30 Nisan 2011 Cumartesi

OYA

Kışın buz gibi soğuğu, yazın civciv sıcağı, baharın şıkır şıkır yağmuru yeryüzüne indiğinde evlerinden çıkmaz hanımlar. Pencereden dışarıya bakar, evin sağını solunu toplar, mutfağa girip bir şeyin altını yakar, başka bir şeyinkini söndürürler. Gün geçmek bilmeyince de oyalanırlar. Oya ile...

Hakkında yapılmış nadir araştırmalara göre Türk-çeden başka bir dilde karşılığı yok. Sadece Türkçe'de var, sadece bizde. Sabah itibarıyla karşımıza çıkan ilk iki kişiye söylüyoruz adını: "Oya" Tepkiler aynı: "Bu kadar narin/güzel/hoş bir şey olabilir mi?"

Aklına bir yemeni oyası gelen herkesin yüzünde aynı gülümseme, dilinde aynı iltifat ama cebinde ayrı hikâye. Musa Bey, küçük bir kâğıt parçasına çizerek anlatıyor: "Camekânlarda saklanır bunlar. Yemeniler üst üste, oyaları görünecek şekilde sıralanır; bir misafir geldiğinde, bir misafirliğe gidildiğinde içlerinden biri çekilir alınır. Hediye niyetine... Karar vermek zordur, hepsi birbirinden güzeldir. Bazen başlarında 'o mu olsun, bu mu olsun' diye birkaç saat geçirilir."

Gözünün önüne motifleri tek tek getiren Ahmet Bey ise "Küpe çiçeğini bilir misin?" diye başlıyor söze: "Aynısı, aynısı... Karşısına geçip de yapıyorlar sanki. Yöreden yöreye de değişir bunlar. O ufacık, o basitçik şeyin ardında binlerce yıllık bir kültür, bir gelenek, bir hayat görüşü vardır da bilmez kimse."

Balık kılçığı, damat bohçası

Kışın buz gibi soğuğu, yazın civcivli sıcağı, baharın şıkır şıkır yağmuru yeryüzüne indiğinde evlerinden çıkmaz hanımlar. Öylece pencereden dışarıya bakarlar, mutfağa girip bir şeyin altını yakar, başka bir şeyinkini söndürür, evin sağını solunu toplar; gün geçmek bilmeyince de oyalanırlar. Oya ile... Oya, narin ve sıradan ama renkli ve huzurlu meşgalesidir hayatın.

Onsuz olmaz. Bir genç kızın çeyizinde türlü çeşit oyalı 100 kadar yemenisi yoksa doğru düzgün eşi dostu da yok demektir ki bu fena bir şeydir. En çok ipek, sonra pamuk ve sentetik iplerle; genellikle tığ ama bazen mekik ve firketeyle; çoğunlukla yemeni, yazma ve mendil, nadiren de yatak örtüsü ve keselere işlenir. Tüm Anadolu'da ama en çok Rize, Konya, Bursa, Kahramanmaraş, Elazığ, Afyon, Adana, Kastamonu, İzmir, Balıkesir, Kütahya, Muğla, Ordu, Bolu ve İçel'de ihtimam gösterilir ona. Elinde oyası olanlar daha bir hanım hanımcık, daha bir mutlu mesuttur.

İsimleri de motifleri de çeşit çeşittir: Tohum, balık kılçığı, damat bohçası, cimcime, tombul gıdığı, farekulağı, dal böceği, küpeli, kefiye, cihan yandı, nikâh sepeti, iki gelin bir kaynana, kızılcık, kabak çiçeği, yaprak dökümü, gönül dolabı... Bazen isimleri benzer, kendileri bambaşka çıkar. Elazığ'da yapılmış bir kabak çiçeği oyası İzmir'dekine hiç benzemez mesela. Biri daha kanlı canlı; diğeri daha soluk renkli, bükük boyunlu... Kesin olan bir şey daha: Sanattır oya. Yapanın gözünün nuruyla birlikte günün derdi, tasası, sevinci, rengi ve estetik zevki geçer ona.

Hakkındaki nadir araştırmalardan birini Halk Kültürü Bilgi ve Belge Merkezi yapıyor, yıllardır oyaların kaydını tutuyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü de aynı oya gibi küçük ve narin bir kitap çıkardı geçtiğimiz hafta: "İğne Oyaları". Kitabın içinde öyle uzun uzun makaleler yok; sadece çeşitli yörelerden, çeşitli motiflerde oya fotoğrafları. j.karahan@zaman.com.tr

***

Hepsi kültürel mirasımız

Doğanay Çevik'in editörlüğündeki 'İğne Oyaları' kitabını, 5 bin farklı oyanın yer aldığı bir web sitesi izleyecek. - Halk Kültürü Bilgi ve Belge Merkezi'ne kayıtlı el sanatları ürünleri arasında İğne Oyası'nın yanı sıra Nazar Boncuğu, Baston, İşleme Sanatı ve Folklorik Giysili Yapma Bebek de var. Günün birinde her biri UNESCO'nun İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası listesine girecek. Kültür Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü bunun için girişimlerde bulundu.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN CUMAERTESİ / 30.04.2011

27 Nisan 2011 Çarşamba

AYASOFYA'DA ZİYARETÇİ KISITLAMASI


Ayasofya Müzesi'nden bir iyi, bir kötü haber... Kötüden başlayalım: Bazı günler 17 bin kişiye ulaşan bir kalabalığın ziyaret ettiği Ayasofya'da ziyaretçi kısıtlaması yapılacak. İlk önlem, toplu okul gezileri için yeni düzenleme. İyi haber ise 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti'nin desteğiyle pek çok restorasyon çalışması sonucu ziyarete açılan yeni bölümler...


Günde ortalama 10 bin kişinin ziyaret ettiği Ayasofya Müzesi'nde bu sayı bazı günlerde 17 bini buluyor. Böyle zamanlarda içeride hareket etmek zorlaşıyor. Yıl sonuna kadar 3,5 milyon kişiyi ağırlaması beklenen müze için tehlike çanları çalmaya başladı. Bu kadar kalabalık, rutubetle birleşince mozaik ve mermerlerin aşınması kaçınılmaz oluyor. Bahçeyle birlikte 11.000 metrekarelik alanı kaplayan müzenin kendisi 7.000 metrekareden ibaret.

Yılda 3 milyondan fazla ziyaretçi ağırlamak, Ayasofya'nın mermer ve mozaiklerinin zarar görmesine sebep oluyor. Müze Başkanı Haluk Dursun'un verdiği bilgiye göre önlemler alınmaya başlandı. Milli Eğitim Bakanlığı'yla yazışmalar yapıldı. Öğrenci gezileri için birtakım düzenlemeler yolda. Bir sonraki aşama, randevu sistemine geçilmesi ve özel gruplar için mesai saatleri dışında geziler düzenlenmesi. Bu, şimdi de başarıyla uygulanan bir yöntem. Ücret iki katına çıkıyor ama (20 yerine 40 lira) müze rahat rahat gezilebiliyor.

Önlemlerden en güzeli ise İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın (AKBA) desteğiyle restorasyonu tamamlanan bölümlerin ziyarete açılması ve belli bölümlerdeki yoğunluğun nispeten azalması. Bu bölümlerde Ayasofya'nın 1935'te müze olarak faaliyete geçmesinden sonra 1943'te avlu bölgesinde yapılan araştırma kazısında ortaya çıkan ama yıllardır kapalı kalan yekpare mermerden oyulmuş vaftiz havuzu da yer alıyor.

İSTANBUL'DA KAPALI KAPILAR AÇILIYOR

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın desteğiyle kentte 2008 yılından beri devam eden restorasyon çalışmaları önümüzdeki ay itibarıyla sona eriyor. Aralarında Ayasofya, Topkapı Sarayı, Kılıç Ali Paşa Camii, Süleymaniye Külliyesi ve Darüşşifası gibi önemli kültürel miras değerlerinin bulunduğu 158 yapının kapalı kalan pek çok kapısı açılacak. Haziran itibarıyla ziyaret edilebilecek yerler arasında Çin ve Japon porselenlerinin sergilendiği Topkapı Sarayı Müzesi Mutfaklar Bölümü var. Topkapı Sarayı'nın ziyarete açılacak diğer yapıları arasında saray mimarisinin bütün özelliklerini taşıyan Bağdat, Revan, Sofa köşkleri, İncirlik ve Lala bahçeleri, Sofa Camii ile Mecidiye Kuleleri Kapısı da bulunuyor.

Dün yapılan basın toplantısıyla Topkapı Sarayı ve Ayasofya Müzesi'nde gerçekleşen çalışmalar tek tek anlatıldı. Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı İlber Ortaylı, 2010 AKBA Başkanı Şekib Avdagiç ve Genel Sekreteri Yılmaz Kurt'un ev sahipliğinde Topkapı Sarayı'nda yapılan toplantıda, üzerinde en çok durulan nokta, nereye ne kadar para harcandığıydı. Buna göre Ayasofya Müzesi için 3.999.753 TL, Topkapı Sarayı Müzesi için ise 11.735.253,55 TL harcanmıştı.

AKBA tarafından yürütülen tüm kentsel ve kültürel miras projeleri için 160,5 milyon TL bütçe ayrılmıştı. İstanbul'daki müzelerin bakımı, temizliği ve güvenliği için sağlanan 22,1 milyon TL ile AKBA'nın kuruluş kanununa göre ülkemizin UNESCO Dünya Miras Listesi'ndeki alanların korunmasına yönelik sağlanan 35,6 milyon TL birleşince AKBA tarafından kültürel mirasın korunması ve kentsel projeler için sağlanan bütçe 218,2 milyon TL'ye ulaşıyor.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 27.04.2011

24 Nisan 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: "AMA HANIMEFENDİ BUNLAR ÖYLE BİLDİĞİNİZ ÇANTALARDAN DEĞİL"

Sanatçı Handan Börüteçene'nin 'Sessizlik Bozulmasın Diye Çiçekler Kokularını Salmadı' isimli sergisi -kendi deyişiyle canlı aksiyonu- var 10 gündür. Yapı Kredi Kültür Merkezi'nin girişinde. Camın ardında, vitrinde. Kâzım Taşkent Sanat Galerisi ise kapı duvar. Tam anlamıyla, yani kapısına gerçekten duvar örülmüş.

"Neler oluyor burada?" diyoruz bekçiye. "Bitti işte!" diyor. "Ne bitti?" "Bilmiyor musunuz, galeri kapandı tamamen. Bu da galiba son sergi. Binanın bu tarafını boşalttık, tadilat var." "Tadilattan sonra?" "Bir şey olacağı yok, iki galeri de kapandı işte..." Allah Allah... Hâlbuki fazla değil, kısa bir süre önce Zaman Pazar'dan Murat Tokay'a verdiği söyleşide "Kurum olarak küçülmemiz söz konusu değil. Sergi salonlarının da bulunduğu binamızda tadilat yapılacak, biz yerimizde kalıyoruz. Binanın bir bölümü satıldı ama taşınma yok. Daha çağdaş salonları olan bir yapıya dönüşeceğiz." demişti Tülay Güngen -Yapı Kredi Kültür Sanat'ın başındaki isim-.

