30 Ağustos 2010 Pazartesi

İTİNAYLA YENİ ANILAR PİŞİRİLİR

Sinop hikâyesi bol bir şehir. Sinopale bu hikâyeleri sanat yordamıyla bir güzel devşirmiş. Meraklısına...

"Yön tarif etmek zor Sinop'ta. Karadeniz’de deniz kuzeydedir ama burada hem kuzeyde hem güneyde..." diyor Ali Bey. Sonra defteri alıp çiziyor kenti. Masa kalabalık, sohbet koyu, kentin hikâyesi çok.

Bahçede çiçek dikerken bilmem kaçıncı yüzyıldan kalma bir vazoyla karşılaşırsınız da ne kadar ararsanız arayın trafik ışığı bulamazsınız Sinop’ta. Bir kere koymuşlar, kaza olmuş, gerisingeri kaldırmışlar. Gündoğrusuyla Karayel karşı karşıya geldi mi denizden elle toplanır balıklar. Yaşlanmak güzel Sinop’ta çünkü Yaşlılar Dinlenme Lokali ve Çay Bahçesi’nde 65 yaşını geçen herkese çay kahve bedava. Çocuk olmak da güzel, çünkü 1 litre sakızlı dondurma sadece 3.25 lira.

Sohbet böyle mutlu mesut giderken “Ekonomi fena. Sanayi yok, ticaret yok. Kültür kenti olmak Sinop’un tek çıkışı” diyor masadakilerden biri ve söz dönüp dolaşıp bu yıl üçüncüsü düzenlenen Uluslararası Sinop Bienali Sinopale’ye geliyor. 30 sanatçının katıldığı bienalin teması manidar: 'Gizli Anılar, Kayıp İzler’

TESADÜF MÜ, TEVAFUK MU?

Fazla dönüp dolaşmadan Sinopale’nin hayalcisi Prof. Melih Görgün rehberliğinde sergileri görmeye gidiyoruz. Aslen Sinoplu olan ama tam 40 yıldır Sinop’a gelmeyen Kemal Bey’le tesadüfleri, tevafuk mu demeli, konuşuyoruz yol boyu. Bir kente 40 yıl sonra gelmek ve çocukluktan kalma bir tadın, revaninin, peşine düşmek tam da kent bas bas ‘Gizli Anılar, Kayıp İzler’ derken bunu yapmak sadece tesadüf olabilir mi? Ki ertesi gün bir başka Sinopluyla kesişecek yolumuz, o da yıllar sonra ilk defa gelmiş olacak Sinop’a. Kent, gizli anı ve kayıp izleri olanları kendine çekiyor; besbelli bu. Anısı ve izi olmayanlar içinse yepyeni anılar pişiriyor; taze taze, çıtır çıtır.

Çok şey söylenebilir ama en iyisi susup Calvino Usta’yı dinlemek: “Merdiven yollarının kaç basamaktan oluştuğundan, kemer kavislerinin açı derinliğinden, çatıların hangi kurşun levhalarla kaplandığından söz edebilirim sana… Ama şimdiden biliyorum, hiçbir şey söylememiş olacağım sonunda. Zira bir kenti kent yapan şey bunlar değil, kapladığı alanın ölçüleriyle geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkidir.”

O SABAH, BU SABAH

Eski ve yeni anılarımızla birlikte bienalin ana mekânı tarihi Sinop Cezaevi’ndeyiz; Paul Auster’in ‘Son Şeyler Ülkesi’nde ya da… Gönüllü bienal bekçilerinden yazar olmak isteyen Nazlı, zamanında burada mahpus olan birinin sergiyi nasıl gezdiğini anlatıyor. O biri, tık diye gözümüzün önünde. Demek ki Nazlı’da iş var. O birini düşünüce Sabahattin Ali geliyor aklımıza. Hangi öyküsünde, ‘Duvar’ galiba, ettiği şu laf bilhassa: “… Fakat benim kaldığım hapishanede her şey, her ses hürriyeti gözlerin önüne kadar getirmek, sonra birden bire çekip götürmek için yapılmış gibiydi…”

