29 Nisan 2010 Perşembe

BU ŞEHİR SANKİ İSTANBUL DEĞİL

Onunla ilk kez bundan 3 sene evvel buz gibi bir İstanbul kışında İstanbul Modern’de karşılaştık. Müze, 60. yılını kutlayan fotoğraf ajansı Magnum Photos’un Türkiye fotoğraflarını ‘Magnum Fotoğrafçılarının Gözünden Türkiye’ başlıklı bir sergiyle ayağımıza getirmişti. 16 fotoğrafçıdan 205 kare… Yıllar yılı başka başka sebeplerle çekilen bu fotoğraflar, Türkiye’nin eksiksiz bir resmini çizmekten epey uzaktı elbette. İstanbul’da doğan ve yaşayan Ara Güler dışındaki isimler, Türkiye’den sadece geçmişti çünkü.

Tanımak, bilmek ve anlamak söz konusu olmayınca, söz konusu Magnum fotoğrafçıları bile olsa bireysel anlatılardan oluşan bir derlemeden öteye gitmiyordu görüntü. İçeriden bir bakışla tabii. O fotoğraçılardan biri de Bruno Barbey’di. Şimdiki zaman hesabıyla Magnum Photos’un 44 yılına damgasını vurmuş bir fotoğrafçı Barbey. En baştan başlayacak olursak babasının işi dolayısıyla Fas’ta doğup büyüyen ve pek çok çocuk gibi pilot olmak isteyen bir Fransız…

Saint-Exupéry devri bitti

Burs kazanıp Fransa’nın en genç pilotu olma fırsatını yakalasa da zamanında, kendi deyişiyle “Saint-Exupéry devrinin kapandığını” anlayarak fotoğraf ve grafik sanatlar eğitimine yöneldi Barbey. İsviçre’deki ‘l’Ecole des Arts et Métiers’de arkadaşları moda ve endüstri fotoğrafına ilgi duyarken o, toplumun her katmanından insan hikâyelerine merak saldı. İşçi, esnaf ve köylülere… Sanatçının ilk büyük projesi ‘İtalyanlar’dı. Barbey’in bir ulusun portresini çekmenin bilmecesini çözdüğü ‘İtalyanlar’ serisi; geçen yıl İstanbul Yapı Kredi Sermet Çifter Salonu’nda arz-ı endam etmiş ve hepimizi etkilemişti. Salona girer girmez burun buruna geldiğimiz, tekerleksiz bir arabanın üzerine uzanmış aheste revan İtalyan’ı kim unutabilir ki…

Bu çalışma genç adama 1966’da Magnum’un kapılarını açtı. Magnum Photos’un kuruluş amaçlarının başında gelen dünyayı sarsan olaylara tanıklık etme ve fotoğrafın gücünü kanıtlama dürtüsüyle 20. yüzyıla fotoğraf makinesiyle tanıklık etti Barbey. Filistin’den İrlanda’ya, Vietnam’dan Nijerya’ya, Irak’tan Bangladeş’e, Kamboçya’dan İran’a, dünyanın dört bir yanındaki çatışma bölgelerindeki tarihsel değişimleri bir bir kaydetti.

İstanbul’da ilk kişisel sergi

Barbey'in en ünlü çalışması ‘Mayıs 68’; Sorbonne Üniversitesi'nin terkinden Odeon Tiyatrosu işgaline, grevdeki Renault fabrikalarından Champs - Elysees'deki De Gaulle yanlısı yürüyüşe… Her türlü ayrıntıyı sundu bize. 68 olaylarının 40. yılı vesilesiyle Fransa, İspanya ve İngiltere’yle eş zamanlı olarak İstanbul’da izlediğimiz seçki, Barbey’in şehrimizdeki ilk kişisel sergisi olması dolayısıyla da önemli. Anımsamayanlar için zaman 2008 ilkbaharı, mekân Fotoğrafevi.

‘Mayıs 68’in başarısını, 1979 - 1981 yılları arasında çalkantılı günler geçiren Polonya’yı fotoğraflayarak sürdürdü sanatçı. Berlin Duvarı'nın yıkılışından yedi yıl önce, öyle bir ihtimal yokken… Hatta Polonyalılar özgürleşeceklerini hayal bile edemezken… Çağın bitişini anlatan bir tarih sayfası oldu Barbey’in fotoğrafları. Epey ses getiren ve kitaba dönüşen proje, renkli foto - röportajın öncülerindendi de... Evet, renkli. Çünkü siyah beyaz fotoğraflarıyla tanınan Bruno Barbey, yeni tekniklerle çalışmayı her zaman sevdi.

