27 Mart 2010 Cumartesi

HEDEFE HER YIL BİRAZ DAHA YAKLAŞIYORUZ

Hedefi İstanbul’u ‘müzik başkenti’ yapmak olan Borusan Kültür Sanat’ın 2010 yılı kültür sanat bütçesi 10 milyon dolar.

Borusan Holding, Türkiye’nin sanata destek veren güçlü kurumlardan biri. 1997 yılında İstiklal Caddesi No: 213’te tipik bir Beyoğlu binasında Borusan Kültür Sanat'ı kuran Holding; Türkiye'ye ilk özel oda orkestrası ile ilk özel filarmoni orkestrasını kazandırdı. 2005 yılında yapısal bir değişikliğe giden Borusan Kültür Sanat, hedefi belirledi: İstanbul’u ‘müzik başkenti’ yapmak. Gerisini Asım Kocabıyık’ın kızı ve Borusan Kültür Sanat Yönetim Kurulu Başkanı Zeynep Hamedi’den dinleyelim…

Web sitesinden itibaren sanatla iç içe bir kurumla karşı karşıyayız. Bu iç içeliğin son meyvesi Borusan Müzik Evi’nden başlayalım. Binanın hikâyesini anlatır mısınız?

Borusan Müzik Evi’nin kurulması için ilk adım Beyoğlu’ndaki metruk bir binanın satın alınmasıyla atıldı. Terk edilmiş bu binayı restore ederek öncelikle orkestramızın prova yapabileceği bir mekân oluşturmak istiyorduk. Neler yapabileceğimiz konuşulurken, uluslararası standartlarda bir müzik evinin açılması fikri şekillendi. Borusan Müzik Evi binasının tarihi 1875 yılına uzanıyor. Binayı 2002’de satın aldık. 2006 yılında Anıtlar Kurulu’ndan izin alınmasının ardından, 31 Mayıs 2006’da inşaat ve restorasyon çalışmalarına başladık. Binanın restorasyonu yapılırken tarihi dokusu korundu. İç dekorasyonda ise çağdaş bir müzik ve sanat mekânının sahip olması gereken çok fonksiyonlu ve esnek bir yapı ortaya çıkarıldı.

Bina ne kadara mal oldu?

Borusan Müzik Evi’nin sadece bina restorasyonunu yaklaşık 3 milyon Euro bütçe ile gerçekleştirdik.

Bu, Borusan Kültür Sanat’ın Beyoğlu’nda yenilediği üçüncü bina. Beyoğlu civarında ya da daha genel bir ifadeyle İstanbul’da başka bir mimari projeniz var mı?

Şu anda yok.

Temeli 1980’de atılan Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’nun çerçevesini nasıl çiziyorsunuz? Koleksiyon nereye doğru gidiyor?

Koleksiyonu; çağdaş sanata yön vermiş ustalar, günümüzde dünya çapında önem kazanmış sanatçılar ve umut vaat eden genç isimler olarak 3 farklı bölüme ayırmak mümkün. Böylece geçmiş, günümüz ve gelecek arasında bir bağ kurmuş oluyoruz ve Borusan’ın köklü geçmişi, güçlü bugünü ve yenilikçi geleceği arasındaki köprüye göndermede bulunuyoruz.

Fotoğrafla ilgilendiğinizi, hatta bir zamanlar fotoğrafçı olmak istediğinizi biliyoruz. Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’nun fotoğrafa yaklaşımı nasıl?

Koleksiyonumuz için fotoğraf, görsel sanatların diğer tüm alanları gibi önemli bir yere sahip. Resim, video, fotoğraf, yerleştirme ya da heykel… Bizim için önemli olan, yapıtın o disiplin içerisinde estetik ve kavramsal değeriyle nerede durduğu ve yeni bir şey söyleyip söylemediği.

Perili Köşk’te konumlanan koleksiyonunuzda Nuri Bilge Ceylan fotoğrafları göze çarpıyor. İlgilendiğiniz başka fotoğrafçılar da var mı?

Koleksiyondaki eser sayısı 300’ün üzerinde. Eserlerin bir bölümü diğer Borusan binalarında, hatta fabrikalarında sergileniyor. Nuri Bey’in koleksiyonumuzun fotoğraf bölümünde özel bir yeri var; ancak tabii ki gerek Türkiye, gerek yurtdışında başka sanatçıları da yakından izliyoruz.

Bir müze ihtimali var mı?

Yakın gelecekte Perili Köşk’te hafta sonları halka açık rehberli turlar yapmak istiyoruz.

Borusan Kültür Sanat, 2005’te yapısal bir değişikliğe giderek ağırlığı klasik müzik ve eğitime vereceğini açıkladı. Hatta hedefi, İstanbul’u ‘müzik başkenti’ yapmak olarak belirledi. Hedefe ne kadar yaklaşıldı?

