi değil.

Galeri ve sanatçılar ne yapmalı?

Oyunlardan uzak durup sadece işini yapmalı. Sanatçı eserini üretecek, galerici de alıcısını iyi seçecek…

Zor iş. Baskı olmaz mı?

Olabilir. Ama ne olursa olsun mücevher bizim elimizde ve onu kime teslim edeceğimizin kararını biz veririz.


Jülide Karahan

Şubat 2010/Skylife Business

........

Bir Kelime Bir Hikâye

Sunay Akın’ın yeryüzündeki tüm kelimeler için anlatacak bir hikâyesi var
Sunay Akın, insanlığın ortak birikiminin üzerine çöken tozu silkeleyip pırıl pırıl hikâyeleri günışığına çıkaran biri. Yazar, şair, çocuk ve baba ama en çok hikâye anlatıcısı... Bulduğu her bilgi kırıntısını cebine küçük kumaş parçaları gibi doldurup onlardan yepyeni öyküler çıkarıyor. Her biri gerçek olamayacak kadar ilginç öyküler bunlar. Son kitabı ‘Ay Hırsızı’nda; 1960’ların gizli kahramanından Piri Reis’e, Cervantes’ten Mimar Sinan’a kimler yok ki! Buluyor, derliyor, topluyor ve anlatıyor. Onca bilgi kırıntısını çağrışım zinciriyle birleştirip bugüne getiriyor ve çayımızın şekerine atıveriyor. Bir çay içimlik vakitte biz bir kelime söyledik, o bir hikâye anlattı…

Düğme
Ben bir terzi çocuğuyum. Babamın terzi dükkânını çok sever, oradan çıkmak istemezdim. İlk oyuncaklarım düğmeler oldu hep. Mandalları asker, metal düğmeleri de onların kalkanı yapardım. Ve asıl; Trabzon’da bir genç kız ceket diktirmek için Terzi Tuncay’ın kapısından içeri girer bir gün. Giriş o giriş… Malum bordo ceketin üç düğmesi var. Ben ortancasıyım. Ve o cekete her baktığımda aile fotoğrafımı görürüm.

Kömürlük
Çocukluğum Trabzon’da geçti. Trabzon’da sokaklar yokuştur; koşup oynanmaz. Teraslar düz diye çocuklar oraya çıkar. Kömürlükler de teras katında olur. Ve ben ilk şiirimi kömürlüğümüzün kapısına yazdım. Dokuz yaşındaydım. İstanbul’dan Trabzon’a bir memur kızı gelmişti. Onun dikkatini çekebilmek için terastaki kömürlüğün kapısının içine adının harflerinden oluşan bir şiir yazdım. Ne yazık ki bizden sonra o eve taşınanlar sert geçen bir kışta içindeki odun kömürle birlikte kapıyı da yakmışlar…

Uçak
Trabzon’a haftada iki gün uçak gelirdi. Terastan bakar, heyecanla izlerdim onu. Çok isterdim uçağa binmeyi. Kâğıttan uçak yapıp terasa koymaya başladım sonra sonra. Uçacağıma gerçekten inanıyordum. Hatta içine reçelli ekmek koyuyordum yolda acıkınca yemek için. Karıncalar üşüşürdü, ben yeni ekmek sürerdim. O reçelli ekmekler ele verdi beni ve uçağa binip Ankara’ya gittik. Çocuk Ruh Doktoru Atalay Yörükoğlu’na… Uçağa bindiğim o günü unutamam. Düşlerim gerçek olmuştu, başarmıştım.

Kolonya
Babam bir gün evdeki reçeller gibi birbirinden güzel kokan rengârenk sular doldurdu şişelere. Dükkânda kolonya satmaya başlamıştı. Çünkü artık bir şeyler yetmiyordu. Hazır giyim, terziciliği öldürüyordu. Hayatımıza rengârenk kolonyalar girdi. Sevindik bile… Hep derim ben, ‘geçim derdi olanların renkli bir hayatı vardır’ diye... Onların üstü başı, kazağı, hırkası da rengârenk olur.

