3 Eylül 2010 Cuma

UZUNGÖL'DE EYLÜL

Yağmursuz, tenha ve bal tadında bir Uzungöl seyahati için vakit bu vakit!

Gittiğimizde bahardı. Çiçekler şenlenmiş, börtü böcek serpilmiş, kıştan kalan karlar iyice kenara köşeye çekilmişti. Uzungöl’ün yerlisi, köylüsü Faruk Bey “İyi ettiniz, şimdiden geldiniz. Temmuz ve ağustosa kalsaydınız; üzerinize kalabalıkla birlikte beklenmedik sağanaklar yağacaktı.” dedi ve ekledi: “Size bir tavsiye çocuklar; Uzungöl’e eylülde gelin. O zaman hem kalabalık dağılır, hem yağmurlar yorulur, hem taze ballar süzülür.”

Şimdi aylardan eylül. Rotayı Karadeniz’e, bilhassa Uzungöl’e kırmanın tam zamanı. Sizi biraz zahmetli bir yolculuk bekliyor ama değecek. Gökyüzünden bırakılmış da etrafa gelişigüzel saçılmış evlerin silme ağaçlardan zor seçildiği yollardan geçe geçe varacaksınız Uzungöl’e. Gözünüz yeşile alıştı zaten. Şimdi sıra mavide. Ama ne mavi!

KAYIT TAMAMSA SOFRAYA!

Takip eden beş dakika içinde, hissettiğiniz yorgunluğu bir tarafa bırakacak ve acıkmaya başlayacaksınız ama hiç zor gelmeyecek yemek vaktini beklemek. Güneş göl üzerinden geçip “bu günlük bu kadar” derken siz ışığın oynadığı oyunları izleyecek, olan biteni kayda geçirmenin telaşına düşeceksiniz. Açlığınız dâhil her şeyi unutacaksınız, yanınızdakini bile... Kayıt tamamsa sofraya!

Sizi bekleyenler arasında; mıhlama, kuymak, hamsili kaygana, kiremitte alabalık, turşu kavurma, lahana sarma ve güveçte köy sütlacı var. Yavaş yavaş, tadını çıkara çıkara yemeli ve kemençe çalıp horon tepenlerin sizi sürüklemesine izin vermelisiniz ki erkenden yorulup yatağa düşesiniz. Sizi nasıl bir uykunun beklediğini tahmin etmek mi? Hadi canım!

BALI SAKIN UNUTMAYIN!

Bunu ancak sabah serinliğine uyandığınızda anlarsınız. Sabah ki en güzel vakti gölün. Yürüyüş mü, hülyalara dalmak mı, yoksa doğrudan kahvaltı mı? Seçim sizin. Gölün en delişmen sakinleri yaban ördeklerini izleyerek kahvaltınızı ettiniz diyelim, bir bardak ve bir bardak daha çayla… Şimdi zannediyor musunuz ki sıkılacaksınız? Hiç bile! Bisiklet kiralama, doğa yürüyüşü, yamaç paraşütü ve jeep safari birer birer yapılacaklar arasında.

Gün içinde sislendikçe sislenecek Uzungöl. Büyülendikçe büyülenecek yani. Hani ‘Göl Evi’ filmindeki gibi… Kendinizi fazlaca kaptıracaksınız, bu belli. Ama unutmayın ki aylardan eylül ve bal almanın tam zamanı!

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / EYLÜL 2010

...

Fotoğrafın Altın Bileziği: İyi Hikaye

Geçtiğimiz günlerde İstanbul’a gelen Steve McCurry, güçlü bir hikâyenin fotoğraf için ne kadar önemli olduğunu anlattı.

Foto muhabiri Steve McCurry’nin ismini çoğu kişi hatırlamaz ama Rus işgali altındaki Afgan halkının dramını yansıtan yeşil gözlü ‘Afgan Kızı’nın fotoğrafını görmeyen, görüp de hatırlamayan yoktur. Bu etkileyici gözlerin kâşifi geçtiğimiz günlerde İstanbul’daydı. McCurry, şehirde kaldığı üç-beş günde sayısız fotoğraf çekti ve çektirdi. Kayıt cihazına epey mesafeli davranan McCurry; en çok Doğu ülkelerindeki farklı kültür, dil ve dinlerle harmanlanmış insan yüzlerini fotoğraflamayı seviyor.

Üç gündür İstanbul’dasınız. Neler fotoğrafladınız?