Sergiye dönelim. Giriş bir atölyeye dönüşmüş. İki kişi çalışıyor içeride; sabahtan akşama kadar çanta ve cüzdan dikiyorlar. Gerçek çantacılar, Bayrampaşa'dan gelmişler. Mavi önlükleri var, gayet mutlular. "Kaç para bu çantalar?" diyoruz. "O elinizde tuttuğunuz 300 lira, şu küçük cüzdan da 100..." Yok artık diyecek oluyoruz; ama'yla başlayan bir cümleyle öylece kalıyoruz: "Ama hanımefendi bunlar öyle bildiğiniz çantalardan değil, belgeyle satılıyor; kolunuza takıp çıkmayacaksınız herhalde... Savaş karşıtı çantalar bunlar, her biri bir sanat eseri. Hikâyeleri de epey eski."

Neredeyse 10 yıl kadar... Şöyle ki; 2002'de Handan Börüteçene'ye Venedik'ten bir sergi teklifi gelir. Herkesi barışa davet eden dev bir masa örtüsü hazırlamaya karar veren sanatçı, Andrea Vicentino'nun Osmanlı-Venedik İnebahtı Savaşı'nı anlatan tablosunu basar örtüye. Üzerine de farklı savaşlardan insan dramları... Örtü masaya serilir, üzerine de isim niyetine 'Barış İçin Ayrılmıştır' notu. Bir yıl sonra, 2003'te Borusan Sanat Galerisi için 'İki Oda Bir Salon: Huzur' isimli bir yerleştirme yapar sanatçı. Mobilyalarda yine önemli ressamların -Uccello ve Picasso- savaş tasvirleri. 2004'te de Fransız Kültür Merkezi'nin kafeteryasına yayılan 'Kimdim Buralarda, Yarın Kim Olacağım' isimli bir çalışma. Şimdi tüm o sergilerdeki işler kesilip biçiliyor ve çantaya dönüşüyor.

Bir iyi bir kötü haber. Kötü olan, sergi pazartesi günü kapanıyor. Yani bugün gördünüz gördünüz, çantalardan aldınız aldınız... İyi olan bir başka bekçiden: "Binanın bu tarafında tadilat kaç sene sürer hiç bilmiyoruz ama eninde sonunda bitecek. İşte o vakit yine galeri koyarlar içine. Yoksa toplanıp kapıya dayanırsınız zaten. Dayanırsınız değil mi?" j.karahan@zaman.com.tr


***
Sait Faik taşınıyor!


Herkeste bir tatsız telaş, buz gibi bir "nereden duydunuz?" sorusu. Demek ki doğru: Türk edebiyatının 'Kelebek Avcısı' Sait Faik Abasıyanık tüm külliyatıyla beraber Beyoğlu'ndan Levent'e taşınıyor. Yapı Kredi Yayınları'ndan İş Bankası Kültür Yayınları'na. Yapı Kredi, Sait Faik'in yayın haklarını satın aldıktan sonra yazarla ilgili hayli kapsamlı bir araştırmaya girişmiş, Burgazada'da Sait Faik'in müzeye dönüştürülen evindeki yazarın daha önce hiç bilinmeyen fotoğraflarını, mektuplarını ve yazılarını gün ışığına çıkarmıştı. Yazarın kilitli dolap ve bavulundan çıkan her şey -alışveriş listeleri ve faturaları da dâhil- Yapı Kredi arşivindeydi. Şimdi bakalım neler olacak? İş Bankası Kültür Yayınları'nın iddialı projeleri vardır elbette...

***
Dâhil değil şahit


Bir tiyatro oyunundan beklediğimiz nedir? Oyunu izlerken kendi varlığımızı tamamen unutarak sahnedeki dünyaya dâhil olmak mı yoksa üç replikten birinde kendi geçmişimizdeki/kendi ülkemizin geçmişindeki bir şeylerle -genellikle hatalar- yüzleşmek mi? Oyunun adı 'Düğün'. Eski bir köşkün anne karnını andıran korumacı/kollamacı ama bir o kadar da rahat/geniş mutfağında geçiyor. İçinde besleniliyor, dinleniliyor, düşünülüp tartışılıyor ve en nihayetinde büyüyüp serpiliniyor. Dört kadının -anneanne, kız, torun ve yardımcı/dadı- kahkaha ve gözyaşlarını gümüş çatallar arasında sakladığı mutfak; tüm yüzleşmelerin/hayatın merkezi. Cila yani düğün ise bahçede. Bir vakitten itibaren gelinin arkadaşı, görümce, kaynana ve garsonun da dâhil olduğu oyunda; gelinin gecikmesi, damadın hırlaması, kaynana dedikodusu, ev sahibi burnu büyüklüğü ve birkaç ayrı anne-kız yüzleşmesi mevcut. Herkes kendi anne, görümce, anneanne ve kaynanasını düşünüyor çıkışta. Ama şu var; dâhil değil, şahit olunan bir oyun Düğün.


JÜLİDE KARAHAN / ZAMAN PAZAR

...

23 Nisan 2011 Cumartesi

Müzelerin üzerindeki Demokles kılıcı

Koleksiyonlardaki eserlerin satın alınmasında önceliği Kültür Bakanlığı'na veren kanun maddesi, özel müze açmak isteyenleri tedirgin ediyor. Bakanlık ise bu maddenin sadece kötü niyetlileri muhatap aldığını söylüyor.

Koleksiyoner Öner Kocabeyoğlu'nun elinde; aralarında Burhan Doğançay, Mübin Orhon ve İlhan Koman gibi isimlerin de bulunduğu 1.000'e yakın eser var. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, İstanbul'daki Zührevi Hastalıklar Hastanesi'ni müze yapması için Kocabeyoğlu'na tahsis etmeye teşne. Öner Bey çekimser. Şöyle diyor: "Müze açmayı çok istiyorum ama şartlar biraz karışık görünüyor. Vakıf kurmak, o vakfı işletmek... Kanunlar, kurallar... Bir sürü iş. Açık maddeler de var galiba, biraz daha araştıracağız."

Arkeolojik Eser Koleksiyoncular Derneği Başkanı Haluk Perk'in tavsiyesi ise şu: "Elinizde arkeolojik eser yoksa devlete bağlı müze açmayın. Çünkü bir eseri tescil ettirdiğinizde sorumluluklarınız artıyor. Onun satışı, el ve yer değiştirmesi bir sürü işlem gerektiriyor. Çok başınız ağrır. Çoğu kişi bilmiyor ama 'müze' ismini kullanmanızda hiçbir sakınca yok. İsmi kullanın ama kaydolup bakanlığa bağlı resmi statüye geçmeyin. Ziyaretçi, farkı anlamaz." İstanbul Modern yıllarca devlete bağlı özel müze değil, özel iktisadi işletme olarak faaliyetlerini sürdürdü. Ancak 5. yılında başvuruda bulundu ve devlete bağlı müze statüsünü elde etti.

Müze kurmak isteyenler, dikkat!

Devlete bağlı özel müze kurma isteklerini konu alan başvurular 2863 sayılı kanun ve buna bağlı Özel Müzeler ve Denetimleri Hakkında Yönetmelik hükümleri doğrultusunda inceleniyor. Müzenin yeterli nitelik ve nicelikte bulunması ve sürekli hizmet vermesi hususları dikkate alınarak karar veriliyor. Pera Müzesi Genel Müdürü M. Özalp Birol, müze kurmak isteyen kişi ve kurumların, kanunun 26. maddesine özellikle dikkat etmelerini salık veriyor. 'Müze, özel müze ve koleksiyonculuk' başlığı altındaki 26. madde özetle şöyle: "... Gerçek ve tüzel kişilerce kurulacak müzeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın izin belgesinde belirlenen konu alanlarına inhisar etmek şartıyla, taşınır kültür varlığı bulundurup teşhir edebilirler. Bu müzeler, taşınır kültür varlıklarının korunması hususunda devlet müzeleri statüsündedirler. ... Koleksiyoncular, ilgili müzeye tescil ettirerek, koleksiyonlarındaki her türlü eseri on beş gün önce Kültür ve Turizm Bakanlığı'na haber vermek şartı ile kendi aralarında değiştirebilir veya satabilirler. Satın almada öncelik, Kültür ve Turizm Bakanlığı'na aittir."

Türkiye'de koleksiyonculuk ve müzeciliğin yeterince teşvik edilmediğinden dem vuran isimlerden biri de Rahmi M. Koç. Önerisi şu: "Yapılacak şey 2863 No'lu kültür ve tabiat varlıklarını korumaya yönelik kanunun Avrupa'daki eşdeğeriyle paralellik kazanmasının sağlanması, meraklıların iştahlandırılması..."

Yasalarda değil, onları uygulayanların problemli olduğunu vurgulayan Perk, "Satın almada önceliğin bakanlığa verilmesi çok uygulanan bir madde olmamasına rağmen Demokles'in kılıcı gibi koleksiyonerin üzerinde." diyor ve ekliyor: "Kanunun amacı, denetim sağlayarak eserleri koruma. Koleksiyoner kayıtlı eserini satmak isterse satın almada öncelik devletin. Siz biriyle bir fiyata anlaşırsınız, devlet almak ister, fiyatı fazla bulur, sorun çıkarır. Böyle bir şey olmadı ama olabilir. Uygulamalar koleksiyonerlerin başını ağrıtacak; onları kayıtlı eser toplamaktan, hele ki müze açmaktan caydıracak nitelikte."

Satın alma hakkının bakanlıkta olduğunu doğrulayan Kültür Bakanlığı Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü'ne göreyse kanunlar yeterince teşvik edici. Mevzuatın zorluk çıkarması ancak kötü niyet sezilmesi durumunda söz konusu: "Bakanlık şimdiye kadar bir müzenin eserine el koymuş değil ama hakkı var. Dikkatli olmak zorundayız. Geçtiğimiz yıl bir özel müzeyi yurtdışına kültür varlığı kaçakçılığı tespit ederek kapattık."

Şu anda Kültür Bakanlığı Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü'ne bağlı 148 özel müze var. 2023'e kadar bu sayıyı 400'e çıkarmak isteyen genel müdürlüğün teşvikkâr açıklaması şöyle: "İsteyen müze ismini kullanabilir ama biz bakanlığa bağlı müzeler için birtakım teşvikler sağlıyoruz. 2009'da çıkan bir yönetmelikle işleri daha da kolaylaştırdık. Teknik destek, elektrik-su indirimi, işçi giderlerine destek gibi bir sürü kalem var. Şirketleşme durumunda özel müzelere kültür girişimcisi belgesi veriyoruz. Çekincesi olanlar gelsin anlatalım. Kayıtlı eserlerin yer değiştirmesi, satış ve el değiştirmesi gibi durumların 15 gün önceden haber verilmesi gerekiyor, ama bunlar ancak kötü niyetli kişiler için sorun çıkarıyor. Kimse mevzuatı bilmiyor, bu endişeler ondan."

***

Koleksiyoner misin, kaçakçı mı?

