31 Mayıs 2011 Salı

Şaşırma hakkınızı kullanın!

İnsanın şaşırabilme gibi bir yetisi var. Çok heyecan verici bir yeti bu; bir o kadar da eğlenceli. Malzemesi basit: Hiçbir bilgi/fikir sahibi olmamak. Borusan Müzik Evi'ndeki Madde-Işık II sergisindeki yeni medya işleri, şaşırma hakkınızı kullanmanız için biçilmiş kaftan.

Yaşlıca bir beyefendi sergi gezmesinde. Hadi diyelim serginin ismini: Arter'deki 'Görünmezlik Taktikleri'. Elinde broşür. Hiç bakmıyor ona. Kendi kendine dolaşıyor sadece. İçeridekilerden biri, bir hanımefendi, "Broşürde anlatılıyor her biri. İsterseniz bir bakın!" diyor. Beyefendinin cevabı: "Çok sevdiğiniz bir şairin şiirlerini okurken biri gelip size şiirin ne demek istediğini söylese hoşunuza gider mi?" Hanımın yüzünde hoş bir renk... Bu beyefendi bizi geçtiğimiz gün görseydi halimize nice gülerdi. Çünkü Borusan Müzik Evi'ndeki Madde-Işık II isimli sergiyi aynen böyle gezdik. Sergiyi bize küratör Richard Castelli bir bir anlattı.

Madde-Işık II, cumartesi günü açıldı. Alelade bir saatte, kimsiz kimsesiz, hatta karanlıklar içinde bir daha gidince anladık: Yaşlıca beyefendi bir hayli haklı. İnsanın kimsenin bir şey demesine fırsat vermeden gezmesi gerekiyor böyle sergileri ki şaşırabilsin alabildiğine; rahatça gülüp ürkebilsin bir de...

Bizim telaşa gelince; geçen yıl bu zamanlar yine aynı mekânda yine aynı isimli bir sergi vardı. 35 bin kişinin ziyaret ettiği... Müziğin gölgesini yansıtan, algının sınırlarını zorlayan ve gerçeklik duygusunu alaşağı eden bir sergi... Ne sergiydi! Paul Valery'nin 'Eupalinos ve Öteki Söyleşimler' kitabında Sokrates'in sorduğu "Görkemli bir şölene katıldığında, bir şölende yerini aldığında, orkestranın salonu sesler ve hayaletlerle doldurduğunu saptamadın mı? Önceki mekânın yerini anlaşılır ve değişken bir mekânın aldığını, daha doğrusu zamanın kendisinin seni her yandan çevrelediğini fark etmedin mi?" sorusuna cevap arıyordu. Ve veriyordu...

MARİFET KÜRATÖRDE

Marifet; çalışmalarını Paris'te sürdüren ve dünyanın dört bir yanında önemli sergilere imza atan küratör Richard Castelli'de. Beğendiği sanat eserlerinin ortak noktasını yakalayıp sergiyi onun üzerinden inşa ediyor Castelli. Şöyle anlatıyor süreci: "Ben sanat eserlerine bakarak işe başlarım. Aralarında bağlantılar hissederim ve bu bağlantılara dayalı bir kavram inşa ederim. Eğer ilk seçimimde, son aşamada ulaştığım kavrama uymayan bir eser varsa onu çıkardığım olur." Sinemada ön sıralarda oturmayı seven biri karşımızdaki. Bu herkes için böyle olmayabilir. Çünkü görüntünün içinde kaybolmak kimilerini korkutur. "Ama beklerseniz bir süre sonra o ön sırada bile algınız görüntüye alışır." diyor ve ekliyor Castelli: "İşte yeni medya da böyle bir deneyim. Berbat bir yeni medya sergisinin içinde olmak elbette kötü olur, ama iyi eserler söz konusuysa kendinizi kaybedeceğiniz, bir sürü duyu/duygu arasında kalacağınız kesin."

Yerçekimi ve zaman algısını alaşağı eden Madde-Işık II'de Jean Michel Bruyère, Kurt Hentschläger, Julien Maire, Christian Partos, Joachim Sauter & Dirk Lüsebrink (Art+Com), [The User] ve Li Hui'nin eserleri var. Neler yapmışlar? Söylemiyoruz ki şaşırma hakkınızı dilediğinizce kullanın. Borusan Müzik Evi'ndeki serginin son tarihi 25 Eylül.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 31.05.2011

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Sıkıcılığı alaşağı eden müze


Eskişehir Eti Arkeoloji Müzesi, önceki akşam Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Eti Onursal Başkanı Firuz Kanatlı'nın katıldığı bir törenle açıldı. Yaklaşık 10 yıldır ziyarete kapalı olan müzenin alamet-i farikası, sıkıcılık kavramını alaşağı etmesi. Müzenin ev sahipliği yaptığı 22 bin 543 eserden 2 bini, vitrinlerde ve bahçede sergileniyor.


Aslında epey eski bir müze bu. Şöyle: Eskişehir il ve ilçelerinden toplanan taşınır kültür varlıkları 1945 yılından itibaren Eskişehir Alaeddin Camii'nde toplanmış, orası bir depo müze olmuş. Eser sayısı artınca 1966'da Odunpazarı semtindeki Kurşunlu Camii Külliyesi'nde Eskişehir Müze Müdürlüğü kurulmuş ve teşhir başlamış. 1974 yılında Akarbaşı Mahallesi Atatürk Bulvarı'ndaki bir binada çalışmalar devam etmiş, ama bir türlü istenilen sonuç alınamamış. 2001'de müze binası yenilenmek ve çağdaşlaşmak gerekçesiyle ziyarete ve bilimsel çalışmalara kapatılmış. Yeni bir müze binası için kollar sıvanmış.

Sonrasını Eti Onursal Başkanı Firuz Kanatlı anlatıyor: "Bir gün yönetim kurulu toplantısındayız. Bir telefon: 'Bakan geliyor!' Atilla Koç. 'Ne zaman?' 'Yarım saat sonra.' 'İyi peki.' Toplantı dağıldı. Bakan Bey geldi, anlatmaya başladı: 'Böyle böyle bir müze var; elimizde patladı. Şuna bir el atın.' Biz devraldığımızda bitmemişti müze, sadece temelleri atılmıştı daha. Eskişehirliyiz biz, önemsedik bu olayı. Bakan Bey, 2 milyon 600 TL'ye patlar demişti, yıl 2007'ydi. 2008'de inşaat başladı. Valla bugün baktığımızda 9,5 milyon TL gitti. Ama değdi. İyi bir şey olsun istedik, çağdaş olsun dedik. Oldu. Eskişehir'e yakışan bir müze yaptık. Anahtar teslimi... Artık iş bakanlıkta, Eskişehirlide, ziyaretçide..."

Yeni medyalı arkeolojik müze

Eskişehir Eti Arkeoloji Müzesi, bir arkeoloji müzesinden beklenmeyecek şekilde eğlenceli. Bunda ODTÜ'den Refik Toksöz'ün TÜBİTAK desteğiyle geliştirdiği ve bazıları dünyanın hiçbir müzesinde bulunmayan dijital sergileme tekniklerinin büyük payı var. Bu teknikler -yeni medya uygulamaları- eğitici olduğu kadar da ilgi çekici. Topu topu 3-5 uygulama ama vitrinler dolusu arkeolojik eser arasında durdurup durdurup içine alıyor ziyaretçiyi.

Bir koridordan geçerken ayaklarınızın altında sikkeler kaçışıyor mesela. Az ötede kocaman bir dijital kitap var. Üzerinde bilgiler, açıklamalar, fotoğraflar, videolar... Sayfalarını dokunmadan, elinizin rüzgârıyla çeviriyorsunuz. İçine sonsuz bilgi eklemek mümkün. Çift katmanlı bir hologram var sonra; bir örneği Disneyland'taymış. İçinde heykeller, yüzükler, takılar, çömlekler... Dokunmatik ekran; sağa sola, aşağı yukarı çevirip çevirip inceliyorsunuz eseri. Gerçek zamanlı bir atla arkeolojik bir köy gezisi var ki epey eğlenceli. Benzer şekilde bir kümülüs gezisi ayrıca...