Sultanahmet Meydanı ve civarındaki sokaklarda dolaştım. Pek çok fotoğraf çektim ama özellikle kediler ve uyuyan insanlar takıldı objektifime. Parklarda gölgelere sığınmış uyuyan insanlar ve mezar taşları üzerinde gezinen kediler...

İstanbul’a daha önce de çeşitli sebeplerle gelmiştiniz. Bu şehirde muhakkak fotoğraflanmalı dedikleriniz neler?

Bu İstanbul’a dördüncü gelişim. Her defasında bambaşka hikâyelerle karşılaşıyorum. Milyonlarca hikâye var burada; hangisini sayayım?

Hangisi daha önemli? Renk, ışık, hikâye, teknik…

Hepsi eşit derecede önemli.

Hikâye diyeceksiniz zannediyordum…

Evet, aslında düşününce hikâye daha önemli.

Neden?

Neden mi? Siz de bir gazetecisiniz ve hikâyenin neden daha önemli olduğunu en az benim kadar biliyor olmalısınız.

Yazıda evet hikâye ama fotoğrafta başka kriterler de olmalı.

Fotoğrafta da önemli olan hikâyedir. Her fotoğrafın bir hikâyeye ihtiyacı vardır. İyi bir hikâye fotoğrafın altın bileziğidir.

Bruno Barbey Magnum’un belgeselden sanat fotoğrafına kaydığını söylüyor. Katılıyor musunuz?

Evet, haklı. Magnum’da böyle bir yönelim var. Şu anda Magnum’daki fotoğrafların yüzde 70’i artistik.

Kendi fotoğraflarınız için ne söyleyebilirsiniz? Sizde de öyle bir yönelim var mı?

Ben belgesel fotoğraflar çekiyorum.

Poz vermiş insanların olduğu fotoğraflarınız için artistik diyemez miyiz?

Olasılıklı ama ben öyle düşünmüyorum ve öyle çalışmıyorum. Stüdyoda çalışmıyorum her şeyden önce. Makinemi alıyor ve dünyayı dolaşıyorum. Belgeliyorum. O yüzden de kendimi belgesel fotoğrafçı olarak görüyorum. Bir fotoğraf hem artistik öğeler taşıyıp hem belgesel nitelikli olabilir ayrıca. O kadar keskin çizgiler yok ikisi arasında. Bir de ben kimseden poz vermesini istemiyorum. Bekleyip anı yakalamaya çalışıyorum.

O zaman doğru soru geliyor: Doğru zamanda doğru yerde olmayı nasıl başarıyorsunuz?

Kimse doğru zamanda doğru yerde olamaz. Bunu kimse tam olarak kestiremez. Sadece deneyebilir ve eğitimle tahminlerini güçlendirebilir. Bu tamamen deneyim ve sabırla ilgili. Çoğu zaman iyi bir şeyler çıkacağını hissediyorum. Dünyayı anlamak, öngörmek ve zamanla bunun tecrübesini kazanmak çok önemli.

Bir fotoğraf karesi için çok uzun süreler beklediğiniz oluyor mu?

Sabırlı olmak elbette gerekli ama öyle saatlerce süren sıkıcı beklemeler olmuyor. Seyretmek ve beklemek önemli ama asıl mesele bakmak ve görmekte. Bakmayı bilmek ve hissetmek lazım. Bir de bazen olur, bazen olmaz. Dün şanslı bir gündü mesela. Öylesine dolaşırken, sadece 15 dakika içinde çok güzel kareler yakaladım. En sevdiğim fotoğraf olan ‘Kum Fırtınasında Dua Eden Kadınlar’ı da hiç beklemediğim bir anda, tamamen şans eseri çektim.

Yılın dokuz ayı seyahatte olmak nasıl bir şey? Sizi bekleyenler olmuyor mu?

Evet, aslında her defasında beni bekleyenler oluyor. Ama şimdiye kadar ciddi bir problemle karşılaşmadım. Bazen yakınlarım da benimle geliyor, herkes hayatından memnun. Her şeyden önce ben kendimden memnunum. Yer değiştirmeyi seviyorum, bu benim tercihim.

STEVE MCCURRY

1974’te Pennsylvania Eyalet Üniversitesi’nin Güzel Sanatlar ve Mimari Bölümü’nden mezun olan Steve McCurry, spor ve moda fotoğrafları çekip onların haberlerini yaparak gazeteciliğe başlamış. Bir süre sonra yerinde duramaz olunca para biriktirerek Hindistan’a gitmiş. McCurry’nin hikâyesi 1979’da gittiği Hindistan’da başlıyor.