Hedefe her yıl bir adım daha yaklaşıyoruz. Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nın (BİFO) geçtiğimiz günlerde yayımlanan ilk uluslararası CD kaydı bu adımlardan biri. BİFO’nun ‘Respighi, Hindemith, Schmitt’ adlı albümü, Türkiye ve Avrupa’da satışa sunuldu. Böylelikle orkestramız Avrupa’ya açılma konusunda önemli bir adım attı. BİFO Sanat Yönetmeni ve Sürekli Şefi Sascha Goetzel yönetiminde gerçekleştirilen CD kaydı, üç 19. yüzyıl bestecisinin Türkiye ve Doğu esintili, nadir kaydedilmiş yapıtlarını bir araya getiriyor. Bir diğer heyecan verici proje de Salzburg Festivali. BİFO, 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’un en başarılı orkestrası olması nedeniyle Salzburg’a davet edildi. Festivalin açılış etkinlikleri kapsamında 25 Temmuz 2010’da bir konser verecek. Konserin solisti de dünyanın sayılı piyanistlerinden Fazıl Say. Borusan Holding, İstanbul ile Salzburg arasında kurulan kültür köprüsünü pekiştirmek amacıyla ayrıca festivalin proje sponsoru oldu. 2011’de başlayacak sponsorluk kapsamında Borusan, Salzburg Festivali’nde her yıl Londra Filarmoni ve New York Filarmoni gibi dünyanın önde gelen orkestralarını ağırlayacak.

Akdeniz Müzik Festivali’yle ilgili gelişmeler neler?

Akdeniz Müzik Festivali’ne ‘Yeni Müzik’ adı altında devam edeceğiz. Ama program ve tarih henüz belli değil.

2008’in son aylarında faaliyete geçen ArtCenter/İstanbul’dan beklenen verim alındı mı?

ArtCenter/İstanbul, açıldığı günden bu yana genç atölye sanatçılarını gerek Türkiye’den, gerek yurtdışından birçok sanatçı, küratör ve galericiyle buluşturdu. Özellikle bienal döneminde ziyaretçi sayımız çok büyük bir artış gösterdi. Bu diyalog ve buluşmalar, sanatçılarımızın çeşitli sergilere ve projelere davet almasına birçok kez vesile oldu ve ArtCenter/İstanbul’u düzenli olarak ziyaret eden bir kitle oluştu.

Borusan Holding’in, sponsorlukları da göz önünde bulundurursak 2010 yılı için kültür ve sanata ayırdığı bütçe ne kadar?

2010 yılı kültür ve sanat bütçemiz 10 milyon dolar.


Jülide Karahan

Mart 2010/Skylife Business


..................

Ankara’da Her Yol Tiyatroya Çıkar

Tiyatrosuz bir yaşamın düşünülemediği başkentte; 27 Mart Dünya Tiyatro Günü vesilesiyle, Ankara Devlet Tiyatrosu’nun serüvenine tanıklık ettik.


Ankara’da doğmuş, büyümüş, okumuş, yaşamış ya da çalışmışsanız bir şekilde tiyatro replikleri karışır cümlelerinize. Konu edebiyatsa uyarlanan eserler üzerinden ilerler konuşma.

Sonra mevsimler çok önemlidir Ankara’da. Sanılanın aksine ilkbahar ve yaz değildir beklenen; sonbahar özlenir, kış sevilir. Çünkü ekim ayının gelmesiyle tiyatro sezonu açılır. Tiyatrosuz bir yaşam düşünülemez Ankara’da. Her yol bir şekilde tiyatroya çıkar. İnternet üzerinde bile. Facebook’un 3450 üyeli ‘Ankara Devlet Tiyatrosu Müdavimleri’ grubu, tiyatronun Ankara’da nasıl bir tutkuya dönüştüğünün zamane örneği. Başkentte planlar tiyatroya göre yapılır; Devlet Tiyatrosu’nun 11 sahnesinin 11’i de sezon boyunca doludur.

Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin “Bir tiyatro, iki senfoni orkestrası konserleri… Ankaralının olmazsa olmazıdır.” diyor ve ekliyor: “Ankara’da seyirci farklıdır; özel, kaliteli ve düzenlidir. Oyunlar da izleyiciye göredir. Kalitesiz oyun sahneleyemezsiniz burada… Dışarıdan gelen tiyatro toplulukları bile izleyicideki farklılığı hemen anlar.”

TATBİKAT SAHNESİ’NDEN GÜNÜMÜZE

Devlet tiyatrolarına giden yolda ilk adım 1924 yılında Musiki Muallim Mektebi, ikinci adım da 1934’te Milli Musiki ve Temsil Akademisi’nin kurulmasıyla atıldı. 1936’da Musiki ve Temsil Akademisi’nin bir bölümü olarak Ankara Devlet Konservatuarı açılıp da 1941’de ilk mezunlar verilince; bir sahne gerekti Ankara’ya. Ve şehrin ilk sahnesi Tiyatro Bölümü bünyesinde, 1941’de ‘Tatbikat Sahnesi’ ismiyle açıldı. Tatbikat Sahnesi, hem genç sanatçı adayları için bir uygulama alanı oldu hem de başkent halkını tiyatro ve opera sanatıyla buluşturdu. Burada sergilenen oyunlar, Devlet Tiyatrosu’nun temel taşı oldu, altyapısını oluşturdu. Oynanan ilk oyunlardan biri Shakespeare’in Julius Caesar’ıydı.