Tanımak, bilmek ve anlamak

Şimdi sıra, Barbey’in üzerinde uzun zamandır çalıştığı ‘İstanbul’ başlıklı sergide… İstanbul’a ilk kez 1968’de Vogue fotoğraf çekimi için gelen Barbey, 2005’ten bu yana sık sık uğruyor şehrimize. İstanbullular serisi hazırlıklarını “İstanbullular çok sıcakkanlı ve nazik. Çekimler sırasında herhangi bir sıkıntı yaşamadım. Zor olan, insanların fotoğraflarının çekilmesinden inanılmaz şekilde çekindikleri Paris’te ya da fotoğraf makinesinin kötü şans getirdiğinin düşünüldüğü Fas’ta çalışmak.” cümleleriyle anlatıyor sanatçı.

Sabahları vapurla işlerine giden İstanbulluları fotoğraflamayı seven Barbey’in objektifine; Bizans ve Osmanlı yapılarının şekillendirdiği tarihi doku, çok kültürlülük, şehrin renkli gece hayatı, Avrasya Maratonu, futbol maçları, kuş pazarları, milli bayram ve kahvehaneler takılıyor en çok. 60’ı aşkın renkli dijital fotoğrafın yer aldığı sergide; şehrin genç nüfusu bilhassa çarpıyor göze. Böyle düşünüce sanki her şey yerli yerinde. Lakin, en azından İstanbul’da yaşayanlar için, bir eksiklik var. Kocaman hem de: Sanki bu fotoğraflardaki şehir İstanbul değil.

İstanbul’a defalarca ve farklı farklı mevsimlerde gelen, her defasında en az 2 - 3 hafta şehirde kalan Bruno Barbey, şehri karış karış dolaştı belli ki. Hatta Ara Güler ve Merih Akoğul gibi dostlarıyla yaşadı da belki… Ama bilmek, tanımak ve anlamak başka bir şey. Ve o şey; ne yol kenarında tıraş olan amcanın yüzünde, ne maçta bağıran kalabalıkta, ne de çarpışan arabalarda çocuklaşan kadında var…

16 Nisan’dan 30 Mayıs’a dek yolunuzu Yapı Kredi Sermet Çifter Salonu’na düşürürseniz eksik olan o ‘şey’i göreceksiniz; eğer İstanbul’da yaşıyorsanız tabii.


Jülide Karahan

Nisan-Mayıs 2010 / Fotoğraf Dergisi

...............

28 Nisan 2010 Çarşamba

‘RÜYASIZ BİR UYKUDUR UNUTMAK’



Ali Cabbar’ın ‘Huzursuz Gölge’ sergisinden Fernando Pessoa’nın ‘Huzursuzluğun Kitabı’ isimli yapıtına bir yolculuk…



Brüksel’de yaşayan Ali Cabbar’ın ‘Huzursuz Gölge’ (Disquiet Shadow) isimli kişisel sergisi, 7 Nisan’dan itibaren Yapı Kredi Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’nin konuğu. Cabbar, bundan birkaç ay evvel Ertuğrul Özkök’ün ‘Tırkıye ya Tırkane’ başlıklı yazısına vesile olan desenin çizeri kişi. Desen, Hürriyet Gazetesi’nde değilse de Medyatava’da yayınlandı geçenlerde; merak edenlere…

“Çok zekice düşünülmüş o müstehzi eleştiri”nin sahibi sanatçı, 21 yıldır ülkeden epey uzakta. İstanbul doğumlu Ali Cabbar’ın görünen hikâyesinde; Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Sanatları Bölümü'nden mezun olmak, 12 Eylül 1980 askerî darbesi sonrası Avustralya’ya siyasi mülteci olarak göç etmek ve sonunda Brüksel’e demirlemek var. 2001 yılına dek -25 yıl kadar- gazetelerde grafik tasarımcı olarak çalışan Cabbar; bunun yedi senesini The Wall Street Journal Europe’un sanat yönetmenliğini yaparak ve Herald Tribune’in editoryal illüstrasyonlarını çizerek geçirmiş.

Geçen bunca zamanın ardından artık sadece sanatçı Cabbar. İllüstrasyon yanı sıra, bizzat kendisi kökenli çizimleri tuval üzerinde bir kere. Ve elbette gravür ile grafik ifade epey belirgin tüm işlerinde.