Sonrası malum, rüzgâr nereye sürüklerse… İran - Irak Savaşı, eski Yugoslavya’nın parçalanması, Beyrut, Kamboçya, Filipinler, Körfez Savaşı, Sri Lanka ve Afganistan da dâhil olmak üzere uluslararası çatışmaların ve iç savaşların yaşandığı pek çok bölge… 1984’te Pakistan’daki bir mülteci kampında gördüğü Sharbat Gula’yı fotoğraflayan ve bu fotoğrafı 1985’te National Geographic’in kapağına taşıyan McCurry, 1986’dan beri Magnum Photos üyesi. Kariyerine National Geographic’te devam eden New Yorklu fotoğrafçının ‘Magazine Photographer of the Year’, ‘World Press Photo Award’, ‘Oliver Rebbot Memorial Award’ gibi uluslararası birçok ödülü ve yedi kitabı bulunuyor.

AFGAN KIZI

‘Asrın fotoğrafı’ olarak anılan ve dünyaca ünlü bir ikona dönüşen Sharbat Gula’nın fotoğrafı 1985’te National Geographic’te yayınlandığında büyük yankı uyandırır. Sovyetler Birliği ve Afganistan arasındaki savaş sırasında öksüz kalan ve Pakistan’daki bir mülteci kampında Steve McCurry’nin karşısına çıkan Gula’dan uzun yıllar haber alınamaz. 2002 yılında Afgan Kızı’nı bulmak için ciddi şekilde harekete geçen dergi, kızın fotoğrafını bütün mülteci kamplarına dağıtır ve sonunda izini bulur.

Afganistan’ın ücra bir köşesinde kocası ve üç çocuğuyla birlikte zor şartlarda yaşayan ‘Afgan Kızı’ epey değişmiştir. Gula’nın yeni fotoğrafları eskisiyle karşılaştırılır ve göz irisinden onun aynı kişi olduğu anlaşılır. 2002 Nisan’ında Afgan Kızı’nı yeni yüzüyle tekrar kapağa taşıyan National Geographic, Gula’nın hacca gitme hayalini gerçeğe dönüştürmekle kalmaz ona finansal yardım da bağlar.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / EYLÜL 2010

GELENEKTEN ÇAĞDAŞA BAKSI MÜZESİ

Çağdaş sanat kabına sığamıyor ve büyük kentlerin sınırlarını dalga dalga aşıyordu ama bu kadarını kimse beklemiyordu. Doğu Karadeniz’de, Bayburt’un 45 km dışındaki bir köyde, Çoruh Vadisi’ne bakan tepenin üzerinde bir çağdaş sanat müzesi kurulsun, üstelik modern ve geleneksel sanatları aynı çatı altında bir araya getirsin… Pek olası görünmüyordu ama oldu.

Her şey Prof. Dr. Hüsamettin Koçan'ın yıllar yılı öğrendiği ve biriktirdiklerini doğduğu yere taşımak istemesiyle başladı. “Babamdan gurbete gitmeyi, anamdan sabretmeyi öğrendim.” diyen Koçan’ın 10 yıllık çabası nihayet sonuçlandı ve Baksı Müzesi geçtiğimiz aylarda kapılarını açtı.

BİR ZAMANLAR HER ŞEY DÜŞTÜ

Baksı Müzesi, Prof. Dr. Hüsamettin Koçan'ın uzak bir düşü olarak 2000 yılında filizlendi. 2002 Nisan’ında Bilgi Atölye 111’de düzenlenen müze tanıtım sergisi, bu düşün gerçeğe dönüşmesi yolunda atılan ilk adımdı. Projenin en önemli aşamalardan birini 2004 baharında Proje 4L’de düzenlenen ‘Şaman Güncesi’ sergisi oluşturdu. Yöredeki Şaman gelenek ve inançlarının simgesi olan 41 sayısının uğuruna inanan 123 sanatçı, gönüllülük coşkusu ve enerjisiyle bir sergide buluştu. Baksı Müzesi’nin çağdaş ve yerel sanat atölyeleri, misafirhanesi, etnografik evi ve yemekhanesinden oluşan ilk bölümü bu serginin desteğiyle hizmete açıldı.

Müze, 2005 yılından itibaren çalışmalarını Baksı Kültür Sanat Vakfı bünyesinde sürdürmeye başladı. Aynı yıl, müzenin atölyelerinde köyde yaşayan genç kızların el becerilerini ve hayal güçlerini yansıtan yorganlar üretildi. Bu yorganlar önce Bayburt Halk Eğitim Merkezi, ardından İstanbul Cey Güzel Sanatlar Merkezi’nde sanatseverin karşısına çıktı. Sergiler sergileri, heyecanlar heyecanları kovaladı ve Baksı Müzesi 10 yıllık zorlu bir yolculuğun sonunda tamamlandı.