Müzedeki eserlere gelince; çoğu Eskişehir'de bulunan ören yerlerinde yapılan kazı ve yüzey araştırmaları sonucunda açığa çıkarılan parçalar... Aralarında serçe parmağının yarısı boyunda bir lületaşı mühür var; Çavlum Mezarlığı'nda bulunmuş. İlk kez sergileniyor. Diğer eserler Eskişehir'in en eski yerleşim yerlerinden Keçiçayırı, mimarisi ile Anadolu yerleşim planının öncülerinden Küllüoba Höyüğü ve önemli yolların kavşak noktasında yer alan Şarhöyük'ten. Çorum Alacahöyük'te yapılan kazılarda bulunan bir Hitit Güneşi Kursu da unutulmamış elbette.

Paleolitik, Neolitik, Kalkolitik, Tunç, Hitit, Frig, Helenistik, Roma, Doğu Roma, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait eserlerin bulunduğu müzeye rakamlar aracılığıyla baktığımızda; 7 bin 989 sikke, 3 bin 804 etnografik ve 7 bin 225 arkeolojik eserle karşılaşıyoruz. Eser sayısı, Seyitgazi ve Afyonkarahisar müzelerinden devredilen 3 bin 525 parçayla 22 bin 543'e ulaşıyor. Tabii ki bunların sadece 2 bin adedi sergilenebiliyor; vitrinlerde ve bahçede...

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 30.05.2011

29 Mayıs 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: ÇOCUK HAKLARI PERDE ARKASINDA KALMASIN!

Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin maddelerinden kimileri -12 tanesi- oyunlaştı. Metin, Ömer Ceylan ve Selcen Ergun'un; müzik Tuluğ Tırpan'ın. Oyuncular, boş vakitlerini TEGV Eğitim Parkları'nda geçiren çocuklar. Bir yarıyıl süresince önemli tiyatro sanatçılarıyla çalıştılar. Şimdi sıra sahnelemede.

Çocuk Hakları Sözleşmesi pek öyle ortalarda dolanan bir belge değil. Çoğu kişi çocuk haklarının farkında değil, hatta böyle bir sözleşme olduğunu bile bilmiyor. Çocukların o kadar çok hakkı var ki aslında. Kimse onları zorla yıkayamaz mesela.

Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin 12 maddesi oyunlaştı; hem oynayanlar hem izleyenler bu işlerin biraz farkına varsın diye. Destek büyük: Türkiye'nin önde gelen oyuncularından Altan Gördüm, Ayça Varlıer, Bahtiyar Engin, Büşra Pekin, Cem Davran, Deniz Çakır, Devin Özgür Çınar, Dolunay Soysert, Ezgi Mola, Gürgen Öz, Haluk Bilginer, Meral Asiltürk, Mert Fırat, Rahşan Çiğdem İnan, Saadet Işıl Aksoy, Serkan Altunorak, Şebnem Bozoklu, Yiğit Özşener ve Zeynep Alkaya geçtiğimiz yarıyıl boyunca işlerinden arta kalan her vakti Türkiye'nin 11 farklı şehrindeki çocukları çalıştırmak için değerlendirdi. Amaç daha da büyük: Çocuk hakları perde arkasında kalmasın!

Bir heyecan, bir heyecan

TEGV (Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı) Eğitim Parkları'ndan biri Fındıkzade'deki Sema ve Aydın Doğan Eğitim Parkı. Reyhan Hanım şöyle anlatıyor orayı: "Çocuğu bırak; git, işini gücünü gör. Gözün kapalı teslim ediyorum ben kızımı. Çok güvenli. Hafta sonları sabah 10.00'dan akşamüstü 16.00'ya kadar oynuyorlar, ders çalışıyorlar. Bakın, şimdi de tiyatro yaptılar." Reyhan Hanım'ın kızı Gamze 11 yaşında. Provalardan yorgun düşmüş ama sahneye çıkacak diye pek heyecanlı. Herkesin durumu aynı. Bir heyecan, bir coşku, bir mutluluk; sanki hepsi Fenerbahçeli.

"Çocukların heyecanı beni teşvik ediyor." diyor Ezgi Mola. 11 yaşında bir grup çocuğun bu kadar zeki, bu kadar esprili olmasına akıl sır erdiremeyen Şebnem Bozoklu, "Oyun çıkarmak zor iştir. Kısa sürede nasıl başardılar bilmiyorum." diye ifade ediyor şaşkınlığını. Samsun'daki parkın eğitmeni Mert Fırat için biraz daha manalı bir durum söz konusu. Çünkü o da benzer bir proje sonucunda karar vermiş oyuncu olmaya. Ortaokulda bir hocası -Victor- skeçler yazdırıp oynatırmış bütün sınıfa. Serkan Altunorak için de öyle. O da ilkokul birinci sınıftayken okuma bayramı için ziyaretlerine giden bir konservatuar öğrencisini unutamamış hayatı boyunca. Diyarbakır'da görevli Saadet Işıl Aksoy ise başka bir taraftan bakıyor olaya: "Bir şeyler öğretmeye mi, öğrenmeye mi gittik; anlayamadım ben hâlâ. Her gittiğimde yeni bir şey öğrendim çünkü orada. Hayatımı Diyarbakır öncesi ve Diyarbakır sonrası diye ikiye ayırabilirim. O derece..."

***

Garip mahlûkatlar geliyor

Naifliğiyle ünlü köşe yazarlarımızdan biri, yazı yazamadığı günlerde kendini garip bir mahlûkat gibi hissediyormuş; biraz evvel söyledi. Garip mahlûkat nasıl bir şeydir merak edenler, İstiklal Caddesi'ndeki Arter'in gelecek sergisini beklemeli. Çünkü galeri, Patricia Piccinini'nin silikon heykellerini ağırlayacak. Bunlar, deforme ama korkunç değil, çirkin ama iğrenç değil. Hatta tatlı bile sayılırlar. Sergi 21 Haziran'da açılacak. Bu arada galerinin 5 Haziran'da kapanacak 'Görünmezlik Taktikleri' isimli sergisini görmemiş olanlar bir uğrayabilir ve üşenmeden 3. kata çıkabilirlerse Ali Kazma'nın yazının varlık-yokluk çelişkisini irdelediği 'Yazılan' isimli işini izleyebilirler.


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 29.05.2011

22 Mayıs 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: Sanki mutfakta kek pişiriyorlar

"Önceleri, azınlığın azınlık için yaptığı bir şeydi sanat. Sonra azınlık çoğunluk için yapmaya başladı onu, şimdi çoğunluk çoğunluk için yapıyor." diyor beyaz saçlı bir adam, önemli biri. Bu dediği, Venezuela Simon Bolivar Senfoni Orkestrası ortaya çıkana kadar belki de sadece bir hayaldi. ama şimdi müziğin geleceği Venezuela'da; tüm otoriteler bu kanıda.


İsmi Daniel... 10-12 yaşlarında. Ufak odasındaki ranzanın altı onun, üstü kardeşinin. Bundan pek memnun, şöyle diyor: "Yatağımı çok seviyorum. Çünkü viyolonselime yakın. Uyanınca ilk onu görüyor, hemen elime alıyorum. Annem şuraya koyuyor bazen. O sabahlarda sıkkın oluyor canım." Bugün artık kocaman adam olan Gustavo Dudamel ise, "Başladığımda 4 yaşındaydım; müzik değil, hayat dersi aldım. Çocukluk arkadaşlarımın çoğu cinayet ve uyuşturucuya bulaştı, aralarından bir tek El Sistema'ya katılanlar kendilerine yepyeni bir hayat kurdu. Müzik, hayatı sadece zenginleştirmiyor, kurtarıyor da..." diyor.

