23 Kasım 2010 Salı

Zor Olan Dönmek Değil Durmak

Biraz coşku ve heyecan, birazdan fazla helecan ve çokça telaşla birlikte yeni hikâyeler peşinde bir adam, bir sanatçı, bir vurmalı çalgılar ustası: Burhan Öçal.

Sarıyer Büyükdere’de ahşap bir ev, dev gibi, heybetli. Bir asrı çoktan devirdiği, türlü hayat kalıntısını kilimlerin altına itinayla süpürdüğü ve yeni hikâyeleri heyecan içinde beklediği belli. Mahalle şenlikli, ev ıssız. Pencerelerine bakıyoruz; hayat varla yok arası. Kapılar sımsıkı kilitli. içeride bir müzik sesi, bir tatlı ritm. Mahalleli memnun, esnaf mutlu. Arada, bilhassa akşam geceye dönerken ne müzikler sızıyor bu evden. Ama ne müzikler… Bilinmeyen, duyulmamış, keşfedilmenin eşiğinde... Kimler kimler toplanıyor ve neler neler çalıyor içeride, bilhassa pencereleri yokuşa bakan o minderli odada.

Doğru yerdeyiz. Kapıda bir yalnız adam, Burhan Öçal. Biraz coşku ve heyecan, birazdan fazla helecan ve neşe, çokça telaş üzerinde. Her ne kadar seyyar bir hayat sürüyorum dese de fırsat bulduğu her çoğunlukta
evinde. Haklı, insanı evde tutacak bir ev bu.

BUHAR OLUP UÇAN SORULAR

“Hoş geldiniz, hoş bulduk… Nasılsınız? Çok şükür…” faslını takiben bekliyoruz, elimizde sorular. Nafile. Bitmiyor hikâyeler. Birbiri ardında öyle bir apar toparlıkla ekleniyor ki cümleler; sonunda buhar olup uçuyor tüm sorular.

“Sufi&Bach albümü taze çıktı, şimdi sıra eli kulağındaki Sultan Murat’ta. Bu, serinin 4. albümü. Devamı gelecek. 600 yıllık imparatorluk, 36 padişah, dile kolay. Ama olacak.” diyor ve ekliyor Burhan Öçal: “Aslında kendi müziğimin, özgün ritmlerin, yepyeni bir şeyin peşindeyim. Sultanların görkemli hatırası sadece bir fon. Yine de Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihte bıraktığı izleri müzik içinde yaşatmak memnun ediyor beni.”

“Her şey birer birer denenir, yenilikler hemen eskir ve dünya böylesi bir hızla dönerken; bambaşka bir tını yakalamak zor olmalı; hatta insanın gecelerini almalı.” diyoruz. El cevap: “Aynen öyle. Ama oluyor işte. Mesela Paganini Trio tam böyle. Klasik müzik, caz ve dünya müziği arasında yepyeni bir köprü kurma niyetiyle yola çıktık ve sanırım başardık.”

19. yüzyılın dahi müzisyenlerinden Paganini’nin kaprislerini, piyano ve vurmalı sazlar ile yorumlamayı düşleyen Paganini Trio’da Burhan Öçal’a besteci ve piyanist kimliğiyle bilinen Tuluğ Tırpan ve bol ödüllü kemancı Atilla Aldemir eşlik ediyor. Geçtiğimiz aylarda Akbank Caz Festivali kapsamında Aya irini Müzesi’nde ilk konserini veren ekip izleyiciden tam not aldı; üstelik Burhan Öçal ceketini bile atmamıştı.

Bunlar an itibariyle ele avuca gelenler. Sanatçının kafasında, sonra masasında o kadar çok proje var ki... Hiçbiri tam netleşmemiş olsa da bir tüyo okura: ilerleyen günlerde Burhan Öçal’ı sahneden çok sinema perdesinde göreceğiz.

