27 Şubat 2011 Pazar

Kendi kendini tırnaksız arama!

Bu yıl 4 Haziran-27 Kasım tarihleri arasında 54.'sü gerçekleşecek Venedik Bienali Türkiye Pavyonu'nda ülkemizi temsil edecek Ayşe Erkmen, şu günlerde yeni çalışması 'Kendi Kendine' ile Akaretler'deki Rampa'da. İsmini Google'da tırnaksız arayarak bulduğu ilgili ilgisiz görüntüleri bir araya getiren sanatçı, "Beni ilgilendiren kişisel bir tarihten sosyal ve politik bir tarihe doğru gitmek." diyor.

26 Şubat Cumartesi günü saat 14.26 itibarıyla Google'a Ayşe Erkmen yazıp görsellerde aratıyoruz ve 13.500 görüntüyle yüz yüze geliyoruz. Erkmen de aynen böyle yapmış. İsmini yazmış, görselleri seçmiş, enter'a basmış. Sonuç o an için 16.000 görüntü. Sayfa sayfa ilerledikçe 1.870'i kalmış geriye. Google'ınki de büyük abartı!

1.870 görüntünün içinde Ayşe Erkmen'in kendisi ve işleri yanı sıra bitki, çiçek, böcek, Ayşe Arman, Ajda Pekkan, Demi Moore, kediler, köpekler ve daha neler neler... 17, bilemediniz 18. sayfadan itibaren tamamen yok oluyor Erkmen. Bir bilgisayar mühendisinin dediğine göre sıralama tıklamaya göre. En çok tıklanan en önde.

Çok önemli bir ayrıntı: Erkmen aramayı tırnaksız yapmış. Tırnaklı aramadan haberi yokmuş o vakit. Tesadüfen doğruyu seçme konusunda bir örnek daha. Erkmen'in deyişiyle şöyle: "Tırnaklı arasaymışım sadece kendim çıkacakmışım. Beni ilgilendirense kişisel bir tarihten sosyal ve politik bir tarihe doğru gitmek. Benimle hiç ilgisi olmayan görseller tam da bunu yapıyor. Orada bir ilişkiler ağı kuruluyor. Benimle birlikte bir sürü ilgisiz şey dâhil oluyor işe. Aramayı tırnaklı yapsaydım ortaya çıkan sadece benim olduğum bir otoportre olurdu." Bu arada tırnaklı aramanın sayısı 7.100.

Özneden katman katman uzaklaştığımız bir sergi 'Kendi Kendine'. Sapmalar önemli. Başka bir sürü popüler görüntü içinde kayboluyor Erkmen. Bir kendi kendini araştırma işi bu. Araştırdıkça kendinden uzaklaşma...

Görüntü veri tabanlarından fotoğraf ödünç almışlığı, ödünç aldığı nesneleri sergilemişliği, işlerini o zaman dilimiyle ilintilemişliği çok Erkmen'in. Kendini böylesine merkeze almışlığı ise pek nadir. Bir, birinin ona kahve falı baktığı film bir de berberde saçını kestirdiği iş... Öyleyse bu kendine dönüş niye? Cevaplardan biri Erkmen'in ağzından şöyle: "Rampa yeni bir galeri, uzun ve büyük; kâğıt gibi. Ben burada ilk kez sergi açıyorum. Bunun getirdiği, burada hiç görülmemiş işleri tekrar gösterme isteği var."

Böyle bir retrospektif fikrinden yola çıkan Erkmen, internetten bulduğu imajları ait oldukları dijital dünyadan çıkarıp bir tür anonim otoportreye çevirmiş. İnternette gördüğümüz gelip geçici görüntüleri son kertede elle tutulur hale getiren sanatçı; bu görselleri dolaşıma koyan, onları Ayşe Erkmen adıyla ilintilendiren, böyle bir sıralamayı karşımıza diken kim diye sormuyor hiç. Buradan sonrası ziyaretçinin işi. Bu işe gönüllü ziyaretçi için son gün 26 Mart. Bir de not: Noktalama işaretlerinden menkul küçük otoportreye dikkat! O, serginin en naif işi.

JÜLİDE KARAHAN / ZAMAN KÜLTÜR

Ah, bu müzik kutusu benim olsaydı

Sokak çalgılarından konser salonlarına, panayırlardan kabarelere... Müzik olan her yere; yani her yere seyahat için 29 Mayıs'a dek istikamet Rahmi M. Koç Müzesi.

Duvardaki saat 00.13'ü göstermesine rağmen ne bir telaş, ne bir acele... Tüm işler bitmiş, sayfalar film çıkışa gitmiş gibi bir gülümseme yüzlerde. Bilgisayar ekranına göreyse durum vahim; bir sürü eksik gedik. Bu rehavetin sebebi ne? Ses veriyor önce. Kolunu çeviriyorsunuz, 'Üsküdar'a Gider İken...' diyor kendi dilinde. Konuşan, avuç içi kadar bir laterna. Rahmi Koç Müzesi'nden gelmiş, elden ele dolaşıyor. Biri arkadaşını arayıp dinletiyor, öteki 'Ben bunu eve götüreyim, annem çok sever.' diyor, beriki 'İşler kaldı valla.' diye sitem ediyor. Laternanın bozulmaya niyeti yok, böyle olmayacak. Karar: Gazete çalışanları tez vakitte cümbür cemaat Rahmi M. Koç Müzesi'nin yolunu tutacak. Hedef 'Görünmez Müzisyenler' sergisi.

Kapıdan girince o küçücük şey ne ki, diyor insan... Bir rehavet, bir memnuniyet, bir merak... Grup oluyorsunuz, başınızda bir rehber; hem anlatıyor, hem çalıyor. Belçikalı Automatia Musica Vakfı bünyesindeki 250 mekanik müzik kutusundan özenle seçilen 80 parça... El ayasından han kapısı genişliğine; hepsi çalışır durumda. İlk durak mekanik müzik tarihi. Buradaki örnekler MÖ 300 tarihli. Ardından on sekizinci yüzyıl kıymetlileri. Cam içinde onlar. 19. yüzyıl tamamıyla kuş sesleri özentili.

Dönem dönem, yaşam yaşam bir tarih çalıyor sergide. Sokak çalgılarından konser salonlarına, panayırlardan kabarelere... Müzik olan her yere; yani her yere seyahat. İsviçre'nin garlarına yolcular oyalansın diye konulan müzikli tren, minyatür atlıkarınca, sonra dev bir laterna. Konser veriyor adeta. Üçüncü binyılın otomatları ve fono tarihi tarafında türlü çeşit gramofon. Sona saklanan tatlı niyetine: Avrupa'nın ünlü opera binalarından La Fenice'de 10 dakikalık bir gösteri! Ciddi ciddi. Verdi'nin La Traviata'sı eşliğinde...