Ellerine ilk enstrümanlarını aldıklarında 3-4 yaşlarındaymış çoğu. Yanlış ve komik sesler çıkardıkları da olmuş, hem de çok. Ama eleştirilmek yerine yüreklendirilmişler genelde. Hikâye 1975'te başlamış. Jose Antonio Abreu isimli bir ekonomist -iyi bir piyanist ve besteci aynı zamanda- Venezuela'nın başkenti Caracas'ın kenar mahallelerinde ikamet eden 11 çocuğu bir otoparkta toplamış. Fikir şu: Çocukların yoksulluk ve suçla çevrili hayatlarına, yüksek kültür denerek onlardan esirgenen klasik müziği dâhil etmek... Of, çok uzak geliyor kulağa. Ama işliyor. Çocuklar öğleden sonraları koşarak gidiyorlar garaja.

Bir gerçek: Yetenek tüm insanlara ekilmiş aslında, sadece onu yeşerten koşullar herkese denk gelmiyor. Bir sonuç: Abreu, El Sistema'ya -kendi deyişiyle müzik için 'sosyal hareket'e- değişen tüm iktidarların destek vermesini sağlamış. Ve hayata potansiyel suçlu olarak başlayan pek çok çocuğu birer müzisyene dönüştürmüş. Bir sürü rakam: 350 bin çocuk, 280 müzik merkezinde 15 bin eğitmen eşliğinde çalışıyor şimdi. Ülkedeki 150'yi aşkın gençlik, 70 çocuk ve 30 senfoni orkestrası o konser senin, bu konser benim dolaşıyor. Önümüzdeki beş yıl içinde Venezuela'da 1 milyon çocuğun müzisyen olması planlanıyor.

Geçtiğimiz hafta Venezuelalı yönetmen ve senarist Alberto Arvelo Mendoza'nın 'Çalmak ve Mücadele Etmek' isimli belgeselini -internette kolayca bulunuyor- izleyene dek, uzak bir masal değilse de abartılmış bir hikâyeydi tüm bunlar. Ama o akşam, çoğu İKSV lale üyesi olan küçük topluluk Atlas Sineması'ndan çıkarken kulaklarına inanamıyordu. Böylesine bir samimiyet... Belgeselde sürekli tekrarladıkları gibi işin sırrı, çalmak ve mücadele etmek.

Şef Gustavo Dudamel yönetimindeki Venezuela Simon Bolivar Senfoni Orkestrası -İKSV'nin çabalarıyla- 8 ve 9 Ağustos'ta Haliç Kongre Merkezi'nde iki konser verecek. Öyle neşeli, canlı ve heyecanlı bir performansları var ki... Sanki sahnede klasik müzik çalmıyor, mutfakta kek pişiriyorlar.

Müzik hayatına El Sistema'da keman öğrenerek başlayan Dudamel'in enerjisinin de payı var muhakkak bunda. Dudamel, 220 çocuk ve José Antonio Abreu; bu modelin Türkiye'de nasıl uygulanabileceği üzerine panellere katılıp öğrencilerle söyleşiler yapacak ayrıca. El Sistema; Avustralya, Hindistan, Güney Kore, ABD ve İskoçya gibi pek çok ülkeye 'nucleos' adıyla adapte edildiğine göre burada da olabilir, neden olmasın? Bir de Galata Köprüsü üzerinde dev bir konser; olabilir mi? Bu galiba gerçekten bir hayal. j.karahan@zaman.com.tr

***

'Gazetecileri nasıl inandırdım ama...'


Fransız yazar Mathias Enard, Türkçeye yeni çevrilen 'Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara' isimli romanının tanıtımı için geçen hafta İstanbul'daydı. Fransız Kültür Merkezi'ndeki küçük söyleşisinde o anlattı biz dinledik, biz sorduk o cevapladı. Kitabını şöyle anlattı: "5 yıl önce kütüphanedeyim; sabahları çalışıyor, öğleden sonraları dolaşıyorum. Sanat tarihi üzerine binlerce kitap var raflarda. Biri Michelangelo'nun biyografisi. Karıştırırken bir cümleye takıldım kaldım: "Sultan Beyazıt, Michelangelo'yu İstanbul'a davet etti." Nasıl yani? Aradım taradım, davetin sebebini buldum. Haliç üzerine yapılması düşünülen bir köprü. Michelangelo, henüz 30 yaşında değil, yani mimar değil. Bir tek Davut heykeli var ortada. Sultan onu nasıl tanıyabilir? İtalya'yı avuç içi gibi biliyor olmalı, hatta dünyayı; güce bak! Buraya kadar her şey gerçek. Sonrası kurgu. Michelangelo, İstanbul'da... Yazarken sürekli galiba gerçekten gelmiş dedim kendi kendime, o kadar çok tesadüf var ki! Fransız gazetecilerin yüzde 80'i onun geldiğine kesinlikle inandı. Hatta bir gazete "Michelangelo'nun İstanbul seyahati" diye başlık attı, iyi sükse yaptı. Tarihçilere sordum. Onlar net: Gelmiş olsaydı bilirdik."

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 22.05.2011

21 Mayıs 2011 Cumartesi

CAMİ GÖLGESİNİ İÇKİDEN KURTARDI


"Cami gölgesinde içki içilir mi hiç? Yahu yapmayın Allah aşkına. Şu camiden, şu surlardan, şuradaki türbeden utanır insan..." dedi yıllar boyunca. Kimse kulak asmadı ona. Kendisi her akşam demlendiği halde; saygısından, vicdanından, aldığı terbiyeden gönlü elvermezdi buna. Ve sonunda, bir sürü borca harca girerek de olsa başardı; Rumelihisarı'ndaki Hacı Kemalettin Camii'nin çevresini içkiden kurtardı.


Recep Aral ilk gençliğinden beri Rumelihisarı'nda yaşıyor/çalışıyor. İki büyük derdi var. Biri, kirpikleri yanaklarına değen küçük kızının günün birinde birileri tarafından üzülebilme ihtimali; diğeri, kollarını Hacı Kemalettin Camii'ne dolayıp sırtını surlara yaslayan bir mekânda taşkınlıklar olagelmesi. İkincisinin çözümünü geçtiğimiz günlerde kendisi buldu. Birincisi için hep birlikte duacıyız.

Yeterince ve sabırla beklenince bütün dilekler kabul oluyor! 10 yıl filan bekleyen Recep Bey, Rumelihisarı Spor Kulübü'ne bağlı mekânı vakıflardan kiraladı. İki katı parasına... Eşi dostu uyardı: "Ne yaparsın, ne edersin, 300 kişilik yeri nasıl doldurursun, vallaha batarsın!"

Dinlemedi/dinlemiyor. Kararlı. "Niyeti has tutunca bir yolu bulunur elbet!" diyor ve ekliyor: "Bir masadan 500 lira alacağıma 10 masadan 50'şer lira alırım. Tek isteğim şu güzelliğin, şu caminin, şu surların hakkını verebilmek; tarihimize, kültürümüze saygı duyulmasını biraz olsun sağlayabilmek. Caminin gölgesinde içki içilir mi? Ayıp değil mi? Çok şükür o devir bitti."

Mekânın yeni ismi Sade Kahve. Hani şu, evet o... Rumelihisarı sahilindeki Sade Kahve'nin kardeşi. Büyük kardeşi ama. Yine öyle Sade Kahve'deki gibi bakır kaplı cezveler içinde mangal külünde pişiyor kahvesi. Yine öyle 'sade'cik değil, aksine tam bir ayrıntılar cenneti. Tulum peyniri Erzincan'dan, kaşar Kars'tan, beyaz peynir Ezine'den... Çay kaynak suyuna demli. Masadaki çatal bıçağa; Pablo Neruda, Melih Cevdet Anday, Özdemir Asaf değil, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet eşlik ediyor bu defa. "Şiirler değişmiş" diyoruz; beklenmedik bir cevap alıyoruz: "O kadar da haklı değilmişiz biz. Necip Fazıl'dan nefret ederdim. Bilememişim, atlamışım; atlamışız. Şu şiire bir baksanıza..."

Osmanlı şerbetlerini araştırıyor

Sahil yolundaki Sade Kahve'nin yanı başından, Kemalettin Camii Sokak'ın merdivenlerinden çıkmaya başlıyoruz. Karaburun limonlarına ve türlü yörenin reçellerine kanmadan... 9. basamakta kim bilir nereden gelmiş bir küçük at arabası, pek de tatlı. 22. basamakta kocaman bir taştan saksı. Hercai menekşeler içinde. 68. basamakta sıcacık, Boğaz manzaralı bir restoran. 85'te terk edilmiş bölge. Düzenleniyor daha. Denize karşı hamaklar asılmış çıkıntılarına.