ÇÜNKÜ BU BİR HAYAL

Çünkü sanatçının en büyük hayallerinden biri bu; yani oyunculuk. Dünün pek çok hayalinde olduğu gibi bu konu da kendini gerçeğe teslim etti. Burhan Öçal reklam ve dizi film derken sinema perdesinde de rüştünü ispatladı. ‘Türkler Çıldırmış Olmalı’da Albay Mehmet Kara, ‘O ?imdi Mahkûm’da mafya babası Numan olarak karşımıza çıkan sanatçının canlandırmak istediği üç rol var: Cengiz Han gibi büyük ve güçlü bir kumandan, çift taraflı oynayan zeki mi zeki, akıllı mı akıllı bir casus ve her konuda hayatın hakkını veren bir mafya babası.

Herkes her şeye hazırlıklı olsun zira karşımızda hayalleri gerçeğe dönüştüren bir adam var. “Sırada hangi hayaller var?” sorusu üzerine biraz durup düşünüyor Burhan Öçal. Söylesem mi söylemesem mi ikilemi buna sebep, yoksa istedikleri net... Kendini o pek sevdiği şarkıdaki adama benzetmesi bundan olsa gerek. ?imdi tam yeri, mırıldanıyor şarkının sözlerini. “50 yaşında bir adam arıyorum/ Her düşü kurmuş, her düşü yitirmiş/ Her şeyi istemiş/ ?imdi artık ne istediğini bilen…”

Hayallerin tılsımı gereği çevriliyor konu. Hayat seyyar, işler karışık, masa dağınık. Pencerenin dışında pırıl pırıl dingin bir güneş, içeride ise hep bir telaş. “Yaşanmışlık! Bu çok önemli. Ben kırktan sonra anladım pek çok şeyi.” diyor ve ekliyor sanatçı: “Çok renkli, bol maceralı bir hayat geçti, geçiyor. Film gibi… Hatta Abdullah Oğuz film yapacak hayatımı, çalışmalar başladı. Ama ne diyordum, zaman. Evet, her şey zamanla, tecrübe ede ede oturuyor yerine.”

HAYATIN DÖNEMEÇ VE KIVILCIMLARI

Çok şey birikmiş, öyle çok öykü var ki, anlatırken zamanları karışıyor birbirine. “Biliyoruz, biliyoruz…” diyoruz ama yeni baştan bir kez daha dinliyoruz: 1959’da Kırklareli’nde başlıyor her şey. 14. doğum gününde hediye niyetine bir davul alıyor Burhan Öçal. Müzik artık hayatın içinde. Ortaokul Kırklareli, lise Ankara’da. Ardından yarım kalan bir konservatuar denemesi. Düğünler, dernekler, çalgı çengi derken 24 yaş itibariyle hadi bakalım hayallerin peşine.

Kıvılcımı çakan cümle şöyle: “Ben Amerika’ya gideceğim, cazı tanımak istiyorum.” Cebe koyulan 350 dolar ve “California’da bir Muzaffer Amcan var.” repliğiyle önce İsviçre’ye. Sonrası, 15 yıl kadar hep İsviçre’de. Yeni bir dönemeç: Zürih’te bir şiir festivali ve tanışıklık; zengin, asilzade, yardımsever ve dahası sanatsever bir aileyle. Sonrası çorap söküğü gibi keşif: kendini, müziği, hayatı…

Şimdi; genelde ve çoğunlukla İstanbul’da Burhan Öçal. Büyükdere’de dev gibi heybetli bir ahşap evde. Belki de sadece o ev için kimisi süpürülüp kilim altı edilecek, kimisi çerçevelenip duvara asılacak bir sürü yeni hikâye hayal ediyor, yaşıyor ve anlatıyor. Dur durak bilmeden…

Fatih Akın’ın istanbul Hatırası filminde sema eden genç kızın dediği gibi; “Zor olan dönmek değil, durmak. Çünkü insan dönerken değil, durunca düşecek gibi oluyor...” Seyyah misali oradan oraya ve hikâyeden hikâyeye dolaşan Burhan Öçal için de aynen öyle.

JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET/KASIM 2010

....

22 Kasım 2010 Pazartesi

GELECEK KISA SÜRDÜ

Bir Contemporary Istanbul’un daha eşiğindeyken dünün geleceğini hatırlayıp bu günün gerçekliğine bakalım… Belki performans bile alırız!

2007’nin Kasım sonuydu. Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı Contemporary Istanbul – o zaman İstanbul’un İ’si yerli yerindeydi – ikinci kez başlamak üzereydi. Fuarın zamane direktörü iddialı konuştu: “2010'da dünyadaki en önemli 10 sanat fuarından biri olacağız.” O günün bir diğer önemli cümlesi de şuydu: “Bizim en büyük arzularımızdan biri Türk koleksiyonerlerin güncel sanata ilgi göstermesi. Resmin ötesinde heykel, video, yerleştirme ve fotoğraf satın almaları ve hatta performans sanatı nasıl alınır diye sormaları…”

Hep birlikte güldük, geçtik; gözümüzü açtık, kapattık, bir de baktık 2010’dayız. Bir Contemporary Istanbul’un daha eşiğinde. Söz uçsa da yazı kaldı; Radikal’in 29 Kasım 2007 tarihli nüshasında. O zamanın içindeyken Althusser’in dediği gibi ‘Gelecek Uzun Sürer’di. Ama bugünden bakınca epey kısa... Bakalım 24 – 28 Kasım tarihleri arasında Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı'nda gerçekleşecek fuar, vaatlerin ne kadarına sadık?

AKLA KARA DENGESİ

Akla karayı görmemize sayılı gün kalsa da şimdiden diyebiliriz: Aklar fazla fakat eldeki bilgi az: Bu yıl yurt dışından 35, yurt içinden 41 galerinin katılacağı etkinlik; Berlin Association ile iş birliğine giderek Berlin’in önemli çağdaş temsilcilerini İstanbul’a çekecek. Geçen yıl ‘New Horizons’ başlığı altında Suriye sanatının önemli isimlerinin konuk olduğu fuarın bu yılki gözdesi İran sanatının temsilcileri.

Alışveriş nasıl olur; öngörmek güç. Geçen yıl durum şöyleydi yalnız: 52 bin kişinin gezdiği fuarda yerli ve yabancı 73 galeriyle 307 sanatçı ağırlandı ve sergilenen yapıtların yüzde 68’i alıcıyla buluştu. En önemlisi, geçen yıl bu zamanlar tüm sanat camiası bu fuarı konuştu. Tüm muhabbetlere kulak misafiri olamadık belki ama ana temayı kavradık: Contemporary Istanbul sanata olan ilginin artmasında ve yeni koleksiyonerler oluşmasında önemli bir kıvılcımı ateşledi.

An itibariyle gelen bir davet mailinden anlıyoruz ki; fuar şimdi de gözünü Anadolu’daki potansiyel koleksiyonere çevirdi. Aynen aktarırsak: “… Contemporary Istanbul'un, yıl içindeki etkinliklerine kattığı en son proje Çağdaş Sanat Buluşmaları / Estetik – Değer – Tutku. Uzman kişilerin konuşmalarıyla yürütülecek seminer; İzmir, Adana ve Bursa'da gördüğü büyük ilginin ardından 22 Ekim'de Ankaralı sanatseverlerle buluşacak. Kentin önde gelen işadamları, akademisyenleri ve galerilerinin katılımıyla düzenlenecek seminerin mekânı Cer Modern. …”