Dünyayı ortaçağ halk ozanları gibi dolaşan sergi, 1994 yılında Belçikalı işadamı Georges Dutry ve arkadaşları tarafından kurulan Automatia Musica Vakfı'nın işi. Kendini gramofon, laterna ve piyanolara adayan vakıf, ilk sergisini 1995 yılında Brüksel Solvay Kütüphanesi'nde açmış. O gün bugün Asya ve Avrupa'nın 25 ayrı şehrinde 1 milyon 880 bin kişiye ulaşan serginin İstanbul'daki son tarihi 29 Mayıs.

JÜLİDE KARAHAN / ZAMAN PAZAR

Motosiklet kullanmayı özledim

Motosiklet meraklıları, yağmur çamur demeden yollarda. İstikamet İstanbul Fuar Merkezi. Sebep, 24 Şubat sabahı kapılarını açan MotoPlus 2011. Bugün akşam saatlerine dek sürecek fuarın en afili köşelerinden biri, dokuzuncu salondaki Honda'ya ait. Yeni modellerin tanıtıldığı köşenin baş mimarı, anahtar kelimesi 'iletişim' olan Genel Müdür Hideto Yamasaki, İstanbul deneyimini anlattı.

Geleli ne kadar oldu?

Bir seneyi biraz geçti. Geçen yıl ekimde gelmiştim.

İstanbul'da sizi en çok ne şaşırttı?

Gelmeden önce epey araştırdığım için olacak, öyle çok şaşırdığım bir şey olmadı ama şunu söyleyebilirim: İlk defa Müslüman bir ülkeye geliyorduk ve bunun tedirginliği içindeydik. Gelince gördük ki; çekinecek hiçbir şey yok. Her şey çok güzel. Özellikle de iletişim. İnsanlar çok sıcak.

Zorlandığınız bir şey var mı?

Trafik var. Epey yoğun. Bu yüzden motosiklete yönlendiriyoruz insanları.

Siz motosiklet mi kullanıyorsunuz?

Hayır.

Araba?

Yok. Hiçbir şey kullanamıyorum ben. Şirket kuralı. Her yere şoförle gitmek durumundayım.

Pazar günleri de mi?

Evet, evet.

Nasıl? Özlemiyor musunuz?

Özlüyorum ama yapacak bir şey yok.

Boş bir alanda keyif için bile kullanamıyor musunuz?

Öyle olmaz ki. Motosikleti çok severim ve binince 2-3 saat gitmek isterim.

İstanbul ve motosiklet... Tavsiyeleriniz neler?

İstanbul, motosiklet için çok uygun bir yer. 4 mevsim kullanmak mümkün. Trafikte çok büyük kolaylık. Güvenlikle ilgili endişeleri aşmanın birinci adımı, sürücülerin motosikletlilere saygı göstermesini sağlamak. Bu olur ve kurallara uygun kullanılırsa motosiklet hem çok zevkli hem de çok pratik.

İstanbul'dan gitme vaktiniz geldiğinde 'şunu bırakmak çok zor olacak' diyeceğiniz şeyler neler?

İstanbul, çok güzel kuşkusuz. Tarihiyle, kültürüyle, doğasıyla... Ama benim için neresi olursa olsun önce insanlar gelir. İnsanları, çalışma arkadaşlarımı ve kurulan dostlukları bırakmak benim için en zoru. Her defasında; bir takım, bir aile oluyoruz ve ayrılmak hüzün veriyor.

İş dışında neler yapıyorsunuz?

İş, çok vaktimi alıyor. Diğer zamanlarda hep ailemle birlikteyim. Eşimle uzun yürüyüşler yapmayı çok seviyoruz. Akranlarım golf oynuyorlar ama benim tercihim tenis.

Sanat takibi ne durumda?

Geçen yıl Türkiye'de Japon yılıydı. O minvalde birkaç etkinliğe katıldık. Aslında normalde konserleri çok severim, özellikle de klasik müzik konserlerini...

Çok güzel. Aya İrini'de mesela...

Hiç gitmedim desem...

Türkiye'nin diğer şehirlerini gördünüz mü?

Birkaç kez Ankara'ya gittim sadece. Ama önümüzdeki aylarda Anadolu'ya bayi ziyaretleri yapmayı planlıyorum.

Memlekete döndüğünüzde akrabalarınıza İstanbul'la ilgili neler anlatırsınız?

Yakınlarım İstanbul'u neredeyse benim kadar biliyor. İstanbul'a her yıl o kadar çok turist geliyor ki Japonya'dan... Ve emin olun turistler, yaşayanlardan daha iyi tanıyor şehri.

Hediye olarak ne götürürsünüz?

İlla ki nazar boncuğu. Onun dışında öyle Kapalıçarşı ya da Mısır Çarşısı ürünlerinden değil de daha ufak mağazalardaki el yapımı hediyeliklerden almayı tercih ederim.

Mesela?..

Mesela geçenlerde, neydi oranın adı, hani Anadolu Yakası'ndan Avrupa'ya geçerken köprünün ayağında...

Ortaköy.

Hah evet, orayı çok seviyorum. Oradaki küçük tezgâhlarda el yapımı pek çok şey var. Takılar, çerçeveler... Sokak ressamları resim de yapıyor. Onlar da çok iyi.

Emeklilikle ilgili planlarınız neler?

Bir kere en önemlisi eşime daha fazla vakit ayırmak. Senelerdir oradan oraya... O kadar çok kahrımı çekti ki. Çocuklarla ilgileniyor, evle ilgileniyor, benimle ilgileniyor. Bense hep işle... Emekli olur olmaz şöyle iki üç ay boyunca onunla birlikte gezmek, görmek istediğimiz yerlere tek tek gitmek istiyorum.

Siz geldiğinizden beri Honda Türkiye için neler değişti?

İletişim arttı. Her yönden. Çalışanlarla, bayiliklerle, reklam alanlarla, basınla... En büyük değişiklik bu.

Gerileyen pazar payını artırmak için agresif bir pazarlama hedeflediğinizi söylemişsiniz. Nasıl bir agresiflik söz konusu?

Agresiflikten kastımız, daha görünür olmaktı. Yani iletişime önem vermek. Öyle yaptık, yapıyoruz, yapacağız.

"Bizde öyle yer seçme olmaz. Emir gelir gideriz. Merkez, Türkiye'ye gidiyorsun dedi. Ben de geldim. Buradan sonraki durağımın neresi olacağını da yine merkez söyleyecek." demişsiniz. Bu nasıl bir aidiyet/teslimiyet ilişkisi?

Öyledir bizde. 25 yıldır Honda'dayım ve tek derdim Honda'nın felsefesini daha fazla, daha fazla kişiye ulaştırmak.

Nasıl bir felsefe o?

Üretimden tüketime Honda ile bir şekilde ilişkide olan herkesin mutlu olması üzerine kurulu bir felsefe... Üç memnuniyet kuralımız var: Üretim, satış ve satın almada tam memnuniyet.

ABD, Meksika ve Ukrayna deneyimleriniz nasıldı?