95'te bir cennet bahçe. Ağaçlar nasıl çok, nasıl kocaman; erguvanlar nasıl neşeli! Her şey ve herkes caminin minaresini kucaklıyor, sırtını hisarın surlarına güvenle yaslıyor. İnsanın gözlerini rüzgâr değil, başka bir şey dolduruyor. Tam o sırada Recep Bey'in sesi duyuluyor: "Düşünün; akşamı var, ezan vakti var; güneşin batışı, ayın doğuşu var. Önünüzde Boğaz, solunuzda Karadeniz, arkanızda hisarın surları, altınızda kocaman bir tarih var... Çok özel, çok güzel şeyler yapmak istiyorum burada. Yakışsın istiyorum tüm bunlara..."

Ramazan heyecanı şimdiden başladı

Biraz gelenekçi Recep Bey. Osmanlı şerbetlerini araştırıyor şu ara. Ah bir de kimse kola ısmarlamasa! Kolayı molayı tümden kaldırayım diye düşünüyor bazen ama bir müşteri isteyince de bir şey diyemiyor. Bir aşçı gelmiş daha yeni, şöyle anlatıyor onu: "Aynı benim gibi. Kuruçeşme'deki kasap tavsiye etti. Çalıştığı yer fast food yapalım demiş, bizimki basmış gitmiş. Elinin tadı var. Izgaralar ve zeytinyağlılar zaten tamam, sıra özel menülerde."

Ramazan'ın heyecanı şimdiden başlamış Sade Kahve'de. Bir planlar, bir planlar... Sanki dünya ilk kez oruç tutacak! Osmanlı mutfağı, Mevlevihane geleneği, Anadolu tatları... Hepsi var. Mekânda bir de küçük sahne mevcut. Orada Osmanlı saray müziği yapacak bir küçük grup. Sema gösterileri bir de... Böyle hafif hafif, yaz esintisi gibi bir müzik sohbetin yanında. Şurada bir çocuk kulübü sonra, aileler sohbet ederken çocuklar oyalansın diye. Yukarıdaki bentteyse - 139. basamak - bir 'simidini al gel!' köşesi. "Talebeler simitlerini alsın gelsin, çay bizden." diyor ve ekliyor Recep Bey: "Hemen büyüyor bunlar, okulları bitirip dikiliyorlar karşıma. Ben falanca yerde filanca müdürüyüm diyorlar. İşte o zaman sevinçten öleceğim sanıyorum." j.karahan@zaman.com.tr

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN CUMAERTESİ/ 21.05.2011

20 Mayıs 2011 Cuma

Eurovizyon'un şifresini çözdük

YARI FİNALLERİ 10–12, FİNALİ 14 MAYIS’TA ALMANYA’NIN DÜSSELDORF KENTİ’NDE GERÇEKLEŞECEK 56. EUROVİZYON ŞARKI YARIŞMASI’NDA TÜRKİYE’Yİ YÜKSEK SADAKAT TEMSİL EDİYOR. YARIŞMAYA LIVE IT UP İSİMLİ PARÇAYLA KATILACAK EKİP, OYUNUN KURALLARINI ANLATTI.

Bir parçaya, bu bir Yüksek Sadakat şarkısı dememiz için ne lazım?

Onu biz dâhil bilen yok. Geniş bir yelpazede şarkı yazan bir grubuz; kendimizi tekrarlamıyoruz, bir kalıbımız yok. Bu bir Yüksek Sadakat şarkısı demeye gelirsek en belirgin şey; Kenan’ın sesi, enstrümanların ortak soundu ve kulağın alışık olduğu armonik dizilim. Her grubun üç aşağı beş yukarı bir soundu vardır. Bizim de alâmetifarikamız sayılacak bir soundumuz var. Ondan sonra sözler ve müzikal alt yapı gelir ama onları ayırt etmek eğitilmiş bir kulak ister. Albümlere bakarsanız kafanız karışabilir çünkü yelpaze geniş. İlk albümde “Döneceksin Diye Söz Ver” isimli bir parça var mesela; onu Türk sanat müziği orkestrası çalsa çalar. Öte yandan aynı albümde çok sert parçalar da var. Biz kendimizi bir kalıba sokmak, örülmüş bir duvarın içine hapsetmek istemiyoruz. Bestelerken de, söz yazarken de geçerli bu. İçinden bir şey yükseliyor ve yazıyorsun, onu yönlendirmenin bir manası yok.

Kimlik önemli değil mi?

Önemli tabii ama sonuçta söz, melodi ve icra üçlüsünden oluşan bir algı var. Parça bazında değil ama tüm albümü dinlediğinizde ortak bir noktaya geliyorsunuz zaten.

“Live It Up” bir Yüksek Sadakat şarkısı mı?

Evet. İngilizce olduğu için onu bambaşka bir zeminde değerlendirmek gerekiyor gerçi ama Türkçe sözleri de olan bir şarkı “Live It Up.” Hatta aslı Türkçe ve 4 dakika 20 saniye sürüyor. Sonbaharda yayınlanacak üçüncü albümümüzde yer alıyor o hâli. Başka bir dilde dinlemek bütün algı ve hissiyatı değiştirse de şu bir gerçek; biz şarkıyı Eurovizyon kriterlerine uygun hale getirdik. Bir kere üç dakikaya indirdik. Bu bir Yüksek Sadakat şarkısı mı diye bakmamak lazım. Bir de şu var; şarkının kaydı, prodüksiyonu ve miksi yabancı isimlere ait. Onların dokunuşları da şarkıyı bir yerden başka bir yere götürdü.

Live It Up’ta 70’lerin rock, 80’lerin sound, 90’ların altyapı unsurları var. 2000’lerin de anda kal, hayatını yaşa, pozitif bak söylemini koymuşsunuz tam olmuş. Bu bilinçli bir tercih mi?

Evet, bütün zamanlardan bir şeyler var; çok kurnazız değil mi? Eurovizyon’un şifresini çözdük. Son 40 yılın en başarılı şarkısı olacak bu, ha ha ha; şaka bir yana sözleri yazan arkadaşa (Ergün Arsal) çok küçük bir açıklama yaptık. O da şuydu:
Güçlü bir enerjisi olan, çabuk kapılan, rock’n roll temelli, sözleri Eurovizyon standartlarına uyan bir şarkı olsun. Çok derine inen büyük felsefi göndermeler değil; dinleyenin kulağında kalacak, çabuk öğrenilen, tekrarları bol, ortalama İngilizce kelimelerin kullanıldığı, herkesin rahatlıkla anlayabileceği bir şarkı…

Nedir o Eurovizyon kriterleri?

İngilizce, tempolu, hemen öğrenilen, kolay geçişli, yakalayıcı, çengelli, kancayı takan… Bir de şov çok önemli. Kılık ve kıyafet, sahnedeki duruş ve tavır… O konularda profesyonel destek alıyoruz. Şimdi böyle sıralayınca bu kadar da formülize etmemek lazım aslında…

Bu formüller için geçmiş yılların başarılı Eurovizyon şarkılarına mı baktınız tek tek?

Oturup inceledik evet, kim nasıl şarkılar yapmış diye... Çünkü orada birtakım veriler var, onları kullanmamak akılsızlık olur. Böyle bakınca başarılı parçaların bir sürü ortak özelliği olduğunu gördük haliyle.

Oyunu kurallarına göre oynadınız yani?

Yani, öyle. Ama şu da önemli. Oradan çıkan şablon çok genel, onun içini yüzlerce değişik biçimde doldurabilirsiniz. Ayrıca Eurovizyon’da tek bir gitarla söylenip başarılı olmuş hafif tempolu şarkılar da mevcut. Kesin kural yok. İyi parça her zaman kazanır.

Bu anlamda Eurovizyon tarihinde sizi şaşırtan bir şey oldu mu?