‘İŞTE BENİM ÖYKÜM’

İstanbul’daki ilk kişisel sergisini ‘Eğer bir balık olsaydım…’ başlığıyla 1987’de açmış olsa da; sanatçının Türkiyeli sanatseverle yakın teması, 2005’teki ‘Sürgünsel Varoluş’ isimli sergiyle gerçekleşti. Cabbar’ı daha yakından tanımak için ‘İşte benim öyküm’ dediği malum çalışmaya dönmeli. Sanatçı; Atatürk Kültür Merkezi’nin geniş salonundaki sere serpe sergisinde; başrolü kendisine, yardımcı rolleri ise fener, vapur, Kız Kulesi ve martılara vermişti.

İnsanı; kalabalıklar içinde yalnız, tanıdıklar içinde yabancı, mutluluklar içinde tedirgin bırakan bir sergiydi ‘Sürgünsel Varoluş'. Resimlere bakarken zihnimize birtakım kelimeler üşüşmüş; göz hizasının biraz altına indiğimizde tam da buydu aradığım hissiyle ‘Yabancılaşma’, ‘Kayıp’, ‘Bölünme’ ve ‘Boşluk’ gibi yapıt isimleri karşılamıştı bizi.

Yaşamını ‘mültecilik – göçmenlik –sürgün’ üçgeninde geçirmiş bir sanatçı Ali Cabbar. Ona göre sürgün olmak; yönünü ve geri dönüş umudunu yitirmek, hiçbir yerde kendini evinde hissedememek ve hep yabancı kalmak. Kendisine bir hayli benzeyen figürlerini arka plandaki olaylardan ve hatta yaşamdan kopuk çizmesi tamamen bundan mütevellit.

“Yurtdışındaki yıllarımın başında, Avustralya’da, kendimi bir göçmen olarak görmeye çalıştım; ama beceremedim.” diyen sanatçı, bunu uzaklığa ve coğrafî konuma bağlamış. Avrupa'ya geçtiğinde de bir değişiklik olmayınca, içinde yaşadığı kültüre uyum sağlayamayacağını iyiden iyiye anlamış. “Sorun aradaki değil, içimdeki mesafeydi.” diyen Cabbar, kendisini kesilip mekâna yapıştırılmış gibi hissetse de durum göründüğü kadar kötü değil. Çünkü sanatçı, hiçbir yere ait olmadan yaşamayı ve akıp gidenlere seyirci kalmayı kabullenmiş sonunda. Üstelik mutlulukla…

BİLGİSAYAR DEFTER, FARE KALEM

Zamanında grafiğin taş devrine tanık olsa da epeydir bilgisayar başında üretiyor sanatçı. Bilgisayar defteri, fare kalemi... Yine de bilgisayarın sunduğu her türlü teknik cambazlığa prim vermiyor Cabbar. Figürlerin ifadelerine gizlenen duyguları hissettirmek farenin harcı değil ayrıca. Üşenmeyip sanatçının son dönem işlerinden oluşan ‘Huzursuz Gölge’ isimli sergiye 2 Mayıs’a dek uğrar ve özellikle ‘Gölgenin Utancı’ serisine dikkatle bakarsanız, ne demek istediğimizi daha iyi anlayacaksınız.

Küratörlüğünü Başak Şenova’nın yaptığı sergi, sanatçının farklı mecralarda çalıştığı eserleri bir araya getirmesi bakımından da önemli. Roger Pierre Turine’nin ‘Ali Cabbar ve Kırk Gözetleyici’ isimli makalesinde kaleme aldığı üzere; “Brükselli Türklerin en Belçikalısının grafik evreninde hemen her şeyden biraz var. Mizahtan uzam yitimine, melankoliden sarhoşluğa, nostaljiden anılara…”

Kara mizahın hâkim olduğu işler; ‘anlam – duygu – çağrışım’ üçgeninde ilerliyor ve tek bir kapıya çıkıyor: Fernando Pessoa’nın 1982’de yayınlanan ‘Huzursuzluğun Kitabı’ isimli yapıtına… Öyleyse son söz niyetine Lizbonlu muhasebeci Bernardo Soares’e kulak verelim: “Çok düş kurdum ben. Bunca düş kurmuş olmaktan yorgunum, ama düş kurmanın kendisinden yorulmuş değilim kesinlikle. Kimse yorulmaz düşten, çünkü düş unutmaktır ve unutmak üstümüzde ağırlık yapmaz; uyanık uyuduğumuz, rüyasız bir uykudur unutmak…”

Jülide Karahan

Nisan 2010 /İnfomag

.............