“Bir sabah bienalin ne olduğu, nasıl olduğu, ne zamana kadar süreceği değil; sanatçıların işleri konuşulacak.” diyor genç bir gönüllü görevli. O sabah neden bu sabah olmasın? Anne Metzen’in ‘Dinleme İstasyonu’ndan başlayalım. Sinop’ta bir zamanlar, 54 – 93 arası, faaliyette olan NATO radar üssüyle ilgili bir iş bu. Sanatçı yaptığı küçük anketlerle büyük büyük anılar toplamış ve onları bir kutunun içinde dosyalamış. Okuyoruz. Bir kâğıtta “Biz onlara süt verirdik, onlar bize kola ikram ederlerdi.” yazıyor, diğerinde “Levi’s kotlar Türkiye’de ilk kez Sinop’ta giyildi. Amerikan kiracıların hediyesi olarak…” bir başkasında ise “Tepede neler olduğu bir muamma. Amerika sadece Rusya’yı değil, Karadeniz’de yüzen bütün balıkları dinlerdi.”

“İyi bir şey miydi yani?” diye birbirimize sorarak bienalin diğer mekânı Dr. Rıza Nur Kütüphanesi’ne geçiyoruz. Biraz alel acele geziyoruz orayı çünkü akşam, senede bir defa olan bir etkinlik var: Helesa.

BİR HİKÂYE DAHA

Bir Sinop hikâyesi daha: Eskiden, gemilerin yelkenle çalıştığı zamanlarda Karadeniz’de sığınacak üç liman varmış: Temmuz, Ağustos ve Sinop. Yani Karadeniz sadece temmuz ve ağustos aylarında fırtınasız olur, diğer zamanlarda gemiler Sinop’a sığınırmış. Bir keresinde fırtına uzun sürmüş, limandaki geminin kumanyaları tükenmiş. Dilenmek istemeyen kaptanın aklına bir filikayı süsleyip maniler söyleyerek halktan yardım toplamak gelmiş. Bundan sonra Sinop’ta bu olay gelenek halini almış ve ramazanın 15’inden sonraki Cuma gecesi helesaya çıkılır olmuş.
Bu yıl 13.’sü gerçekleşen Helesa geçti ama bienali görmek için 4 Eylül’e dek vakit var. Gizli anılarınız ve kayıp izleriniz varsa Sinop’a mutlaka gidin, yoksa kent size yenilerini pişiriyor. Afiyet olsun.


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN GAZETESİ / 30 Ağustos 2010

......

3 Ağustos 2010 Salı

Yorulmaya Hazır mısınız?


İstanbul’a gelen sanatseverin birinci ve oldukça yorucu güzergâhı: Galatasaray-Tünel-Şişhane…



Beyoğlu, her İstanbul ziyaretçisinin vazgeçilmez adresi. Ama artık Beyoğlu demek, Taksim Meydanı’ndan Galatasaray Lisesi’ne kadarki İstiklal Caddesi demek değil. O güzergâh olsa olsa alışveriş meraklıları için cazip. Fotoğraf tutkunlarına Tarlabaşı’nı, değişiklik peşindekilere Tomtom Mahallesi’ni, tarih düşkünlerine Galata’yı, sanatsevere ise Galatasaray – Tünel – Şişhane hattını öneriyoruz.

Taksim Meydanı’ndan geçip İstiklal Caddesi’nin telaşlı kalabalığına karıştınız… Her gün bir yenisi açılan türlü çeşit mağazanın cazibesine kapılmamakta kararlıysanız ilk durak; içinde her daim ilgi çekici bir şeyler bulacağınız İstanbul Fransız Kültür Merkezi. Hemen ardından da Akbank Sanat Galerisi. Mekânda, her yıl gencecik sanatçıları Türk çağdaş sanat dünyasına kazandıran ‘Günümüz Sanatçıları İstanbul Sergisi’nin 29.’su hüküm sürmekte. Hem de Ağustos süresince… Kütüphanesi görülmeye değer Garanti Galeri – Platform Garanti’yi başka eğlenceli şeylerle ilgilenmeden geride bıraktıysanız asıl maceraya hazırsınız.

ASIL İLK DURAK: GALATASARAY

Galatasaray Meydanı’nda büyük ama gösterişsiz bir bina var: Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi. İstiklal Caddesi’ne bakan Kazım Taşkent Sanat Galerisi’ni görmeden geçmeniz mümkün değil. Ama siz siz olun, binanın içine girip Sermet Çifter Salonu ile Vedat Nedim Tör Müzesi’ni gezmeden olay yerini terk etmeyin. Müzede, şu günlerde Antik Çağ ahşap boyama sanatının günümüze ulaşmış önemli örneklerinden Tatarlı Tümülüsü’nün mezar odası sergileniyor. MÖ. 5. yüzyılda Anadolu’da yaşamış insanların hayatı ve inançları hakkında önemli bilgiler veren eseri Eylül sonuna dek ziyaret edebilirsiniz.