Benim için çok büyük bir fark olmuyor. Çünkü ben her yerde Honda'yla birlikteyim. Ama ailem için epey önemli. Onlar Amerika'yı çok sevmişti mesela. Hayat standartları açısından... Ukrayna'da ilk zamanlar çok sıkıldılar. Sonra alıştılar tabii. Meksika ise ilk görev yerim, ailemin kurulduğu yer.

Peki Türkiye?

Eşim de, çocuklarım da çok memnun.

Kaç çocuk var?

Üç. Biri Japonya'da, eğitimi için. İkisi bizimle.


***
Motosiklet kullanmak isteyenlere

2005 yılında faaliyete geçen Honda Motosiklet Eğitim Merkezi'nde her seviyedeki sürücü için kurslar var. Yeni tanışanlara temel el ve ayak kontrollerinin yanı sıra dengede kalmak öğretiliyor. Program çok kapsamlı. Derslerden birinde trafikteki gizli tehlikeleri öngörebilme yeteneği kazandırılıyor örneğin. 2 gün süren bol pratikli ve 4 farklı eğitim programlı etkinliğe, motosiklet ve her türlü malzeme dâhil. Merkezde şimdiye dek 6.000 kişi eğitilmiş.

JÜLİDE KARAHAN / ZAMAN PAZAR

16 Şubat 2011 Çarşamba

Kış gününde Akdenizli bir şiir

Londra'da yarından sonraki sabah. Hava bugünkü gibi buz. Sıcak limonlu çay da dumanı tüten sütlü kahve de faydasız. İçe işliyor soğuk. Köşeleri kapan küçük kitabevlerinden birine girip Akdenizli bir şiir bulmalı.


Şair Gonca Özmen'in The Sea Within (İçerdeki Deniz) ismiyle Shearsman Yayınevi tarafından basılan Akdeniz iklimli kitabı 15 Şubat itibarıyla İngiltere'de. Harflerinin kıyısına köşesine bozkır sıcağı işlemiş Kuytumda'dan 4, İstanbul mevsimli Belki Sessiz'den 24 şiir var kitapta. Çeviriler George Messo'ya ait.

İçinde bahar çiçekleri açan Dutluk şiiri ısıtıyor hemen insanı. Dutluk'un hikâyesini şöyle anlatıyor Özmen: "Haziran 2007, Amasya ile tanıştığım tarih. Yeşilırmak'la, şehzadelerle, kral kaya mezarlarıyla, yalı boyu evleriyle; özellikle de 12 ayrı medeniyetten eserler bulunan Arkeoloji Müzesi'ndeki Hitit dönemine ait Fırtına Tanrısı Theşub'la tanışmak... Tüm gezi boyunca Theşub'un imitasyonunu çantamda taşıyıp 'bakın ben çantamda bir tanrı taşıyorum' demek..."

O gün, yani 30 Haziran 2007'de, Amasya'ya 63 km uzaklıktaki Boraboy Gölü'nden dönüyormuş Özmen. Minibüsün camından önünde uzanıp giden yeşile bakmış. Bir türkünün kalbine bakmak gibiymiş bu. Aklından tüm dünyaya bakmak gibi... Evlerin uzağında, gürültünün uzağında, içinden çok uzakta imiş ki birden küçük bir tabela görmüş. Mavi üzerine beyaz harfli DUTLUK. Evler küçük, tabela küçük, aklı küçük ama yeşil büyük, çok büyükmüş. Söylenmeye değer şeyler olmalı diye fısıldamış aklı Özmen'e. Dut ağaçlarının 'hişt, hişt!' diye seslenişini duymuş sonra: 'Dutluğa doğru gel/Evlerin uzağına/Sana susmayı öğreteceğim/Dalların kaygısını da.'

Meyveleri dalından kopararak yiyebilen, böceklerin seslerini ayırt edebilen, çiçeği de dikeni de, koşmayı da düşmeyi de bilen bir çocukmuş Özmen. Dut ağaçlarının sesini mi duymayacak? Mesele duymak değil, duyduklarından bir şiir yapmak!

Sıklıkla bir sözcük tarafından büyüleniyorum

1982'de Burdur'un Tefenni ilçesinde ailenin tek çocuğu olarak yetişince, o eve gazete ve kitap da giriyorsa, mecburi bir zevkle başlıyor okuma. İlçe kütüphanesi küçük bir mabet. Orhan Kemal'lerden Dostoyevski'lere, Cansever'lerden Uyar'lara... Kaçınılmaz başlangıcı şöyle anlatıyor Özmen: "Kitapların dünyasına yolculuğa çıkan biri ötekiyle paylaşmak istiyor okuduklarını. Paylaşacak kimseyi bulamamak kocaman bir iç sıkıntısı. Ve tabii karnımda biriken sözcükler... Sıklıkla bir sözcük tarafından büyüleniyorum ben. Hâlâ yan yana gelmemiş sözcüklerin olması heyecanlandırıyor beni."

Bu heyecanla dilin tavan aralarında dolaşıyor Özmen. Niyeti; olmayanı oldurmak, çağrılmayanı çağırmak, söylenmeyeni söylemek, deşilmeyeni deşmek. Değişmenin ve değiştirmenin biricik gizil gücü olarak görüyor şiiri. Nev'izâde Atâyi'nin "Kendimizden yeni efsaneler icâd edelim." deyişini hatırlatıyor sıklıkla. Yaptığı tam bu, kendinden yeni efsaneler icat etmek.

Nasıl olacak? Burdur'da yaşıyor; ıssızın içinde... Şiiri konuşabildiği, tartışabildiği kimsecikler yok. Şehrine bir dinleti için giden Şükrü Erbaş'tan isimlerini aldığı edebiyat ve şiir dergilerine abonelik, mektuplar ve telefonlar derken 1997'de Varlık Dergisi'nde yayımlanıyor ilk şiiri. Fakat onu asıl büyüten Veysel Çolak'ın yayımladığı İzmirli dergi Dize. İlk kitabı Kuytumda yayımlandığında 18 yaşında Özmen.

Hayatındaki en büyük değişiklik, şu anda doktora öğrencisi olduğu İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı'nda öğrenciliğe başlamak. Başka bir dil, başka bir kültür, başka bir edebiyat, başka bir şiir ve başka bir şehir... 8 yıl aranın ardından ikinci kitap: Belki Sessiz. Özmen'in "Sağaltılmış, azaltılmış, dinlenmiş, demlenmiş bir birikme ve biriktirme kitabı." diye tanımladığı Belki Sessiz'e ses veren çok oldu.

Şubat 2008'de Yapı Kredi Yayınları'nca basılan o ufak ve beyaz kitap, okur tarafından ödüllendirildi, hemen tükendi. Yayınevi kare şiir kitaplarının yeni baskısını yapmadığından fotokopisi türedi hatta. Bir kahraman, Kırmızı Kedi Yayınevi, şiir dizisi başlatma kararı alınca yeniden seslendi. Şimdi sıra ilk kitap Kuytumda'da. Belki Sessiz'in salyangoz çizimli yeni kapağını çok sevmiş Özmen: "Sade, boşluklu ve sessiz bir kapak... Salyangozun doğaya ait oluşu, kendidenliği, sessizce yol alışı, geçtiği yerde iz bırakışı... Ama en çok kendidenliği... Bu kendidenlik bana da şiirlerime de çok uygun..."