27 Nisan 2010 Salı

HAYAL GÜCÜ BENİM EN BÜYÜK SORUMLULUĞUM

Dört yıl aradan sonra Londra’da kişisel bir sergi açmaya hazırlanan Haluk Akakçe “Hayal gücü benim en büyük sorumluluğum” diyor.


Sanatçı Haluk Akakçe ile İstanbul defterini birkaç mevsimliğine kapatmaya hazırlandığı günlerde Sofa Otel’de buluştuk. Üzerinde rahat bir kıyafet, yüzünde tatlı bir gülümseme… 4 yıl aradan sonra Londra’da kişisel bir sergi açacak olmanın heyecanı var üzerinde. Sergi, Alison Jacques Gallery’de 29 Nisan’dan itibaren görülebilecek. Önce New York’a gidip sergisinin eksik ve gediklerini tamamlayacak, sonra Londra’ya geçecek Akakçe. Onun aklında insanın özüne daha ne kadar inebileceği ya da enerjinin yaşam düzlemindeki yeni tezahürleri; bizim defterimizde “Eseriniz sizden alındığı fiyatın 3 katına satıldığında ne hissediyorsunuz?” ya da “New York, Londra, İstanbul… Her bir şehirde bambaşka hayatlar mı yaşıyorsunuz?” minvalinde sorular… Bu, evdeki hesabın çarşıya uymadığı bir söyleşi.

Kamusal bir projeye öneri olarak hazırladığınız ‘Cennet Bahçesinden’ isimli dev ağaç formunun dalları arasında ilerleyen, ilerlerken bir yandan gerileyen kırmızı bir top/elma çarpıyor göze. İlerledikçe gerilemek ve aynı noktaya sonsuz kere gelmek… Nasıl bir his bu?

Vermek isteğim his geçmişle geleceğin durduramadığımız, bizim kontrolümüzde olmayan bağlantısı. Geçmiş nasıl geleceği etkiliyorsa, gelecek de geçmişi etkileyebilir. Umutlarla yansıttığımız gelecek hayali ve tecrübesi bugün yaşadıklarımızı belirliyor. Ben buna inanıyorum. Şu an olduğumuz kişinin geleceği, gelecek geldiğinde bambaşka birinin şimdisi olabiliyor. Karşınıza biri çıkıyor ve külliyen değişiyorsunuz. Hayat sürpriz, beklenmedik tesadüf ya da kader; ne denir bilmiyorum ama o kadar dolu ki bunlarla. Çalışmalarımda yaşam maceramızdaki sihri bir şekilde anlamaya, anlatmaya ve yaşamaya çalışıyorum.

Bugün çok istediği bir şey iki sene sonra gerçekleştiğinde, o gün bu günkü kişi olmadığı için o şeyi de artık istemiyor olabiliyor insan...

Ne kadar garip değil mi? Ama nedense belli bir yaşa kadar ben bunun farkında değildim. Kendim için gelecek hayal edip oraya gitmek üzere… Neyse. Ben kendimle çok vakit geçirirdim. Ulaşmak istediğim idealler vardı fakat hayat beni bile o kadar çok şaşırttı ki… Artık sorgulamıyorum. Sadece iyi niyet ve olabildiğince temiz kalple yaşamın ellerine kendimi teslim ediyorum. Beni nereye götürürse götürsünler hislerimden korkmuyorum. Bizi biz yapan değerleri anlayabilmemiz için uzak kutuplara gitmemiz gerekebiliyor. Belki de yeni bir boyuta ulaşmanın tek yolu budur.

Kendinizi arıyorsunuz diyebilir miyiz? Orhan Pamuk Kara Kitap’ta uyarmıştı yalnız: “Dünyadaki en zor şey insanın kendisi olabilmesidir.”

Ömür boyu verdiğimiz bir mücadele demek istemiyorum, atıldığımız bir macera hayat. İnsanın kendini araması, kapasitesini keşfetmesi çok önemli. Ruh, beyin ve kalp bize biçilen öykülerden çok daha fazla tecrübe potansiyeline sahip ve bunu arayıp bulmak bizim görevimiz. Dahası yaratıcıya karşı sorumluluğumuz. Kim olduğumuzu anlamak ve bunu yaparken de O’na olan saygıdan ödün vermemek… Özellikle hayal gücünü gerektiren işler için gerekli bu. Hayal gücü benim en büyük sorumluluğum. Ben desteklemezsem kimse desteklemez. Bu yüzden “Bütün dünya sana sırtını dönse bile ben dönmeyeceğim. Ben senin arkadaşınım.” diyorum kendime. İnsan bunu söyleyebilmeli. Çünkü bazen ruhumuz ve bedenimiz ayrılabiliyor. Toplum, aile, herkes… Bir şeyler söyleyerek bize içinde yaşamamız gereken bir evren kuruyor, duvarlar örüyor. Bu durumda ruh bir kenarda sessizce bekliyor. Onu hatırlamak gerekiyor. “Ben seni seviyorum, her şeye rağmen” demek…

Sormak durumundayım. Güncellik adına…

Korumayı mı soracaksınız?