Mahalle
Evin en güzel odasıdır mahalle. Ben mahallede büyüdüm. Mahalle baskısı falan yoktur; mahallenin korumacılığıdır, sevgisidir o. Acıkınca herhangi bir kapıyı çalıp ekmek isteyebilirsiniz. Herkes evinin önünü süpürür, insanlar birbirini tanır, sohbet eder. Bir yerde bakkal, manav ve esnaf varsa orada yalnızlık yoktur. Sitelerde nefes alamam ben. Öyle yerlerde oturmak korkulu rüyamdır. Mahalleden koparsam yaşayamam. Bakkalı, manavı, kasabı, yani sohbeti ararım.

Künefe
O nedir öyle? Tatlıların piridir künefe. Böyle bir şey olamaz. Askerliğimi Hatay’da yedek subay olarak yaptım ben. Hatay’ın künefesi meşhurdur. Sabah akşam, her izinde künefe yerdim. Eskiden bilmediğimden pek sevmezdim. Ama Hatay’dakini yedikten sonra daha önce hiç yemediğimi anladım. Orada çok şey anladım ben. Hatay’ın Akdeniz havzasının başkenti olduğunu, kültürlerin nasıl iç içe geçtiğini, kasaba yaşantısının güzelliğini, dalından portakal yemeyi, Anadolu insanını… Yaşayacak üç günüm kalsa birini mutlaka Hatay’dan seçerim.

İmza
Yeniden yaşamak istediğim günlerden biri de evlendiğim gündür. Sevdiğim insan yanımda, aşkımızı ilan etmişiz, kimseden saklımız gizlimiz yok... Bir de tebrik kuyruğunda Cemal Süreya var. Ben zamanında ondan imza alabilmek için ne çok beklemiştim. Ve o benim imza günümde sırada. İlk imza günümde… Nikâh imza günüdür de ayrıca.

Harita
Haritalara bayılırım. Hatta onları kitaplardan daha çok severim. Haritalar edebi metinlerdir; okumasını bilene. Çocukken de saatlerce atlas okurdum. Dağlar, nehirler, şehirler üzerine hayaller kurardım. Benim hayal gücümü en çok haritalar geliştirdi. Dışarıdan bakan biri için haritaya bakan çocuktum belki ama ben haritanın içindeydim. Denizlere dalıyor, dağlara tırmanıyor, zirvelerdeki karların soğukluğunu avuçlarımda hissediyordum.

Daktilo
Babamın ortağı rahmetli İsmail Amca daktilosunu bana vermişti. İlk şiirlerimi o daktiloda temize geçiyordum. Sanırım lisedeydim. Trabzon’da halk ozanı Kara Haydarlar ailecek oturmaya geldiler bir gün. Kara Haydar’ın altı yaşındaki oğlu odama girdi, bir köşeye oturdu. Ben çalışırken 10 – 15 dakika hayran hayran izledi ve ne dese beğenirsiniz: “Uy, ne güzel çalaysun!” Müzik aleti sanmış, dinliyor daktiloyu…

Oyuncak At
Ayşegül’ün bir serüveni “Ayşegül yağmurlu ve fırtınalı havalarda tavan arasında oynamayı çok severdi.” cümlesiyle başlardı. Bir de sayfada çok güzel, rengârenk bir tavan arası resmi vardı. Sallanan bir tahta at, bebek, beşik, valiz… Yine Trabzon’dayım ben. Neredeyse her gün yağmur yağdığından sokakta oynayamazdım ve o resme bakarak hayal kurardım. Keşke böyle bir tavan aramız olsa, orada sallanan bir at dursa diye. Ve bugün Oyuncak Müzesi’nin tavan arasında sallanan bir tahta at var.

Arşiv
Hafızamız belleğimizdir. Kitap, dergi, gazete; elime ne geçerse biriktiririm. Bir kitabı 9 - 10 kez aldığım olmuştur. Kitap elimde haşat olur çünkü. Yavaş yavaş, ilmek ilmek örülür bilgi. Örmek yıllarımı alır. Bir kitabımdaki tek bir yazı bile yılların ürünüdür. İlk başta ne yazacağımı ben de bilmem. Bilgi ortaya çıkıp diğerleriyle birleşir. Hepsi nihayetlenmez. Kazandıklarım kitaba girer, kalanları kaybederim. Ama zaten yolun sonunu değil, yolun kendisini; kitap yazmış olmayı değil, yazıyor olmayı severim.