Hakketen öyle. Kendiliğinden doğuyor şiir Özmen'de. Yaşadıklarının, gördüklerinin, düşlediklerinin ve sezdiklerinin sonucunda. Ama birden ve aniden değil asla. Zor yazan, yazdıkları üzerinde epey titizlenen bir şair Özmen. İnsanın kendinden bir şair çıkarması kolay değil. O şairden 7 ayrı dile çevrilen şiirler çıkarmak da... Özmen'in devşirdiği son şiir İtiraf, Özgür Edebiyat'ın yeni sayısında yayımlandı. Meraklısına... j.karahan@zaman.com.tr


Jülide Karahan

Zaman Pazar /13.02.2011

8 Şubat 2011 Salı

MEHMET GÜNSÜR: BELKİ HARİKA BİR BÖĞÜRTLENLİ PASTA VAR!

NEŞELİ BİR RAHATLIK VE ADAÇAYI KOKULU BİR FERAHLIK İÇİNDEKİ MEHMET GÜNSÜR HER SEFERİNDE “BAKALIM NELER VAR” DÜŞÜNCESİYLE GİRİYOR PASTANEYE.

Aslında hacca gitmektir genç adamın niyeti. Yol üstündeki bir ağaç gönlüne hoş gelince orada kalır. Hacca giden bir ihtiyara anlatır ağaç altı huzurunu. İhtiyar ibadetini etmiş dönerken genç hâlâ oradadır. Ferahlığı yolda bulmuştur. Oyuncu Mehmet Günsür da İbn-i Arabî’nin kıssasındaki genç gibi iç sesine teslim etmiş kendini. “Hayatı akışına bırakıyorum” diyen sanatçının bu günlerdeki gölgeliği Aşk Tesadüfleri Sever filmi.

Tesadüflerle dolu bir hayat mı?

Aynen. O kadar çok tesadüf var ki! Hayatın bize gönderdiği küçük işaretlere çok dikkat etmeli. Pek çok şey onlarda gizli.

İç sesle mi yaşıyorsunuz?

Epey… Yani tamamen içgüdüsel yaşıyor ve öyle yaşamaya dikkat ediyorum. Önyargısız olmak. Bu çok önemli.

Diyelim ki eşiniz tiramisu seviyor, o kararlılıkla mı; bakalım neler var düşüncesiyle mi giriyorsunuz pastaneye?

Her seferinde “bakalım neler var” düşüncesiyle girerim. Kesinlikle, kesinlikle… Belki harika bir böğürtlenli pasta var…

Bu kadar esnekliğin yolu kararsızlığa çıkmıyor mu?

Şöyle diyelim; ben aslında ne istediğini bilen bir adamım. Ama açığım. Karşıma iyi bir alternatif çıkar ve beni ikna ederse yolumu değiştirebilirim. Bu kararsızlık ya da uyumlu olmak değil; karşıma çıkanlardan memnun olmak. Bir restorana gittim, yemek istediğim şey de belli diyelim. Yine de garsona sorarım, bana tavsiye edeceği bir şey var mı diye… O sırada garsonun gözünde bir pırıltı görürsem olay biter. Kalın çizgilerim yok. Hayat yumuşak ve esnek; önünde ve elinde şekilden şekle giriyor. Buz değil, su…

İlk anda kaderim olduğunu anladım, çok güçlü bir işaretti dediğiniz bir hikâyeniz var mı?

Olmaz mı? Eşimle hikâyemiz aynen böyle. Bir arkadaşımla kısa bir film senaryosu yazmıştık; o yönetmiş, ben oynamıştım. Filmi bir sürü yerle birlikte Valencia Film Festivali’ne de gönderdik. Orada tanıdığım biri beni eşimle tanıştırmak için o kadar ısrar etti ki, bir işaret olduğunu sezdim. Festival bitti, Lecce’ye gittim. Eşim Katerina’nın; hayatının aşkını bulan iki insanı anlatan harika bir aşk filmi senaryosu vardı. Adı Felici da Morire (Ölümüne Mutlu). O film için tanıştık, sonra senaryoyu bir kenara bırakıp hikâyeyi bizzat yaşadık. Hâlâ yaşıyoruz. O kısa filmi çekmeseydik, o festivale göndermeseydik, ben Lecce’ye gitmeseydim… Ne diyeyim hayatımın en güzel tesadüfler zinciriydi.

Çok basit bir şey isteseniz…

Marangozluk yapmak. En ilkel anlamda bir şey yapmak, üretmek, ortaya çıkarmak… Bir tahtayı alıp kesip biçip bir masa yapmak. Gerçekten çok isterim. Kocaman, sekiz kişilik bir masa. Bütün gün kesip biçip gün sonunda ortaya bir masa koymak. Ne harika olur…

Bu ciddi bir B planı mı?

Kesinlikle…

Oyunculuk da anlatmak ama asıl üreten ve anlatan mutfak. Oraya girmek gibi bir durum, niyet ya da dileğiniz var mı?

Var, olmaz mı? Bir hikâyeyi yazıp yönetmeyi çok istiyorum. Henüz ortada bir şey yok ama fikir çok. Birtakım kısa metrajlı çalışmalar yaptık mesela, onları birbirine ekleyip 35 dakikalık bir film olarak festivallere göndereceğiz. Düşündüğümüz bir senaryo da var ama daha yolun başındayız, bakalım…

İtalyanca, İngilizce, Türkçe, Fransızca… Kendi senaryonuzu hangi dilde yazarsınız?

Şu anda İtalya’da yaşasam ve genellikle İtalyanca konuşsam da kesinlikle Türkçe…

Çocuklar Türkçe biliyor mu?

Tabii ki. Eşim de biliyor. Türkiye’ye geldiğimizde kurslara gitti, zaten dile karşı çok kabiliyetli. Çocuklara gelince; ben zaten onlarla sadece Türkçe konuşuyorum.

Hep mi?

Evet. Çocuk bahçesinde yanımızda birileri varken herkes anlasın diye İtalyanca konuşsam da diğer zamanlarda özellikle Türkçe konuşuyorum. Oğlum İtalyanca cevap veriyor ama anlıyor. Türkiye’ye geldiğimizdeyse bir hafta sonra çok güzel Türkçe konuşmaya başlıyor. Kızım daha bir yaşında olmasına rağmen onunla da Türkçe konuşuyorum. Cevap vermese de anladığına eminim.