1949’da Devlet Tiyatrosu; Devlet Konservatuvarı Tatbikat Sahnesi’nin devamı olarak önce ‘Devlet Tiyatro ve Operası’ adıyla, sonra ‘Devlet Tiyatroları’ adıyla resmen kuruldu. 10 Haziran 1949’da Devlet Tiyatro Opera Genel Müdürlüğü’ne ünlü tiyatro ve sinema adamı Muhsin Ertuğrul atandı. Onun ve arkadaşlarının çabasıyla; Ankara Devlet Tiyatrosu, 1 Ekim 1949 tarihinde Küçük Tiyatro’da Cevat Fehmi Başkut’un ‘Küçük Şehir’ ve Büyük Tiyatro’da Goethe’nin ‘Faust’ adlı oyunlarıyla perdelerini açtı.

Muhsin Ertuğrul; yerli yazarları yüreklendirmesi, izleyiciye sunduğu çağdaş çeviri oyunlar, dekor kullanımında güncel anlayışı yerleştirmesi ve yetişmesine katkıda bulunduğu oyuncularla bugünkü Türk tiyatrosunun temellerini attı. Devlet Tiyatrosu’nun ilk oyunları arasında Shakespeare’in ‘On İkinci Gece’si ve Ahmet Kutsi Tecer’in ‘Köşebaşı’ vardı. 60 yılı geride bırakan Devlet Tiyatroları bugün; 19 kentte 50 sahne sahibi. Turnelerle birlikte 81 ile oyun ulaştıran tiyatronun perdesi her akşam 70 ayrı sahnede açılıyor. Devlet Tiyatroları, kuruluşunun 60. yılını kutladığı 2009 – 2010 sezonunda ‘Sahne sayısını 60’a çıkarmak ve sezon sonuna değin daha önce hiç sahnelenmemiş 60 yerli oyunun dünya prömiyerini gerçekleştirmek’ hedefine adım adım yaklaşıyor.

Jülide Karahan

Mart 2010 /Anadolujet

Bu defa sadece Türküler

Türkülerle büyüyen Kıraç; son iki albümünde yorumladığı türkülerin hikâyelerini, bildiği/hatırladığı kadarıyla anlattı.

Kıraç’la, dört ay kadar önce satın aldığı eski sinemalardan biri olan Bakırköy 74’te buluştuk. Bakırköy 74’ü eşiyle birlikte tiyatro sahnesine çeviren sanatçı, tiyatrosunun perdelerini geçtiğimiz hafta ‘Pulsar Sahnede’ isimli çocuk oyunuyla açtı. İlerleyen günlerde ‘Şişedeki Ses’ ve ‘Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım’ı izleyiciyle buluşturacak tiyatro, ‘Büyülü Sahne’ ismiyle anılıyor. Olaya idealist bakmayan ve tiyatrodan da para kazanılacağını düşünen Kıraç’ın ‘Hayal Dünyası’ isimli ekibi, önümüzdeki sezon müzikallerle de karşımızda olacak.

Bir yandan tiyatrosu, bir yandan da sonbaharda çıkacak albümünün hazırlıklarıyla ilgilenen sanatçıyı hikâyenin başına döndürdük. Orada türküler var. Türkülerle büyüyen ve her albümünde bir şekilde onlara yer veren Kıraç, son iki çalışmasını tamamen türkülere ayırdı. Hikâyesi ön planda, tek gitarlı ve biraz akademik ‘Garbiyeli’ albümünü, ifadesi sertleşen ama müzikal olarak Kıraç’ı daha fazla yansıtan ‘Yolcu’ izledi. Üst üste dinlenebilecek 23 türkü…

Kıraç, uzun yıllardan beri söylediği ve içselleştirdiği türküleri, sadece türküleri anlattı bu defa; tabii hatırlayabildiği kadarıyla…

GELİN AYŞE

Herkes bilir. Okullarda öğretilen ilk türküdür, ilk parçadır ‘Gelin Ayşe’. Müziğe başlayanlara, bağlama ve flüt çalanlara okulda ilk bu türkü öğretilir. Çok basittir. Benim en sevdiğim müzik parçasıdır. Söylediğim, çaldığım, dinlediğim, duyduğum tüm parçalardan daha güzel gelir bana. Tüm senfoni ve konçertolardan... Çok etkilidir. Bu kadar basit ve bu kadar etkili olabilmesi beni şaşırtır aslında. Kendi şarkılarım dâhil, dünyadaki tüm şarkılardan daha başarılıdır ‘Gelin Ayşe’. Bana duyduğum tüm seslerden daha fazla keyif verir. Tuhaf gelebilir bu size... Bu türküyü ilk dinlediğimde çok küçüktüm ve o zamandan beri ne zaman duysam küçük ve yalnız bir kız çocuğu görüntüsü gelir gözümün önüne.

ELEDİM ELEDİM

Hepsinde bir tuhaflık var. Bu türküyü bundan sekiz sene evvel öylesine söylemiş ve kaydetmiştim. Ne yaptığımı, neden yaptığımı pek bilmiyordum da… ‘Garbiyeli’ albümünün hikâyesi öyle başladı. Annemin bana sık sık söylediği bir ninnidir ‘Eledim Eledim’. Çok küçüktüm tabii… İlk dinlediğim türkülerdendir. Babam anlattı: Bir kadının çocuğuna duyduğu aşkı ve özlemi anlatırmış bu türkü.