CANHIRAŞ BİR MÜCADELE

Fazla uzatmayalım. Bu yıl beşinci kez gerçekleşecek Contemporary Istanbul, tam koordinatları veremesek de, iyi bir yerlere geldi. Yalnız öyle şiirdeki gibi ‘Birdenbire’ değil. Türk sanat piyasasının yıllık hacminin 1 – 2 milyon dolardan 100 milyon doları aşan bir rakama ulaşmasında en az 10 yıllık sağlam bir mücadele var. Canhıraş hatta…

Sarkis 1986’da Maçka Sanat Galerisi’nde sergilenen ‘Çaylak Sokak’ isimli yerleştirmesiyle İstanbul sanat ortamını kelimenin tam anlamıyla sarsmasaydı; 1987’de Türkiye sanat ortamının hayatına Uluslararası İstanbul Bienali girmeseydi; 1993’teki 3. Uluslararası İstanbul Bienali küratörü Vasıf Kortun ‘Kara Kitap’ı okumasaydı; 4. İstanbul Bienali’ni küratörü Rene Block ‘İstanbul Mucizesi’nin farkına varmasaydı; 2003’te Proje 4L Güncel Sanat Merkezi ‘Seni Öldüreceğim İçin Çok Üzgünüm!’ isimli sergiyi ağırlamasaydı; İstanbul Modern ile Sakıp Sabancı Müzesi tüm o sergileri açmasaydı ve gencecik sanat yöneticileri çağdaş sanatı Beyoğlu’ndan Tophane’ye, Nişantaşı’ndan Balat’a - her şeye rağmen – taşımasaydı…

‘Türkiye Çağdaş Sanatı’nı böyle büyük harflerle yazar ve gururla telaffuz edebilir miydik? Burhan Doğançay’ın ‘Mavi Senfoni’si 2.2 milyon liralık rekoru kırar mıydı? The Guardian Türkiye’de son zamanlarda artan sanat yatırımını ballandıra ballandıra anlatan FIachra Gibbons imzalı o haberi yapar mıydı?

‘Türkiye Çağdaş Sanatı’ merdivenleri hızlı ama nefesi kesilmeden tırmanıyor. Hatta belki yakında performans satışı da gerçekleşecek… Gelecek kesinlikle o kadar uzun sürmüyor!


JÜLİDE KARAHAN

INFOMAG / KASIM 2010

BİRAZ HAYAT ALIR MIYDINIZ?

Belgesel, belgesel; hayat, belgesel içinde… Tabak tabak, taze taze…

Film değil, belgesel. Nasıl denir? Kanıyla canıyla daha bir hayat. 29 Ekim’de başladı. Ama daha vakit var. 4 Kasım’a kadar… Konu, bu yıl 13’üncüsü düzenlenen İstanbul Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali. Altı farklı temada, almış sekiz film masada. Temalar şöyle: İş ve Emek, Zor Zamanlara Dair, Modern Zamanlar, İnsana Dair, Evden Uzakta, Çevre, Sanat ve Tutku.

Masadakilere gelince, neler yok ki içlerinde? Geçen yıl yaşanan Tekel işçilerinin direnişini konu alan ‘Biz Hep Sizi Beklemiştik’ ile Zonguldak maden ocaklarında işçi mükellefiyeti uygulamasına odaklanan ‘Mükellef’ gündemi takip edenlere... Çocuk işçiler, çocuk askerler ve gencecik fahişelerin olası gelecek hayallerini kuran ‘Başka Bir Gezegen’ ile Türkiye’nin AB üyelik sürecindeki ‘olacak mı olmayacak mı’ şeklindeki bekleme halini yansıtan ‘Neyse Halim Çıksın Falim’ her daim duyarlıyım diyenlere… Bodrum’daki Girit göçmenlerini anlatan ‘Bizim Mahallenin Giritlileri’ ile Dersim’in göçmen topluluğu Şavaklar’ın hikâyesini ele alan ‘Son Mevsim Şavaklar’ ise leyleği havada görenlere…

SİZ NE’CİSİNİZ?