SONRASI ÇORAP SÖKÜĞÜ…

8 Mayıs 1975 İstanbul doğumlu Mehmet Günsür 7 yaşında reklam filmlerinde oynamaya başladı. 12’sinde Geçmiş Bahar Mimozaları isimli bir dizide Rutkay Aziz, Filiz Akın ve Müşfik Kenter’le çalışan Günsür; İtalyan Lisesi ve Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi yıllarında sadece müzikle ilgilendi. Taksim’de bir lokantada işletmecilik yaptığı günlerde Ferzan Özpetek’in Hamam (1997) filminde rol aldı ve rotayı oyunculuğa kırdı. Hamam filminin ardından bir İtalyan tiyatrosundan aldığı teklifi değerlendirerek İtalya’ya yerleşti. Sonrası çorap söküğü: İtalyan (2002), O Şimdi Asker (2003), Anlat İstanbul (2004), Dehşet Gecesi (2007), Ses (2010)…



8 AŞKINA!
“Rakamları çok seviyorum. En çok 8’i. 8 Mayıs’ta doğdum, ilk evimin kapı numarası 8’di. Hayatımda 8 hep oldu. 8’in olduğu işlerim hep rast gitti. Bunun nedenini senelerce bilmedim, günün birinde numerolojiyle uğraşan bir arkadaşım hesaplar yaptı. Benim numaramın 8 olduğunu söyledi.”

KUTU: TEK PİŞMANLIK
“16 yaşındayım, babamın arabasını izinsiz kaçırıp… Arabayı ben kullanmıyordum, hatta arabada bile değildim ama sonuçta benim sorumluluğumdaki bir olayda işler kötü gitti. Hastane, karakol filan… Fena bir mahcubiyet; hem babama hem arkadaşlarıma karşı. Galiba hayatımdaki tek pişmanlık bu.”


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / ŞUBAT 2011

...

Bir Dakika Kardeşim!

Bülent Ortaçgil yedi yıl aradan sonra yeni bir albüm çıkardı: Sen. Bir çırpıda dinliyorsunuz önce. Sonra ikinci, üçüncü, dördüncü kez… Bir yerde yok yakalamıyor diyor, bırakıp hayata dalıyorsunuz. Nedensiz bir muhasebe içindesiniz yalnız. Böyle hüzünlü, huzurlu garip bir halet-i ruhiye. Sebebini anladığınızda iş işten çoktan geçiyor: Yakalandınız!

Şiir yazdınız mı hiç?

Yok.

Öykü, roman, deneme denediniz mi?

Yok. Ama yazma alışkanlığını kazanmak, yazmaya odaklanmak için bir şeyler karalarım zaman zaman. Öylesine metinler. Bunlar edebi değer taşımaz ve sadece kendimle ilgili olurlar.

Günlük gibi mi?

Değil. Bu sadece şey için… Önünde kalem kâğıt vardır, bir şey yazacaksındır. O anda korkuyla karışık bir yabancılıkla karşı karşıya gelirsin. Ne yazacağını biliyorsan genelde dökülürsün. Ama bazen ne yazacağını bilsen bile o bildiklerin sözcüğe dönüşmemiştir daha. İşte onları yazabilmen için önce yazma eylemine alışman gerekir.

Ressamların el açması gibi mi?

Hah, aynen öyle. Sadece yazıya odaklanmak için böyle saçma sapan şeyler yazdığım olur.

Şarkı sözleriyle ilişkiniz nasıl? Her birinin üzerinden 100 kez filan geçiyor ve son ana kadar değiştirip duruyor musunuz?

Aynen. Üzerinden tekrar tekrar geçer dururum. 100 kez, 500 kez… Son ana kadar bekleyen bir şarkı vardı mesela. Bir türlü bitmedi. Albümün 10. şarkısı. Sonunda çıkardım onu.

Duruyor mu kenarda?

Evet ama hiç bakmıyorum, doydum artık.

İsmi cismi var mı?

Yok. Yarım yamalak bir şey. Eskiz halde.

Yedi yıl sonra ikna olmak, bir şeyleri içe sindirmek büyük olay. Şimdi dinlerken nasıl hissediyorsunuz? Yabancılaştınız mı?

Çok. Herkesten çok. Dinlemek falan istemiyorum. Şimdi sizler için yepyeni bir şey. Benim içinse son yedi yılımı öyle ya da böyle geçirdiğim... Son iki yılımı da bir fiil kaydetmek, çalmak, sözlerin üzerinden geçmek için harcadım. Çok yoğun bir mesaiydi. Artık tamamen yabancıyım her birine. Şu anda ikimiz oturup o şarkıları aynı şekilde dinleyemeyiz. Mümkün değil. İşin keyfini siz süreceksiniz. Ben belki altı ay sonra falan dinlersem keyif alabilirim.

Konserler nasıl olacak böyle yabancı yabancı?

Yani... Konserlerde Benimle Oynar Mısın albümündeki şarkıları söylüyorum zaten. Neredeyse 40 yaşında onlar. Bende uyandırdıkları hisler çok farklı. Bu albümden çok az, bir iki şarkı söylersem söylüyorum. Ona da yeni yeni başladım. Bu albümün konserleri bir-iki ay sonra. Büyük konserler olacak onlar.

Büyük konserler derken…

İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi büyük kentlerde sahnede beş-on kişinin olacağı konserler. Yaylılarla beraber… Sonraki yıllarda çekirdek gruba adapte edip çalacağım illa ki. Yani sadece yaylılarla çalarım, başka türlü olmaz diye bir şey yok. Öyle anlaşılmasın. İlk konserler için geçerli bu kalabalık.

Albümün numarası o. Yaylılar. Hatta önce müzik mi algılanıyor? Sözler sonra mı bu defa?

Yok, o sizin müziği nasıl gördüğünüz, dinlediğiniz, duyduğunuzla ilgili… Popüler müzik diye bir şey var. Çabuk anlaşılan. Birlikte söylenip çabuk unutulan, çok derinlere inmese de bir zaman diliminde insanı çarpan. Onları dinlemeye alışkınsanız benim şarkılarımda “bi dakika kardeşim” demeniz gayet olağan. Pıt diye fikir sahibi olamazsınız. Ama bazı şeyler var ki benim şarkılarım dâhil hemen yargıda bulunamazsınız. Biraz düşünmeniz gerekir, tekrar tekrar dinlemeniz… Ondan sonra keyif alabilirsiniz ancak. Ya da hiç alamazsınız belki… Mesela sizin müzik geleneğiniz nasıldır? Kimleri dinlersiniz? Tek bir kişi söyleyin bakayım.

Gevende diyelim…Doğaçlama.

Pek garip. Çünkü doğaçlama çok güzel de olabilir, rezalet de… Standart dinleyici doğaçlama sevmez. Sen albümünde hangi parça?

Çok kimseler Ayrıntılar dese de Sen-Ben.

Tabii, müzik yok. Söz var. Parmak şıkırtısı var. Tamam, anlaşıldı.

Ayrıntılar’ın bu kadar sevilmesi neden?