BİTMEZ TÜKENMEZ GECELER

Aşık Mahzuni Şerif çok cüretli bir kişilik. Tasvir gücü çok yüksek. Ben Göksun’luyum, o Afşin’li; hemşehri sayılırız yani. Türkü; gece, yolculuk ve hayatın sıkıntıları üzerine yapılmış. Çok daraldığım zamanlarda bana ışık tutar. Adeta beni bir yerden bir yere taşır.

SÖĞÜDÜN YAPRAĞI

Sivas yöresini anlatmaya gerek yok. Ozan ve türkülerin yöresidir orası. ‘Söğüdün Yaprağı’, Yılmaz Güney’i hatırlatıyor bana. Yılmaz Güney ve Hülya Koçyiğit’in oynadığı ‘Zeyno’ diye bir film vardır. Filmin son sahnesinde Hülya Koçyiğit ‘şu türküyü bir daha söyle’ der Yılmaz Güney’e. Ölmek üzeredir ama yine de türküyü söyler Güney.

FADIMAM

Sekiz yaşında bir konserde söyledim ben bu türküyü. İlk konserimde diyelim. Babam düzenlerdi o konserleri. 5 bin kişinin falan önünde söylemişimdir. Biri bu, diğeri de ‘Ayağımda Kundura’. Çok otantik, çok samimi bir türküdür. Yıllar sonra tekrar söylemek beni eskiye götürüyor.

YÜCE DAĞ BAŞINDA YANAR BİR IŞIK

‘Yüce Dağ Başı’ tasviri çok önemli benim için. Çok etkilenirim. Yalnızlığı bu kadar büyük ve derin veren başka bir tasvir yok. Öyle bir yalnızlık duygusu ki bu; asil, gizemli, seyreden… Anlatması zor yani. Gerçekten ‘Yüce Dağ Başı’ ifadesinin verdiği yalnızlığı karşılayan başka bir kelime grubu yok.

MECNUNUM LEYLA

İzzet Altınmeşe’nin ‘Leyla ile Mecnun’ filminde okuduğu türkü bu. Süleymaniye’de bakırcıda çıraklık yaparken doldurma kasetlerden dinlemiştim bir iki defa. 13 – 14 yaşlarındaydım. Hiç unutmadım sonra. O zamandan beri de sürekli söylerim. İzzet Abi televizyonda programlar yapıyor ama oralarda hiç söylemedi bu türküyü. Hatta çok güzel olmasına rağmen pek öyle kimseden de duymadım ben ‘Mecnunum Leyla’yı. Yıllarca bu türküyü nasıl söylerim diye düşündüm kendi kendime; sonunda söyledim.

BEN GİDERSEM SAZIM

‘Ben Gidersem Sazım’, Âşık Veysel’in en önemli eserlerinden biridir. Âşık Veysel’in duruşunu, bakışını ve dünyayı algılayışını görürüz bu türküde. Bizim gibi Veysel’lerin sık sık başvurması gereken çok önemli bir adamdır Âşık Veysel. Ozan diyemem sadece. Bir filozof O... Hayatı kavramış ve bunu da tüm eserlerine aktarmıştır. Türküyü söylerken her defasında Âşık Veysel’den çekinir, dikkat ederim.


Jülide Karahan

Mart 2010/Anadolujet

...........

ÜÇLEMENİN SONU HAYATIN BAŞI: BAL

Semih Kaplanoğlu, ‘Yusuf Üçlemesi’nin son filmi ‘Bal’la 60. Berlin Film Festivali’nde ‘Altın Ayı’ aldı. Yönetmenle; ‘Bal’ı, ‘Üçleme’yi ve bizzat kendisini konuştuk.


Belki de hissetmiştik. Festivale sayılı gün kala Semih Kaplanoğlu ile Teşvikiye’deki ofisinde buluştuk. Biz ‘neden olmasın’ dedikçe O, ‘bir ihtimal’ dedi ve ekledi: “Filme güveniyorum ama rakipler çok güçlü…” Ve ihtimal gerçek oldu. Bal, 60. Berlin Film Festivali’nde ‘Altın Ayı’ aldı.

İçinize sindi mi?

İyi oldu. Bal; hem çekim, hem post prodüksiyon yönünden benim ideal şartlara eriştiğim bir film oldu. Üçlüyü düşününce en yoğun çalışma ve emeği Bal’da sarf ettik. Mesela Sanat Yönetmeni Naz Erayda ile üçüncü filmimizdi bu ve Naz ilk defa benim gerçekten ne yapmak istediğimi anladı. Rüyalarla gerçeğin iç içe geçişini ve yapmak istediğimin aslında tam da bu olduğunu…

Filmde dünyayı altı yaşında bir çocuğun bakışından mı göreceğiz yoksa o çocuğa büyük halimizle biz mi bakacağız?