Özel müze ve koleksiyonerliği teşvik etmek devletin görevleri arasında. Kanunlar bu yönde. Kültür Bakanlığı Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü'nün dikkatli davranmasının sebebi ise özel müzeleri ilgilendiren kanunun arkeolojik eser koleksiyonerliğini de kapsaması. "Uygulamalar kanunun verdiği hakkı elinizden alıyor. Öyle yorumlar var ki, eseri tarlasında bulanla kayıtlı koleksiyoneri aynı kefeye koyuyor." diyor ve ekliyor Haluk Perk: "Niyetleri eserleri korumak ama ayı yavrusunu severken öldürürmüş. Öküz altında buzağı arıyor, herkese kaçakçı muamelesi yapıyorlar." M. Rahmi Koç'a göre ise arkeolojik eserler konusunda mevzuatın bazı bölümlerinde koleksiyoneri çok zorlayan, pişman eden katı uygulamalar mevcut.
Kayıtlı koleksiyoner desteklenmeyince, bazı durumlarda eserler kayıtsız kalıyor; bazen de gayri resmi biçimde yurtdışına kaçırılıyor. Kültür Bakanlığı Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü'nün görüşü bu konuda net: "Mevzuat açık. Dikkatli davranmak zorundayız. Adam 20 yıllık koleksiyoner. Envanter defterinde 20 eser var. Emniyete bir ihbar, bir baskın, yüzlerce eser. Bildirim yapılmamış. Kamu davası açılıyor, belgesi iptal oluyor. Koleksiyonerlik adı altında gayri resmi kültür varlığı ticaretini engellemek zorundayız."

JÜLİDE KARAHAN / ZAMAN KÜLTÜR
...

20 Nisan 2011 Çarşamba

Mısır Apartmanı 100 Yaşında

İstiklal caddesi’ni diğer caddelerden ayıran; kâh işlemeli, kâh sade, kâh afili, kâh metruk ama illa ki bitişik ve görkemli binaları. Birbiriyle ve gökyüzüyle muhabbet halindeki binalardan mısır apartmanı kendini anlattı.


Tünel ile Galatasaray Lisesi arasında, St. Antuan Kilisesi’nin yanı başında. İçeri girmeden evvel karşısındaki binaya yaslanıp baştan aşağı süzmeli. Kestirmeden gidince Cadde- i Kebir’deki Botter ve Su Terazisi Sokak’taki Ressam Apartmanı’ndaki gibi art nouveau cephe. Ara sokaklara girince dönem, coğrafya ve üslup çeşitliliği. En üstteki motifler papirüs yaprakları mı? Ya o nazar boncuğu niyetli turkuaz çinili balkon?

Tam bir asır geçti. İstanbul’un ilk betonarme yapılarından biri olarak Trocadero Tiyatrosu’nun yerine inşa edildim. 1905’te başlayan inşaat, 5 – 10 yıl gibi kısa bir sürede tamamlandı. Ne şans! Mimarım Hovsep Aznavuryan büyük adammış.

Mütevazı bir devi andıran kapısından girerken ister istemez yılları sayıyor insan. Geçen 100 yılda ne çok kahkaha, tebessüm ve gözyaşı sinmiştir duvarlara... Mısır Apartmanı kapağı açılmamış bir kitap gibi karşımızda.

Mısır prenslerinden Abdül Halim Paşa’nın oğlu Mısır Hidivi Abbas Halim Paşa’nın kışlık konağı olarak sipariş edildim. Abbas Halim Paşa ve ailesi uzun yıllar konak olarak kullandı beni. Ne günlerdi! İhtişamlı balolar, görkemli toplantılar…

Sakinleri pek memnun. Onları adres tarif ederken dinleyin. Bir Mısır Apartmanı deyişleri var, sanki şiir okuyorlar; bina şiirlendiriyor insanı… Apartmanın 35 yıllık bekçisi Mehmet Getlet’le (nam-ı diğer Albay) başlıyor memnuniyet. Ama sükûnet değil; Albay’ın dediğine göre şimdiki müdavimler hep gençler… Ya eskiden?

Kimler geldi, kimler geçti… Yeni sahibim İpar ailesinin mülkiyetinde öyle çok değişiklik yaşadım ki! Mefruşat mağazası Lazzaro Franco ve zücaciyeci Karaoka’dan dişçi Onnik Kumruyan, Arşak Sürenyan ve Sami Grünzberg’e; terzi Cemal, Nedret ve Lütfiye’den modacı Canan Yaka ve annesi Mualla Hanım’a… Böyle olunca zamanın İstanbul sosyetesinin en uğrak yapılarından oldum yıllarca. Memnundum. Temizliğime öyle önem verilirdi ki günde üç kez arapsabunlu sularla yıkanırdı merdivenlerim.

İkametçilerim arasında şair Mithat Cemal Kuntay ve İstiklal Marşı’nın şairi Mehmet Akif Ersoy da vardı. Bir süreliğine de olsa… Hatta Mehmet Akif Ersoy 27 Aralık 1936 Pazar günü 19.45`te ikinci katımda vefat ettiğinden bir müzeye sahip olmam an meselesi.

İpar’ların İstanbul’dan ayrılıp Brezilya’ya yerleşmesiyle boş kaldım bir süre. Ama neyse ki bakımsız geçen yılların ardından talih yüzüme güldü. El değiştirdim, restore edildim, güzelleştim.

“Asansörü boş verin. Eski zamanlardaki gibi ferforje olsa neyse. İlla ki merdivenler…” diyor Albay. Onu, “Teknoloji harikası merdivenler apartmanın alamet-i farikası…” diyerek destekliyor Galeri Nev’in sahibi Haldun Dostoğlu. Tırabzanlarının tokluğu, mermerlerin ferahlığı, sarmalın sonsuzluğu… Var mıdır bir sırrı?

Merdivenlerim mi? Onca önemli ismi, gösterişli yaşamı, çalkantı, fısıltı ve kahkahayı taşıyabilecek sağlamlıktaydı her daim. Bu sadece merdivenlerimin değil, her santimetrekaremin sırrı.

JÜLİDE KARAHAN / ÇİSEM KARTAL

SKYLIFE/NİSAN 2011

ÇOK YAKIN O YÜZDEN UZAK


YAŞADIĞIMIZ YERİN NİCE HAZİNESİNİ GÖRMEYİZ ÇOĞU ZAMAN. HEP ORADADIR, BİR ADIM ÖTEDE. NE ZAMAN OLSA GİDERİZ NASILSA… O ZAMAN BİR TÜRLÜ GELMEZ ASLINDA. ÇOK YAKIN OLDUKLARI İÇİN UZAKTIRLAR.


Bazen iş çıkar, üç beş günlüğüne başka bir ülkeye gideriz. Rehberler karıştırır, dergiler okur, planlar yapar, yoruluruz. Aslında çok basittir. Sadece UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne bakmak yeterlidir. Dünyanın hazineleri zaten çoktan tescillidir. Yeryüzü için önemli değerler taşıdığı kabul edilerek bulundukları ülkenin devleti tarafından korunması garanti edilen doğal ve kültürel varlıkların yer aldığı Dünya Mirası Listesi’nde Türkiye’ye ait 9 kültürel çekim noktası yer alıyor. 23’ü de yolda…

DÜNYA TEK BİR ÜLKE OLSAYDI

“Eğer dünya tek bir ülke olsaydı İstanbul başkent olurdu.” demiş Napolyon. Neredeyse… 120’den fazla imparator ve sultanın hüküm sürdüğü başka bir şehir daha var mı yeryüzünde? Binlerce yıllık tarihi, üzerindeki sayısız sanat eseri ve coğrafyanın kendisine sunduğu türlü çeşit doğa harikasıyla İstanbul, tüm tarihi alanlarıyla birlikte 1985 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde.

ANADOLU’NUN DOSTLUĞUYLA EL SIKIŞMAK

Camileri, çarşısı, mahalleleri, sokakları ve evleriyle geçmişin türlü çeşit hikâyesini günümüze taşıyan Safranbolu, 1994 yılından bu yana UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde. Bugünkü yapısını 17. ve 18. yüzyıllarda kazanan Safranbolu’nun geleneksel evleri bilhassa önemli. Türklerin yaşam biçimlerini yansıtan, gelenek ve göreneklerinden ödün vermeden mekânsal zenginlikleri öne çıkarılarak oluşturulan evlerin 800’e yakını yasal koruma altında. Anadolu’nun dostluğuyla el sıkışmak isteyenler Safranbolu’ya mutlaka uğramalı...


HİTİT UYGARLIĞI’NIN İZLERİNİ SÜRMEK

Hitit İmparatorluğu’nun başkenti Hattuşaş, 1986 yılından bu yana kültürel varlık olarak Dünya Mirası Listesi’nde. Dönemin mimarisi ve sanatının odak noktası olan ve M.Ö 1600’lerde kurulan açık hava arkeoloji müzesi konumundaki Hattuşaş, Aşağı Şehir ve Yukarı Şehir olmak üzere iki bölümden menkul. Sivil yaşam alanlarının yer aldığı Aşağı Şehir’in ortasında Hattuşaş’ın en büyük dini yapısı Büyük Tapınak yükseliyor. Tarihe yakından tanık etmek isteyenler için daha iyi bir fırsat olamaz!

BİR DOĞA TASARIMI: KAPADOKYA

Göreme Vadisi yamaçlarındaki peri bacaları, vadi tabanındaki zengin su kaynakları, bitki örtüsü, kayalara oyulmuş çok sayıda kilise ve duvar resimleri ile Göreme Milli Parkı ve Kapadokya; doğanın eşsiz bir tasarımı. 1985 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’ne dâhil olan Kapadokya, Nevşehir il merkezine 14 km uzaklıkta bulunan Avanos ve Ürgüp ilçeleri arasındaki 40 kilometrekarelik alanı kaplıyor. Kapadokya’da görülmesi gereken mimari yapılar arasında Eğri Minare, Alayhan ve Sultanhanı Kervansarayları, Sarıhan Kervansarayı, Ürgüp Taşkınpaşa Camisi ile Sungur Bey ve Alaaddin Camileri bulunuyor.

BAMBAŞKA BİR DÜNYA: HAYAT ÇELENGİ

UNESCO’nun 1985 yılında Türkiye’de Dünya Mirası olarak kabul ettiği ilk mimari yapı olan Divriği Ulu Cami ve Şifahanesi, 13. yüzyılda Mengüçlü Beyliği’nden Ahmet Şah ve karısı Melike Turan tarafından yaptırıldı. Mimarı Ahlatlı Hürrem Şah’ın elinde 1288’de şekil alan Divriği Ulu Cami, anıtsal karakterinin yanı sıra altıgen kubbesi ve benzersiz taş işlemeleriyle görülmeye değer. Yapının üç boyutlu, detaylı, her biri birbirinden farklı Barok, Selçuklu ve Gotik üsluplu geometrik stil ve bezemelerinin başka hiçbir yerde olmadığı sanat tarihçileri ve mimarlar tarafından tescilli. Yapının Kuzey Haç Kapısı’nda kullanılan hayat çelengi ise sanatçının hayalinde var olan üç boyutlu bir bitki dünyasını yansıtıyor ki eşsiz ve benzersiz.


GÜNDOĞUMU VE GÜNBATIMI

Yüksekliği on metreyi bulan heykelleri ve metrelerce uzunluktaki kitabeleriyle dünyanın en yüksek Açıkhava Müzesi olarak adlandırılan ve Kommagene Krallığı’ndan kalma bir antik kent olan Nemrut Dağı, Anadolu’da antik döneme ait görkemli ibadet yerlerinden biri. 1987 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’ndeki yerini alan Nemrut Dağı, üzerinde barındırdığı dev heykel ve anıt mezarların yanı sıra yeryüzünün en güzel gündoğumu ve gün batımlarına da şahitlik ediyor.