Şimdi sırada hem büyük hem gösterişli bir sanat mabedi olan Mısır Apartmanı var. Apartmanın her katında bir sürpriz… Önerimiz asansörle en üstten bir önceki kata çıkıp, sağlı sollu bulduğunuz her galeriye girerek merdivenlerden inmeniz. İstanbul’un hatırı sayılır galerilerinden Galerist, Galeri Nev, Casa Dell’Arte ve CDA Project burada.

Az ileride, İstanbul çağdaş sanat ortamının son gözdeleri Arter: Sanat İçin Alan ile Borusan Müzik Evi var. Arter’in girişindeki bir şişen, bir inen ve bu sırada ağır aksak hareket eden kocaman yeşil tank dikkatinizi hemen çekecek. Tank, mekânın ilk sergisi ‘Starter’daki 87 sanatçının 160’ı aşkın eserinden biri, daha ayrıntılı söylemek gerekirse Michael Sailstorfer’ın ‘T 72’si.
Tank sebebiyle yan sokaktaki kapıdan girebileceğiniz sergi, Vehbi Koç Vakfı’nın çağdaş sanat koleksiyonunun sadece bir kısmından ibaret. Koleksiyonun devamı 19 Eylül’den sonra parça parça gelecek.

Serginin küratörünün René Block olduğunu söylersek; içeride sizi Joseph Beuys, John Cage ve Nam June Paik gibi sanatçıların eserlerinin beklediğini anlayabilirsiniz.Arter’in hemen karşısındaki Borusan Müzik Evi’nde heyecan verici bir sergi yer alıyor: ‘Madde – Işık’. Algının sınırlarını zorlayan teknolojik temalı yapıtların yer aldığı serginin küratörlüğünü çalışmalarını Paris merkezli sürdüren Richard Castelli üstlenmiş. Binanın tüm katlarına yayılan sergiyi görmek için son tarih 9 Ekim.

KÜÇÜK BİR MOLANIN ARDINDAN

Bunca sanat eserini gördükten sonra yoruldunuz haliyle… Hele bir de eser etiketlerini okumaya kalktınızsa bünye iyiden iyiye soluklanma ihtiyacında. Bu aşamada İstiklal Caddesi’nin sağlı sollu ara sokaklarındaki tabureli kafeler yetişecek imdadınıza. Ferahlatıcı bir not: Pek çoğu limonata servisine de başladı artık.

Dinlenip serinlediniz. Şimdi istikamet Pera Müzesi. İlkbahar ve yaz boyunca Fernando Botero’nun tombul figürlerini izlediğimiz müzede iki yeni sergi var: ‘Hirayama’ ve ‘Japan Medya Sanatları’. Bir tavsiye: Müzeye ilk kez gidiyorsanız daimi koleksiyonun başköşesindeki Osman Hamdi Bey’in Kaplumbağa Terbiyecisi’ni görmeden geçmeyin.

Meşrutiyet Caddesi üzerindeki İstanbul Araştırmaları Enstitüsü ve Petits-Champs Pasajı’na da şöyle bir göz attıktan sonra ister İstiklal Caddesi’nden ister Tepebaşı’nın ara sokaklarından Tünel’e doğru bırakın kendinizi. Galata Kulesi’ne doğru inen o rengârenk sokak ve Galata Mevlevihanesi sizi yolunuzdan döndürmeye çalışırsa yüz vermeyin, onlar başka bir güzergâhın yıldızları.
İstikametiniz tramvayın Tünel durağından Şişhane’ye inen merdivenler. Hiç de pişman olmadınız değil mi? Sokaklara taşmış türlü çeşit kafe, bıcır bıcır kalabalık, hoş sohbetli bir rehavet…

ŞİŞHANE’DESİNİZ, GÜLÜMSEYİN!

Evet, Şişhane’desiniz. İstanbul’un yeni kültür – sanat – eğlence – lezzet - tasarım merkezinde… Çoğu 20. yüzyıl başında inşa edilmiş görkemli tarihi binaları ve yokuş sokaklarıyla başka bir dünya burası. Bu dünyayı keşfimizde Taksim - Maslak metro hattının Şişhane’ye bağlanmasının çok etkisi oldu elbette. Ama asıl dönemeç İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) geçtiğimiz aylarda semtteki Deniz Palas Apartmanı’na taşınmasıyla alındı.