Bal, rüyaların payının olduğu bir film. Çocuğun dünyayı algılaması sadece nesnel duyumlar değil, rüyalardan da besleniyor. Başrolünde çocuk olan filmlerde çocuk duygusunu buluruz genelde ama bu filmde başka bir durum var. Rüyalar da bize bir şeyler söylüyor. Rüya, gerçeklik, çocukluk, yoğun bir doğa, o doğanın içindeki hayat, mücadele… Bütün bunların bir ahengi var filmin içinde ve bu, filmin duygusunu güçlendiriyor. Bal, aynı zamanda Hz. Yusuf ile babası Hz. Yakup’un kıssalarına değiyor. Üçlemenin ilk iki filmi ‘Yumurta’ ve ‘Süt’ ile birlikte düşünüldüğündeyse başka bir şey çıkıyor ortaya. Ama bağlantılar keskin ve net değil. Çocukluğumuzu hatırladığımızda bugün ile çocukluğumuz arasındaki bağlantının yüzeyde ve görünür olduğunu söyleyemeyiz. İnsanın kendini keşfi net ve görünür değildir.

Sizin kendinizi keşfiniz için ne söyleyebiliriz?

Ne söyleyebilirim ki… İnsanın kendini keşfi nefsin faydasızlığını fark etmesiyle başlıyor. Fıtri keşfe giden yol; insanın dünyada nedensiz bir şekilde olmadığını anlaması, öğrenmesi, tecrübe etmesi ve buna inanmasıyla ilerliyor. İnanmakla, hatırlamakla, anlamakla, düşünmekle, en önemlisi tefekkür etmekle… Sonuçta bütün uğraş sevgili olmak için. O’na olan sevgiyi, bağlılığı göstermek ve O’nun mevcudiyetini başkalarına da hissettirmek için...

‘Şu olay, şu film, şu kitap, şu cümle… Karşıma çıkmasaydı filmlerim böyle olmazdı, hatta belki hiç olmazdı.’ Boşluğu nasıl doldurursunuz?

1985 ya da 86’da küçük bir betamax kasetten Tarkovski’nin ‘Ayna’sını izlemiştim. Gençtim, sinema okumuştum, bir sürü film izlemiştim ama ‘Ayna’nın etkisi ve bana verdiği duygu, film yapma niyetimin fiiliyata dökülmesinde en büyük itici güç oldu. O filmde sinemanın aslında başka türlü bir sanat, tamamen manevi bir şey olduğunu gördüm.

İlk filminiz ‘Herkes Kendi Evinde’nin ardından gittikçe sadeleşen bir sinema diliyle karşı karşıyayız. Yaptıkça ne yapmak istediğinizi daha iyi mi anlıyorsunuz?

Aslında ana kaynak şiir. Hani şu olay, şu film, şu kitap, şu cümle diye sormuştunuz ya; şiir bana bütün yolu açtı. Bitmiş bir şiir tamdır ve bir virgül bile ona fazla gelir. Şiirde kelimelerden oluşmuş bir ahenk vardır ve o kelimeler aslında dile karşıdır. Çünkü dil, konuşmak demek; yani bizi birbirimizden ve kendimizden ayıran şey. Dilin mahkûmiyetinden kurtulmak önemli. Resim, dilin mahkûmiyetinden bizi kurtarır; sinema ve şiir de keza... Sayfalarca yazıyı üç satırlık şiir karşılar. Sadeleşme, benim sinemayla ilişkimde şiirden edindiğim yegâne disiplindir.

Kelimeleri bırakmak düşünceyi kalbe yönlendiriyor diyebilir miyiz?

Sadeleşmenin bir yönünde işte bu var. Önemli olan sinemanın kendisi, bütünlüğü ve insanın kalbi ile ruhuna ulaşabilirliği. Gözüne, kulağına değil sadece... Gözümüzle de görsek, kalbimizle göremediğimiz sürece gözümüzle gördüğümüz şeyi aslında göremeyiz. Sanat kalple ilgilidir. Bu nedenle çok dengeli ve hassas terazilerle ölçülüp yapılması gerekir. Hikâye, senaryo, görüntü, ses ve diğerleri ahenk ve uyum içinde olmalı. Ayrıştırılamayacak hale gelmeli bunlar. Ancak o zaman filme dair bir duygu ortaya çıkıyor. Bizim sanatımızda sadeleşme, malzemede yoğunlaşma ve derinleşme vardır. Benim yapmaya çalıştığım da kendi medeniyetimizin, kültürümüzün, hayat deneyimimizin sinemadaki karşılığına gitmek ve bunu kalbi ve manevi boyutta yapmak. Bu yola girdiğinizde kendiliğinden sadeleşiyor film.

Yavaşlıyor bir de. Milan Kundera ‘Yavaşlık’ta yavaşlık ile hatırlama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki olduğunu söyler: “Bir şey hatırlamak isteyen kimse yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan kişi hızlanır.” Filmlerinizdeki yavaşlık bize neleri hatırlatmak istiyor?

Biz zamanı idrak eden tek canlıyız. Meseleye böyle bakıp sinemanın hammaddesinin zaman olduğunu düşündüğümüzde ister istemez hız ve yavaşlık, parçalama ve yoğunlaştırma, uzatma ve derinleştirme yol ayrımlarına giriyoruz. Günümüz sineması çok hızlı, zamanı unutturmaya çalışıyor. Hız demek ayrıntıyı, detayı, derinliği ortadan kaldırıp yatay olarak ilerlemek demek. Bizim medeniyetimizde zaman çok önemli. Beş vakit var bir kere. O vakitlerin hatırlattıkları var. Sanatın manevi bir yanı olması, bizi yükseltmesi, duygularımızı ve kalbimizi açması gerekiyor.