Eserlerini Lübnan’da savaş artığı şarapnel parçalarıyla üreten bir sanatçının hikâyesine ayna tutan ‘Anka’nın Doğuşu’ ile insanı seslerin gizli dünyasında esprili bir yolculuğa davet eden ‘Piyano Çılgınlığı’ ‘sanat sanat içindir’cilere... Neoliberal politikalar sonucu ekinini, evini, müziğini ve hayatını kaybedenleri anlatan ‘Kaybedenler’ ile yer altına gömülen nükleer atıklar hakkında az bilinen gerçeklere odaklanan İsviçre yapımı ‘Sonsuzluğa’ gönlünü yer küreye kaptıranlara…

Benim işim hikâye diyenler içinse İstanbul sokaklarında yaşayıp çalışan insanlara yardım niyetiyle onların fotoğraflarını çekmeye başlayan ve zamanla tanınmış bir fotoğrafçıya dönüşen orta yaşlı taksi şoförü Şevket Şahintaş'ın iki yılına tanıklık eden ‘Herkes Uyurken’ var elde.

YOL YORDAM İÇİN

Yol yordam bilmeden olmaz. Belgesel Sinemacılar Birliği tarafından düzenlenen festival bu yıl Beyoğlu’ndaki Tünel Meydanı civarında hâsıl olmakta. Mekânlar sırayla şöyle: Avrupa Yakası’nda Muammer Karaca Tiyatrosu, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi, Goethe Enstitüsü; Anadolu Yakası’nda ise Nazım Hikmet Kültür Merkezi.

Bir de sürpriz: ‘Sinema Laboratuarı’. Ersan Ocak tarafından kurgulanan ‘Sinema Laboratuvarı’nda; genel olarak sinema, özelde ise belgesel sinema alanında dünyada yapılan deney ve denemelerle ortaya çıkan yenilikler tartışılacak. Sinemanın yeni biçimlerinde ‘yeni’ olanın kavranabilmesi adına epey yeni bir gelişme bu. 13 sayısı Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali’ne uğurlu mu geldi ne?

JÜLİDE KARAHAN

INFOMAG/ KASIM 2010

...

KÜÇÜK BİR MASALDAN BÜYÜK BİR HİKÂYEYE

‘Prensesin Uykusu’nda masallarla gerçek hayatın klişelerini örtüştüren Çağan Irmak, çok büyük bir hikâye anlatmaya hazırlanıyor.

‘Prensesin Uykusu’ güler yüzlü, umutlu bir film. Nasıl oldu bu?

Filmin çıkış noktası Redd’in aynı isimli şarkısı. Son birkaç yıldır kafamı kurcalayan bir konu vardı. İnsanlar çok fazla depresyona girmeye başladı. Yani ruhumuzda dolduramadığımız bir boşluk var. Büyükşehirde özellikle. Ve bu umutsuzluk, depresyon… Her şeyi tam yerli yerinde olan insanlar bile kendilerini mutsuz hissediyor. Nedenini bilmiyorum. Ama hem kendimi hem seyirciyi hayata umutla baktıracak, hayatın bize verilmiş bir armağan olduğunu hem kendime hem ona hatırlatacak bir film yapmak istedim. ‘Prensesin Uykusu’ en hafif filmim. Çünkü hayatı hafife alıyor. Bir anlamda da hayatın bize verilmiş bir armağan olduğuna inanıyor. Gülümsemek çok önemli. Gülümsemekle ilgili bir şey var filmde. Şimdi açıklarsam çok büyük bir sürprizi bozarım. Masalların hayatımızda ne kadar yer kapladığıyla ilgili bir şey bu. Niyetim masalların klişesiyle gerçek hayatın klişelerini örtüştürmek.

Sandıkta bekleyen bir senaryo değildi bu değil mi? İlk kez?

Evet, ilk defa sandıkları açmadım. İlk kez yeni bir senaryo olarak kendi kendine ortaya çıktı bu film. Redd’in şarkısından esinlendim ve şarkının anlattıklarını Halkalı’da bir mahalleye uyarladım.