GELENEKTEN ÇAĞDAŞA

Çiçeği burnunda Baksı Müzesi; sürekli sergileme bölümleri, dönemsel sergi mekânları, konferans salonu, kütüphane, konuk evi ve atölyeleriyle 30 bin metrekarelik bir alana yayılıyor. Müzenin sergi salonunda yok yok: Şahmeran, Köroğlu ve Eshab-ı Kehf temalı halk resmi örnekleri, camaltı ve işleme koleksiyonu, yazı resimler, şifa tasları, âlemler, taş baskılar, boyamalar, işlemeler… Müzedeki yöresel ürünler iki önemli grupta toplanıyor: Ehram ve çömlek… Ehram göçerlikten, çömlek ise toprağın derinliklerinden besleniyor.

Müzenin çağdaş sanat koleksiyonu vakfın Yönetim Kurulu Üyesi Ahu Antmen’in önerisiyle oluşturuldu. Buna göre, her yıl 20 sanatçı bölgeye davet edilecek ve üretilen işler bir sonraki yılın sergisi için saklanacak. Müzenin ‘gelenek ve sanat’ temalı ilk sergisinde yer alan sanatçılar şöyle: Ali Kazma, Alp Sime, Aslımay Altay, Ayşen Urfalıoğlu, Aziz Sarıyer, Beril Anılanmert, Burak Bedenlier, Esma Paçal Turam, Gülay Semercioğlu, Güler Güngör, Kurucu Koçanoğlu, Murat Morova, Mürteza Fidan, Nermin Er, Ramazan Bayrakoğlu, Suzi Hug Levi, Şakir Gökçebağ, Tuğrul Selçuk ve Zafer Mintaş.

ANLATMAK BİZDEN, ZİYARET SİZDEN

Müzenin Asma Kat Galerisi’nde de benzer bir uygulama söz konusu. Burada her yıl bir tasarımcının yerel malzeme çıkışlı tasarımları sergilenecek. İlk konuk Özlem Süer. Sanatçı müze için ehram kumaşından giysiler tasarladı.

Müzenin dikkat çeken bölümlerinden biri de Bayburt Evi. Özgün bir Bayburt evinin yerel mimari unsurlarını yansıtan ve çeşitli etnografik eşyayı bünyesinde barındıran ev ziyaretçilere epey değişik bir deneyim vaat ediyor. 150 koltuk kapasiteli konferans merkezi, sürekli üretime yönelik dokuma ve seramik atölyeleri, konuk sanatçıların gözetimindeki çağdaş sanat atölyeleri, 10 bine yakın yayını içinde barındıran kütüphanesi ve 30 kişi kapasiteli konuk evi müzenin diğer kıymetlileri… Yolu o tarafa düşenlerin mutlaka uğrayacağı müze, bununla yetinmeyerek yolu oralara da düşürecek. Söylemesi bizden, ziyaret etmesi sizden…

KUTU: BAKSI KÖYÜ

Bayburt'un 45 km dışında, Çoruh Vadisi'ne bakan bir tepenin üzerinde kurulan Bayraktar, diğer adıyla Baksı hepi topu seksen hanelik bir köy. Bugün köyde 480 kişi yaşıyor. Son 20 yılın en belirleyici unsuru, köyde yüzde 650 oranında bir göç oranının saptanması. Müzenin hedeflerinden biri de bu sosyal erozyonu durdurmak.

KUTU: ÇÖMLEKÇİLİK VE DOKUMA

Köyün adı Kırgız Türkçesinde ‘Şaman’ anlamına gelen ‘Baksı’dan geliyor. Kimi Şaman geleneklerinin devam ettiği köyde çömlekçilik ve dokuma gibi el sanatları çok önemli. Bir zamanlar köyün gereksinimi karşılayan bu sanatlar Baksı Müzesi'nin desteğiyle geliştirilecek ve yöre halkının geçim kaynaklarından biri olmaya devam edecek.

JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET/ EYLÜL 2010

ÖNEMLİ OLAN GÖZÜN EĞİTİLMESİ

2005 yılından bu yana Vehbi Koç Vakfı’nda kültür - sanat danışmanlığı yapan Melih Fereli, çağdaş sanata dair bildiklerini anlattı.

Vehbi Koç Vakfı’yla işbirliğiniz nasıl başladı?