Yedi katlı Deniz Palas, yedi katıyla birden bölgenin sanat mabedi. Binada elinizi attığınız her yerde bir sanat eseri var. Girişte, Sarkis’in ‘Göbek Bağı’ adlı çalışması karşılıyor konukları. Merdivenlerden yukarıya çıkarken Selim Birsel’in ‘Başak Tarlaları’yla karşılaşıyorsunuz. Merdiven yerine asansörü tercih edenleri ise Canan Tolon’un ışıklı aynaları bekliyor. Ayşe Erkmen’in pencerelere yerleştirdiği farklı renklerdeki jaluziler, dışarıdan bakanlara şöyle fısıldıyor: “Burada değişik bir şeyler oluyor.”

Terasın daimi konuğuysa Yang Jiechang. Sanatçının 10. Uluslararası İstanbul Bienali için ürettiği ‘I Believe in Angels’ isimli neon yerleştirmesi gökyüzüne meydan okuyor. Binada Aydan Murtezaoğlu, Canan Dağdelen, Hüseyin Bahri Alptekin, İnci Eviner, Gülsün Karamustafa, Komet ve Ömer Uluç’un da dâhil olduğu 22 sanatçının işlerinin izini sürmeye devam edebilirsiniz. Unutmamanız gereken iki şey var: Biri girişteki tasarım dükkânı, diğeri ikinci kattaki ‘Leyla Gencer Evi’.

Muhtemelen akşamı ettiniz. Şimdi o sokaklara taşmış Şişhane kafelerinden birine gitmenin ve Hint Mutfağı’ndan Tayland lezzetlerine değişik tatları denemenin tam zamanı…


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / AĞUSTOS 2010

HÜSEYİN ÇAĞLAYAN’IN 15 YILI

Hüseyin Çağlayan’ın Türkiye’deki en kapsamlı sergisi, 15 Temmuz - 10 Ekim tarihleri arasında İstanbul Modern’de.

Işıklar ve renkler içinde ciddi ve kendine güvenli ifadeleriyle salınıyor yüzlerce model. Ciddi, kendine güvenen ve neredeyse hiç makyajsız halleri tasarımcı Hüseyin Çağlayan’ın tercihi… Kendine has çizgisiyle sayısız bedene uyum sağlıyor sanatçı. Bu bedenler arasında; Victoria Beckham, Rihanna, Eva Herzigova ve Roisin Murphy gibi ünlü isimler de var.

Hüseyin Çağlayan, moda dünyasında olduğu kadar çağdaş sanatta da önemli bir isim. Her ikisi için de aynı kişisel tarihten beslenen sanatçı, kendini en iyi video yerleştirmelerinde anlattığını söylüyor: “Filmlerde kendimi daha iyi anlatıyorum. Video benim için birçok şeyi bir araya getiriyor. Atmosfer, koreografi, fikirler… Defile küçük bir video film gibi ama canlı; kontrol edemediğim çok şey var. Her an bir kaza çıkabilir. Film çekerken daha kontrollü olabiliyorum. Kaza da oluyor, önceden tahmin edemeyeceğim şeyler de çıkıyor ortaya ama yine de montajda kontrol bende. Mekân, ses ve hareket benim kontrolümde…”

Bir dünyası var sanatçının ve bu, bazen film bazen koleksiyon olarak ortaya çıkıyor. Sanat mı olsun moda mı olsun diye bir düşünce yok. Sonuç, eldeki malzemeden hareketle çıkıyor ortaya. Malzemeler; beden, giyim ve mekân. Bunlara hâkim olan güçse fikir. Önemli olan tek şey de bu.

İşlerinde beden, giyim ve tasarımı kullanan Çağlayan, disiplinlerarası sınırların keskin olmasına karşı. Sert bir çizgiyle ayırmıyor işlerini. “Ben her şeyin birbirleriyle bağlı olduğunu düşünüyorum. Fotoğrafçı fotoğraf çeker, modacı moda yapar, küratör sergi yapar… Bu anlayış bitti.” diyor ve ekliyor sanatçı: “Kültür endüstrisi birçok insana başka şeyler yapmaları için taviz veriyor artık.”