Muhasebesinden. Şarkı sözlerinin sıradan olma ihtimali vardır bazen. Bazı şarkılardaysa her zaman kolay kolay dile getiremediğin şeylerden bahsedersin. Ayrıntılar’da öyle oldu. Orta yaşlardaki bir insanın yaşadıklarıyla, gördükleriyle geriye bakarak kurduğu ilişki söz konusu... Buna benzer sözlere öyle çok kolay rastlamazsınız. Bu nedenle çarpıcı. İkincisi onca yıl sonra geri dönüp bakılan ve sözü edilen konular geçirilmekte olan hayatı özetliyor. Üçüncüsü şarkının bir estetik şiirsel güzelliği var. Dördüncüsü şarkıda kullanılan müzik ileri bir armonizasyonla yapıldı. Bunlardan hangisi sizi çekerse…

Sizi hangisi çekiyor?

Ben hepsine eşit mesafedeyim. Zaman zaman onu ya da bunu beğeniyorum ama onlar geçici duygular. Hepsinin altına imza atmışım bir kere. O nedenle hepsine eşit mesafedeyim. Kimisini bugün çok severim, öbürünü üç ay sonra… Ama şimdi bir yabancılık işte. İş güç de çok.

Tanıtımlar, konserler… Bozburun’da hiçbir şey yapmadan durmak vardı.

Evet. Herkes o yaşama özenir ama kolay değil. Bir kere pahalı. Çünkü kısıtlı bir gelir var. Burada bir hayat, orada bir hayat... Her şeyden iki tane lazım. İki çamaşır makinesi, iki buzdolabı, iki ev...

JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET / ŞUBAT 2011

...

Ah Mine’l Tesadüf!

'Tesadüf' gibi uzun ince bir yolun ‘yok artık’ sokağına çıkmadığı bir film: Aşk Tesadüfleri Sever.


Ankara’da neşeli, ılık ve açık mavi bir bayram sabahı. Zuhal ve Sevim Hanım sohbette. Konu, mutlu bir evlilik içindeki çocukları… Çocuklarının çocuklukları… İlk sözcükler, yaramazlıklar, ufak hastalıklar…

— Kaptığımız gibi Meliha Hanım’ın kapısında alırdık soluğu.
— Hangi Meliha Hanım? Hani şu…
— Evet, o; Meliha Kaygusuz.
— Aaaa biz de ona giderdik.
— Yıllarca aynı doktora mı götürmüşüz çocukları?
— Kim bilir kaç kez karşılaşmışızdır. Ne güzel tesadüf.

Ne hoş, ne ışıl ışıl... Ah mine’l tesadüf. Bayramın neşesi oluyor sohbet. Çocuklar İpek ile Ömer Faruk Sorak devralıyor konuyu: “Acaba kaç kez karşılaştık? Doktorun bekleme salonunda, Dost Kitabevi’nin kapısında, Kızılay’daki ışıklarda, metronun yürüyen merdivenlerinde…” Muhabbet muhabbeti açtıkça anlıyorlar ki çok defa kesişmiş yolları, çok defa teğet geçmişler birbirlerine. Tanışma yıllar sonra. Bu defa ah mine’l aşk.
Teşhis belli: Aşk tesadüfleri sever. Filmin adı gibi…

DÜNYA GÖZÜYLE GÖRMEK

Aşk Tesadüfleri Sever; biraz onların, biraz herkesin filmi. Tesadüfler tesadüflere, belkiler belkilere, acabalar acabalara eklendikçe “Ne güzel bir film olur bu” demiş çift. İpek, tüm diyalogları dokuz sayfalık bir metne döktüğünde olay arkadaşlara anlatılan bir anı olmaktan çıkmış ve başka tesadüf hikâyeleriyle harmanlanarak senaryoya dönüşmüş.

Aşk Tesadüfleri Sever, çocukluk ve ilk gençlik yılları boyunca yolları Ankara’da defalarca kesişen ama tanışmaları 2010 yılında İstanbul’da gerçekleşen Özgür (Mehmet Günsür) ve Deniz’in (Belçim Bilgin) aşkını anlatıyor. Hikâye, 1977’nin 1 Eylül’ünde Ankara’da başlıyor. O sabah, hamile karısı Neriman’ı hastaneye yetiştirmeye çalışan Yılmaz Bey’in arabası Ömer Bey’inkine çarpar. Bu çarpışma Ömer Bey’in arka koltukta oturan hamile karısı İnci’nin erken doğum yapmasına sebep olur. İki bebek; aynı gün aynı hastanede doğar ve dünya gözüyle ilk gördükleri şey birbirleri olur.

HAYAT KADAR KOMİK

Bu kaza, Özgür ve Deniz’i pek çok kez bir araya getirecek tesadüflerin başlangıcı olur. Bundan sonra yolları, çocukluk ve ilk gençlik yılları boyunca Ankara’da kesişir durur ve her kesişme onların hayatında büyük değişikliklere sebep olur. Birbirlerinin çocukluk aşkı olurlar önce, sonra ilk kalp kırıklığı…

Her tesadüf hayatlarının rotasını değiştirir ve onlara bazen bir felaket, bazen bir mucize getirir. Tesadüflerin tek bir şartı vardır: Hiçbir zaman bir araya gelmemeleri. Araya görünmez bir duvar örülmüştür sanki. Karşılaşırlar ama yola bir türlü birlikte devam edemezler. Neyse ki büyüdükçe hayaller küçülse de işaret ve tesadüfler çoğalıyor.

Çok seneler sonra, 2010’da İstanbul’da karşılaşır ikili. Bir sürü teğet geçiş, aşkı bulma arayışı ve çıkmaz sokağın ardından… Oscar Wilde masalları tadında; olacak olanın olmaması olanaksız sonuçta.

Komedisiz, daha doğrusu sadece hayat kadar komik bir romantik film Aşk Tesadüfleri Sever. Bu ‘gerçek özentili’ ve ‘yok artık’sız filmde herkes; Ömer Faruk Sorak’ın dediği gibi kendi geçmiş, gerçek, tesadüf ve aşkını bulacak.




ÖMER FARUK SORAK: ANKARA BAŞROLDE

Ankara sıkıcı, soğuk ve gri bulunur genelde. Belki de ilk defa şehrin yeşil, sıcak ve sempatik yüzüne baktık. Ankara bu film için seferber oldu. Ankara Belediyeleri, Gazi Mahallesi ve AnadoluJet ekibinin samimi desteği filme yansıdı. Yaptığım en iyi, en pozitif film oldu bu. Öyle çok sevgi ve emek var ki…

MEHMET GÜNSÜR: HERKESE BİR TESADÜF

Film herkese ayrı bir sürpriz/tesadüf hazırladı. Senaryo yazarı Nuran Hanım benim uzaktan akrabam çıktı mesela. Bu film sayesinde tanıştık, çok mutlu olduk. Daha önce birbirimizden haberdar değildik, meğer onun dedesiyle benim dedem amca çocuklarıymış. Çekimler sırasında öyle tatlı anılar, hoş tesadüfler yaşadık ki. Ben filmin pek çok sahnesinde kendimi oynadım, kendi 20 yaş kıyafetlerimi giydim.