Filme mekân ararken Toroslar’ı dolaşmış, Bolu taraflarına bakmış, sonunda Çamlıhemşin’e gelmiş ve küçük Yusuf’u, yani Bora’yı bulmuşsunuz. 20 gün önce gelseniz bulamayacakmışsınız üstelik. Bu tür tesadüf değil de tevafuklar hayatınızda nasıl bir yerde?

Evet, tevafuk. Mekân olarak yoğun bir doğa arıyordum, insanın yürümesinin bile zor olduğu... Çok dolaştım. İstediğim alanı Artvin bölgesinde, Gürcistan sınırında buldum. İzin sorunları yaşandı, olmadı. Aslında bazı şeyleri çok zorlamamak gerekiyor. Çamlıhemşin’de çocuk arıyorduk. Arabayla giderken bisiklette gördüm Bora’yı. Durdum, indim, konuştuk. Birkaç yıl önce İzmir’e göç etmiş bir ailenin çocuğuydu. Aile İzmir’den Çamlıhemşin’e 20 gün önce geri dönmüştü. 20 gün önce gitsem onu bulamayacaktım. Ne diyeyim… Bora çok duyarlı bir çocuk. Üçleme’deki diğer Yusuf’ları tamamladı. İstedi, hissetti, nasıl oldu bilmiyorum, bir şeyler oldu ve tamamladı. Sabırla… Sekiz hafta çekim yaptık, çocuk tüm yaz tatilini bizimle geçirdi. Dağlara çıktı, indi, konuştu, yürüdü, gık demedi. Bu filmin bu film olmasında en büyük pay onun.

Üçleme bitti. Uzun bir yolculuktu. Semih Kaplanoğlu sineması şimdi ne yönde ilerleyecek?

Yusuf Üçlemesi beş yıl hiç ara vermeden süren bir çalışmaydı. Bundan sonrası için henüz bir kararım yok ama tarihi figürlerle ilgili düşüncelerim var, mesela Abdülhamit’in karakteri çok ilgimi çekiyor. Onun hakkında bir şey yapabilirim. Sonra Süleymaniye ile ilgili… Mesela Sülemaniye’de beş vakit gibi. Bu arada ‘Türkiye’nin Ruhu’ hâlâ masada. Ne yapacağım benim için de soru işareti ama nasıl yapacağım belli. Kararlarımızı hep kendimiz vermiyoruz. Bakalım...


Jülide Karahan

Mart 2010/Skylife

..............

ŞAKİR BEY'İN KİTABI

1993 yılından beri İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı yürüten fotoğrafçı, işadamı, yazar ve kültür adamı Şakir Eczacıbaşı’nı 23 Ocak 2010’da kaybettik. Şakir Bey’in ardından pek çok yazı yazıldı; herkes kendi tanıdığı Şakir Eczacıbaşı’nı anlattı. Şimdi sıra anıları onun kaleminden dinlemekte…

Şakir Bey’in anılarını derlediği kitabı ‘Çağrışımlar, Tanıklıklar, Dostluklar’, Nisan ayında Remzi Kitabevi etiketiyle raflarda olacak. Üç yıllık bir çalışmanın ürünü olan kitabını, verdiği son röportajlardan birinde şöyle anlatıyordu Şakir Bey: “Uzun bir süre yazıp yazmamayı düşündüm aslında. Ancak o kadar çok şey yaşadım ve gördüm ki... Sonunda iki nedenden ötürü yazmaya karar verdim. İlki, anıların aynı zamanda birer deney olması. İnsanlar yaptıkları deneyleri ve elde ettikleri sonuçları yazarsa bazı insanlara, özellikle de gençlere bunlar üzerine düşünme olanağı tanımış olur. Ben de yeni fikirler, düşünceler verebileceğimi düşündüm. İkinci neden de kitabımın gelirinin İKSV’ye kalacak olması…”

İKSV, Şakir Bey için çok önemliydi. Vakfın Şişhane’deki yeni binası ‘Deniz Palas’ın 40 ay süren restorasyonuyla bire bir ilgilenen Şakir Bey, binanın açılışına rahatsızlığı nedeniyle katılamamış olsa da huzur içindeydi. Festival ve etkinlikler sürdükçe öyle de kalacak…

KİTAPTAN

KÖPRÜDEKİ EV

Kapının ardında küçük bir taşlık bulunuyordu. İlkokula gittiğim yılın yazında, o taşlıkta bir resim sergisi açmak aklıma gelmişti. ... Düşüncemi mahalledeki iki arkadaşa anlatmıştım; onlar da kolları sıvayıp bana katılmışlar, beraberce hazırlıklara başlamıştık. Bizim resimlerimiz bir sergi açmaya yeterli değildi; yöreyi kapı kapı dolaşıyor, çocukların resimlerine bakıyor, güzel bulduklarımızı alıyorduk. ... Açılışa karşıdaki bakkal Ahmet Efendi’yi, fırıncıyı, fırıncının çıraklarını, bizden annemi, Melih, Haluk, Fatma, Raşel, aşçı Emine Hanım’ı ve arkadaşlarımın anne babalarını çağırmıştık.