Son yıllarda çok duyuyor, görüyoruz. Mutlu olmanın yolları, çözümler, meditasyon vs…

Çaresi var mı? Tüm bunlar sadece kendini inandırmaya çalışmak da olabilir. Ya da sana iyi gelen bana iyi gelir mi? Fiks mönüleri hayata uygun bulmuyorum. Her insan kendi çözümünü bulmalı ve bu da ancak sorgulamayla mümkün.

29’a kadar mutsuz, kendini oradan oraya vuran ve öfkeli bir Çağan Irmak… Sonra?

Evet, o zamana kadar öyleydi. Nedenini şimdi biliyorum. Çünkü film yapmak istiyordum. Beni öfkeli, sinirli ve mutsuz eden şey film yapamamaktı. Artık yapıyorum. Bu anlamda çok sakinim.

Kılıçları indirdiniz yani?

İndirdim, evet.

Kasım’da vizyona giren filmleriniz aldı yürüdü. Tesadüf mü? Yoksa…

Evet, iş yapan iki filmim, ‘Babam ve Oğlum’ ve ‘Issız Adam’, kasımda vizyona girdi. Denk geldi. Diğer filmlerim de hiç iş yapmadı bu arada. Öncelikle bu bir taktik değil. Onu beceremiyorum. Nasıl anlatsam? Her filmin, aynı bizim gibi bir yolculuğu var. Kendine ait. İş yapmayan filmlerim kötü müydü? Hayır. Sadece kiminin yolculuğu ağır aksak. ‘Karanlıktakiler’ öyle mesela. Şimdi şimdi izlenir oldu. Bazı filmler bir anda yayılır, bazıları da zaman geçtikçe demlenir ve tavsiyeyle izlenir. ‘Ulak’ ve ‘Mustafa Hakkında Her Şey’ de öyle oldu.

‘Prensesin Uykusu’ bitti. Yine mutsuz ve zayıf zamanlar mı başlıyor? Yine varlığın kaybolması isteği?

Nedenini biliyorsunuz. İnsanlara ruhunuzu açmak zor ve yaralayan bir şey. Filmle bunu yapıyorsunuz ve insanlar kendi fikirleriyle üzerinize üzerinize gelmeye başlıyor. Siz de bir ruh çıplaklığı içinde oluyorsunuz. Aslında keyifli bir sohbetin arkasından eve döndüğünüzde de hissedebiliyorsunuz aynı şeyi. Ruh üşümesi o. Olay, ‘Bu kadar anlatmasa mıydım?’ sorusu...

Neyse ki sonsuz bir süreç değil. Yeni bir anlatım başlıyor çünkü: ‘Koca Sinan’. Çok merak edilen bir proje bu. Evet; nedir, ne değildir?

Öncelikle bu bir Mimar Sinan filmi ama Mimar Sinan’ın hayatını anlatmıyor. Bir dönemi anlatıyor. Bethoven’in 9. senfoniyi yazdığı dönemi anlatan bir film var (Bethoven’i Anlamak)… Bir dönemden yola çıkıyor ama onun hayatını anlatan en iyi film. ‘Koca Sinan’ da bir dönemden yola çıkıyor. Süleymaniye Camii’nin yapım sürecinden… Ama bence her şeyi anlatıyor. Çünkü Mimar Sinan’ın hayatının özeti orada.

Yedi yıllık bir süreci mi göreceğiz sadece?

Yok. Çocukluk ve gençlik de var ama bakın şunu diyorum… Tam cümleyi kurayım. Biz Mimar Sinan’ın hayat hikâyesini anlatmak için yola çıkmıyoruz. Bu film; Mimar Sinan’ın Mimar Sinan olarak dünya görüşü, yaptığı eserler, Kanuni ile kavgası ve bir sürü şeyi anlatıyor. Evet, doğal olarak hayatını da anlatıyor. Tam cümle bu.