LİKYALILARIN BAŞKENTİ XANTHOS

Troya savaşlarında Prens Hektor’a yazdığı şiirle cesaret veren Sarpedo’nun yaşadığı Xanthos; Fethiye-Kaş yolu üzerinde, Fethiye’ye 46 kilometre uzaklıkta, Kınık Köyü’nün yakınındaki Eşen Çayı’nın ayırdığı Muğla-Antalya il sınırında bulunuyor. M.Ö 700 - 300 yılları arasında yaşadıkları bilinen Likyalıların en büyük idari merkezi olan Xanthos, Antik dönemin önemli dini merkezlerinden Letoon ile birlikte 1988 yılından beri UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde.

BEYAZLARA BÜRÜNMÜŞ BİR KENT

Temelleri Frigler döneminde atılan Hierapolis, adını Helenistik dönemin Bergama Kralı Telephoss’un güzel karısı Hiera’dan alıyor. M.S 96 ile 162 yılları arasında en parlak dönemini yaşayan Hierapolis; Nekropolü, Domitiyan yolu ve kapısı, mitolojiden birçok sahneyi temsil eden tiyatrosu, Frontinus caddesi ve kapısı, Agorası, Kuzey Bizans Kapısı, Güney Bizans Kapısı, Tritonlu Çeşme Binası, Apollon Kutsal Alanı, Surları, Direkli Kilisesi ve Nekropol Alanıyla hâlâ ayakta. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne 1988 yılında giren kent, beyazlara bürünmüş doğa harikası Pamukkale’de bulunuyor.


ANTİK HİKÂYE KATMANLARI

Homeros’un İlyada Destanı’nda yer alan ve Truva Savaşı’nın yapıldığı yer olarak bilinen Truva Antik Kenti, UNESCO Dünya Miras Listesi’ne 1998 yılında girdi. 4 bin yıllık tarihi geçmişi ile dünyanın en ünlü arkeolojik alanlarından biri olan kent; Antik İda Dağı’nın eteklerinde, Çanakkale il sınırları içinde. 9 arkeolojik katmandan oluştuğu bilinen Truva’da; ev temelleri, tiyatro, son derece gelişmiş bir tekniği örnekleyen kanalizasyon sistemi, hamamlar ve çeşitli eşya buluntularına ulaşıldı. 1871 yılından itibaren Arkeolog Schliemann’ın yaptığı kazılarla 9 kent kalıntısı ve 42 yapı katı ortaya çıkarılan Truva, antik hikâyelerin izini sürmek isteyenleri bekliyor.


***

UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girmeyi bekleyenler

Afrodisyas Arkeolojik Ören Yeri
Likya Uygarlığı Antik Kentleri
Sagalassos Arkeolojik Ören Yeri
Çatalhöyük Neolotik Ören Yeri
Perge Arkeolojik Ören Yeri
Efes
Karain Mağarası
Sümela Meryem Ana Manastırı
Alahan Manastırı
Aya Nikola Kilisesi
Harran ve Şanlıurfa
Ahlat Mezar Taşları ile Van Urartu ve Osmanlı Kaleleri
Diyarbakır Kalesi ve Surları
Denizli’den Doğubeyazıt’a Selçuklu Kervansarayları
Selçuklu Uygarlığı Başkenti Konya
Alanya Kalesi ve Tersanesi
Mardin Kültürel Peyzaj
Bursa Cumalıkızık
Edirne Selimiye Camisi
Aziz Pavlos (St. Paul) Kilisesi
İshak Paşa Sarayı
Kekova-Kaş
Güllük Dağı-Termessos Milli Parkı


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / NİSAN 2011

KOLEKSİYONERİN KREM TABAKASI VİDEO ALIR

GEÇTİĞİMİZ AYLARDA NAM JUNE PAİK ÖDÜLÜ ALAN SANATÇI ALİ KAZMA, ENGELLEMELER SERİSİNDEN ÜÇ ÇALIŞMAYLA 25 MART - 23 NİSAN TARİHLERİ ARASINDA İSTANBUL GALERİ NEV’DE.



Serginin adı Kırmızı Tilki Ölmeli. İnsanın, yok olmaya eğilimli dünyayı bir arada tutma çabasını araştıran ve anlamaya çalışan 1971 İstanbul doğumlu sanatçı; bu uğurda birçok üretim/onarım mekânını videoya çekti. Ameliyathaneden tekstil fabrikasına, saat tamir atölyesinden mezbahaya, dans stüdyosundan mutfağa…

Galeri Nev’de kaç video izleyeceğiz?

Üç yeni iş. Mutfak, Ressam, Tahnitçi... Hiçbiri Türkiye’de sergilenmemişti. Mutfak bir tek Fransa’da, Ressam bir tek İsviçre’de görüldü.

Serginin ismi neden Kızıl Tilki Ölmeli?

Sergilerimin ismi hep aynıydı: Engellemeler. Karışmaya başlamıştı, o yüzden. Bir de işlerden birinde ölü bir kızıl tilki var, ona binaen.

İsmin çekici olması izleyici üzerinde farklı bir etki yapıyor mu?

Benim çok rahat hissettiğim bir şey değil. İlk kez böyle bir isimle sergi açıyorum. Benim için de yeni.

Şimdi sırada neresi var?

Almanya’da bir otomobil fabrikası. Şu sıralar izin almaya çalışıyorum. Olumlu cevap gelir gelmez gidip çekimlere başlayacağım.

İşleriniz kaç kopya oluyor?

5 kopya, bir tane de kendime ayırıyorum. İleride gerekebilir diye… Örneğin önemli bir müze bir işimi isterse ve beş kopya da satılmış olursa; koleksiyonerlerden müzeye satar mısınız, diye rica edeceğime kendiminkini verebileyim niyetiyle.

Koleksiyonerler işlerinizi nasıl değerlendiriyor? Sergiliyorlar mı?

Video işlerini koleksiyonerlerin krem tabakası alıyor genelde. Bu işe daha ciddi bakıyorlar çünkü şunu anlıyorlar: Bu günün sanat pratiği üzerine laf söyleyecek bir koleksiyonda video olmaması ciddi bir eksiklik. Zaten çoğunun birtakım kamusal projeleri var. Depoda tutmayı düşünmüyorlar. Bazen bana danışıyorlar; nasıl sergileyelim diye… İşyerlerine, özellikle ofis girişlerine koyanlar var.

Sizin tercihiniz ne?

İşi seviyorlarsa ve onlar için değerliyse benim için sorun değil. Sergilediklerinde memnun oluyorum, daha fazla insan görebildiği için. Rafta duracağına yaşıyor iş; güzel bir şey bu. Tabii ilk tercihim müze ve güncel sanat kurumları.

Eser topluyor musunuz?

Yok, sadece birlikte çalıştığım sanatçılardan bir iş almaya çalışıyorum, Alev Ebuzziya gibi. Bu çok hoşuma gidiyor. Ben de karşılığında kendi işimin bir edisyonunu sanatçıya veriyorum. Bir de değiş tokuş yaptıklarım var. Mesela ben Kutluğ Ataman’a bir işimi verdim, o bana bir işini…

Video dışında bir şey denediniz mi?


Aslında fotoğraf çekiyorum ama çok ciddi değilim bu konuda. Yani kendim için ciddiyim ama sanatsal sergileme niyetim şu aşamada yok. Gerçi bir kitap projem var, onun için büyük bir arşiv oluşturuyorum. Sergisini yapabilirim ileride.

Nasıl bir proje o?

Epey uzun soluklu bir proje. Kitap üzerine her mekâna giriyorum. Kütüphanelere, müzelere, ciltçilere, sahaflara, font tasarımcılarına, kâğıt fabrikalarına… Yazıtlar, papirüsler ve ilk matbaa baskılarını da dâhil etmeyi düşünüyorum. Kitap ve kitabın var olduğu dünya üzerine bir proje bu. Binlerce fotoğrafım oldu. 2 - 3 bin tane daha çekerim herhalde. Sonra onları süzeceğim, kitapta 200-300 fotoğraf olur. Elimdeki arşivi kitap çıktıktan bir sene sonra falan sergilerim belki. Proje bir çok bölümden oluşuyor… Kütüphane, elektronik kitaplar, papirüsler, ciltçiler şeklinde. 2013’e doğru ancak olur bu.

Nam June Paik ödülü sanat hayatınızda bir değişiklik yaptı mı?

Pratiğimiz içinde değerli insanların işime onay vermesi tabii ki önemli. Birilerinin çıkıp yaptığınız işi değerli bulması moral veriyor. Bir şekilde tescil edilme. Tescil edilme iyi mi, kötü mü bilmiyorum gerçi. Tescil edilmese ne olur… Yalnız şöyle bir gerçeklik var; daha fazla teklif alıyorsunuz. Çalışmalarınız için gerekli izinleri almanız kolaylaşıyor. Yapacağım iş değişmiyor ama kapılar daha hızlı ve kolay açılıyor. Dünya hali.

İşleriniz Nam June Paik’inkilerle ilişkilendirilmiş olmalı… Sizce nasıl bir ilişki var?

Ödülün gerekçesinde medya sanatları alanında üretilen ve Nam June Paik’le ilişkilendirilen işlerden bahsediliyor ama şöyle bir şey var; Paik’in işleriyle ilişkilendirilemeyecek bir çalışma yok. Nam June Paik o kadar çok üretmiş ki; performans, zaman, heykel, videonun heykelleşmesi, videonun dünyanın içinden bir göz olarak kendine bakması, videonun dünyaya bakması üzerine... Her zaman şiirsel bir tarafı var tabii ki. Tüm işlerinde yeni düşünme, tartışma, entelektüel alanlar açması söz konusu... Bu açıdan bakınca bir yerden benim çalışmalarımla da örtüşebilir herhalde.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE BUSINESS/NİSAN

19 Nisan 2011 Salı

Karagöz'e yan bakan kalmayacak

Yunanistan ile Türkiye arasında sürüp giden kültürel tartışmalardan biri: 'Karagöz sizin mi bizim mi?' Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü'nün gün yüzüne çıkardığı bin 500'ü aşkın figürden oluşan Karagöz tasvirleri koleksiyonu bu tartışmayı ilelebet kapatacak gibi.

Sondan bir önceki haber şöyleydi: UNESCO bünyesindeki Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Hükümetlerarası Komitesi, 2009 Eylül'ünde Abu Dabi'de toplanmış ve UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Temsili Listesi'ne Karagöz'ü 'Türk Gölge Oyunu' adıyla kaydetmişti. Son haber 2010 başlarında Yunanistan'dan geldi. UNESCO'nun gölge oyunu Karagöz'ü 'Türklerin kültürel mirası' olarak tescil etmesine kızan Yunanistan, Avrupa Birliği'ne başvurup gölge oyununun patentini almak için harekete geçti. Yunan medyası "Karagöz'ü Türkleştirdiler" ve "Karagöz'e Türk pasaportu verdiler" gibi yorumlar yaparken resmi yetkililer "Onların Karagöz'ü onlara bizim Karagöz'ümüz bize..." demekle yetinmişti. Henüz haberleşmeyen son gelişme şöyle: AB Komisyonu Yunanistan'ın bu isteğini "Muhatap biz değiliz, UNESCO" diyerek reddetti.

Tartışacak bir şey zaten yoktu, ama geçtiğimiz günlerde Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü öyle bir çalışmaya imza attı ki, bundan sonra kimse Karagöz'e yan gözle bile bakamayacak. Proje yönetmenliğini Genel Müdür Mahmut Evkuran'ın üstlendiği çalışma kapsamında; Halk Kültürü Bilgi ve Belge Merkezi'ndeki çoğu 18. yüzyıla ait bin 500'den fazla Karagöz tasviri bir araya geldi.