2006 Eurovizyon birincisi Lordi (Finlandiya) bizi hem şaşırttı hem sevindirdi. Rock soundlu bir şarkı kazandı; bu rockseverler için müthiş bir olaydı. Lordi Eurovizyonla dalga geçerek birinci oldu. Değişik bir şovdu. Bugüne kadar olmamış bir şeydi. Gerçekten şaşırtıcıydı.

Geçen senenin birincisi Lena Meyer Landrut’u (Almanya) nasıl bulmuştunuz? Bu yıl da var o, rakibiniz olarak…

Onun nasıl birinci olduğunu hâlâ anlayamadık. Çok zayıftı, çok basit...

O yüzden birinci olmuş olabilir mi?

Olabilir. Takdir etmek lazım. Basit aslında zor bir şeydir. Basit diyerek olayı çok hafife almamak lazım; özenli bir samimiyet, bir sadelik gerektirir. Basite geçmek için bir eşik atlamak lazımdır belki de… Her şeyi öğrendikten sonra basitleşebiliyorsunuzdur hatta.

Live It Up ne kadar basit?

Hay Allah; hiç değil. Normal diyelim ona.


***

EKİP

Kenan Vural-Vokal
Serkan Özgen – Gitar
Kutlu Özmakinacı – Bas gitar
Uğur Onatkut – Klavye
Alpay Şalt – Davul

***
YÜKSEK SADAKAT

Yüksek Sadakat’in temelleri, şarkı sözü yazarı ve bas gitarist Kutlu Özmakinacı tarafından 1997’de Filinta adıyla atıldı. Ekip, kendi adlarını taşıyan ilk albümleri Yüksek Sadakat’i Ocak 2006'da yayınladı. O güne kadar birçok eleman değiştiren grubun ilk albüm kadrosunda vokalde Cemil Demirbakan, davulda Sefa Deniz Alemdar, klavyede Uğur Onatkut, gitarda Serkan Özgen ve bas gitarda Kutlu Özmakinacı vardı. Belki Üstümüzden Bir Kuş Geçer, Kafile ve İhtimaller Denizi gibi şarkılarla müzikseverlerin dikkatini çeken grubun ikinci albümü Katil&Maktûl Mart 2008'de ses verdi. İkinci albümle birlikte vokale Kenan Vural, davula ise Alpay Şalt geldi.

***

LIVE IT UP

Yaşamın büyük bir hediye ve tadı çıkarılmaya değer bir yolculuk olduğunu anlatan Live It Up’ın bestesi Kutlu Özmakinacı, sözleri ise Ergün Arsal'a ait. Parçanın prodüksiyonu; bugüne kadar Genesis, Deep Purple, Marillion, New Model Army ve Björk gibi sanatçılarla çalışan Nick Davis’e ait. Ona yetenekli müzik adamı ve yapımcı Reuben De Lautour eşlik etti. İstanbul Babajım Stüdyoları'nda kayıtları yapılan şarkı, Genesis'in ünlü Fisher Lane Farm Studios'unda yine Nick Davis tarafından mikslendi.

***

EUROVISION’DAN KISA KISA

Yarışmaya bu yıl 43 ülke katılıyor.

Slovakya daha önce katılmayacağını açıklasa da sonradan kararını değiştirdi.

Avusturya 3, İtalya ise tam 14 yıl aradan sonra Eurovision’a katılıyor.

San Marino 2, Macaristan ise 1 yıl aradan sonra tekrar yarışmada.

Ev sahibi ülke Almanya’nın yarışmacısı bu sene de Lena Meyer Landrut.

Yarışmanın sunuculuğunu Anke Engelke, Judith Rakers ve Stefan Raab yapacak.



JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / MAYIS 2011

...

Mutfağa Sızdık

UÇAKTAYIZ, ÜSTELİK HEPİNİZİN MERAK ETTİĞİ BİR BÖLÜMDE, MUTFAKTA... KARŞIMIZDAKİ KÜÇÜCÜK, BAMBAŞKA, MİS KOKULU BİR DÜNYA. DAĞLAR ÇATAL BIÇAKTAN, DENİZLER AYRINTILARDAN...

Biraz önce/şu anda/az sonra yediğiniz/yemekte olduğunuz/yiyeceğiniz lezzetlerin ardında dünyanın dört bir yanından devşirilmiş bir sürü deneyim, 5 bin kişilik bir ekibin emeği ve birinin yıllar öncesinden getirdiği bir aile terbiyesi var. O biri Attila Doğudan. The Gourmet Entertainment Company’nin (DO&CO) Yönetim Kurulu Başkanı. 60’tan fazla havayolu şirketinin catering hizmetlerini yürütüyor. Uçaktaki şefler onun fikri. Dünyanın en büyük uçan aşçı filosu Türk Hava Yolları’nda. Şu anda 100 şef havada, sayı 200 olacak yakında.

Mutfakta hayat her gün sıfırdan başlıyor. Dün yapılan yemekler dünde kaldı. Her gün yeni baştan, taze taze. En önemli lezzet sırrı da bu: Tazelik. Her şey yıkanıyor, soyuluyor, kesiliyor. Donmuş bir şey yok. Kırmızı biberler bile hazır değil, tek tek közleniyor. “Taze bir ürünü mantıklı bir şekilde işlerseniz ölmesi mümkün değil. Ama hammadde bayat ve kalitesizse ne yapsanız fayda etmez; hiçbir baharat işlemez.” diyor ve ekliyor Doğudan: “Az zeytinyağı, tuz, biber ve baharatı dök, öldürmeden pişir. Al sana dünyanın en güzel yemeği.”

Bu kadar değil tabii ki. İyi yemek; misafirperverlik ve samimiyetle birleşmeli. Hepsi; yolcunun bu deneyimden keyif alması, uçaktan mutlu bir şekilde ayrılması için… Tek karar verici müşteri. Beğenmek ve şaşırmak yeterli değil. Sihirli cümle şu: “Aman Allah’ım, ben bunu bir daha yemeliyim.”

Bu şuna benziyor; bir simitçi vardır, eve biraz uzak olsa da her pazar üşenmez, yağmur çamur demez, illa ona gidersiniz. Kokusundan, çıtırlığından, susamından ya da satıcının muhabbetperverliğinden… Çoğu zaman nedenini bilmezsiniz bile. Hikâye bu. Uçaktaki şeflerin görevi de… Doğudan’ın dediğine göre yolcuların yüzde 98’i yemeklerden ve hizmetten memnun, şimdi sıra kalan iki kişide. Yoksa siz onlardan biri misiniz? Sizi memnun etmek için ne yapabiliriz?

***

ATTİLA DOĞUDAN ŞEFLERİN ŞEFİ

Peynir neden vazgeçilmez?

Kimse bilmez ama peynir ve ekmek özgürlük demek. O gün o saatte o yemeği yemek istemezseniz seçeneğiniz hazır: Peynir ve ekmek.

Salata sosu… Onu neden kullanalım?

Mutlaka kullanın, hepsi için bir şey düşündük. Her salatanın sosu ayrı. Örneğin klasik yeşil salata için en iyisi zeytinyağı ve limon. Onu kullanmak hem lezzeti artırır, hem de A vitamininin emilimini…

Sosları kullanmanın püf noktaları neler?

Onlar küçük poşetlerde oluyor biliyorsunuz. Açmadan önce iyice sallamayı, karıştırmayı unutmayın. Bir de döktükten sonra sosun yiyeceğe nüfus etmesi için azıcık bekleyin.

***

BİR İMAMBAYILDI HİKÂYESİ

Patlıcanlar haldeki tedarikçilerden alınıyor. Koşul: Kaliteli ürünü mantıklı bir fiyata almak. Kalite kontrolden geçen patlıcanlar yıkanıyor, temizleniyor doğranıyor. Közleme için başka, şakşuka için başka, imambayıldı için başka…

Patlıcanlar yol ayrımında. Ya soğuk mutfağa ya sıcak mutfağa gidecekler. Orada da bir yol ayrımı: Fırına mı, tavaya mı? İçleri doldurulan patlıcanlar kızarıyor, soğutuluyor, tabaklarına konup yola çıkıyor.