Yok. Ama tamam; oradan gidelim. Popüler kültüre bunca hizmet niye?

Bir hayat içinde birkaç hayatı yaşayabilme gücü kadar müthiş bir şey yok. Ben bunu seviyorum ve gerekli buluyorum. İçimdeki bambaşka özelliklerin dışarı çıkmasına izin veriyorum. Hayat bir tiyatro sahnesi gibi. Mesela şu görüntümle söyleyeceğim şeyler, garip bir şapkayla söyleyeceklerimden farklı. O garip şapkalı kişi benim Mualla Paker’in oğlu Haluk olarak yapamadığım şeyleri yapabiliyor. Bambaşka şeyleri... Ben bu oyunu seviyorum. Hayata renk katmayı, günü eğlenceli kılmayı, insanları şaşırtmayı… Gülmeyi, eğlenmeyi, özgürlüğü seviyorum. Dışavurumum kimilerine kötü geliyor olsa da ben şunu biliyorum: Böyle bir konuma gelmek için kendime izin verdim. Kimsenin istediği paketin içine girmeyeceğim.

Bu, klasik bir ‘kendini ispatlamış sanatçı davranışı’ mı?

Sanatçıysanız daha önemli. Bazen kendimizi bir döngü içinde buluruz ve bu durum işlerimizi etkiler, sıradanlaştırır. Farklılaşmak ve özgürlüğü tatmak gerekir. Bir an gelir “Ben bu boyaları püskürteceğim” dersiniz. Artık kendinizi ispatlamışsınızdır. Aynı tavır. Çok çalıştım, çok çaba sarf ettim. En büyük şansım bu benim. Özel ve iyi bir eğitim alabilmem için çaba sarf eden biri daha var tabii: annem.

Anneniz Mualla Hanım popüler kültür hizmetine ne diyor?

Çok memnun değil ama zamanla biraz kabullendi. Eskiden çok kızıyordu. Birkaç yıl önce Paris’te bir sergim vardı. Annemle de neredeyse 1,5 senedir görüşmemiştik. Yanıma geldi. Saçlarım çok uzundu o zaman, bir de kıvırcık. Arkadaşlarım ‘yürüyen bulut’ diyordu bana. Paris sokaklarında turistler fotoğraf çekmek istiyordu, o derece. Annem otele geldi, kapıyı açtım. Yaptığı ilk şey resepsiyonu arayıp “Berber var mı?” diye sormak oldu. Bir de, bunu söylemek çok zor ama bazen yanlış insanlarla zaman geçirdiğimi, dostluk kurduğumu söylüyor. “Bu kadar eğitim, görgü, terbiye; ne alaka” diyor. Ama ben herkese, her şeye meraklıyım. Hepimiz bir yaşama doğuyoruz sonuçta. Herkesin içinde bir öz var. Bütün insanlar değerli benim için. Olmamız gereken kişi olabilmemiz için hepimizin birçok tecrübeden geçmesi gerekiyor, iyi ya da kötü. Bazen belli bir ışığa ancak karanlık bir koridordan ilerleyerek ulaşabiliyorsunuz. Herkesten öğreneceğim çok şey var ve bundan vazgeçmeyeceğim; kim ne derse desin.


ÇAĞDAŞ SANAT OLABİLMESİ İÇİN...

Annem, tek başına iki erkek evladı Türkiye’de en iyi şekilde yetiştirebilmiş çok güçlü bir kadın. Beni hep şaşırtıyor. Yıllar önce ben daha kariyerimin başlarındayken New York’a geldi. ‘Koleksiyonerlerin Seçimi’ isimli karma bir sergiye katılmıştım. Amerika’da 10 önemli koleksiyonerin ümit vaat eden sanatçıları seçtiği bir sergi… O zamanlar ufak ebatlı ve çok detaylı işler yapıyordum. Yeni mezundum. Bir ofiste mimar olarak çalışıyordum. Ufak bir masam vardı ve sadece masamın ebadı kadar iş yapabiliyordum. Annemi sergiye götürdüm. Benim küçük desenlerimi dikkatle inceledi. Hemen karşısında 3 metreye 6 metre bir resmi vardı, gözü ona takıldı ve dedi ki: “Seninki çok güzel, kırılgan ve naif. Ama bu iş şu karşı duvardaki ebatta olsaydı ancak o zaman çağdaş sanat olabilirdi.” Dünyaca ünlü sanatçıların işlerinin ebatlarını inceleyince ona hak verdim. Annemden çok şey öğrendim, onun zekâsına hayranım.