Filmin cümlesi ne?

Koca Sinan büyük bir dünyayı kapsıyor, bir sürü şey anlatıyor. Azınlık olmak, çoğunluk olmak, iktidar olmak, iktidarın karşısında olmak... Filmin cümlesi belki de şu olacak: ‘Taş deyip de geçme evlat, o senden önce de vardı, senden sonra da olacak.’ Çok uzun bir zaman dilimi. Hayat, dünya, ait olduğumuz yerler… Pek çok kimsenin Âlemlerin Rabbi dediği şey var ya; ya da ‘En-el Hak’, işte o var. Evet; ‘En-el Hakk’ üzerine bir film bu. Yaratmak, yaratılmak ve yaradılış üzerine bir film.

Biraz epik bir anlatım mı?

Öyle. Epik sinemayı özledim ben. Çok büyük bir fikri olan bir film bu. Hayata dair sıcak ve samimi filmler yapıyoruz ama Türk ve Dünya sineması epik dediğimiz şeyi kaybetti. Neden kalkıp gerçekten çok iddialı bir şey yapmayalım ki? Fikriyle iddialı ama… Öyle filmler biraz eskide kaldı. ‘Solaris’ mesela ya da ‘Contact’... Büyük fikirlerden sıyrılmak istiyoruz. Büyük bir şey söylediğimizde büyük alay ve büyük hakaretleri de göze almak gerekiyor, belki bundan kaçıyoruz. Bu film her şeyi göze alıyor. Aradan kaçmıyor, sıyrılmıyor. Evet, ben buyum, büyük düşünüyorum, hayata dair büyük bir fikrim var. Bunu yapmak çok riskli. Büyük fikirler büyük hakaretlere de maruz kalıyor çünkü. Belki de bundan korktuğu için epik sinemayı terk etti insanlar.

Büyüdükçe hayalleriniz büyümeye devam mı ediyor?

Bu ‘içimdeki çocuğu sakladım’ martavallarından nefret ediyorum. Tabii ki bir çocuk tarafımız var. Olacak. Çünkü işimiz bir yandan son derece eğlenceli bir çocuk işi. Bir oyun oynuyoruz burada. Kendime hayranlık kısmını biran önce bitirmek istiyorum. Bizden önce yüz yıllık bir sinema tarihi var.

Koca Sinan’ı anlatırken öyle bir güven ve hayranlık sergilediniz ki…

Tabii ki kendimize güveniyoruz ama bir yanlış anlaşılma olmasın. Metin çok büyük şeyler söylüyor ve bunlar benim de inandığım şeyler. Ben bunların bir anlamda elçisi olacağım. Belki çoğu kişinin bildiği şeyler, hayata bakışla ilgili, En-el Hakk ile ilgili. Bir kez daha söylüyorum: Çok büyük bir şey söylemeye hazırlanıyorum.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/ KASIM 2010

...

21 Kasım 2010 Pazar

Ayağınız Yerden Kesilmeden

Hava dolar; sonra tüm bilgi ve birikimiyle yağar. Karla bir şekilde hemhal olanlar bunu daha iyi anlar...

Uzaktan bakınca özgür, heyecanlı, keyifli, tehlikeli, eğlenceli; yakından bakınca planlı, programlı, disiplinli. Doğanın beyaza boyandığı bir ortamda rüzgârı hissederek süzüldüğünüz bir spor kayak.