Uçağa geldiklerinde 2/3 oranında pişmiş oluyorlar. Kalan 1/3’lük pişirme de tamamlanıyor ve taze sebzelerle süslenmek üzere bekliyorlar. İşlem kesinlikle ısıtma değil. Pişirmenin devamı. Bu çok önemli bir püf noktası.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / MAYIS 2011

Bu Benim Kendi Efsanem

BREZİLYALI YAZAR PAULO COELHO İSTANBUL’A GELDİ VE KÜÇÜK BİR BASIN TOPLANTISI SIRASINDA SORULARIMIZI CEVAPLADI.

Paulo Coelho, kitapları en çok dile çevrilmiş yaşayan yazar olarak Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiş durumda. Yazarın son kitabı Elif (Alef), yıl içinde onlarca dünya diline çevrilecek. Türkiye’deki Coelho hayranları şanslı; çünkü Türkçe, kitabın Portekizce’den sonra yayınlandığı ilk dil.

Elif nedir?

Elif her şeyin aynı anda aynı yerde bulunduğu nokta yani şimdiki zaman. 2006’da inanç açısından bir kriz yaşadım. Ben bittim artık dediğim bir anda yakın arkadaşım ve ustam J, “Gitme vaktin geldi” dedi. Onu dinledim ve tamı tamına 9288 kilometrelik Trans Sibirya yolculuğuna çıktım. Moskova’da başlayıp Pasifik Okyanusu kıyısındaki Vladivostok’ta son bulan bir yolculuk bu. Yolda genç bir Türk kızıyla tanıştım. Onunla zaman ve mekânın dışındaki noktaya, Elif’e temas ettik.

Kitabın ne kadarı gerçek? Ne kadarı kurgu?

Romanın iki başkahramanından biri Hilal isimli 21 yaşındaki bir Türk kızı, diğeri ise benim. Bu üç aylık seyahatin yüzde 90’ı doğru.

Daha önce İstanbul’a gelmiş miydiniz?

Evet, galiba ilk gelişim 1996’daydı. Hatta bavulumu kaybetmiştim yolda. Hiç görmediğim bir şehir, hiç tanımadığım bir yayıncı ve üzerimdeki kıyafetler… Yine de çok keyif almıştım.

Sizin için yazmak bir görev mi yoksa bir Türk yazarın da dediği gibi (Sait Faik Abasıyanık) yazmazsanız çıldıracağınız için mi yazıyorsunuz?

Bu benim kendi efsanem, bu benim paylaşma yöntemim. Önce kendinizi kaybediyorsunuz, doğru. Yıllar önce ben de çıldırmıştım. Ama düşününce herkesin bu dünyada bir görevi var. İster inanın ister inanmayın, ben inanıyorum, yaptığınız her şeye sevginizi koyun. Tanrı size günah işledin mi demeyecek; yeterince sevdin mi diyecek. Sevdiysen sorun yok; sevmediysen cezanı çekeceksin.

***

COELHO’NUN DÖNÜM NOKTASI

1947’de Rio de Janeiro’da doğan Coelho, 60’lı yıllarda tüm Amerika kıtasını ve Avrupa’yı bir hippi olarak dolaşır. Brezilya’ya dönüşünde şarkı sözleri yazar, gazetecilik yapar, tiyatroyla ilgilenir. Kendi ifadesiyle hayatının dönüm noktası olan Hac romanının konusu 1986’da Santiago de Compostela’ya yaptığı hac yolculuğudur. 1987’de Simyacı’yı yazan Coelho, 90’lı yıllarda tüm dünyada kelimenin tam anlamıyla patlar. Yazarın diğer kitapları arasında Brida (1990), Piedra Irmağı’nın Kıyısında Oturdum Ağladım (1994), Beşinci Dağ (1996), Işığın Savaşçısının El Kitabı (1997), Veronika Ölmek İstiyor (1998), Şeytan ve Genç Kadın (2000), On Bir Dakika (2003), Zahir (2005), Portobello Cadısı (2006) ve Kazanan Yalnızdır (2008) var.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / MAYIS 2011

EDİSYONLU İŞLER BENİ BOZAR

Koleksiyonerliğe tesadüfen başlayan ama şimdi 1000’e yakın eserin sahibi olan Öner Kocabeyoğlu, “Stresli bir işim vardı, ilk başta hobiydi, sonra çölde vaha bulmuş gibi oldum, vazgeçemedim.” diyor ve ekliyor: “Koleksiyonum genişliyor ve değişiyor; uzak durduğum tek bir şey edisyonlu işler.”


1972 İstanbul doğumlu Öner Kocabeyoğlu aslen Kayserili. 20 senedir tekstil mümessili. Zara'nın Türkiye tedarikçisi Papko'nun ortağı. Henüz 29 yaşındayken, 2000’lerin başında, bir resim almış ve bütün hayatı değişmiş. Olay onun ağzından şöyle gelişmiş: Bir müzayedeye gittim ve kendi beğenimle, severek ilk tablomu aldım; Selim Turan’ın bir guaj eseri. Ufak, kırmızı bir tablo. Herhalde 50’ye 40 cm. Tamamen kendi beğenim. O gün müzayededeki tüm eserler içinde beni çeken tek resimdi o. Sonra devamı geldi. Önce Selim Turan’ı araştırdım; kimdi, nerede çalışmıştı, neler yapmıştı... Onun Paris Ekolü’nden bir sanatçı olduğunu öğrendiğimde o ekolden diğer sanatçıları araştırmaya başladım. Başta koleksiyon yapma gibi bir fikrim yoktu ama aldıkça ve araştırdıkça ilgim arttı. Bu işe çok zaman ayırmaya, hafta sonlarımı araştırmaya, gezmeye, eser alabileceğim yerlere gitmeye ayırmaya başladım. İnsanlarla görüşüyor, Paris’e gidip geliyor, müzayedeleri ve özel satışları takip ediyordum. Şanslıydım da… Çünkü birkaç yıl öncesine kadar ne eserlerin fiyatları bu kadar yüksekti, ne de eser bulmakta bir sıkıntı vardı. Şimdi hem çok yüksek, hem de ilgi çok.”

Bir kapı diğerini, bir merak ötekini, bir beğeni berikini getirince Kocabeyoğlu’nun elinde 1000’e yakın çok değerli eser birikti. Eş ve dostla paylaşmak yeterli gelmeyince bir sergi fikri düştü aklına. Ferit Edgü’nün desteği ve yardımıyla ilk koleksiyon sergini açtı: XX. Yüzyılın 20 Modern Türk Sanatçısı 1940-2000. Santralistanbul’da Haziran sonuna dek görülebilecek sergide 20 sanatçının 433 eseri yer alıyor. Kocabeyoğlu’yla, geçtiğimiz ay Sotheby’s’in Londra’da gerçekleştirdiği Çağdaş Türk Sanatı Müzayedesi öncesinde buluştuk. Oradan başladık:

Londra yolcususunuz. Takip ettiğiniz, almayı planladığınız eserler var mı?

Evet, tabii ki. Ansen Atilla’yı takip ediyorum. Almak da istiyorum ama fiyat artışını görmeden bir şey söyleyemem.

En son ne almıştınız?

Yine Ansen Atilla’nın bir işini...

Genç sanatçıları ve çağdaş sanatı daha yakından mı takip etmeye başladınız?

Evet, evet. Takip ettiğim kimi genç sanatçılar var; Ansen Atilla ve Bahar Oganer gibi…

Kavramsal sanat, yerleştirme, performans ve videoya nasıl bakıyorsunuz?

Mesafeliyim. Yerleştirme ve video almayı düşünmüyorum. Ben aslında resim seviyorum ama yine de bir şey diyemem çünkü tüm koleksiyonlar kendilerini yeniler. Koleksiyonerler de öyle; hiçbir zaman asla dememek lazım. Çağdaşı takip ediyorum, yavaş yavaş almaya da başladım. Ama edisyonlu işlere mesafeliyim. Heykel olsun, fotoğraf olsun, video olsun… Edisyonlu işlerden hoşlanmıyorum. Kelime bile beni rahatsız ediyor. Sanat eseri tek olmalı. Bir tablo alırsınız ve onun bir eşi daha olmadığını bilirsiniz. Bu benim için önemli.