'Halk Kültürü Bilgi ve Belge Merkezi Karagöz Katalogları' isimli 5 ciltlik çalışmada; sanatçısı belirlenemeyen tasvirlerin yanı sıra Hayalî Nazif, Hayalî Memduh, Kâtip Salih, Hattat Yumnî, Hafız Bahattin, Hayalî Küçük Ali, Rağıp Tuğtekin, Ressam Muazzez, Üsküdarlı Muharrem, Hayalî Şefik, Hazım Körmükçü, Şükrü Yesukay, Tuncay Tanboğa, Metin Özlen, M. Kemalettin Sevilen ve Orhan Kurt'un çizimleri bulunuyor.

Kataloglar çocukların algısına hitap edecek sadelikte oldukça basit bir yöntemle tasniflenmiş. İlk ciltte doğaüstü yaratıklar, ikincide çeşitli mesleklerin de yer aldığı gündelik yaşam, üçüncüde eğlenceler ve eğlence kültürünü temsil eden karakterler, dördüncüde yaşanılan çevre, hayvanlar ve mekân, beşincide ise hoşgörü temelli etnik karakterler ve kültürel kimliklerin tasvirleri var. Başka hiçbir kural söz konusu değil. Sanatçısına göre, oyuna göre, yapım yılına göre gibi ayrımlar yapılıp akıl karıştırılmamış. Bu tür bilgiler tasvirlerin altındaki küçük notlarda verilmiş sadece.

Kataloglara YKY'nin izniyle Prof. Dr. Metin And'ın 'Önemli Bir Kültür Mirası: Karagöz' isimli makalesi eşlik ediyor. Makalede gölge oyununun Türkiye'ye nereden, nasıl ve ne zaman geldiğine dair pek çok açıklama bulunuyor. Gölge oyunu Türkiye'ye Orta Asya veya İran'dan değil Mı- sır'dan gelmiş. Üstelik 16. yüzyılda... Gölge oyununun varlığını kesin olarak gösteren kaynaklara da 16. yüzyıl Osmanlı belgelerinde rastlanıyor. Yavuz Sultan Selim döneminin güvenilir tarihçilerinden İbn İyâs'ın verdiği bilgiye göre gölge oyunu Türk topraklarına şöyle geliyor: 1517'de Mısır'ı ele geçiren Yavuz Sultan Selim orada beğendiği sanatçılara "İstanbul'a gelin, oğlum da bu gösterileri görsün." diyor. Oğlu Kanuni Sultan Süleyman o sırada 21 yaşında.

Osmanlı kültür ve sanatının pek çok öğesini -Divan şiiri, halk şiiri, tekke şiiri, divan müziği, halk müziği, sanat dansı, halk dansı, sözlü edebiyatın tüm söz oyunları, tekerlemeler, yanıltmaçlar, bilmeceler, gerçeküstü öyküler, kılıklamalar, çene yarışması, tersinleme, yerindensizlik, abartma, lafçılık, ad oyunu, cinas oyunu ve yutturmaca - bünyesinde barındıran gölge oyununa dair tasvirleri içeren kataloglar şimdilik İngilizce ve Türkçe. Önümüzdeki günlerde Fransızca, Arapça ve Rusçası da basılacak.

JÜLİDE KARAHAN / ZAMAN KÜLTÜR

...

Atilla Doğudan % 2’nin Peşinde


AnadoluJet dâhil 60’tan fazla havayolu şirketinin catering hizmetlerini yürüten DO&CO’nun Yönetim Kurulu Başkanı Atilla Doğudan, yüzde ikinin peşinde. Yolcuların yüzde 98’i ikram servisinden memnun. Doğudan kararlı: “Kalan yüzde ikiyi bulup memnun edeceğim.”


Atilla Doğudan, DO&CO’nun (The Gourmet Entertainment Company) Yönetim Kurulu Başkanı. Viyana merkezli şirketin ismi; Formula 1’in VIP hizmetlerinden dünya jet sosyetesinin partilerine her yerde. 5 bin kişinin çalıştığı DO&CO kendini yeterince anlatıyor, sıra Atilla Doğudan’da…

Sevmediğiniz bir şey var mı? Hayatta…

Sevmediğim… Sevmediğim bir şey yok, ben hayatımdan memnunum. En önemlisi sıhhatli olmak. Geri kalanı ayarlıyor insan.

Sevmediğiniz yemek var mı?

Çok sevdiğim de yok, sevmediğim de... Yalnız çocukken zeytinyağlı pırasayla kovalarlardı beni. Kadınbudu köfteyle bir de… Ama neden, çünkü hep ılık verirlerdi onları. Yemekte kadınbudu köfte ve pırasa mı var, Allah kaç.

Şimdi?

Pırasa da yerim kadınbudu köfte de...

Çirkin kadın yoktur, bakımsız kadın vardırdan hareketle çirkin yemek yoktur, iyi yapılmamış/sunulmamış yemek vardır diyebilir miyiz?

Aynen.

Bir yemekte en önemlisi ne?

En önemlisi hammaddenin taze ve kaliteli olması. Onu akıllı bir şekilde işlerseniz mükemmel sofralar kurarsınız. Ama hammadde bayat ve kötüyse ne yapsanız fayda etmez. Gerçi aşçıların cambazlıkları da bilinmez.

Güzel kadın çuval giyse de yakışır mı yani?

Aynen. Erkeklerde de öyle. Ne giydiğimiz, ne yaptığımız çok önemli değil. Eninde sonunda kendimiziz. Olay hammaddede. İyi bir ürünü mantıklı bir şekilde sunarsanız kazanmamanız imkânsız. Çok basit. Hammaddenizde samimiyet ve eğlence varsa, tamam. Dürüstlük zaten cepte. Sonrası kaçınılmaz olarak iyi vakit geçirmek. Rahmetli babam, dünyadan turist gibi geçip gidiyoruz derdi. Geçirdiğin vakti iyi geçirmek önemli.

Babadan kalan bavulu açalım, en üstte neler var?

Bugün yaptığım işin sebebi babamdır. Nereden geldiğimize, ne yaptığımıza baktığımızda; yani kendimize dürüstçe ayna tuttuğumuzda anne babamızın hikâye ve deneyimleriyle karşılaşırız. O çip bize yerleştirilmiş. Bavulda babamın hayat kuralları var. Çalışanın hakkı yenmez, ödemeleri zamanında yapacaksın, kesinlikle yalan söylemeyeceksin…

Babanızın istediği ve sizin hâlâ yapmamış olduğunuz bir şey var mı?

Yok. Yaptım. Ölmeden evvel her şeyden memnundu. Torunlar dâhil. Keşke bugünü, Türkiye’ye gelişimi görebilseydi. Çalıştık, büyüdük, Türkiye’ye geldik; o göremedi.

Terslik olmadı mı hiç?

Olmaz mı? Her gün. Önüne geçmek mümkün değil. Dünyanın bir sürü yerinde mutfağımız var, aynı anda bir sürü yemek pişiyor. Şirket büyüdükçe kontrol zorlaşıyor. Ben dâhil 5 bin kişiyiz. Tek tek 5 bin kişi bir orkestrada şarkı söylüyor, iyi şanslar! İnsanız, yanlış yapmamak mümkün değil. Ama pazar açısından baktığınızda öbürlerinden çok çok daha az hata yapıyoruz ki tercih ediliyoruz.

Bu kadar yıl sonra bütün matematik çözülmüştür diye düşünüyor insan.

Çözülmüyor. Neden biliyor musunuz? Yaşlandıkça, işi iyi yaptıkça, profesyonelleştikçe beklentiler artıyor. Hep daha fazla, daha detaylı, daha iyi olma mecburiyeti. En küçük yanlışlık büyüyor; fare oluyor fil. Bu ne demek; her gün sıfırdan başlamak, her gün yeni bir şey keşfetmek… Başkasına yorucu gelebilir ama benim için bir şans! Hayatım uçakta geçiyor ve bundan çok memnunum. Yeni bir şey öğrenmeden kapattığım gün yok.

Dünya gezildi ve bitti mi?

Her yer gezildi.

Nasıl?

Yani kıtalar ve ülkeler bitti ama tamam, her şeyi gördüm demek mümkün değil. Ben yeni şeyler denemeyi çok seviyorum. Başkası tavlayı tercih edebilir. Ben de tavla oynarım ama 10 saat değil. Dünyada şanslı olanlar, istedikleri işi hayat olarak sürdürenler. Ben mesela çalışmıyorum, yaşıyorum. Günlerim çok eğlenceli geçiyor; bakın, bu topluluk birlikte bir hafta tatile çıksın müthiş eğlenir. Bu önemli.

İşe alırken bunu düşünüyor musunuz?

Evet, düşünüyorum. Temel soru: Ben bu adamla tatile gitsem eğlenir miyim? Bir kültür hikâyesi bu. Tatilde anlaşılır.

Çok yüksek fiyatlara aşçı transfer ettiğiniz oldu mu?

Yok, aklıma gelmez. Biz eğitir, yetiştirir, takım olarak kazanmak isteriz. Bir tane süper pahalı oyuncu takıma sadece bir iki maç kazandırır, ligi değil. Takımın kültürü; herkesin eğlenmesi önemli. Hizmet sektöründe çalışanların öncelikle kendilerini eğlendirmesi lazım, yoksa bu iş çekilmez.

İyi bir aşçı olmak için…

Bize başvuruyor ve bir yerden başlıyorsunuz. Domates doğramaktan mesela.

Hikâye, “Bu adamda iş var. Çok güzel domates doğruyor.” diye mi devam ediyor?

Aynen. Hizmet sektöründe çok büyük şanslar var. Herkes kendisini bir yerde göstermeli. Dünyanın imkânları büyüyor, her şey küresel. Misafirperverliği içten yapan kazanır.

***

Dünyanın En Güzel Yemeği

Dünyada üç mutfak var. Akdeniz, Bölgesel, Uzak Doğu… Biz Akdenizliyiz. Az zeytinyağı, tuz, biber, baharat; öldürmeden pişir; bu kadar. Al sana dünyanın en güzel yemeği.

***

Bir Yemek İçin Yollara Düşmek

Şaşırmak büyük bir deneyim değil. Bir yemeği tattığımızda “Bunu bir daha yemeliyim.” diyorsak o gerçekten iyidir. O yemek aklınızda kalıyor, onu yeniden yemek için kalkıp yollara düşüyorsanız iş bitmiştir.

***

Karar Veren Yolcu

Uçakta kimse karnı aç diye yemek yemiyor. Yemek bir eğlence, bir vakit geçirme aracı. Vazifemiz sizi keyiflendirmek. Sizin uçaktan mutlu bir şekilde ayrılmanız bize işimizi iyi yaptığımızı gösteren tek ölçü. Karar veren yolcu.

JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET / NİSAN

..

İNSAN BÜYÜDÜKÇE MASALLAR KÜÇÜLÜR

Elini annesininkinden kurtarıp fotoğrafa doğru koşuyor çocuk. Coşkulu sesi sergi salonundaki hüzünlü/huzurlu Doğu müziğini gölgeleyerek çınlıyor. Fotoğraftakileri gerçek birer doğa görüntüsü sanıyor; o yüzden böyle içtenlikle hayran. Manzaraları/dünyayı onun gibi görebilmek için en az iki metreye ihtiyacı var bir yetişkinin.