LONDRA VE TOKYO’DAN SONRA

Hüseyin Çağlayan’ın Türkiye’deki en kapsamlı sergisi, 15 Temmuz’da İstanbul Modern’de açıldı. Daha önce Londra Design Museum ve Tokyo Museum of Contemporary Art’ta sergilenen işler arasında Çağlayan’ın 1994 ile 2009 yılları arasında ürettiği moda koleksiyonları, enstalasyon ve filmleri var. Sanatçının son 15 yılda ürettiği çalışmaların bir seçkisi niteliğindeki sergide; ‘Sözlerden Sonra’ isimli elbiseye dönüşen mobilya, 15 bin LED ışığından oluşan ‘Havadan’ isimli beyaz elbise, uzaktan kumandayla form değiştiren ‘Önce Eksi Şimdi’ isimli elbise ve 200’den fazla hareketli lazer yardımıyla sıra dışı bir ışık şöleni sunan ‘Okumalar’ isimli elbise bulunuyor.

Küratörlüğünü Londra Design Museum’dan Donna Loveday’in yaptığı sergide Çağlayan; genetik, teknolojik ilerleme, yer değiştirme, göçmenlik ve kültürel kimlik gibi alanlardaki fikirlerini ortaya koyuyor. Bu fikirlerin esin kaynağı sanatçının kişisel tarihinde gizli.

1970 Kıbrıs, Lefkoşe doğumlu Hüseyin Çağlayan, 12 yaşındayken Londra’da yatılı okula gider ve ömrünün geri kalanını bu şehirde sürdürür. “Kendinizi hangi kültüre daha yakın hissediyorsunuz?” sorusunun cevabını şöyle verir sanatçı: “Kıbrıs’ta büyüdüm. Hep bir gerginlik, savaş sonrası atmosferi… Devamlı soruların sorulduğu bir yer. Sonra bir başka ada İngiltere’ye göçtüm ve orada hiçbir zaman kendimi yerli hissetmedim. Bir şekilde oraya ait olmama hissi oluyor. Bu bir motivasyon getiriyor aslında. Ait olmak istediği için insan daha da gayret ediyor. Sırf orada bir kökü oluşsun diye… Kıbrıs’a geri döndüğümde de kendimi tamamen yerli hissetmiyorum. İstanbul’da kendimi daha rahat hissediyorum açıkçası, bilmiyorum neden?”
Mantıken ya da etik olarak kendince doğru şeyleri yapmaya çalışan sanatçı bunu bir kültüre bağlayamıyor. Aile değerleri ve paylaşım açısından Akdenizli; ama hayat tarzı ve iş disiplini açısından kuzeyli diyelim biz ona…

Tüm bunlar sanatçının işlerine de yansıyor. Hemen hemen tüm videolarında adeta takıntılı bir şekilde zaman kavramı ve algılamanın özel tarihine ilişkin sorgulamalar yapan Çağlayan, zamanın ne olduğunu tam olarak algılayamadığını ve zamanı sorgulamayı sevdiğini söylüyor. Küçük yaştan beri seyahat eden ve çok değişik ortamlarda bulunan sanatçı, bir an bir yerde olup bir an başka bir yerde olma durumunun ekmeğini çok yemiş. Mekânsızlık ve zamansızlık Hüseyin Çağlayan’ın tüm işlerine adeta işlemiş. Merak edenler 10 Ekim’e dek İstanbul Modern’i ziyaret edebilir…

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE BUSINESS/ AĞUSTOS 2010

.....

2 Ağustos 2010 Pazartesi

MÜZİĞİN GÖLGESİNDE SERİNLEMEK

Müziği görüp sesin gölgesinde serinlemek isteyenler için istikamet Borusan Müzik Evi.

Şaşırmayı sevenler; müziğin gölgesini yansıtan, algının sınırlarını zorlayan ve gerçeklik duygusunu alaşağı eden ‘Madde – Işık’ sergisini muhakkak görmeli. 12 Haziran’da açılan ve bir ay içinde 5 bin kişiyi ağırlayan sergi, 9 sanatçı ve sanatçı grubunun teknolojik temalı yerleştirmelerinden menkul. Gelen sayısız talep sebebiyle Pazar günleri de açık olan sergi için son tarih 9 Ekim.