İşbirliğimiz 2005’te Ömer Koç’un teklifiyle başladı. Ömer Bey 10 yıldır çağdaş sanatla ilgileniyor ve koleksiyon yapıyor. Tutkulu bir koleksiyoner. İlgisi sadece çağdaş sanatla sınırlı değil. Kitaplar, tarihi fotoğraflar, İstanbul ve Osmanlı üzerine koleksiyonları var. Ayrıca çok zengin bir İznik koleksiyonu söz konusu. Ömer Bey bir kulvarın koleksiyoneri değil, çağdaş sanatla da ilgili. Vehbi Koç Vakfı ve Koç Topluluğu çağdaş sanatla ilgili değildi. Ben onlara kısa bir stratejik plan hazırladım. İki alan önerdim. Birincisi çağdaş sanat, ikincisi Türk Film Enstitüsü kurmak. Birinciyi hayata geçirdik, günün birinde belki ikinciyi de geçiririz.

Planınızdaki Türk Film Enstitüsü nasıl bir yapı?

Türk film endüstrisinin doğru ürünler üretebilmesini sağlamak için destek verecek bir yapı. Bizim film piyasamızda senarist, yapımcı ve yönetmen aynı insan olmak zorunda kaldı uzun yıllar. Kurumsallaşmış bir yapı ya da bir yapımcı şirket yok. Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu gibi isimler filmlerini hep kendi imkânlarıyla yapıyor. Geçmişte de böyleydi. Barış Pirhasan, Ömer Kavur… Bu insanlar canlarını dişlerine katarak, her türlü varlıklarını satarak filmlerini yapıyorlar. Bunu kurumsal olarak destekleyen bir yapıya ihtiyaç var. Bu yapı sadece para vermekle kalmayacak; senarist ve yönetmen yetiştirecek; yayıncılık ve tanıtım faaliyetlerini yürütecek. Bundan 30 sene önce Danimarka sinemasından söz etmek zordu. Ne zaman ki Danimarka Film Enstitüsü kuruldu, Danimarka sineması varlık gösterdi.

Film Enstitüsü fikrinin hayata geçme olasılığı var mı? Koç Topluluğu’nun desteklediği bir konu mu bu?

Bu tabii ki Koç Topluluğu’na çok yakışır. Ama Koç Topluluğu da bir anda dört beş projeye birden giremez. Bir gün şartlar uygun olursa bu alana da kayabiliriz. Şimdilik öncelikli olan çağdaş sanat.

Çağdaş sanat alanında Türkiye’deki eksikler neler?

Türkiye’de çağdaş sanatın yerleşebilmesi için galerilerin daha ciddi çalışmaları lazım. Avrupa ve dünya ölçeğinde sergiler üreten çağdaş müze örneklerimiz var. Sabancı ve İstanbul Modern bunlardan ikisi. İzleyiciyi kucaklayan, asık suratlı olmayan iki kurum. Ancak bunlar çağdaş sanatı tam olarak yansıtmıyorlar. Türk çağdaş sanatının kronolojisini tam olarak anlatan bir yapı yok hâlâ Türkiye’de.

Bu anlamda Vehbi Koç Vakfı’nın çağdaş sanat alanı Arter’in hedefi ne?

Arter, Türk çağdaş sanatının temel eserlerini izleyiciyle buluşturmayı hedefliyor. Asıl niyetimiz 1960’lardan bugüne çağdaş sanatın evrimini anlatan bir müze kurmak. Bu arada kurumsal bir koleksiyon oluşturmaya çok önem veriyoruz, alımlarımız sürüyor.

Sanatçıları nasıl seçiyorsunuz?

Çok geziyoruz, bilen kişilere danışıyoruz. İsimden çok eserin bize ifade ettiği estetik değer önemli. Koleksiyon içinde bir armoni olmalı. Ben küratör değilim ama bir sanat eserinin koleksiyonumuzdaki diğer eserlerle diyalog içinde olup olmayacağına dair tecrübeliyim. Bu konuda Ömer Koç’un da tecrübesi var. Ona iş adamı gözüyle bakmıyorum bu arada. Esas amacımız Ömer Bey’in şahsi koleksiyonu dışındaki eserlerle bir müze oluşturmak. Bittiğinde son derece eğitici bir müze olacak bu.

Küçük de olsa kişisel bir koleksiyonunuz var mı?

Aldığım küçük küçük eserler var. Türkiye’de koleksiyonerler arasında yer almamı sağlamayan ama hatırası olan şeyler... Elimde iki Pınar Yolaçan fotoğrafı var. Bir Sarkis var. Kendisi hediye etti, yoksa nasıl alacağım? Bir de babamın almış olduğu birkaç eser var. Ben zengin bir insan değilim. Memurluk yapmış biriyim. Almak istediğim çok şey var. Alabilsem çok şey alırım...