İlk fotoğraf mesela; iki metre uzaktan bakınca fevkalade bir doğa manzarası. Sisler içinde bir ev; görkemli, zengin, hüzünlü, yalnız. Bir metreden itibaren başlıyor tuhaflık ve 30 santimetrede bitiyor rüya. Yaklaştıkça büyü bozuluyor/büyüdükçe masallar küçülüyor. Babam ve Oğlum’da "İnsanlar büyüdükçe hayalleri küçülür mü baba?" demişti Deniz. Küçülür, bozulur; büyüdükçe ve yaklaştıkça böyle bir sürü şey olur.

Yine de güzel şey büyümek. O fotoğrafları/dünyayı mavi yeşil birer güzellik olarak gören çocuğa sorsak başından aşkındır derdi. Uyu, uyan; bekle dur hâlâ büyümemişsin. Olacak gibi değil! Karşıdan karşıya geçerken birinin elini tutman gerekir, erkenden yatman sonra; hele o içmen gereken süt yok mu; aman, Allah…

Hâlbuki büyüyünce; çevresiyle, dünyayla, olan bitenle meselesi olan bir fotoğrafçı olabilir insan. Belgesel fotoğraflar çekip; onları kesip biçmeden, boyayıp süslemeden ‘En önemlisi gerçeklik’ gibi keskin köşeli cümleler kurarak yeryüzü günlüğü tutabilir. Ya da dışarıyı bırakıp içeriye, kendi içine, insanlığın içine doğru kavramsal ve soyut yolculuklar yapar; oralarda rastladıklarını ayna yapıp yüzümüze tutar.

YERYÜZÜ GÜNLÜĞÜNE TUTULAN AYNA

Şimdi karşımızda; dünyayla meselesi olan gerçek bir hikâye yanı sıra geçmişle birtakım içsel hesaplara giren bir masal var. Masalla hikâye yan yana, iç içe. Birileri yeryüzü günlüğüne tutuyor aynayı; masal anlatarak hikâyesini koyuyor ortaya. O birileri Çinli fotoğrafçı Yao Lu. İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi’ndeki sergisinin adı da ‘Yao Lu’nun Yeni Manzaraları’.

Fotoğraflarda; bulutların arasından bir görünüp bir kaybolan yüksek yüksek dağlar, gökyüzünden taşan görkemli şelaleler, dünyayı sarmalamak isteyen dev ağaçlar… İki metre uzaktan bakınca her şey Çin’in antik resim geleneğindeki gibi huzurlu ve şiirsel. Yakından bakıncaysa makyajın altındaki pürüzler gibi çöpler, inşaat atıkları, moloz yığınları...

Nasıl? Lu’nun anlatımıyla şöyle: “Olimpiyatlara hazırlanırken Pekin'in her yerini inşaat atıkları kaplamıştı. Toz kalkmasın diye çoğu zaman yeşil, bazen de siyah renkli bir örtü örtülürdü o atıkların üzerine. Yalnızca Pekin'de değil, bütün büyük şehirlerde durum böyle olunca bu manzarayla klasik resimler arasında ilişki kurmak kaçınılmazlaştı. Görüntüler bana Song Hanedanı döneminin klasik resimlerini hatırlattı. Onları fotoğraflayıp üzerlerine pagodalar, evler, kayıklar, ağaçlar ekledim ve doğa harikası manzara resimleri elde ettim.”

ÇARESİZ BİR KAYIP DUYGUSU

Bir an için düşlere daldık, dağ ve nehirler arasında kaybolduk diyelim; karşımıza hemen sarı kasklı işçilerle gri renkli iş makineleri çıkıyor ve her şeyi alaşağı ediyor. Sanatçıyı alaşağı edense yok olanlara duyduğu özlem. Yao Lu, küratör ve eleştirmen Feng Boyi ile yaptığı söyleşide şöyle anlatıyor çaresiz özlemini: “Her zaman nostaljik bir karakterim vardı. Doğum yerime dönüp yapılan değişiklikleri gördüğümde içim kayıp duygusuyla dolmuştu. Ama aynı zamanda, durumun bütün ulusun varoluşu ve gelişimiyle ilgili olduğunu anlayıp engellemenin mümkünsüzlüğünü kabullendim. Benimkisi çaresiz bir kayıp duygusu.”

O çaresiz kayıp duygusu 2007 Venedik Bienali’nde sergilenen bir siyah beyaz videoda ne güzel anlatılmıştı! Yıkılıyor sonra yeniden yapılıyordu her şey; yapılıyor ve sonra yeniden yıkılıyordu. Komik ve garip ama en çok hüzünlü. Kültürü ve siyaseti kim bilir kaç kez değişmiş/değiştirilmiş bir ülke Çin. Geçmişi, geçmişinin kökleri tahrip edilmiş; iki önemli miras kalmış elinde. Biri binlerce yıl öncesinden bugüne gelebilmiş klasik edebiyat ve resim, diğeri 20. yüzyılın enkazı kominizm.

DAYAK BULDUN YE, AMA DUYDUN KAÇ


Ülkenin yaşadığı değişimler orada yaşayanları etkileyecek elbette. Özellikle de sanatçıları… Onlardan biri de üniversitede resim eğitimi gören, 2000 yılında diplomasını alır almaz Pekin'deki bir günlük gazetede çalışmaya başlayan, içindeki sesler bir türlü susmayınca da Avustralya'ya gidip fotoğrafçılık üzerine yüksek lisans yapan Lu. Ülkesinin yaşadığı değişimlerin sanatsal sezgilerini desteklediğini düşünen Lu, tüm o dar görüşlü politikaları yapıcı bir eleştiriye dönüştürmeyi öyle bir başarmış ki… 2008 BMW - Paris Photo Çağdaş Fotoğraf Ödülü sahibi sanatçının yıldızı parlak.

Teknolojinin nimetlerini son damlasına kadar kullanarak çöpe yeni bir ruh kazandırmış biri karşımızdaki. O yeni ruh, bir zamanlar var olmuş büyülü görselliği onca tahribat ve çirkinliğe rağmen hissettiriyor insana. Sanatçının niyetlerinden biri de bu olsa gerek. Mesele çağrışımlara açık olabimek…

Ama – dayak buldun ye, ‘ama’yla başlayan bir cümle duydun kaç- o kimi/çoğu fotoğrafın güzelim/alışılageldik/gözün sevdiği kare ve dikdörtgen dururken yuvarlanması ya da değişik şekiller alması ne demeye? Fotoğrafların etraflarının bembeyaz çerçevelenmesi sonra… Nedir bu ‘Ben yapayım, ben plastiğim’ çığırtısı! Ne diyelim, küratör Engin Özendes’in vardır bir bildiği.

11’i sadece bu sergiye özel 31 fotoğraflık ‘Yao Lu’nun Yeni Manzaraları’ için son tarih 22 Mayıs. Bir tavsiye; 2 metreden izleyin, 1 metre çizgisini geçmeyin!

JÜLİDE KARAHAN

FOTOĞRAF DERGİSİ / NİSAN-MAYIS

...

17 Nisan 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: EVİTA'YI İZLEDİKTEN BİR GÜN SONRA

Kitleler tarafından sevilir, elit tabaka tarafından dışlanır Eva/Evita. Kimin umurunda? Hayat kısa: 26 Temmuz 1952'de 33 yaşındayken vefat eder. Sanat uzun: Evita, sahnelendiği ilk günden beri dünyanın en çok izlenen müzikalleri arasında.

Arjantin'in eski devlet başkanlarından Juan Peron'un eşi Eva'nın hayatını anlatan Evita, İstanbul'daki ilk temsilini salı akşamı verdi. O akşamı İstanbul Kongre Merkezi'nde geçirenler; hikâyeyi bilsin bilmesin, Madonna'nın oynadığı filmi izlesin izlemesin; evlerine varana dek Don't Cry For Me Argentina'yı söyledi, o kesin. Ertesi gün öğlene dek de Eva'yı anlattılar birbirlerine; sonra işlerine daldılar haliyle.

Vakti azların yorumları ikiye ayrıldı: "Ne hırslı kadındı!" ile "Gencecik yaşında öldü, canım canım..." Gözlerini müzikalin performansına dikenler "Turnedeki bir ekip için çok iyiydi. İzliyor, dinliyor, altyazıyı takip ediyor; buna rağmen son ana kadar hiç kopmuyorsun. Ayaklanmalar, mitingler, cenaze, hele o balkon sahnesi... Harikaydı." derken teknik detaylara takılanlar "Mekân uygun değil, orkestra çukuru bile yok. Salon büyük, sahne küçük, oyuncular insan kadar. Uzakta kalanlar ne Eva'nın mimiklerini ne 6 TIR dolusu dekor ve kostümün ayrıntısını görebiliyor." dedi. Biraz yaş almışlarsa eskileri yâd edip ilk Evita yorumunu 1989'da izlediklerini hesapladı ve en güzel Eva'nın Zuhal Olcay olduğunda karar kıldı.

Bunca hırsa rağmen kocasını gölgelemedi

Bill Kenwright'ın yapımcılığını üstlendiği Evita'nın yıldızı Abigail Jaye'a göre Eva'nın en büyük başarısı, bunca hırsa rağmen kocasını gölgelememe konusundaki dikkati. Jaye'nin Eva hakkındaki yorumu şöyle: "Öldüğünde dünya sallanmış, tıpkı Prenses Diana'da olduğu gibi... Bir ulus hiç tanımadığı bir insana âşık olmuş, daha ne denebilir ki!"

Ne denebilir gerçekten? Bunun için hayata bakmalı: 1919'un Mayıs'ında Arjantin'in küçük bir köyünde (Los Toldos) fakir bir aileye tekne kazıntısı olarak gelir Eva. Babasını küçük yaşta kaybeder, artist olma hayaliyle ilk fırsatta büyük şehir Buenos Aires'e kaçar. Radyo ve tiyatrolar derken bir davette dönemin önemli askerlerinden Juan Domingo Peron'la tanışır. O sıralar yavaş yavaş siyasete giren Peron istifaya zorlanıp tutuklandığında Eva onun arkasındadır. Hem nasıl! Resmen örgütler halkı. Peron hapisten çıktığında karısının kendisi için hazırladığı kahramanlık elbisesini giyer ve 1946 seçimlerinden Arjantin devlet başkanı olarak çıkar. Eva bir first lady'dir artık. Sonrası hizmet: Hem kendilerine, hem halka. Avrupa turları, kadın hakları çalışmaları, fakirler için vakıf... Kısa süreli bir zenginlik.