Simit
Yurtdışı seyahatlerimde en çok özlediğim şey simittir. Türkiye aklıma hep simitle gelir. Her yörenin simidi farklıdır ve hepsi birbirinden lezzetlidir. Simidin arkadaşı benim için peynir değil; zeytindir. Yanında da demli bir çay… Çok özlerim. Bir yerlere gittiğimde, şöyle üç – beş gün geçse burnumda tüter simit kokusu. Döner dönmez hemen simidimi alır, zeytinimi bulur, çayımı koyarım. Bu keyfi en güzel sofralara değişmem.

Jülide Karahan

Şubat 2010/Anadolujet

Bir Parça Zayıfım, Bir Parça Güçlü... Bir Parça Korkağım, Bir Parça Cesur...

81 yıldır dünya, 62 yıldır da tiyatro sahnesinde olan Yıldız Kenter; “İçimde sanki bin kişi var” diyor ve ekliyor: “Oynadığım her karakterde, tanıştığım her insanda kendimden bir parça görüyorum.

Soğuk bir cumartesi sabahında çaldık kapısını. Erkenceydi biraz; çoktan uyanmıştı ama kahvaltısını etmemişti daha… Bizi koltuklara yerleştirdi ve ellerimize kahveleri verdi. Bebek’te boğaza bakan evinin her yeri silme çiçekti. Biz çiçekleri izlerken o hazırlanıp geldi. Ve yaramazlık yapmış bir çocuk gibi itiraf etti: Öylesine açmıştı aslında televizyonu. Ama takılıp kalmıştı işte. Başrollerini Marlon Brando ile Anthony Quinn’in paylaştığı ‘Viva Zapata’, onu ekrana kilitleyivermişti. Şu kadarcık bile eskimez mi bir film? Öyküsü ve heyecanıyla hâlâ böylesine taze. Tıpkı Yıldız Kenter’in kendisi gibi…

Ne zamandır bu evdesiniz?
1964’ten beri galiba. Evet, evet… ‘Pembe Kadın’ı oynadığım sene gelmiştim.

Evin en çok hangi köşesini seviyorsunuz?
Her köşesini. Ev çok önemli benim için. Her köşesiyle ilgilenir, her işi kendim yapar, düzeni tek başıma sağlarım.

Ne kadar düzenlisiniz?
Mutfağa da o yüzden baktın değil mi? Evet, epey... Düzensiz bir hayatım var. Onun için en azından evim düzenli olsun istiyorum. Aslında az eşyalı evleri severim. Ama yaşlandıkça kalabalıklaşıyor evler. Anılar birikiyor. Atamıyor, satamıyor insan. Çok çiçeğim var, onlardan vazgeçemiyorum bir kere. Özellikle balkondakilerden. Ama şu koltuklar gelince ev biraz tıkış tıkış mı oldu ne?

Çok eleştirir misiniz kendinizi?
Çok. Didik didik… Eleştirmiyorum da görüyorum diyelim. Kendimi de başkalarını da görüyorum.

Sahnede aldığınız ilk eleştiri hatırınızda mı?
Nasıl unuturum? Okuldan balon gibi şişirilerek çıktım. Sınıf atlattılar hatta bana. Mezun olunca da bir iğne yedim ve puf diye söndüm. Shakespeare’in ‘On İkinci Gece’ adlı oyununda Olivia’yı canlandırıyordum. ‘Çok güzel fakat ağzını açmasın’ dediler benim için. Sesimi beğenmediler yani. Tavus kuşuna benzettiler hatta... O da güzel ve görkemlidir ama sesi pek fenadır ya… Sonra alıştılar gerçi. Şimdi güzel bulan bile var.