Jülide Karahan

Nisan 2010/Skylife Business

..................

MAHŞER’İ CÜMBÜŞ DÜŞLERİ

Mahşer-i Cümbüş; Nisan’da Adana, Mersin ve Kocaeli; Mayıs’ta ise Sivas, Kahramanmaraş, Bingöl ve Elazığ’da olacak.

Hayranlarının beklediği daha kapsamlı bir Anadolu turnesi içinse ne yazık ki vakit var daha. Televizyon programı ya da sinema filmi için de... Yılı, İstanbul’daki evleri Hayalhane’de kendi yağlarında kavrularak geçirecek ekip. Her şeyin farkındalar; özlendiklerini biliyorlar. Ama bu kadar; en azından şimdilik…

Bir ihtimal yaz aylarında ekranda olacaklar. Sinema filmine gelince, henüz tartışıp düşünme safhasındalar. Kendi deyişleriyle “Somut adımlarla ilerliyor, senaryo üzerinde çalışıyorlar.” Olay hayalden çıkalı epey olmuş ama gerçeğin kapısını çalmamış henüz. İlerliyorlar diyelim; yavaş ama emin. İşleri zor. 6 kişilik ekibi bir filmde, üstelik de etkili bir hikâyeyle bir araya getirecekler. Sonra bir yönetmenle anlaşıp, mekân belirleyerek motor diyecekler. Yol uzun, film kısa; sanat uzun, hayat kısa.

“İLERLEMEYEN SANATÇI GERİLER”

Disiplin ve ciddiyetin ne kadar önemli olduğunu “Tiyatro gardıropta başlar” sözüyle vurgulayan Rus tiyatro adamı Stanislavski’nin “İlerlemeyen sanatçı geriler” cümlesini hatırlatıyoruz Mahşer-i Cümbüş’e. Daha açık bir ifadeyle “İzleyiciyi sahneye dâhil ettiğinizi ve ‘Beyin Fırtınası’ ile ‘Tiyatro Sporu’nda ustalaştığınızı biliyoruz; bilmediklerimizi konuşalım…” diyoruz. “Nasıl bilirsiniz? İşimiz doğaçlama. Her oyunda yeni bir hikâye çıkıyor karşımıza, biz bile kestiremiyoruz sonunu.” oluyor cevapları. Ki haklılar; her gösteri bir olay.

Hatırlatmaya devam. Ekip bundan üç sene evvel demişti ki “Bir hayalimiz var: 10 yıl sonra Tiyatro Sporu Ligleri oluşturup, müsabakalar düzenlemek Türkiye’de. Modern doğaçlama tiyatro yaşayabilsin diye…” Şimdi geriye kaldı mı yedi sene? Peki, var mı bir gelişme? Pek tabii. Şöyle ki: “Üniversitelerarası Tiyatro Sporu Müsabakaları için girişimlerimiz sürüyor. Henüz hiçbir üniversiteyle resmi bir görüşme yapmamış olsak da desteklendiğimizi biliyoruz bu konuda. Yalnız sizin de bilmeniz gereken bir şey var ki o da sponsor gerekliliği.” Elbette. Öyleyse ilgililere duyuralım ve kasedi geri saralım.

ANKARA’DAN İSTANBUL’A

Mahşer-i Cümbüş, 2001 yılı baharında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü öğrencileri tarafından kuruldu. Almanya’da eğitim gören hocaları Kadir Çevik’in teşvikiyle doğaçlama oyunlara başlayan ekip, Ankara Tenedos Cafe’de arz-ı endam etti bir süre. 2003 yazında İstanbul’a taşınarak o cafe senin bu cafe benim dolaştılar akabinde. Oyunlarıyla hem seyirciyi hem de kendilerini her daim dinamik tutan bu küçük dev ekip; altı oyuncu, bir ışıkçı ve bir müzisyenden ibaret.