Kendisi seyirlik mekânın tüm katlarına yayılan ‘Madde – Işık’; bir yandan Paul Valery'nin ‘Eupalinos ve Öteki Söyleşimler’ kitabında Sokrates'in sorduğu “Görkemli bir şölene katıldığında, bir şölende yerini aldığında, orkestranın salonu sesler ve hayaletlerle doldurduğunu saptamadın mı? Önceki mekânın yerini anlaşılır ve değişken bir mekânın aldığını, daha doğrusu zamanın kendisinin seni her yandan çevrelediğini fark etmedin mi?” sorusuna cevap arıyor. Diğer yandan da ziyaretçiyi edilgin bir konumda izleyen kişi değil, gördüklerine dokunan etkin bir aktöre dönüştürüyor.

Işık, hareket ve ses öğelerini birleştiren eserler, medya sanatının son yönelimlerine bağlı olarak sezgiye, fizikselliğe ve duyulara dayalı yeni bir yaklaşım sunuyor. Eserlerin bazıları esin kaynağını madde ve ışığın etkileşiminden alırken, bazıları da bu iki öğe arasındaki sürtüşmeden besleniyor. Böylece bazen madde ışığa, bazen de ışık maddeye dönüşüyor.

Duyu organlarını daha yaratıcı ve hassas olmaya zorlayan eserler sayesinde ziyaretçiler, sesi görürken ışığa da dokunuyor. Böylece sergi ziyaretçilerini ışığın karanlık tarafıyla da tanıştırmış oluyor. Yer yer dokunulan ve 3 boyutlu görüntüleri kontrol ederek interaktif bir deneyim sağlayan serginin sanatçıları arasında zaman kavramının büyük ustalarından Kurt Hentschläger ve Ulf Langheinrich (Granular-Synthesis) var. Türkiye’den yüzlerce 360 derece stereoskopik görüntü derleyerek bunlardan 49 tanesini hareketli bir platformda izleyiciyle buluşturan Sarah Kenderdine ve Jeffrey Shaw ile soyut video üstadı Ulf Langheinrich serginin öne çıkan isimlerinden. Thomas McIntosh’un titreşen su yüzeyine yansıttığı minimal ışık dalgaları ve tanımlanması zor bir sanatın sahibi Christian Partos’un eserleri, Erwin Redl’in tamamen gerçek LED ampullerden oluşan MATRIX II’si… Kesinlikle görülmeye değer.

MARİFET KÜRATÖRDE

Bu görsel şölenin küratörlüğünü, çalışmalarını Paris merkezli sürdüren ve dünyanın dört bir yanında önemli sergilere imza atmış Richard Castelli üstleniyor. 2004 Lilles Avrupa Kültür Başkenti projesinin küratörlüğünü yapmış ve Cinemas of the Future, Robots!, Microfolies, Du Côté de Chez gibi sergilerle adını duyurmuş küratörün Shanghai, Roma ve Berlin gibi sanat başkentlerinin seçkin müzelerinde pek çok sergisi açıldı. Jean Michel Bruyère, Du Zhenjun, Saburo Teshigawara, Jeffrey Shaw ve Sarah Kenderdine gibi birçok sanatçının film ve yerleştirmelerinde prodüktör ya da yardımcı yapımcı olarak yer alan Castelli, pek çok kısa ve orta metrajlı film yönetti. Castelli ayaküstü sorularımızı cevapladı.

Eserleri kavramsal temaya göre mi seçtiniz yoksa sanatçılar bu eserleri özellikle bu tema için mi üretti?

Kavramsal bir tema belirlenip ona göre eser üretilen sergiler beni hiç ikna edememiştir çünkü sonuçlar genelde zayıf olur. Güçlü eserler önceden belirlenmiş bir kavramın içine her zaman oturtulamaz. Kavramsal sanatta bile sanat yalnızca bir kavramı betimlemek üzere var olmaz. Benim sürecim genelde bunun tam tersidir, ben sanat eserlerine bakarak işe başlarım. Aralarında bağlantılar hissederim ve bu bağlantılara dayalı bir kavram inşa ederim. Eğer ilk seçimimde, son aşamada ulaştığım kavrama uymayan bir eser varsa, onu sergiden çıkardığım da olur.

Madde ve ışığı ilişkilendirme fikri nasıl oluştu?

Betimlediğim gibi bir süreç bu sergide de söz konusu oldu. Fransa, Almanya, İtalya ve Çin’de ışık ve sanatla ilgili birçok serginin küratörlüğünü daha önce üstlenmiştim, enerji ve madde arasındaki ilişkiyi sanatsal bir noktadan sorgulayan eserlerle ilgilenmiştim. Borusan bana bu fırsatı tanıdı.