Kaçınılmaz soru: Bu kadar inat ve istekle sahnede kalmak… Bu nasıl bir şey?
Oyunculuk alışkanlık yapar. Rahatlatır insanı. Ağladıktan sonra hissettiğiniz tuhaf hafiflik gibi. Oyunculuğun mistik bir yönü vardır. Arınır, kendinizi tanır, içinizde bir güç hissedersiniz. Oynadıkça hayatınız katlanır, çoğalır. Her rol rahatlatır, mutlu eder insanı. Her seferinde başka bir tarafınızı fark eder, kendinizi biraz daha tanırsınız. Ve inanın bu vazgeçilmez bir şeydir.

Oyunları seçerken seyirciyi ne kadar düşünüyorsunuz?
Ne yaparsam yapayım bunu birisiyle paylaşmazsam çok güzel, çok tam olmuyor. Ben elmanın yarısıyım. Diğer yarısını tamamlamak gerekiyor. Paylaşmak mecburiyetindeyim. Seyircisiz tiyatro olmaz. Ben önce kendi beğendiğim ve sevdiğim; sonra da seyircinin seveceğini düşündüğüm/sandığım oyunları seçiyorum. Dikkat ettiğim en önemli şey insan. İnsan mı var yoksa kukla mı? Duygusuyla, düşüncesiyle, tavrıyla, bedeniyle herkese benzeyen bir insan var mı sahnede? Önemli olan o. Herkesin, seyrettiğinde kendini bulacağı insandan söz ediyorum. Lady Macbeth’te hiç yokum diyebilir misiniz mesela? Ben hiç öyle düşünmedim, hiç öyle hissetmedim diyebilir misiniz? Kötülük yapmazsın, o başka. Ama içinden geçirmişsindir mutlaka. Ben her rolde hep kendimi oynarım. Çünkü bende her karakterin özelliğinden bir parça var. Bir parça zayıfım, bir parça güçlü; bir parça korkağım, bir parça cesur.

Son oyununuz ‘Kraliçe Lear’daki Jane’e bir parçadan biraz daha fazla mı benziyorsunuz?
Ezber sorunum hiç olmadı benim ama evet; oyunu yazan Eugene Stickland, yaşlı bir arkadaşına söz vermiş ve ‘Kraliçe Lear’ı doğum günü hediyesi olarak yazmış. Oyunu, Kanada’da eğitim görürken izleyen İzmirli bir hayranım gönderdi bana. Sevdim, sıcak buldum… Belli bir yaştan sonra sinemada da, tiyatroda da rol bulmak kolay olmuyor zaten; kaçırmak da istemedim. Yazar oyunun galasına geldi ve ne dedi biliyor musunuz? “Aslında oyunu sizin için yazmışım.”

Tiyatro mutfağını anlatan oyunları seyirci pek sevmez derler… Bu oyun ne kadar sevildi?
Bu benim lafım. Evet, o oyunları sadece tiyatrocular sever ne yazık ki. Seyirci bir sanatçının yaşamıyla pek alakadar değil galiba. ‘Kraliçe Lear’ ise henüz çok yeni; tepkileri ölçmek için erken.

Sahnede hâlâ bu kadar…
Bu da tuhafıma gidiyor. Hâlâ, hâlâ… “Hâlâ araba kullanıyor musun?” Kullanıyorum. “Hâlâ mı yürüyüşe çıkıyorsun?” Çıkıyorum. “Hâlâ mı? Otur artık ya.” Niye oturayım? Ölümü mü bekleyeyim? Kaybede kaybede gittiğimizi kabul etmek lazım ama elimizden gelenleri yapmamak niye? Gülümseyerek gitmeli, başka çare yok.