Özlem Türay, Ayhan Taş, Yiğit Arı, Burak Satıbol, Dilek Çelebi ve Ayça Işıldar oyuncu; Fatih Günay ışıkçı, Fatih Pestil ise müzisyen kontenjanıyla sahnedeydi. Güzeldi, iyiydi, hoştu ama göçebelik de bir yere kadardı. Kuruluşunun 5. yılında Beyoğlu’nda kendi sahneleri ‘Hayalhane’yi açtı ekip. Kötü mal sahipleri bir ekibi daha ev sahibi yapmıştı İstanbul’da.

HAYAL PERDESİ HAYALHANE

Mahşer-i Cümbüş’ün ufacık tefecik sahneleri ‘Hayalhane’nin, Berrin Karakaş’ın aynı isimli romanıyla hiçbir ilgi ve alakası yok. Çağrışımın esası şu: Osmanlı'da tiyatro için kullanılan ilk kelime olan Hayalhane, hayal perdesi anlamına gelmekte. Hayalhane’nin günümüz hikâyesine gelince… Ekipten Burak'ın babası kalp ameliyatı olmak için Bursa'dan İstanbul’a gelir. Anne de hobi niyetiyle sabahları gazetelerin seri ilanlarına bakan biri... Yine bir sabah ilanlar arasında ‘Koltuklu, ışıklı tiyatro’ ibaresini görür ve Burak’ı arar anne.

Telefon zinciriyle birbirlerine bağlanıp toplanır ve ‘Koltuklu, ışıklı tiyatro’ yolunu tutar ekip. Karşılarında yıkık dökük bir virane. Gözlerini kaparlar, hayallerini kurarlar ve evlerini yaparlar. Sonrası bilindik bir hikâye. Fısıltı gazetesi iyi çalışır şehirde. Tesadüfler birbirine bağlanır ve televizyon kanallarının dikkatini çeken ekip, Osman Tan Erkır’la anlaşır.

SAHNE KÜÇÜK, ÇEVRE BÜYÜK

Mahşer-i Cümbüş, 2007 itibariyle Türkiye’nin ilk doğaçlama şov programı ‘Anında Görüntü Show’la ekrandadır. İsimlerinin Arapça anlamı ‘açık tribün taraftarı’nın hakkını verir ve taraftarlarını peşlerinden sürükler ekip. Uzun zamandır kendi öğrencilerini yetiştiren Mahşer-i Cümbüş, 5 ayrı öğrenci grubuyla 50 kişilik bir doğaçlama tiyatro ailesi artık.

Sürç-ü Lisan, Ehl-i Keyf, Ani Etki Ters Tepki, Mevzu Bahis ve Hayal Meal; her hafta Mahşer-i Cümbüş gibi Hayalhane sahnesinde buluşuyor izleyiciyle. “Bu yaşa geldim bundan sonra tiyatro yapamam” diyen avukat, öğretmen, öğrenci, emlakçı ve daha nicelerinden menkul çiçeği burnunda gruplar; kendi seyircilerini oluşturmaya başladılar bile. Ne de olsa sahne küçük, çevre büyük. Mahşer-i Cümbüş “Biz tiyatrocu yetiştirmiyoruz. Katılımcıları kendilerine yakın hale getiriyoruz” diyor ve ekliyor: “Doğaçlama her şeyden önce samimiyet gerektirir.” O da Mahşer-i Cümbüş’te fazlasıyla var.

Jülide Karahan

Nisan 2010/Anadolujet

.................

İstanbul Modern'de Bir Akşamüstü

Orta yaşlı iki hanımefendi İstanbul Modern’deki ‘Gelenekten Çağdaşa’ sergisini geziyor aheste revan. Sohbetlerine kulak kabarttık:

– Ergin İnan’ın bunca eserini bir arada görmeyeli epey zaman oldu.

– Seviyorsun sen onu. Çırağan Palace Kempinski Sanat Galerisi’nde İnan’ın yeni işlerinden oluşan bir sergi açılmış geçenlerde. İstersen oraya da uğrayalım.

– Çok iyi olur. Haftaya muhakkak gidelim. Hava iyi olursa Ortaköy’e de ineriz hem…

– Ben de Erol Akyavaş’ı özlemişim çok. Şu girişteki ‘Vav’ ne haşmetli, bir o kadar da incelikli. 2000’lerin başında bir Erol Akyavaş Retrospektifi yapılmıştı, hatırlıyor musun?

–Yok, anımsayamadım.

– O zaman daha ‘Kuşatma’ 2 milyon 100 bin liraya satılmamıştı. Pek bu kadar tanınmıyordu usta. İyi ki geldik buraya. ‘Gelenekten Çağdaşa’ küçük bir Akyavaş Retrospektifi gibi. Şunlara bir baksana… Sergi sırf onun için bile görülmeye değer.