...Açılışı sabah saat sekizde, babam eczaneye gitmek için evden çıktığında yapmayı tasarlamıştık. Taşlığı silip süpürmüş, iki duvarı da görecek biçimde sandalyeler yerleştirmiş, önlerine de küçük bir sehpa koymuştuk. Annemin dikiş kutusundaki makası, konuk odasındaki içi çikolata dolu kristal şekerliği alıp sehpanın üstüne yerleştirmiştim. Bakkal Ahmet Efendi’nin armağan ettiği kırmızı kurdeleyi kapıya germiş, iki ucundan bağlamıştık. Bir büyük kartona da sergiyi bildiren bir yazı yazıp kapıya asmıştık: “Burada çocuk resimleri sergisi var. Görmenizi istiyoruz.” Açılış konuşmasını yapmasını da babamdan istemiştim.

...Tam sekizde kapının önüne gelen babam, çocukların böyle şeylerle uğraşmasının yararı üstüne kısa bir konuşma yaptıktan sonra kurdeleyi kesip sergiyi açmıştı. Gelenler konuşmayı alkışlamışlar, sonra birlikte sergiyi gezmişler, bizi kutlamışlardı.

Sergi on beş gün açık kaldı; gelip geçenin önüne çıkıyor, çikolata tutup sergiye sokuyorduk. Sanıyorum geçenler, sergiyi görmekten çok çikolata yemeye geliyorlardı. Çocuk sergisini üç yıl boyunca açmıştık; onlar benim ilk sergilerimdi.

KOLEJ ANILARI

1941 Eylül’ü... Ortaöğretime başlamak üzereyim. İstanbul’da annemle Robert Kolej’e giden yokuşu tırmanıyoruz. Bir servi ağacının dibinde, soluk almak için oturduğumuz taş kanepeye oyulmuş İngilizce bir yazı bulunuyordu: ‘Tüm ulusların üstünde insanlık vardır.’ Bu söz, Kolej’de aldığım ilk ders olacak ve yaşamım boyunca aklımdan bir daha hiç çıkmayacaktı.

FOTOĞRAF SANATINA YÖNELİŞ

Leica bir tutkusudur Ara’nın, hepimize bu tutkuyu aşılamıştır. Kimin elinde başka marka bir makine görse, “O oyuncakla mı fotoğraf çekeceksin?” gibi sözler söyler. Ona göre, fotoğrafçılığın ‘Rolls Royce’udur Leica.

Fotoğrafçı dostumuz Şemsi Güner, daha çok stüdyo çekimlerinde kullanılan, büyük format Linhof almayı düşündüğünde Ara’ya “Leica’nın Türkiye temsilcisi Guntenbein, Linhof da satıyor mu?” diye sormuş. Ara’nın yanıtı şöyle olmuş: “Onlar kamyon satmıyor!”

Leica’yı Guntenbein’den aldığım gün, Ara’dan makinenin özelliklerini bana göstermesini istemiş, birkaç saat sokaklarda birlikte dolaşırken onun çalışmasını izlemiştim. Sonraları fotoğraflarım sergilenip yayımlandıkça, kendisine yapıtlarım üstüne ona soru soranlara, “Şakir benim en yetenekli asistanımdır!” demeye başlamıştı.

PANDELİ USTA... KÖR AGOP...

Yemek pişirmeyi sanata dönüştüren büyük usta Pandeli, 6 – 7 Eylül gecesi Eminönü Balıkpazarı’ndaki lokantası yakılıp yıkılınca (Eminönü Balıkpazarı, 1950’lerin ortalarında Unkapanı yolunun açılabilmesi için kaldırılmıştı) o kadar etkilenip üzülmüştü ki, ‘İstanbul’da bir daha lokantacılık yapmayacağını’ basına bildirmişti.
Başbakan Adnan Menderes bunu duyar duymaz, İstanbul Valisi Dr. Fahrettin Kerim Gökay’ı arayıp “Pandeli hiçbir yere gitmemeli, ona bir yer bulun, mesleğini sürdürmesini sağlayın” demişti. Gökay da Mısır Çarşısı’ndaki lokantayı işletmekte olan Leblebi Mehmet’le anlaşıp orayı Pandeli’ye vermeyi uygun bulmuştu...

...Pandeli’ye yaşamı boyunca hem Türklerden hem yabancılardan çok parlak öneriler gelmişti. Bir gün Balıkpazarı’ndaki lokantaya gittiğimde, orada bulunan bir Amerikalı Pandeli’ye övgüler yağdırıyor ve şöyle diyordu:

“Dünyanın dört bir yanında pek çok lokantaya gittim, hiçbir yerde bu kadar güzel yemek yemedim. Bu büyük usta neden böyle bir yerde kalmış? Onunla yarı yarıya ortak olup New York’un en gözde yerinde bir lokanta açmak istiyorum. Tüm yatırımı ben yapacağım ve onu yönetim işleriyle hiç uğraştırmayacağım. Ben zengin bir işadamıyım, bana güvenin, çok para kazanacağız...”