Eksik kalan bir şey var mı?
Kendime dolu dolu ayırdığım zamanım çok az oldu, o biraz eksik kaldı. Yeni yeni yapıyorum… Mesela geçen sene Prag’a gitmek istedim ve gittim. Bir haftalık Prag tatili hediye ettim kendime. İnanılmaz büyülü bir şehirde, hiçbir şey yapmadan sadece müzeleri dolaşarak koca bir hafta geçirdim. Şatolar, müzeler, sergiler… Çok güzeldi. Duyardım dostlardan, özellikle kızımdan ama vakit bulamamıştım daha önce gitmeye. Bu bahar da Vietnam’a gitmek istiyorum. Ama bakalım, düşünüyorum daha…

Kent Oyuncuları

11 Ekim 1928 İstanbul doğumlu Yıldız Kenter, babasının işi nedeniyle küçük yaşta Ankara’ya taşındı ve Ankara Çocuk Kulübü’nde tiyatroya başladı. Ankara Devlet Konservatuarı’nı sınıf atlayarak bitiren sanatçı, Ankara Devlet Tiyatrosu’nda tam olarak 12 Aralık 1948’de Shakespeare’in ‘On İkinci Gece’si ile profesyonel oyunculuğa adım attı. Pek çok ödülün sahibi olan ve 1981’de Devlet Sanatçısı unvanını alan Yıldız Kenter; kardeşi Müşfik Kenter ve eşi Şükran Güngör’le birlikte kurduğu ‘Kent Oyuncuları’ bünyesinde çalışmaya devam ediyor.

Jülide Karahan

Şubat 2010/Skylife

.............

Tiyatroda ‘Alternatif’ Çıkışlar

Tiyatro sahnesi, performansın ağırlıklı olduğu çağdaş sanatların buluşma noktalarından biri artık.

Tiyatro, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kabuk değiştiriyor. Kendi sözünü söylemek, daha özgür olmak ve küçük sahnelerde seyirciyle daha yakın iletişim kurmak için perde açan tiyatrolara her geçen gün bir yenisi ekleniyor. Dot, Garajistanbul, Tiyatro Z ve Altıdan Sonra Tiyatro gibi…

Beyoğlu’nu mesken tutan bu tiyatrolar, süre gelen sanat anlayışına karşı gelerek yeni sorular soruyor ve yeni çözümler arıyor. Alternatifler... Bugüne kadar söylenmeyenleri söylemek, özgürce dertlerini dile getirmek ve yeni sahneleme imkânları üretmek için varlar.

Sert ve Vurucu Oyunlar

Çağdaş oyunlarla 2005 yılında Mısır Apartmanı’nın 4. katında sahne açan Tiyatro Dot, Murat–Özlem Daltaban ve Süha Bilal’in ortaklığıyla kuruldu. Dot, her geçen sezon daha sert ve vurucu oyunlar seçerek bu günün dünyasını kıyasıya eleştiriyor. Diğer bir sivil girişim ortaklığı da Garajistanbul. Galatasaray’daki 600 metrekarelik bir garajı çağdaş sanat mekanına dönüştüren projenin ana ortakları Övül–Mustafa Avkıran, Memet Ali Alabora ve Erdoğan Kahyaoğlu. Garajistanbul’da bomboş bir alan bazen dans, bazen tiyatro ve bazen müzik etkinliklerine ev sahipliği yapıyor.

Altı yıl önce bir demir atölyesinden devşirilerek kurulan Tiyatro Z, günümüz insanının çelişkilerini seyirciyi de içine alarak irdeliyor. Seyirciyi oyuncuyla iç içe geçiren bir diğer topluluk da Tiyatro Artı. Çağdaş sahneleme tekniklerinden yararlanan Tiyatro Artı, mekân kullanımıyla da izleyiciyi şaşırtıyor.

1999 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nden mezun 13 mimar ve mühendisin kurduğu Altıdan Sonra Tiyatro ise kendi sahnesi Kumbaracı50’de 1980 sonrası gençliğin yok edilen hafızasını sorgulamaya devam ediyor.


Jülide Karahan

Şubat 2010/Skylife

..........

20 Şubat 2010 Cumartesi

ERKEN KEŞFEDEN KÂRLI ÇIKAR

Komplo teorileri ve spekülasyonları bir kenara bırakarak çağdaş sanatın yükselen genç isimlerini saptadık.


Sanat; az riskli, çok karlı bir yatırım aracı. Bu yatırımdan en kârlı çıkanlar ise genç sanatçıları erken keşfedenler. Komplo teorileri ve spekülasyonlar piyasanın belirlenmesinde fazlasıyla etkili. Biraz da bu vesileyle pek çok yıldız sanatçımız var. Ama bir o kadar da gelecek vaat eden genç sanatçı... Onları erken keşfeden kârlı çıkar.