İlk yıllarda biraz daha içgüdüsel yaklaşmışsınız. Şimdi nasılsınız? Ne istediğinizi biliyor musunuz?

Evet, şimdi daha planlıyım. Koleksiyonuma değer katacak, onu tamamlayacak işleri tercih ediyorum.

Her an takipte olduğunuz sanatçılar var mı?

Mübin Orhon… Onun ara dönemlerine rastlarsam hiç kaçırmam. Mübin Orhon'a ait farklı boyutlarda 50 eser var koleksiyonumda; o benim için farklı bir yerde. Öncelikle soyut resmi gerçekten çok seviyorum. Orhon’un en ufak bir figüratif çalışması olmamış, hatta figür çizmeyi bile bilmiyor hep soyut çalışmış. Çok kısa bir ömrü olmuş, az üretim yapmış. Çok zorluk çekmiş bir sanatçı, kan kusarak ölmüş. Hayatta olmayan sanatçıların işlerini bulmak daha önemli ve zor. Hele benim özenle takip ettiğim Paris Ekolü’nün işlerini bulmak… Hem eser sayısı azalıyor, hem eser fiyatları yükseliyor.

Zor ulaştığınız, çok uğraştığınız, uğruna uykusuz kaldığınız eserler var mı?

Birkaç tablo var öyle. Mübin Orhon’un yine. Düşünüyor, tartıyor, biçiyorsunuz. Alsam mı almasam mı, fiyat doğru fiyat mı, koleksiyon için gerçekten iyi olacak mı diye… Kimi Fikret Mualla’lar için de epey uğraştım. Birisi bir evde bir resim olduğunu söylüyor, aracılar gidip geliyor, konuşulup tartışılıyor. Gidip esere bakılıyor, o süreç çok heyecanlı. Birkaç müzayede sırasında uçaktaydım mesela. Takip edenler vardı ama ben merak içindeydim.

Çok istediğiniz bir eseri aldınız. O artık sizin. Nasıl bir halet-i ruhiye içinde olur, ne yaparsınız?

Alınca hemen eve götürülmüyor zaten. Birtakım işlemler oluyor. Sonra eve ya da ofise götürüyorum.

Günün konusu olmuyor mu o eser?

Yok, öyle değil. Yakınlarımla, eşimle paylaşıyorum tabii ki ama insanları toplayıp; ben bu resmi aldım, gelin bakın demiyorum.

Heyecan nerede?

Heyecan var tabii. Heyecan olmasa bu noktaya gelir miydim?

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE BUSINESS / MAYIS

SOKAK MÜZİĞİNE İNANIYORUM


Erken dönem Amerikan blues ve caz repertuarının içten yorumcularından Madeleine Peyroux 14 Mayıs’ta İstanbul’daki İş Sanat’ın konuğu. Konserden günler önce iletişim kurduğumuz sanatçı, Paris’te bir sokak müzisyeni olarak başlayan yolculuğunu anlattı.



Bare Bones albümünü 2009’da çıkardınız. Yeni albüm çalışmasına ne zaman başladınız? Adı ne? Bize albümden biraz bahseder misiniz?

Selam! Sorularınız için teşekkürler. Çoğunlukla orijinal parçalardan oluşan ve Craig Street'in yapımcılığını üstlendiği ve aynı zamanda ikamet ettiğim yer olan New York’ta kaydedilen yepyeni bir albümü henüz tamamladım. Caz festivali izleyicisi tarafından iyi bir tepki ile karşılanacağını umut ediyorum. Bu albümde herkes için bir şeyler olduğunu düşünüyorum. American R and B ve soul müziklerinden izlenimler ve biraz da eğlenceli ve hafif şeyler var. Albümün adı, yazılmasına benim de katkıda bulunduğum bir şarkının da adı olan Standin On The Rooftop olacak ve galiba eski repertuarıma göre daha deneysel bir tonu var. İstanbul’a geldiğimizde yeni parçalardan da çalalım istiyorum. Ama sanırım albüm daha geç çıkacak; Haziran başında.

İstanbul'da yeni albümünüzden kaç şarkıyı paylaşacaksınız? Repertuarınızı hazırladınız mı? Bize biraz konserle ilgili detay verebilir misiniz?

İstanbul'a beş yıl önce sadece bir kere gelmiştim ve içinden seçim yapmam gereken epey fazla malzeme var elimde. O inanılmaz müzik izleyicisine erişebilmek için elimde olanların en iyisini seçeceğim şüphesiz. Bana bir quartet eşlik ediyor olacak; davul, bas, gitar ve klavye. İstanbul'u son ziyaretimden bu yana benim için önem kazanan kendi kompozisyonlarımın da içinde yer aldığı 20. yüzyıl Amerikan şarkılarını kapsayan bir repertuarımız olacak. Genellikle benim yaptıklarımın düğüm noktası, aşk şarkısı ruhunun derinliklerine iniyor – karşılıksız, esrik ve hatta bir şekilde felsefi açıdan varoluşçu. Sanırım tüm şarkılarım bu şekilde özetlenebilir. Birazcık Zen Budizmi de eklenebilir elbette çünkü ben her zaman anda olmaya çalışmak zorundayım, izleyicinin de yardımıyla ne seslendirdiğimin farkında olmam ve hatta caz olduğuna inandığım şeyi yaşamam veya Amerikan müziğindeki caz ruhunu taşımam lazım.

Röportajlarınızdan birinde buğulu sesinizi Paris'te bulduğunuzu okumuştum. Gençken sokak müziğine atılmış ve bir grup sokak şarkıcısıyla birlikte performanslar yapmaya başlamışsınız. Çoğu bloggerin yazdığı gibi, hâlâ sokak ruhunu taşıyor musunuz?

Ah! Taşıyorum, evet! Sokak müziğine, temiz suya ve temiz havaya inandığım gibi inanıyorum; müzik herkese ulaşabilmeli. Tabii ben şimdi bir turne müzisyeniyim, dolayısıyla artık dışarıda çalmıyorum. Ama sokak müziği ruhu benim için henüz ayak basılmamış kar kadar saf (ya da belki çöl kumu?). Eğer müzik iyiyse, yani gönülden geliyorsa, o zaman bereketsiz toprağa hatta asfalta bile işler ya da yoldan geçenlerin aklına. Ve dünya onunla daha iyi olur. Sizce de öyle değil mi? Yoksa zaten fazlasıyla bilinen şeyleri mi söylüyorum?

Unutulmaz sahne anılarınız var mı?

Olduğuna inanıyorum. Ama benim için gerçekten öne çıkanlar az sayıdaki sahne paylaşımları. Belki Odetta'yı biliyorsunuzdur? Bir keresinde onunla NYC Town Hall sahnesinde bir düet yapmıştım. O ilelebet benimle birlikte.

Müziğiniz kültürel çeşitliliğe sahip. Bu, hem Paris hem de Brooklyn'de büyümüş olmanızla ilgili mi? Müzikal hassasiyetinizde bu iki şehirden en çok hangisinin etkisi var?


Hmm, bunu cevaplamak zor. Bu noktada aslında ikisi de değil diyebilirim. Müzikal eğitimimde en çok payı olan yer, babamın da büyümüş olduğu New Orleans. Ama Paris sokaklarının davetkâr atmosferi olmasaydı canlı çalmayı asla öğrenemezdim. Sade yaşam, en iyi müziği öne çıkarıyor. Paris'teyken arada sırada sadece azıcık yemek ve kahve alabilmek yeterliydi. Müzik yapmanın kendisinden daha önemli bir deneyim yoktu. Dolayısıyla yeni giysilere ihtiyacımız yoktu (hep ucuz mağazalardan alışveriş ederdik) ve bir gitarım olması yeterliydi. Paris ve NYC gibi büyük şehirlerde konvansiyonel bir yaşam sürmek pahalı ama biz farklı bir şekilde yaşadık, sokak müzisyenleri arasında kendimize has küçük bir sosyal ağımız vardı. Umarım dünyadaki diğer yerlerde hâlâ böyledir ama Paris'te durum nasıl bilmiyorum.