– Deme öyle… Murat Morova’yı da özlemişim ben. Balkan Naci İslimyeli ile Bedri Rahmi’yi İş Sanat’ın galerisinde enine boyuna gezeli çok olmuyor daha ama İsmet Doğan, İnci Eviner, Selma Gürbüz ve Ekrem Yalçındağ’ı takip etmek her zaman mümkün değil.

– Boş ver. Öyle ya da böyle özlediğimiz sanatçıları tadımlık da olsa bir arada gördük. Fena mı oldu?

-Aslında serginin küratörü Levent Çalıkoğlu eleştiriler aldı. Biliyor musun? ‘O var, bu neden yok’ gibi...


Jülide Karahan

Mart 2010/Skylife

........

İstanbul'da Film Yağmuru

Nisan yağmurları baharın, Uluslararası İstanbul Film Festivali ise festival mevsiminin habercisi.

İlkbahar sürprizli mevsimdir. Bir sabah uyanır, kapıyı açarsınız ve bir bakarsınız ki bahar gelmiş. Mevsimin gediklisi Uluslararası İstanbul Film Festivali de tıpkı bahar gibi birdenbire gelir ve nisan yağmurlarına karışır. Sonrası çorap söküğü… Filmi tiyatro, tiyatroyu müzik, onu da caz izler.

30’una bir basamağı kalan festival, 3 – 18 Nisan tarihleri arasında 57 ülkeden 243 yönetmenin 200’ün üzerinde filmiyle şehirde. Beyoğlu’nda Atlas, Yeni Rüya, Beyoğlu, Sinepop ve Pera Müzesi; Kadıköy’de Kadıköy Sineması, Nişantaşı’nda ise CityLife Cinema (City’s) festival mekânlarından.

HERKESLERDEN ÖNCE

Unutulmaz eski filmler, sevilen yönetmenlerin yeni işleri ve listedeki sürprizlerle renk, hareket ve keyif vadeden festivalin ‘Akbank Galaları’nda tam dokuz film var.

Herkeslerden önce izlenebilecek bu filmler arasında Amerikalı moda tasarımcısı Tom Ford’un Christopher Isherwood’un romanından uyarladığı ilk filmi ‘Tek Başına Bir Adam’ ile Kanadalı yönetmen Atom Egoyan’ın Hitchock gerilimlerini anımsatan son filmi ‘Büyük Hata’ öne çıkıyor.

Tanınmış yönetmenlerin saygın festivallerde gösterilen çoğu ödüllü son yapıtlarından oluşan 23 filmlik bir seçki ‘Dünya Festivallerinden’ bölümünde. Hicivle ağırbaşlılık arasında gidip gelen şiirsel yaklaşımıyla dünyanın birçok ülkesinde ödüller kazanan Filistinli yönetmen Elia Suleiman bu bölümün konuklarından.

İLTİMASLI İSTANBUL

Her geçen yıl yeni bölüm, salon ve ödüllerle genişleyen festival; İstanbul konulu Türk ve yabancı filmlerden oluşan bir seçkiyi programına dâhil ediyor. İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması vesilesiyle şehre iltimas geçen ‘İstanbul: İçeriden ve Dışarıdan’ isimli bölümde; Jules Dassin’in ‘Topkapı’sından Atıf Yılmaz’ın ‘Ah Güzel İstanbul’una 13 uzun metrajlı film var.

Lumiere Kardeşler’in dünyada ikinci kez Haliç’te denediği kamerayla kaydırma hareketini içeren ‘Haliç Manzarası’ adlı kısa film, bölümün merakla beklenenlerinden. Festivalin yeni yüzlerinden ‘Antidepresan’, aralarında Drew Barrymore’un yönettiği ilk film ‘Patenci Kızlar’ın da bulunduğu 10 komedi filmiyle izleyicinin yüzünü güldürecek.

DAHA FAZLASI

Akbank sponsorluğundaki 29. Uluslararası İstanbul Film Festivali, film izlemekten ötesini isteyenleri ihya edecek. Sinema dersleri, söyleşiler, partiler ve sergilerden oluşan yan etkinlikler arasında; Amerikan sinemasının önde gelen yönetmenlerinden David Lynch’in fotoğraf ve gravürlerinden oluşan sergisi var. 9 Nisan’da Artane’de açılacak sergi, Mayıs sonuna dek açık kalacak.

Jülide Karahan

Nisan 2010/Skylife

................