Bahar Oganer

Bahar Oganer ismiyle 2008’de Dirimart’taki ‘Rüya’ isimli kişisel sergisinde karşılaştık ilk. Bu yılki Contemporary Istanbul’un ilgi çeken genç isimlerinden olan sanatçının ikinci kişisel sergisi ‘Kristal’, şu sıralar yine Dirimart’ta. 1980 Ankara doğumlu sanatçının en dikkat çeken özelliği; düz, ince ve temiz bir boyama tekniğiyle çalışması. Öyle ki boyama mı, makine işçiliği mi ayırt edilemiyor. Buraya kadar her şey normal. Normalin üzerinde güzel olansa sanatçının galeride sergilenen 9 çalışmasının 9’unun da sergi açılışından günler önce satılmış olması. Buradan da anlaşılacağı üzere Oganer, çağdaş Türk sanatının yükselen isimlerinden biri.

Yaşam Şaşmazer

Geçtiğimiz aylarda gerçekleşen Cotemporary Istanbul’un paylaşılamayan genç sanatçılarından biri de Yaşam Şaşmazer’di. Ahşap heykelleri fuar kapsamında Çağla Cabaoğlu Art Gallery standında sergilenen sanatçının bir heykeli, Tansa Mermerci ile Ömer Taviloğlu arasında ihtilafa bile sebep oldu. ‘İnsanın çocuk hali’ni izleyiciye aktaran sanatçı 1980 İstanbul doğumlu.

Ali Taptık

1983 doğumlu Ali Taptık, İTÜ Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü’nden mezun olduktan sonra 2004 yılında Stockholm’de belgesel fotoğraf alanındaki eğitimini tamamladı. Sanatçının Türkiye’de ilk kez izleyiciyle buluşan ‘Kaza ve Kader’ başlıklı sergisi, Hollanda ve Fransa’da büyük beğeni topladı. Sanatçının belgesel fotoğraflardan oluşan son sergisi son sergisi şu sıralar Galeri X-İst’te.

Erinç Seymen

Genç sanatçılar arasında ismi parlayanlardan biri de Erinç Seymen. 1980 doğumlu sanatçı 2003'te açılan ilk kişisel sergisi 'Tekinsiz Mesafe'nin ardından 'İhlal Alıştırmaları' ve 'Av Mevsimi' ile yola devam etti. Sergileri Beyoğlu'ndaki Galerist'te izlenen Seymen çok sesli bir orkestra gibi. Sanatçı yapıtlarında kolaj, baskı, resim, video, desen ve daha pek çok farklı malzeme kullanıyor.

Ahmet Öğüt

1981 Diyarbakır doğumlu Ahmet Öğüt; video, fotoğraf, yerleştirme, desen ve basılı malzemeyi kullanan işler üretiyor. Çalışmalarında yakın tarihin sosyal ve politik gerçekliklerinden yola çıkan müdahaleler kurgulayan sanatçı, lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde, yüksek lisansını ise Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi’nde tamamladı. 2007 - 2008 yılları arasında Amsterdam’da misafir sanatçı olarak araştırmalarını sürdüren sanatçı, 53. Venedik Bienali Türkiye Pavyonu’nda ‘İnfilak Etmiş Şehir’ başlıklı işiyle yer aldı.

Gökçen Cabadan

Geçtiğimiz aylarda Galeri NON’da ‘Kara Kutu’ isimli kişisel sergisini izlediğimiz Gökçen Cabadan, 1980 İzmir doğumlu. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden 2003 yılında mezun olan sanatçı, Hogeschool Gent Güzel Sanatlar Kraliyet Akademisi Multimedia Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladı. Belçika’da yaşayan ve çalışan Cabadan’ın ilk kişisel sergisi ‘Progeria’ (küçük yaşta yaşlılık görüntüsüne neden olan genetik bir bozukluk) 2008 yılında Galerist’te gerçekleşmişti.


Jülide Karahan

İnfomag/Şubat 2010

...........