Özellikle ilgilendiğiniz bir coğrafya ya da tür var mı?

Ben şimdilerde Güneydoğu Asya sanatıyla epey ilgiliyim. Myanmar, Vietnam, Endonezya, Tayland...

Koleksiyon yapmak isteyenlere neler tavsiye edersiniz?

Sanatçı ismi vermek istemem ama tavsiyem şu: Bir kere bizleri takip edin. Zaten iki kaşımızın arasında yazıyor olacak. Yaptığımız sergilere bakın. Genç galericileri takip edin. Orada pırıltılar göreceksiniz. Daha çok gençlere yönelin. Tecrübeleri eksik ama enteresan işler yapıyorlar. Farklı ve genç bir dilleri var. Ben de onları takip edip anlamaya, öğrenmeye çalışıyorum. ‘Ben oldum’ diye bir şey söz konusu değil.

Sergileri düzenli takip edebiliyor musunuz?

Ben zaman fakiri bir insanım. Yine de 10 dakika bile olsa uğruyorum. Yurt dışında çok geziyorum. İnsanın gözünü eğitmesi çok önemli. Sadece sergiler değil; filmler de önemli. Avatar’ı oğlumun ısrarıyla seyrettim. Dünyanın başka bir kulvara doğru gittiğini gördüm.

Nasıl bir kulvara doğru?

Disiplinlerarası çizgiler kayboluyor. Bütün disiplinler tek dilden konuşmaya başladı. Bugünün dünyasında herkes birbirinden besleniyor. Çok şanslıyız. Bundan sonra teknolojinin de aynı iç içeliğin etmenlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Sadece görsellikle karşı karşıya olduğumuzu zannetmeyelim. Sanat bizim her duyumuza, aklımıza, hatta aklımızın ermediği pek çok şeye hitap eder hale geldi.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE BUSINESS /EYLÜL 2010

BEKLEME ODASI İÇİN BİR TAVSİYE

Pozitif ve İKSV işbirliği ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı desteğiyle gerçekleşecek U2 konseri için geri sayım başladı.

3 – 5 sene öncesini düşününce U2 İstanbul konseri çok uzak, görünmez ve görünemediği için de inanılmaz bir olaydı. Her ama her şeyin mümkün olduğunu kaç defa daha kanıtlayacak dünya? 1980’lerden beri fırtınalar estiren U2, 360°Turnesi kapsamında nihayet İstanbul’da. 6 Eylül’de Atatürk Olimpiyat Stadı’nda gerçeğe dönüşecek hayal, 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’un en çok ilgi görecek ve en çok hatırlanacak etkinliği olarak tarihe geçecek.

Bu tarihi olayın sahnesi 20 Ağustos’ta kurulmaya başladı. Dev bir silindir video sistemiyle birbirine bağlanmış LED paneller ve 45 metreye ulaşan yüksekliğiyle sahne etrafında dönen metal köprü sistemi, turne adının hakkını vererek müziksevere 360 derecelik bir görüş açısı sunacak.

SAĞ KROŞEYİ 15 SANTİMLE KAÇIRMAK

Bekleme odasında heyecanı arttıracak 373 sayfalık bir tavsiye: 2006 yılında Merkez Kitaplar’dan çıkan ‘Bono’nun Odasında’... U2’nin herkesin zaman zaman aklından geçirdiği; ama söylemeye değer bulmadığı hisleri kelimelere döküp dinleyicilerini her defasında şaşırtmayı başaran solisti ve söz yazarı Bono’nun (Paul Hewson) hayatını bizzat onun ağzından anlatan bir kitap bu. Anlattıran Michka Assayas, Türkçe’ye kazandıran Pınar Öğünç.

"Sanat, ellerini derinin altına sokmaktır; göğüs kemiğini kıracaksın, göğüs kafesini yaracaksın, yoksa rock'n roll senin için bir çift ayakkabıdan, bir saç modelinden ibaret kalır." diyor Bono. Bir de hayatını sağ kroşeyi 15 santimle kaçıran bir boksörün yaşadıklarına benzetiyor.

ÇAYA YANLIŞLIKLA ATILAN ŞEKER

Konuşmalar geçmişe, özellikle de çocukluğa döndüğünde kelimelerin üzerini bir sis perdesi kaplıyor. Geçmiş, ziyaret edilesi bir yer değil. Geçmişe dair konuşup durdukça oraya dönüyor ve huysuzlaşıyor Bono. Bunu çayına yanlışlıkla attığı şekerden anlıyoruz.