Kitleler tarafından sevilir, elit tabaka tarafından dışlanır Eva. Kimin umurunda? Hayat kısa: 26 Temmuz 1952'de 33 yaşındayken vefat eder. Sanat uzun: Şarkı sözleri Tim Rice'a, müzikleri Andrew Lloyd Webber'e ait olan Evita, sahnelendiği ilk günden beri en çok izlenen müzikaller arasında. j.karahan@zaman.com.tr

***
Evita'yı izleyen genç bir kadın


9 yaşındaymış Zeynep. Annesi bir CD'den mi dinletmiş, bir misafirliğe mi götürmüş; bir şeyler olmuş, Nevra Serezli'nin sesini duymuş: Don't Cry For Me Argentina! Türkçesi, aslı, filmi derken kendini bir tutkunun içinde bulmuş: Müzikal. Üniversite yıllarında amatörce meşgul olsa da yetenek başka, tutku başka. Biri yoksa diğeri var. Kazandığı ilk paraları Londra yollarında müzikal izlemek için dökmezdi yoksa. Çok genç daha, 3 önemli müzikal izlemiş ömrü hayatında. Geçtiğimiz salı itibarıyla sayı 4 oldu. Evita'yı izledi. Müzikalin geleceğini 15-20 gün kala duyduğundan harcamaları biraz kısayım da önümüzdeki ay ön sıralardan bir bilet alayım -160 TL- tedbirini kaçırdı. Yeri arkalardaydı -66 TL-. Önerisi şu: Salon büyük, sahne uzak; paraya kıyın, biletinizi ön sıralardan alın!


***
Kırmızılılardan solda olanı beni çimdikledi



Sotheby's'in geçen hafta Londra'da gerçekleştirdiği çağdaş Türk sanatı müzayedesinin en yüksek fiyatlı yapıtı Burhan Doğançay'ın 'Whispering Wall II' isimli resmiydi. Tablo 230 bin sterline satıldı. Müzayedenin en pahalı ikinci eseri ise 200 bin sterline giden Mübin Orhon'un 'İsimsiz'i. Alan almış, biz ne yapalım? Santralistanbul'daki 'XX. Yüzyılın 20 Modern Türk Sanatçısı' isimli sergiyi gezelim. Çünkü oradaki 433 eserin arasında Burhan Doğançay'ın 52, Mübin Orhon'un 55 yapıtı var. İki not. Biri serginin girişindeki defterden: "Küçük oğlumuz ilk sergi deneyimini yaşadı. Çok mutlu oldu. Teşekkürler." Diğeri sergiyi gezmekte olan genç bir hanımdan: "Hani filmlerde olur; bir adam bir kadına ilk görüşte vurulur, biri çimdiklemiş gibi irkilir. Orhon'un 'İsimsiz' tablolarından biri, kırmızılardan solda olanı beni işte öyle çimdikledi." Sergi için son tarih 19 Haziran.


JÜLİDE KARAHAN / ZAMAN PAZAR

13 Nisan 2011 Çarşamba

Ey sanatçı, Japonya için ne yaptın?

Japon yazar Etsuko Shindo bir gazete yazısında soruyor sürekli: 'Ne yapmalıyım, ne yapabilirim?

Tokyo'daymış, açık bir dükkân kâğıt bardaklarda çorba dağıtıyormuş; miso çorbası... İçi ısınıyormuş insanların, kulaklarına bir iki umut sözü çalınıyormuş. Bunları izlerken kendi kendine soruyormuş yazar: 'Ne yapabilirim?'

Birileri 'Japonya zengin, yardıma ihtiyacı yok diyor.' Başkaları 'Durum çok çok fena...' Yaralılar, yakınlarını kaybedenler, korku içindeki insanlar... Sadece maddi değil ki olup bitenler. Böyle düşünüp de içlenen, 'ne yapabilirim acaba' diyenlerden biri adı sanı pek duyulmamış bir ressam: Ümit Erzurumlu.

Erzurumlu, Düş Yolcusu Sanat Durağı isimli küçük ve nispeten uzak bir galeride ikinci kişisel sergisini açmaya hazırlandığı günlerde, hatta tam kataloğu baskıya yetiştirdiği gece almış haberi. Böyle bir dön dur hali. Kalkmış, kataloğun bir köşesine eklemiş: "Sergimi şu anda afet mağduru olan onurlu, çalışkan, saygıdeğer ve fütürist Japon halkına ithaf ediyorum..."

1974 Sivas doğumlu ressam, ilkokul yıllarında babasının teşvikiyle o zaman yaşadığı Suşehri ilçesinde bir ressam atölyesinde, belki de oradaki tek atölyede, başlıyor resme. Sonra tayinler, İstanbul ve okul: Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik bölümü. Ardından yetişkinlik ve tabii iş: Dekor tasarımı. Bu arada işyerinin bir köşesinde resme devam.

"2000'lerin başında Kübist eğilimli resimler yaparken şimdilerde asimetri ve hareket imgesini kullanmaya başladım. Tuval üzerinde durağan noktaları hareketlendiriyor, onlara hacim ve perspektif katıyorum." diyen Erzurumlu, eserlerini fütüristik buluyor. Ne demek o? Zamanında Le Figaro'nun ilk sayfasında yayınlanan, İtalyan şair Tomasso Marinetti'nin 1909 Fütürist Manifestosu'na göre; teknoloji ve gelecek konularına vurgu yapan modern bir sanat hareketi.

Erzurumlu'nun sergisinin ismi manidar: Fütürist Bakışlar. Resimlerde gerçekten de bir hareket, bir rüzgâr. Sanatçı; enstrüman çizerken müziğin ritmini, kavga edenleri çizerken onların kalp atışlarını, peyzaj çizerken rüzgârın gürültüsünü duyduğunu söylüyor. İzlerken o kadar değil... Sergi için son gün 15 Nisan.


JÜLİDE KARAHAN / ZAMAN KÜLTÜR

...

11 Nisan 2011 Pazartesi

Göbekli Tepe'yi dünyaya anlattı

Günümüzden 12 bin yıl öncesini anlatan 'Göbekli Tepe: Dünya'nın İlk Tapınağı' isimli belgesel; Amerika, Hindistan, İran ve Çin'de pek çok dünya festivalinde gösterildikten sonra İstanbul'da. Önce İstanbul Film Festivali, sonra üniversite gösterimleriyle yolculuğuna devam edecek film; insanlık tarihini yeniden gözden geçirmemizi salık veriyor.

Şanlıurfa yakınlarındaki Göbekli Tepe'yi dünyaya tanıtan 'Göbekli Tepe: Dünya'nın İlk Tapınağı' isimli belgeselin temelleri yönetmen ve yapımcı Ahmet Turgut Yazman'ın 2006 yılında okuduğu bir gazete haberiyle atıldı. Yazman'ın okuduğu haberde Alman bir arkeolog (Doç. Dr. Klaus Schmidt), Göbekli Tepe'yi anlatıyordu. Dediğine göre; yazıyı keşfeden Sümer medeniyetinden ve Mısır'daki piramitlerden 6 bin, İngiltere'deki ünlü megalitik anıt Stonehenge'den 7 bin, şimdiki zamandan tam 12 bin yıl önce bir 'uygarlık' yaşamıştı Göbekli Tepe'de. İlkel ama bilinçli, yerleşik değil ama inançlı... Bu bilgi, Yazman'ın hayatındaki diğer her şeyi askıya alıp yola çıkmasına sebep oldu. Belgesel çekimleri için Kahire Müzesi yöneticisi ejiptolog Wafaa El-Saddik, astronom ve fizikçi B.G.Sidharth, sufi Metin Bobaroğlu ve arkeolog Prof. Mehmet Özdoğan ile görüşmeler yapan Yazman, Göbekli Tepe'yi önce dünyaya sonra bize anlattı.

İnsanoğlunun yerleşik hayata geçmesi beslenme ve tarımla değil de inanç ve ibadetle mi ilgili?

Göbekli Tepe'ye bakış açımızı değiştirecek bir konu bu. Yüzyıllardır bildiğimiz üzere insanoğlu avcı ve toplayıcılıktan tarıma yöneliyor, sonra yerleşik hayata geçiyor ve bir medeniyet, bir kültür oluşturuyor. Sosyolojik ve antropolojik olarak elimizdeki bilgiler aşağı yukarı böyle. Ama Göbekli Tepe kazılarında bulunan tapınaklar bu bilgiyi yeniden gözden geçirmemizi gerektiriyor. Çünkü ortada bildiğimiz anlamda bir yerleşim yok, sadece tapınaklar yani bir inanç sistemi, bir kültür, bir medeniyet var; ibadet ediyor insanlar.

Bu durumda pek çok tarihî bilgi yerle bir mi oluyor?

Göbekli Tepe'de 12 bin yıl öncesine ait tapınaklar var; bu bile insanlık tarihine tekrar bakmamız, tarih kurgusunu sorgulamamız için yeterli. Evet, 5 bin yıllık kurgu yerle bir olabilir. 12 bin yıl önce birtakım insanlar tapınak yapmış. 60 tonluk taşların taşınması, dikilmesi, bir düzene konması, üstünün işlenmesi... Tarihin cevaplaması gereken yeni sorular var.

Dünya bu bilgiyi nasıl algıladı?

Biraz yavaş. Amerika Arkeoloji Enstitüsü'nün Göbekli Tepe kazılarından çıkan bulguları tanıması 10 sene aldı. Birtakım popülist yaklaşımlar da oldu. Mesela Almanya'da 'Adem'le Havva'nın yaşadığı yer bulundu' diye haberler yapıldı. Göbekli Tepe'nin böyle iddialı ve popülist yaklaşımlara ihtiyacı yok. Eldeki zaten çok önemli bir bilgi.

Belgesel nasıl işliyor?

Dünyanın dört bir yanından pek çok uzmanın görüşüne yer veren belgesel, tamamen bilimsel verilerle soru jimnastiği yaparak ilerliyor. Özellikle D Tapınağı'nda birtakım semboller var. Boğa, turna, yılan gibi... Araştırmalar sembolik anlatım ve mitolojik dili çözme üzerine yoğunlaştı. Göbekli Tepe'yi anlamak için arkeolojik yaklaşım yeterli değil. Bilimsel ve mistik verileri harmanlamak, matematiksel ve sezgisel bilgileri bir araya getirmek gerekli. Filmde iki ve üç boyutlu animasyonlarla çizgi animasyonlar kullandık. Kutsal metinlerden, özellikle Kur'an-ı Kerim'den faydalandık. Bir anlama çabası var filmde; niye varız, ne amaçla buradayız... İki derdim var. Birincisi Göbekli Tepe'yi dünyaya duyurmak, ikincisi Göbekli Tepe'yi anlamak.

Siz kişisel olarak neler öğrendiniz?

Anladığımı anlatmak zor. İçsel olarak çok şey öğrendim. 12 bin yıl önce ibadete önem veren benim gibi, sizin gibi; bilen, bilinçli bir insan topluluğu var. Varoluşunun kozmik bağlarının peşinde olan bir insan topluluğu... Göbekli Tepe insanın manevi yolculuğunda önemli bir durak; sadece arkeolojik bir buluntu değil. Varoluşsal sorulara da cevap veren bir yer.

Bundan sonra?

Şu anda tapınakların yüzde 20'si çıkarıldı. Yüzde 80'i toprağın altında. Kazılar devam ediyor; daha neler çıkacak, merakla bekliyorum. Schmidt'e göre 50 ile 90 yıl arasında iş var. 10 sene sonra filmin ikincisini çekebilirim.

JÜLİDE KARAHAN / ZAMAN KÜLTÜR
...

9 Nisan 2011 Cumartesi

Anadolu, perdelerini açıyor

Kuzey Yarımküre'de bahar, Anadolu'da festival zamanı. Adana, Konya, Ankara, Van, Trabzon ve Antalya'da tiyatro festivalleri birbirini izliyor. Tiyatro dünyasında festival mevsimi, 27 Mart'ta Adana'da 13. Sabancı Uluslararası Tiyatro Festivali'yle başladı. Sırada Konya var.