Bu sergi gezici mi? Başka yerlerde sergilendi mi ya da sergilenecek mi?

Bu sergi Borusan’ın davetiyle Müzik Evi için özel olarak tasarlandı ve eserlerden birinin üretimine de Borusan sponsor oldu (Yer-TÜRKİYE). MATRIX II, Ondulation ve Partos’un eserleri ise İstanbul’dan hemen önce Roma’da gerçekleşen DigitaLife adlı sergide yer aldı ve Fransa’da bir başka Madde - Işık seçkisinde daha sergilenecek. Şanghay ve Berlin’de yaptığım ‘From Spark to Pixel’ sergisi gezici olmuştu, buna rağmen her versiyonu mekân mimarisi ve içerikten ötürü birbirinden çok farklı oldu. Bu nedenle Fransa’daki Madde - Işık sergisi İstanbul’dakinden çok daha farklı olacak.


JÜLİDE KARAHAN

İNFOMAG / AĞUSTOS 2010

...

BU SERGİYİ GEZMEYEN KALMAYACAK

Gazetede haberini okumadıysanız, televizyonda tanıtımını izlemediyseniz ya da sokaklarda afişlerini görmediyseniz dikkatli olun ve hemen bir doktora başvurun. Ağır bir depresyondasınız. Dünyadan kopup kendinizi eve kapatmış bile olabilirsiniz, durum bu denli ciddi! Bahsi geçen dünyanın en sıra dışı sergilerinden ‘Body Worlds’ (Orijinal Vücut Dünyası - Yaşam Döngüsü).

Alman bilim adamı Gunther Von Hagens'in ‘Plastinasyon’ yöntemiyle çürümez hale getirdiği ve 200'den fazla insan bedeni parçası ile çok sayıda ölü bedenin bulunduğu serginin mekânı Tophane’deki Antrepo 3. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında düzenlenen sergide; basketbol ve satranç oynayan, resim yapan, sigara içen insan bedenleri ile ata binen süvari, halka jimnastikçisi ve rugby oyuncuları var. Doğum öncesinden başlayarak, insan bedeninin yaşlılık dönemi dâhil, her dönemini güzellik ve estetik ile yansıtan sergi şu açıdan görülmeli: Eğer tıp sektöründe değilseniz insan anatomisini bu kadar yakından görme şansına bir daha nail olamazsınız.

Temel soru şu: Sanat mı bilim mi? Cevabını serginin yapımcısı Von Hagens’in ağzından verelim: “İnsan bedenini anatomik bir hazine, büyük bir harika olarak görüyorum. Bu evrim beni şaşırtmaya devam ediyor ve henüz tüm sırları açıklanmış değil. Ben insan bedenini güzelleştirerek sergiliyorum. İnsan anatomisi işi, sanat olarak değerlendirilemez. Ancak 'başyapıt' olarak değerlendirilebilir.”

SERGİNİN FAYDASI

Vücuttaki suyu son zerresine kadar çekip alan ve yerine sertleştirilmiş sıvı plastik konması ile gerçekleşen plastinasyon tekniği, Hagens'e bağışlanmış insan vücutlarına uygulanmış ve ortaya insan bedenine ait türlü gerçek çıkmış. Sigara içmiş ciğerle içmemiş ciğeri, gastritten kansere birçok hastalığın vücudun içinde nasıl göründüğünü gösterdiği için, faydalı sonuçları da olan bir sergi bu.

İlk kez 1995'te düzenlenen sergiyi bugüne dek 60’tan fazla ülkede 30 milyondan fazla insan ziyaret etmiş. Bunların yüzde 56'sı ölüm ve yaşam hakkında daha fazla düşünmüş, yüzde 68'si sağlığına daha fazla dikkat etme kararı almış, yüzde 9'u sigara ve içkiyi azaltmış. Ancak en çarpıcı sonuç, sergiyi gezenlerin yüzde 22'sinin öldükten sonra bedenlerinin plastine edilip sergilenmesini istemesi. Sizde onlardan biri olmak isterseniz sergiden çıkarken bir form doldurabilirsiniz. Yok, ben almayayım, sadece gezeyim diyenler için serginin son tarihi 17 Aralık.


JÜLİDE KARAHAN

INFOMAG / AĞUSTOS 2010

....