2002 - 2004 yılları arasında yapılan söyleşilerin bir ucunda U2'nin öyküsünden Bob Dylan ve Rolling Stones'a, edebiyat ve resim tartışmalarından siyasi konulara gayet havalı meseleler varken diğer uçta şöyle bir paragraf çıkıyor karşımıza: “Annemin ölümü kendime olan güvenimi derinden etkiledi. Okuldan sonra eve gidiyordum; ama artık orası bir ev değildi. Annem yoktu. Kendimi terk edilmiş ve korkmuş hissettim. Sanırım korku çok çabuk öfkeye dönüşüyor. Benimki hâlâ içimde.”


JÜLİDE KARAHAN

İNFOMAG / EYLÜL 2010

...

ANADOLU KENTLERİNİN KESKİN HAFIZASI

Bienal deyince akla gelen tek şehir İstanbul değil. Sinop, Mardin ve Çanakkale’den bienal haberleriyle birlikte çağdaş sanatın ayak sesleri yükseliyor.

Yüksek duvarların küçücük kapıları var. O kapıların arkalarındaysa geniş avlular… Oraya buraya asılmış ‘Sinopale’ afişleri ve o afişlerin işaret ettiklerini görmek için, bilhassa öğleden sonraları, toplanan kalabalık olmasa kendinizi Paul Auster’in ‘Son Şeyler Ülkesi’nde hissetmeniz işten değil. Ama varlar ve varlıklarını Sinop’un bu yıl üçüncüsü düzenlenen bienali Sinopale’ye borçlular.

Bienalin ana mekânı tarihi Sinop Cezaevi. Efsanelerdeki karanlık zindanların Türkiye tarihindeki temsilcisi olan cezaevini Sabahattin Ali, Refik Halit Karay ve Zekeriya Sertel’den epey dinledik. Dinlerken de bu karanlık binanın; resim, film, video, heykel ve hatta performanslara ev sahipliği yapacağını hayalimize, haliyle, getiremedik.

Konu, hayale bile gelmeyen şeylerin hayata karışması olduğunda her zaman bir hayalperest çıkar karşımıza. Bu defa o, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Grafik Bölüm Başkanı Prof. Melih Görgün. Her şey Sinop'ta doğup büyüyen Görgün’ün memleketinde ‘bir şey’ yapmaya karar vermesiyle başladı. Kararın sonuçları üçüncü kez karşımızda.

‘GİZLİ ANILAR, KAYIP İZLER’

Bir önceki bienali 'Şeylerin Yeni Düzeni' ismiyle Fransız filozof Michel Foucault'tan ödünç alan Sinopale, bu yıl sırtını Italo Calvino'nun ‘Görünmez Kentler’ine yaslıyor. Bienalin kavramsal çerçevesi, ‘bir kentte görünen ve görünmeyenlerin ele alınarak kent belleğinin algılanmasını ve bu yaşama alanına ait bilginin doğru saptanarak gelecek yıllara kalmasını sağlamak’ olarak belirlenmiş.

Kısacası Sinopale, kentteki gizli anılar ve kayıp izlerin peşinde. Daha anlaşılır şekliyle ve Calvino Usta’nın izniyle: “Merdiven yollarının kaç basamaktan oluştuğundan, kemer kavislerinin açı derinliğinden, çatıların hangi kurşun levhalarla kaplandığından söz edebilirim sana… Ama şimdiden biliyorum, hiçbir şey söylememiş olacağım sonunda. Zira bir kenti kent yapan şey bunlar değil, kapladığı alanın ölçüleri ile geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkidir.”

ANADOLU BİENALLERİ

Kapladığı alanın ölçüleriyle geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkiyi şimdiki zamanda ve sanat yardımıyla kuran tek kent Sinop değil. Anadolu kentlerinin güçlü hafızası, kozasından çıkan çağdaş sanatla daha sık bir araya geliyor artık.

İstanbul, Ankara ve İzmir üçgeninden başlayarak halka halka çoğalan çağdaş sanatın bienal çapında ses verdiği kentlerden biri Çanakkale. Bienal, kentte uzun yıllardır düzenlenen ‘Uluslararası Troia Festivali’ kapsamında gerçekleşen ‘Geçmiş Zaman Düşleri’ ve ‘Sınır Çizgisi’ adlı sergilerden feyiz alarak hayata karıştı.