Çeviriyi ben yapıyordum, “Söyleyin beyefendiye” demişti Pandeli, “Çok teşekkür ederim ama gerekli malzemeyi nasıl bulacağız?”

“Her gün uçakla getirtirim...”

“Uçakla getirtilen sebzelerle yemek yapılır mı? Her sabah kasaptan eti, balıkçıdan balığı, halden sebze ve meyveleri kendi ellerimle seçiyorum. Onların nerelerden getirildiğini biliyorum. Güzel gül sevdiği toprakta büyür...”

Bu sözler karşısında Amerikalı, “Bir şey çok istenirse, çaresi bulunur. Ama görüyorum ki Bay Pandeli zengin olmak için hiçbir girişimde bulunmak istemiyor. Bu köhne yerde çalışmak ona yetiyor” deyip gitmişti.

Pandeli’yse bana dönmüş, “Bu işadamları aşçılığı anlamıyorlar, parayı verince yapılabilir sanıyorlar” demişti.


ARTIK SADECE SANAT VAR

Şakir Eczacıbaşı, 1929’da İzmir’de doğdu; Robert Kolej’deki öğreniminin ardından eczacılık okumak için Londra’ya gönderildi. Aklı fikri sanatta olan Şakir Bey, okulu yarım bırakıp Türkiye’ye döndü ve Vatan Gazetesi’nin sanat ekini yapmaya başladı. 1954’te Onat Kutlar’la birlikte Türk Sinematek Derneği’nin kuruluşuna öncülük etti. 1993’te Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkanlığı’na kadar yükselen Şakir Bey, 1996’da iş yaşamından ayrıldı ve İKSV’nin yönetim kurulu başkanı oldu. Artık sadece sanat vardı.



Jülide Karahan

Mart 2010/Skylife

........

İlklerin Kadını

‘İlklerin Kadını’ Semiha Berksoy, 100. doğum yılı vesilesiyle Kâzım Taşkent Sanat Galerisi ve Sermet Çifter Salonu’nda iki ayrı sergiyle anılıyor.

“Bütün dünya odamın içinde”

Yüksek dramatik soprano, ezber bozan ressam, rengârenk bir oyuncu… Bu yıl Semiha Berksoy’un 100. doğum yılı. Yapı Kredi Kâzım Taşkent Sanat Galerisi ve Sermet Çifter Salonu’nda açılan ‘Ben Yaşardım Aşk ve Sanatla’ sergisi, onu tanımak için iyi bir fırsat. Sergide; Semiha Berksoy’un dolap, torba ve dosyalarda sakladığı yüzlerce belge, fotoğraf, mektup, resim, kıyafet ve aksesuarı; kısacası aşk ve sanatla yaşanmış bir ömrün tüm evrak - ı metrukesi var.

Sanatçının aryalarının dinlenebileceği video kayıtlarının da olduğu serginin en özel parçası ise kuşkusuz Resim Heykel Müzesi koleksiyonuna ait olan ve sanatçının kendisini en iyi anlattığı yapıtı ‘Semiha Berksoy Odası’. Hayatını bir ipek kozası gibi örerek içine gizlendiği bu odayı; 1993 yılında 83 - 84 yaşlarındayken yapmış Berksoy.

İçinde ‘Semiha Berksoy b.Unplugged’ filminin çekildiği odada Berksoy’un kendi deyimiyle ‘bütün dünyası’ var. Kalp ameliyatı geçirdiğinde koluna takılan serumun şişesi, annesinin yüz yıllık dikiş makinesi, yine annesinden kalma saç maşası, her sabah do sesi verdiği piyanosu, yemek takımları, şapkaları, takıları ve resimleri… Ayrıca Nâzım Hikmet, Fikret Mualla ve Celal Esad’ın Berksoy’a hediye ettiği çeşitli objeler...

Aşk ve sanatla…

Türkiye’nin ilk profesyonel kadın opera sanatçısı Semiha Berksoy, 1910 yılında İstanbul’da doğdu. 1928’de İstanbul Belediyesi Konservatuarı’na burslu olarak giren sanatçı, 1929’da Güzel Sanatlar Akademisi Namık İsmail Atölyesi’ne kabul edildi. 1931’de Muhsin Ertuğrul’un çektiği ilk sesli Türk filmi ‘İstanbul Sokakları’nda oynadı. Hemen ardından da ilk Türk opera temsili ‘Özsoy’ operasında… 1936’da Berlin Devlet Yüksek Müzik Akademisi Opera Bölümü’nü birincilikle bitiren sanatçı, 1941’de Karl Ebert’in kurduğu ilk opera stüdyosunda Nurullah Taşkıran’la birlikte ilk profesyonel opera sanatçısı olarak yer aldı. 1950’de Ankara Devlet Operası’na solist olarak kabul edilen Berksoy, 1966’da ‘baş artist’ (primadonna) unvanını aldı. Paris, Münih, Venedik, İstanbul ve Ankara dâhil birçok şehirde resimleri sergilenen Berksoy, 14 Ağustos 2004’te aramızdan ayrıldı.


Jülide Karahan

Mart 2010/Skylife

..........