BELÇİM BİLGİN: BÖYLE BİR TESADÜF!

Deniz karakterinin Ankara’da doğup büyüdüğü sokak ve evi uzun süre aramış ekip. Ankara’nın altını üstüne getirmişler. Şehri sokak sokak, karış karış gezmişler. Sonunda And Sokak’ta eski bir evde karar kılmışlar. Sokağı ve evi bana anlattıklarında elimdekiler yere düştü. Çünkü tarif ettikleri yer benim doğup büyüdüğüm sokak ve hatta evdi.


JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET/ŞUBAT 2011

...

6 Şubat 2011 Pazar

Hangisi daha acı, gerçekler mi ölüm mü?

Geçtiğimiz hafta oyuncu/sunucu Defne Joy Foster'i kaybettik. Erken/ani her ölüm çok üzüyor. En çok gidenin yakınlarını. Diğerlerinde merak üzüntüyü dakikasında mağlup ediyor ve sorular birbirini izliyor: "Nasıl, kurtulabilir miydi, ihmal mi var, hata mı yapıldı, neden ambulans aranmadı, suçlu kim, evli bir kadının yeni tanıdığı bir adamın evinde işi ne?"


Geçtiğimiz çarşamba sabahı kimse 'günaydın' demedi birbirine. İlk cümle 'Defne Joy Foster ölmüş, biliyor musun?' oldu. 'Nasıl yani?' tepkisini 'şaka olmalı' temennisi izledi. 'Nasıl yani?'nin cevabını son saatlerinde Defne'nin yanında olan tek kişi, Taraf Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Kerem Halit Altan biliyor. Olay aşağı yukarı şöyle gelişiyor: Foster ve Altan bir eğlence mekânında tanışıp oradan sabaha doğru çıkarak Altan'ın evine gidiyor. Astım hastası olan Defne fenalaşıyor. Soğuk su fayda etmeyince durumun uygunsuzluğundan çekinen Altan, ambulans çağırmak yerine yakındaki bir iki sağlık kuruluşuna koşuyor. Doktor bulamayınca eve dönüyor ki Defne baygın. Biraz daha bekleyen Altan son çare çağırıyor ambulansı. İş işten geçmiş, Defne gitmiş.

Temenni havada... Genç kadının hayatı; ilk kez gittiği bir evde, kocası ve çocuğundan uzakta yapayalnız sona erdi. Yakınlarına sonsuz ve büyük bir üzüntü kaldı. Diğerlerinde merak üzüntüyü dakikasında mağlup etti ve sorular birbirini izledi: "Nasıl, neden, kurtulabilir miydi, suçlu kim, evli bir kadının yabancı bir adamın evinde işi ne?" Mesleki merak insanî duyarlılığı solladı. En çok tartışılan yorum "Defne'nin ölümü tipik bir su testisi su yolunda kırıldı olayıdır!" diyen Hıncal Uluç'tan geldi. En yaygın başlık 'Yok Böyle Ölüm'dü. Defne Joy Foster isminin tek tanımlayıcısı Yok Böyle Dans yarışmasıymış gibi... Oysa nice sıfat vardı o ismin önü sıra: Zekâ küpü, neşe abidesi, Amerikalı siyahî baba ile İzmirli deli dolu annenin biricik kızı...

"Beni sevin, beni sevin, beni sevin..."

2 Eylül 1975'te başak burcunun 'ya şahane ya hiç' mükemmeliyetçiliğiyle Adana İncirlik'te doğup İzmir'de ilk gençliğini geçiren Defne, tam da bu deli dolu hali sebebiyle bir arkadaşının nişanında dikkat çekince televizyon ekranlarında buldu kendini. Kral TV'de VJ olarak başlayan ekran macerası; Sihirli Annem, Çat Kapı, Uzman Avı, Bir İş İçin Lazım, Sen Uyurken ve Çeyiz Şov gibi programlarla devam etti. Ve molaların en güzeli... "Mutlu bir aile kurmak istedim hep. Kolay değil... Ben kendimi ilk defa, biriyle bu kadar tam hissediyorum. Hayırlısı..." sözleriyle anlattığı görüntü yönetmeni İlker Yasin Solmaz'la 2008'de evlendi. Başında papatya tacı, üzerinde sadecik beyaz elbisesi, yüzünde 'merhaba yeni hayat' ifadesi. 13 Haziran 2009'da oğlu Can Kılıç doğdu, Defne bir süre ortalardan kayboldu.

Acun Ilıcalı'nın yapımını üstlendiği Yok Böyle Dans'a kadar. Program sayesinde kendi deyişiyle 'meşhurdu, popüler oldu'. İyi mi, kötü mü oldu? Cevabı Saba Tümer'le Bu Gece'de şöyle verdi Defne: "Hep daha fazlası, daha fazlası... Yükseldikçe bir şeyler kaybedersin. Ona hazır değilim. Herkes beni seviyor sanırdım. Şimdi ilk defa sevmeyenler olduğunu anladım. Kaldıramıyorum. Beni sevin, beni sevin, beni sevin... Benim olayım bu."

Defne'nin olayını Haşmet Babaoğlu, "Aşırı neşeli hâl çoğu zaman derin bir hüznün maskesidir." cümlesiyle açıklarken Reha Muhtar, 'Kendini sevmeyen bir genç kadının öyküsü' başlıklı yazısında "Defne Joy Foster hayatı seviyordu, ancak kendini yani öz benliğini sevmiyordu. Kendisini sevmeyen insanların bilinçaltı, vücutlarına zarar verir. Kişinin kendini yeterince sevmemesi, kendi suçu değil bir çocukluk travmasıdır..." şeklinde açıkladı. Defne de birkaç röportajıyla doğrulamıştı bunu: "Çocukken çok çektim. Çocuklar dalga geçerlerdi. Mesela 'Yağmur yağıyor seller akıyor Arap kızı camdan bakıyor'u toplanıp söylerlerdi." Çok eski röportajlara gitmeye gerek yok. 1 Eylül 2010 tarihli twitine şöyle yazmış Defne: "Yarın doğum günüm :( sonbaharda doğunca hayat ayrı bir melankoli..."

Uçurumları seviyordu, hesapsızdı, 'hayat hesap yapacak kadar uzun değil'di... Ara sıra "Lütfen 5 verin, gideyim artık." dese de 30 Ocak'ta Yok Böyle Dans'tan elendiğinde epey üzüldü. "Umarım beni sevdiğiniz kadar sizi sevdiğimin farkındasınızdır." diyerek vedalaştı izleyiciyle. Hayatla son vedası Perşembe günü Zincirlikuyu Mezarlığı'nda gerçekleşti. Yanında sadece oğlu Can'ın en sevdiği oyuncak arabası... Söylenecek tek şey annesi Hatice Hanım'ın feryadında gizli: "Sabır..." j.karahan@zaman.com.tr

Jülide Karahan

Zaman Pazar / 06.02.2011

...