Çağdaş sanatın ‘göz diktiği’ kentlerden biri de Mardin. Geçtiğimiz aylarda ‘AbbaraKadabra’ üst başlığıyla ilki gerçekleşen Mardin Bienali sayesinde İstanbul sanat ortamı Mardin’le koparılamaz bağlar kurdu. Darısı keskin hafızalı tüm Anadolu kentlerinin başına…


JÜLİDE KARAHAN

İNFOMAG / EYLÜL 2010

......

HALEF VE SELEFLERİYLE ÇİZGİ ROMAN

Angoulême Çizgi Roman Festivali’nin misafiri olarak tarihten çıkıp gelen çizgi roman sayfaları, yeni yorumlarıyla birlikte 13 Eylül’e dek İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde.

2010 Ocak ayında 37.’si gerçekleşen ve tüm dünyadan çizerleri bir araya getiren Uluslararası Angoulême Çizgi Roman Festivali kapsamında bir sergi gerçekleşti: ‘Yüzde Yüz’. Festivalin ardından dünyanın çeşitli ülkelerini gezmeye başlayan sergi, dönüp dolaşıp Angoulême’deki Çizgi Roman Müzesi’ne gidecek ve orada, muhtemelen sonsuza dek, ziyaretçilerini bekleyecek. Ama öncesinde iyice bir büyüyüp serpilecek… Şöyle ki; müzenin koleksiyonunda yer alan orijinal çizimler, farklı ülkelerin çizerleri tarafından yeniden yorumlanıyor ve o ülkede selefiyle birlikte sergileniyor. Çizgi romanın tarihsel birikimiyle günümüzde geldiği noktayı bir arada sunan sergide Enki Bilal, Yves Got, Lorenzo Mattotti, Moebius ve Albert Uderzo gibi isimler var.

Serginin İstanbul durağı İstanbul Fransız Kültür Merkezi. Bu sıra dışı maceraya ortak olan Türk çizerler arasında Ersin Karabulut, Galip Tekin, Momo Tembelçizer ve Oky yer alıyor.

KİM, KİMİ, NEDEN SEÇTİ?

Memo Tembelçizer

Georges Pichard'ın sevdiğim bir çizer olması ve Pichard'ın sayfasının erotik görüntüler içermesi bu sayfayı seçmemde etkili oldu. Yorumlarken çizgiden çok konuya odaklanmaya çalıştım. Öyküdeki ‘kadınlar sirki’nin bir köyde konaklamaya karar vermesi fakat benim bildiğim köylerin gayet muhafazakâr olmalarının çelişkisi, oluşturmaya çalıştığım yorumun temeli oldu. Ayrıca konuya erotizmin yanı sıra bir gerilim kurgusu eklenmesi da hoşuma gitti.

Ersin Karabulut

Carmine Infantino Amerikan çizgi roman ekolünü oluşturan en önemli isimlerden biri. Sayfadaki karakterlerin tiplemeleri de klasik kabul edebileceğimiz Amerikan tiplemeleri. Ben karakterlerin o düzgün giyim kuşamlarını biraz daha salaş hale getirmek istedim. Erkek karakteri yüzüyle ve giyimiyle daha maceraperest bir tipe çevirmeye çalıştım. Öykünün orijinalinde hiç bir şeyden haberi olmayan Betty'i de, Alanna'nın yerine kasten geçmiş kötücül bir düşman olarak resimledim. Son karede de Alanna'nın uçarak kurtulması yerine, bilmediği bir gezegende çaresiz bir şekilde uyanmasını istedim ve o gezegendeki ortamı da biraz daha göstermeye çalıştım.

Galip Tekin

Eskiden elimize ancak Amerikan ‘Mad’ ve Fransız ‘Pilot’ gibi mizah dergileri geçmekteydi. Bu dergilerdeki Jack Davis, Mort Drucker ve Gotlip gibi çizerlerden etkileniyorduk. Ama bir gün çizer arkadaşın getirdiği Moebius albümüyle aklımız başımızdan gitti. İşte dedik, birçok şey öğreneceğimiz usta bu. Yıllar içinde taramalı, sade, renkli, renksiz bütün albümlerini toplayıp saatlerce ve hatta büyüteçle inceledik. Hayatını, onunla ilgili şehir efsanelerini, yaşam biçimini ve çalışma disiplinini öğrenebildiğimiz kadarıyla öğrendik. Hâlâ çizerken masamızın üstünde motive olmak ya da ders kitabı olarak bakmak için bir Moebius albümü bulunur.

JÜLİDE KARAHAN

İNFOMAG EYLÜL 2010

......