“Bulutların üzerindesiniz sanki ama ayağınız yerde. Daha başka bir deyişle; mevsim yerde kış, sizde bahar.” diyoruz. Neredeyse 10 yıldır kayak yapan 12 yaşındaki Selin Açıkgöz kesiyor sözümüzü: “O kadar da değil. Çalışma, çabalama, konsantrasyon ve denge hep işin içinde. Eğlenirken öğreniyorsunuz aslında. Pek çok şeyi: Sorumluluk, düzen, sosyallik, doğa, mücadele…”

TÜRKİYE’DE POTANSİYEL YÜKSEK

Kayağın vaadi büyük. Bilhassa Türkiye’de. Çünkü Türkiye; Erzurum’dan Kayseri’ye, Bursa’dan Bolu’ya şanslı bir ülke. İmkân çok. Özellikle her geçen gün çoğalan modern tesisler, pistler ve yardımcı sistemler düşünüldüğünde… Orta vadede dünyanın gözde kayak merkezleri arasına girebilecek bir ülkedeyiz. Gerekli olan tek şey, doğal şartların teknolojik gelişmelerle ciddi şekilde desteklenmesi ve tanıtım.

Bilinçli ve uluslararası standartlardaki eğitimler, küçük yatırımlar ve gönül koyma ile büyük başarılar elde etmek mümkün. Bunun en canlı örneklerinden biri AKUT Kar Sporları (AKS) Kulübü’nün gerçekleştirdikleri. Temelleri iki eski dost Yusuf Gürel ve Mehmet Evcim tarafından 2004’te atılan AKS - diğer adı Ailece Kayak Severler - kısa zamanda öyle önemli başarılar elde etti ki… Kulüp şu anda, uluslararası kamplar ve uzman eğitmenler eşliğinde profesyonel sporcular yetiştirir halde. 20 – 21 Mart 2010’da Palandöken’de düzenlenen Asım Kurt Kupası’nda dağıtılan çocuk kategorisindeki 24 madalyanın 14’ünün kulübün sporcuları tarafından kazanılması bunun en yakın kanıtı.

DERS VE OKUL DURUMLARI

Kayak ciddi başarılar vaat ediyor. Ama daha çok çalışmak gerekiyor, çok… Zaman, kayak sporu hakkındaki bazı yanlış algıları ortadan kaldırma zamanı. Ve bir gerçek: Kayak da tüm sporlar gibi yapanlara, özellikle de küçük yaştaki sporculara günlük hayatta olduğu kadar eğitim hayatında da ciddi bir disiplin ve özgüven sağlıyor.

Dört yaşından beri kayan Derin Evcim, kayak sayesinde derslerinin çok daha iyi olduğu konusunda emin. fiöyle diyor Evcim: “Arkadaşlarımın çoğu ilköğretimin son sınıfında kendilerini sınavlara daha çok verebilmek için sporu tamamen bıraktı. Ben hiç aksatmadan devam ettim ve çok daha iyi bir dereceyle istediğim liseye girdim. Çünkü spor, benim örneğimde kayak, hayatımı düzenliyor. Ders çalışmayı daha kısa bir zamanda, daha verimli şekilde bitirmem gerekiyor. Nasıl denir, motive oluyorum.”

Kayağın derslere olumlu etkisini “Derslerimi belli bir düzen içinde aksatmadan bitirmem lazım çünkü hafta sonu beni bekleyen bir macera var.” cümlesiyle açıklayan Can Göksal; “Disiplin, özgüven, sosyallik, kendine güven… Bunların hepsi bir yana geometri sorusu çözerken bile kayaktan ilham alıyorum.” diyor.

O herkesin dilindeki risk faktörüne gelince; Burcu Açıkgöz’ün dediklerine kulak vermeli: “Kaydığımız 1,5 dakikaya gelinceye kadar öyle çok risk var ki… Önemli olan bilinçli olmak ve ciddiyeti korumak. Bir de size bir sır vereyim: Kazaların çoğu, kayarken değil, yolda izde oluyor.”

AKS’nin hedefi tam da bu. Kayakla ilgili - hayattaki her şeyden daha tehlikeli ve çok pahalı bir spor gibi – önyargıları kırmak ve kabiliyetli çocukları karın bilgi ve tecrübesiyle tanıştırmak.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLİFE/ KASIM 2010