2 Şubat 2011 Çarşamba

ANLIK HÂL KOLEKSİYONCUSU

Üzerinde hallerden en güzeli aheste revan. Hava soğuk, yakası kürklü. Ensesine inen gri- beyaz saçları vurdumduymaz bir özgürlük içinde. Mantosu üzerinde, içerisi biraz serince. Çantasını bırakmış vestiyere. Tüm öğleden sonrasını bu keyfe ayırdığı belli. Ellerini arkasında kavuşturmuş, gözlerini kısmış, kendini bu dünyaya kapatıp başka bir dünyaya sonuna kadar açmış. O başka dünyada türlü çeşit renk, çizgi, desen, düşünce, hayal… Bazen bir adım geri gidiyor, her bir noktayı aynı anda görebilmek için; bazen iki adım öne, boyanın kokusunu duyabilsin diye. Tam anlamıyla o dünyanın içinde. Dünya, Fransız ressam Ingres’in elinden çıkma. İsmi Le Bain Turc (Türk Hamamı).

Bir başkası. Gençten. Rehavet karşıtı ne kadar sıfat varsa üzerinde. Bir telaş, bir acele… Ayaküstü atıştırıp çıkması; yaşadığı dünyaya biran önce dönmesi gerek. Kapıdaki güvenliğe, “bir arkadaşa bakıp çıkacağım” demiş bile olabilir; kim bilir? Duvardaki kırmızı tablo şaşkın, yeşil figür dilini yutmuş. Bu hız onun dünyasına göre değil.

BİR SANAT ESERİNİN SEYREDİLME ANI

Müzeler video kayıtlarını izlememize izin verse; eserler kadar o eserleri izleyenler de çekecek ilgimizi. Kendimiz serginin içindeyken anlaşılacak şey değil bu. Dışarıdan ve belki yukarıdan bakınca görülüyor. Böyle bir deneyim yaşamak isteyenlerin 2 Şubat’tan itibaren İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nin yolunu tutması gerek. Seyre dalan insanların anlık hâlleri/hikâyeleri tam seyirlik. Anlık hâl koleksiyoncusu fotoğraf, bu iş için biçilmiş kaftan.

Türkiye’nin önemli fotoğraf sanatçılarından İzzet Keribar ile Fransız çağdaş sanatçı Laurence Aëgerter; nasıl olmuşsa seyirlik insanları kayıt altına alma isteğiyle işe koyulmuş. Ellerinde makineleri, sırtlarında diğer öteberileri müzeler ülkesi Fransa’da dolaşıp müzelerde dolaşan insanları fotoğraflamışlar.

Başta Louvre Müzesi olmak üzere pek çok sanat mabedinde yakalanan anlar arasında durmakla dönmek arasındaki doğrusal çizgide yer alan tüm fiiller mevcut. Baktığı sanat eserinin içine girip onunla bütünleşen de, sanat eserinden korkunç bir çığlık duymuş gibi uzaklaşmak isteyen de var. Klasik ve modern bir sürü resim, o resimlere bakan bir sürü göz… Başka başka dünyalara bakan gözler ve onlara bakan dünyalı gözler. Arada objektif. Bu tam olarak bir sanat eserinin seyredilme anını yakalama sanatı. Fotoğraflar; eserdeki görüntü ile müzedeki ziyaretçi arasında kalan her türlü hareket, duygu ve renkle demli. Eserle eseri seyredenler arasındaki ilişkinin bu kadar geniş bir fiil çizgisinde olabileceği hiç akla gelmez ama öyle. Durum, ancak iki sanatçının farklı bakış açıları ve yorumlama yetenekleriyle açıklanabilir. Arada dağlar taşlar… Serginin ismi manidar: ‘Bir Bakıştan Diğerine’

BÜLENT ORTAÇGİL’DEN ‘İSTEDİĞİNİ YAP’

Şarkıdaki gibi. “Senin yargıların en doğru/ Benimkiler tabii ki en en doğru/ Sana bir şey söyleyeyim mi?/ Doğru yanlış yoktur/ Başka yerlerden bakan insanlar vardır.” Doğruluk ve yanlışlık üzerine 36 yıldır filan düşündüğünü söyleyen ustaya göre ortada bir olay vardır. Üç kişi birden bakar, ayrı yorumlar, ayrı anlatır. Hâlbuki de facto bir şeydir. O ayrı yerlerden bakma hali; kadın-erkekten tut, yaşa, eğitime, coğrafyaya, kültüre ve daha bir sürü şeye göre şekillenir.

Kıssadan hisse; doğrular ve yanlışlar farklı yerlerden bakınca kolayca birbirine karışır. Hatta bu ne ki; koskoca dünya tam da farklı yerlerden bakma sebebiyle karmakarışıktır. Bu karmakarışık dünyada iki fotoğrafçı, ikisinin de elinde fotoğraf makinesi, ikisinin de önünde müzeler, sanat eserleri ve onları izleyen insanlar… Ne, ne kadar farklı olabilir ki? Bizzat kendileri kadar… Şöyle ki; 1936 doğumlu, Saint-Michael Lisesi mezunu fotoğraf sanatçısı İzzet Keribar bir milyondan fazla görüntü ile Türkiye’nin en zengin görsel arşivlerinden birine sahip. Akademik Başarılar Şövalyeliği ile onurlandırılan Kehribar’ın çalışmaları, aralarında 2001 FUJIFILM Millenium birincilik ödülünün de bulunduğu çok sayıda saygın ödülü almış durumda.

1972 yılında Marsilya’da doğan Fransız çağdaş sanatçı Laurence Aëgerter ise Amsterdam’da çalışıyor ve yaşıyor. Yine çok sayıda ödül kazanmış sanatçının çalışmaları; New York’ta MoMA, Nice’te MAMAC ve Paris’te Centre Pompidou Kandinsky Kütüphansi gibi saygın koleksiyonlarda sergileniyor. Video, performans ve yayın gibi farklı tarzlarda çalışan sanatçının gayesi toplumu sınıflandıran sistemleri sorgulamak. Sanatçının bir önerisi de şu: İşlev ve yapılarını değiştirilen nesneleri başlangıç hedeflerinden alıkoyarak onları yeni biçimleriyle değerlendirmek.

Farklı kültür, dil, iklim, coğrafya ve yol izlemiş ve üstelik farklı nesilden iki sanatçı. Fotoğraflar birbirinden öylesine farklı… Bir ipucu: Daha hareketli ve deneysel olan, yaş alan. Daha fazlası için 4 Mart’a kadar vaktiniz var. Bir ipucu daha: İstanbul Fransız Kültür Merkezi’ndeki sergiler bitiş tarihlerinden ortalama 15 gün sonra kapanıyor.

JÜLİDE KARAHAN

FOTOĞRAF DERGİSİ / Şubat-Mart

...