Cemreler bir bir düştü. Kestane, turna geçimi, balık, kuş geçimi, zemheri, husum, kocakarı ve koz kavuran fırtınalarını atlattık. Dahası kırlangıçlar dönmeye başladı, ağaçlar yeşilleniyor; bahar geliyor. Bu ne demek? Anadolu'da festival zamanı! En çok da tiyatro. Adana, Konya, Ankara, Van, Trabzon ve Antalya'da fırtınalar misali birbirini izliyor tiyatro festivalleri.

Devlet Tiyatroları ev sahipliğinde gerçekleşen festivaller zincirinin ilk halkasında; bu yıl 13.sü gerçekleşen Adana Devlet Tiyatroları-Sabancı Uluslararası Tiyatro Festivali var. 27 Mart Dünya Tiyatro Günü'nde başlayan festival, 30 Nisan'a dek sürecek. Festivalin yurtdışından gelen misafirleri ve hediyeleri arasında Kazakistan Gabit Musrepov Devlet Tiyatrosu (Selvi Boylum Al Yazmalım), Rusya Vakhtangov Tiyatrosu (Enigma Çeşitlemeleri) ve Şili Plankton Kollektif Tiyatrosu (Cura Tato Cinayeti) var.

BİN NEFES BİR SES

Nisanın 14'üyle 24'ü arasında perdeler Konya için açılıyor. Bu yıl dördüncüsü gerçekleşecek festivalin ismi biraz uzunca: Bin Nefes Bir Ses Uluslararası Türkçe Tiyatro Yapan Ülkeler Festivali. Konya'nın gelişmesine katkı sağlamak, hoşgörüyü farklı medeniyetlere tanıtmak ve Türk dilini zenginleştirip yaygınlaştırmak gibi amaçlara sahip olan festival; pek çok Türk cumhuriyetinden tiyatro grubunu ağırlayacak.

Konya'da kapanan perdeler 25 Nisan itibarıyla Ankara'da açılıyor. Daha çok, küçük hanım ve beyefendileri sevindirecek festivalin ismi Küçük Hanımlar Küçük Beyler Uluslararası Çocuk Tiyatroları Festivali. Bu yıl yedincisi gerçekleşecek festivalin ömrü de kendisi gibi küçük. Beş gün sürecek etkinlik 30 Nisan'da sona eriyor. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'na tiyatro sanatıyla katkıda bulunmak ve Türk tiyatrosunun dünya çocukları yoluyla yurtdışına açılımını sağlamak amacıyla düzenlenen festivalin; Fransa, İspanya, İsrail, İsviçre, İtalya, Polonya, Rusya, Sırbistan ve Tataristan gibi ülkelerden gelen konukları var.

Çocukları düşünerek düzenlenen bir festival de Van Devlet Tiyatrosu'ndan: Akdamar Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Şenliği. Van Devlet Tiyatrosu'nun ev sahipliği ve öncülüğünde 2001 yılından bu yana gerçekleşen festivalde farklı okullardan tiyatro grupları sahneye çıkıyor.

PERDE KUZEYDEN GÜNEYE İNİYOR

1 Mayıs itibarıyla perdeler, Uluslararası Karadeniz Tiyatro Festivali için açılıyor. İlki Karadeniz'e Kıyısı Olan Ülkeler Festivali adı altında Gürcistan, Moldova, Rusya, Romanya ve Ukrayna'nın katılımıyla 2000 yılında gerçekleşen festival; 2006 yılında adını ve sınırlarını genişletti. 15 Mayıs'a dek sürecek festivalin amacı 25 Haziran 1992'de İstanbul'da imzalanan Karadeniz çevresindeki ülkelerin ekonomik işbirliği projesine katkı sağlamak.

Baharın son tiyatro festivali ise güneyde: Devlet Tiyatroları Antalya Uluslararası Tiyatro Festivali. 17-30 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek festival, bu yıl üçüncü yaşını kutluyor. Sonbahar sürprizi ise Mardin'den. Mardin Valiliği ev sahipliğinde kasım ayında gerçekleşecek festivalin ismi Mardin Ulusal Çocuk ve Gençlik Tiyatro Festivali.

Anadolu'daki tiyatro festivallerine 2010 yılında 26 değişik ülkeden 46 farklı grup 52 değişik oyunla katıldı. Türkiye'den Devlet Tiyatroları, özel tiyatrolar ve belediye şehir tiyatrolarının 29 değişik oyun ve 169 temsille desteklediği festivalleri 86.647 sanatsever izledi.

JÜLİDE KARAHAN / ZAMAN KÜLTÜR

8 Nisan 2011 Cuma

Sakuralar bu yıl hüzünlü açtı

Açmak istemediler aslında, nazlandıkça nazlandılar. Aralarında kararsızlar ve oyunbozanlar da vardı ama galiba birçoğu hissetti. Memleketleri Japonya bunca felaketle karşılaşmışken ve daha buncası kapı eşiğindeyken onların ferah ferah açması olmazdı. Olmadı da...

Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi'ndeki sakura ağaçları (Meyvesiz kiraz ağacı) bir türlü adamakıllı çiçeklenemedi. Bir ara - Mart ortasında - güneş görünüp, toprak ısınıp, su yürüdüğünde serpilecek gibi oldular ama hemen akıllarını başlarına toplayıp durdular. Belki de duydular. Hem kötü haberleri hem tembel soğukların ayak seslerini. Bahçe sorumlularından Salih Kanoğlu "Şu anda hepsi çiçekli olmalıydı." diyor ve ekliyor: "Çiçekler doğru düzgün açmadan dökülecekler diye korkuyoruz. Çünkü yapraklar çıkmak istiyor alttan. Hava da bir türlü ısınmadı. Bakalım..."

"Nispeten iyi haberler geliyor diye nispeten açarlar belki." diyoruz. "Hiç olur mu?"yla başlayan cevabımızı alıyoruz: "Bitki neden çiçek açar? Neslini devam ettirmek için. Sıcak havalar değil, börtü böcektir aslında beklediği ki taşınsın polenleri."

Sakuraların İstanbul'da işi ne?

Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi'ndeki ağaçlar çok minik daha. Boyları 2-3 metre ya var ya yok. Türkiye'ye 6 yıl önce geldiler. Türk-Japon dostluğuna katkı için... Hatta tam olarak; 1890'da Japonya'ya yaptığı yardım ziyareti dönüşünde tayfuna yakalanarak batan Ertuğrul Firkateyni ve orada şehit olan 527 asker anısına... Ağaçları tüm dünyaya yaymaya teşne Japonya Sakura Vakfı, o kadar sayıda ağacı İstanbul'a yolladı. Ağaçlar bahçenin Ertuğrul Adası'na dikildi. Her şehit için bir ağaç. Hepsinin üzerinde tek tek künyeleri: Teğmen Tahsin anısına, Teğmen Mehmet anısına... Bir de anıt; üzerinde tüm şehitlerin isimleri ve firkateynin resmi.

Her yıla bir de Sakura Festivali. İlki geçen yıl 3 Nisan'da gerçekleşen Sakura Festivali bir haftalık bir gecikmeyle yarın Ertuğrul Şehitleri'ni anma ve Deniz Kuvvetleri bando dinletisiyle başlıyor. Festivale Japon Büyükelçiliği ekibi ve İstanbul'da yaşayan Japon vatandaşlar davetli.

Ömür kısa; ağaçlar bunun farkında!

Sakura ağaçlarının Japon kültürü için önemi büyük. Onlar açtığında hayat yeniden başlıyor Japonya'da. Park ve bahçelere akın etmeler, festivaller, şenlikler, konserler, çiçek izleme günleri... Bunlar ne ki! Japonların hayatlarındaki tüm önemli başlangıçlar pembe çiçekli günlerde. Okulların açılması, evlilikler, tatile çıkmalar, işe başlamalar... Sakura ağaçlarının bu kadar önemli olmasının sebebi sadece uçuşan güzellikleri değil. Olay; kısa ömürlü sakura çiçeklerinin hayatın gelip geçiciliğini simgelemesinde. Hatta çiçeklerin, tam en güzel hallerindeyken dallarından düşüvermelerinde. Samuraylar gibi. Samuraylar da ölüme her an hazırlar; bilhassa en güçlü ve en genç zamanlarında. Tom Cruise'un oynadığı 'Son Samuray'da samuraylar İmparator Meiji'nin askerleriyle kahramanca savaşırken arka planda delicesine uçuşan çiçekler vardı ya, işte onlar sakura... j.karahan@zaman.com.tr

JÜLİDE KARAHAN / ZAMAN CUMA

5 Nisan 2011 Salı

Cengiz Çekil'in hatıra defteri New York'ta

Haber büyük. Yıllarca sanat dünyasının ihtişamından uzakta, İzmir'de çalışmalarını sürdüren ressam Cengiz Çekil'in 'Günce'si, Museum of Modern Art (MOMA) New York koleksiyonuna katıldı.Eser, 19 Eylül'e kadar sürecek "Hâlâ Yaşıyorum: Güncel Çizimde Siyaset ve Günlük Yaşam" başlıklı sergide de yer alıyor.

Çekil, sakin... Sergiyi gidip görmemiş daha. "Belli bir yaştan sonra her şey normal karşılanıyor. Gençken olsa çok heyecanlanırdım." diyor ve ekliyor: "Ama şu da var. Bir iş ne kadar çok insan tarafından görülürse o kadar mutlu oluyorum. Sonuçta tabii ki mutluyum."

İşin muhtevası şöyle: Çekil, iki ay boyunca her gece, genç kızların hatıralarını yazdığı şenlikli bir deftere 'Bugün de yaşıyorum.' mührünü ve günün tarihini basar. 1976 yılında İstanbul Eğitim Enstitüsü'nde öğretmenlik yaptığı zamanlardır onlar. "Eve geliyor ve bugünü de atlattık diyordum. Ölmeden, öldürülmeden bir gün daha! Defter zaten başucumda. Yatmadan hemen önce, her gece, yatsıyı kılar gibi..." diyor ve ekliyor Çekil: "Durduk yerde yaşıyor olduğunu hisseder mi insan? O yıllarda hissediyor. Öyle zamanlardı ki; sağ da sol da ölümü kutsardı. Bense bir hoca olarak her şeye rağmen yaşamın önemini anlatırdım öğrencilerime. Bütün meselem hayatı yaşamak, var olmak, var kalmaktı."

Defterin mecburi bitiş cümlesi: "Askere gidiyorum." Askerlik için İzmir'e gider ve bambaşka, bol zeytinyağlı bir hayata başlar Çekil. İzmir iyi gelir ama yine de "Yaşadım, en azından ölmedim fakat İstanbul imkânsız bir aşka dönüştü bende. Gelirdim; Osmanbey'den başlar, Beyazıt'a kadar yürürdüm. Koca bir seyahate çıkmış gibi olurdum. Farklı farklı diyarlar görmüş gibi..." der ve ekler: "İzmir'de sevilir, İstanbul'da âşık olunur."

İstanbul-İzmir hattında

1945'te Niğde'nin Bor ilçesinde doğan Cengiz Çekil, Ankara Gazi Eğitim'den sonra devlet bursuyla École Nationale Supérieure Des Beaux-Arts Paris'e devam etti. 1975'te ülkeye dönen sanatçı, bir süre İstanbul'da çalıştıktan sonra uzun yıllar İzmir'de yaşadı. 2007'den beri de İstanbul'da.

JÜLİDE KARAHAN /ZAMAN KÜLTÜR