Müzikal yolculuğunuz 15 yaşınızdayken Latin mahallesinde başladı. Müzikal kariyerinizin bu kadar dallanıp budaklanacağını bekliyor muydunuz?

Basitçe söylemek gerekirse; hayır. Bugün sahip olduğum “şans” olmasaydı bu röportajı da dâhil şu anda yaptığım herhangi bir şeyi yapabileceğimi sanmıyorum. İlginizi takdir ediyorum ve umarım uzun cevaplarım içerisinden ilginizi çeken bir şeyler çıkar. Orada olmaya can atıyorum, Amerika'dan selamlar gönderiyorum, şimdilik...

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE BUSINESS /MAYIS

19 Mayıs 2011 Perşembe

Laz Kızı Aşkın Nur Yengi

Aşkın Nur Yengi’yi yaz boyunca İstanbul’da bulabilene aşk olsun. Pek çok şenlik ve festivale katılmayı planlayan sanatçının kesinleşen durakları arasında İzmir, Eskişehir, Antalya ve Bursa var.

Aşkın Nur Yengi ile ikinci evimiz dediği Oyun Atölyesi’nde buluştuk. Önünde kâğıt, kalem, elinde çay kadehi. Bilen bilir, içki ve sigarayla hiç işi olmasa da çayı kadehte içer Yengi. Şöyle ki; çay cam bardakta güzel, cam bardaktaki çay hemen biter, yenilemek bir yere kadar. Çözüm: Hem büyük hem cam olan kadeh. Bu bir vazgeçilmez onun için. Diğeri de simit peynir. Şimdi domates ve yeşilbiber de eklenmiş menüye.

En sevdiğiniz yemek?

Köfte patates.

Çocukluktaki gibi mi? Hâlbuki büyüdükçe yeni şeyler keşfediyor insan…

Yok canım, büyüsem de ben aynı benim. Hamburgeri keşfettim diye onu sevecek değilim. Klasik bir köfte patatesçiyim.

Her konuda böyle istikrarlı mısınız?

Evet, evet. Orkestramdakiler 18 senedir aynı kişiler; hiç değişmez. Menajerim de. Ekipçiyim, tutarlıyım, alışkanlıklarıma bağlıyım, garanticiyim. Yengeç burcuyum, belki ondan.

Dağıttığınız olmaz mı?

Dağıtmadan anladığım özgürlük. Özgürlükten anladığım hayatı bir jean ve bir tişörtle geçirmek. Ya da saat geç oldu demeden sinemaya gidebilmek. Bunlar benim dağıtma başlıklarım. Yurtdışında da olsam hep aynı şeylere ilgi duyarım. Bir sırt çantasıyla gezeyim, ara sokaklara gireyim…

Radikal bir değişiklik yaptınız mı hiç?

İki sene önce saçlarımı kestirdim mesela, böyle kısacık. Güzel oldu, herkes çok beğendi ama gel de sen benim gönlüme anlat. Pişman oldum; Allah’ım uzasın, Allah’ım uzasın diye dolaştım durdum. Şükür ki çabuk uzadı.

Niye öyle bir şey yaptınız?

Elimde bir resim vardı, bir saç modeli, çok beğeniyordum, hadi deneyeyim dedim. Çok güzel oldu ama ben kısa saçı kullanmaya alışamadım. Alıştığından, bildiğinden vazgeçmeyeceksin; en iyisi bu.

Kadınlar moralsizken saçlarını değiştirir ya, öyle bir şey var mıydı?

Yok, bir cesaret geldi sadece. Sıkıntılı ya da sinirli olduğum zaman intikamımı saçlarımdan almam ben. Spor yaparım, yürürüm; öyle sakinleşirim. Şimdi zaten Nazlı var, ona bakınca akan sular duruyor, her şeyi unutup gidiyorum.

Okula başlamadı değil mi?

Başladı, başladı; anaokulu 2. sınıfta. Bir dahaki seneye hazırlık, sonra ilkokul. Beş yaşında. Şimdikiler üç yaşında başlıyor anaokuluna çünkü zekâları korkunç, enerjileri çok yüksek. Lise mezunu doğuyorlar. Sadece Nazlı değil, bütün çocuklar öyle. Hamilelik öncesi ve sırasında içtiğimiz Omega 3’ün faydaları herhalde bunlar.

Size bir şey yaptı mı Omega 3? Çok güzel görünüyorsunuz.

Çok sağ olun. Çabuk deforme olacak bir tip değilim galiba. Laz kızı olmanın etkisi... Karadenizlilerin böyle bir avantajı oluyor. Cildimiz de bizim gibi inatçı; yaşlanmayacağım diyor.

Kökler nereden?

Anne Trabzonlu, baba Erzincanlı. Karadeniz’de müthiş bir oksijen, müthiş bir hava var. Çok şanslılar, pırıl pırıllar, hiç yaşlanmıyorlar. O yeşilliklerin arasında yaşlanılır mı? Biz keşmekeşin içindeyiz. Daha çok örseleniyor, daha çok hırpalanıyoruz. Beynimiz, bedenimiz, duygularımız yorgun.

Şehir hayatına bir sitem mi bu?

Yediğimizle, içtiğimizle, soluduğumuz havayla kirleniyoruz ama bu saatten sonra başka bir hayat paklamaz bizi. İçimizdeki zehri atmak 40 sene sürer. Bilgisayar ve cep telefonları kişisel kıyametlerimiz zaten. Çoğu insanın kâğıt kalemle bile ilişkisi kalmadı. Ben bu ilişkiyi sürdürmeye, insani değerleri korumaya gayret ediyorum. Hep anlatırım: Kalorifer çıktı, mertlik bozuldu.

Çocukluğumuzda nasıldı?

Odanın birinde bir soba vardı; onun başında toplanır, yemek yer, çay içer, sohbet ederdik. Maşanın üzerinde ekmek olurdu, portakal kabuğu koyardı hatta babam koksun diye. Günümüzü anlatır, hayallerimizi paylaşırdık. Yakındık birbirimize. Sonra kalorifer çıktı, herkes odasına dağıldı, sohbetler azaldı, hayaller bölündü. Ardından ayrı evlere çıktık, birbirimizden temelli koptuk. Şimdi yerden ısıtmalı evler. Kendiyle bile sohbeti kesti insan. Allah herkese insani duygu ve değerlere kavuşmayı nasip etsin.

Son albümünüz Gözümün Bebeği’nin sırrına gelelim…

Özlediğim, dinlemek istediğim ve derdi olan şarkıları tercih ettim. Bir şarkıyı özlemek çok önemli. İksir bu. Bir de üç sene ciddi emek verdim, değdi. Albümdeki şarkıların içinde o kadar büyük bir yaşanmışlık var ki, bunun hissedilmemesi imkânsız.

En iyi albümünüz mü bu?

Her yaşın ve zamanın olgunluğu başka. Bunlar bu yaşımın ve bu olgunluğumun en iyi şarkıları. 90’lardaki parçalarım da o yaşımın ve o zamanın en iyisiydi. Onları dinleyen yüzlerce insan birbirine âşık olup evlendi. Şimdi çocuklarına o şarkıları anlatıyorlar. Ama insanlar aşkı unuttuğundan beri şarkılardan da çok uzaklaştı.

Aşk insanları unutmuş olmasın?

Yok, tam tersi. İnsanlar aşkı unuttu. Çıkarlar, para kazanma dürtüsü, tüketim kültürü… İnsanı bitirdi. Önceden böyle değildik; denerdik, tadardık, daha derin yaşardık. Şimdi her şey gibi aşkı da çabuk tüketiyoruz, şarkıları da… Müziğin ve aşkın hiç suçu yok. Bak sana başlık da verdim.

***

KÜÇÜK KIZI NAZLI

Birkaç dizi ve film projesinde de yer alan Yengi, 06.06.2006 tarihinde tiyatro sanatçısı Haluk Bilginer ile hayatını birleştirdi. Sanatçının beş yaşında küçük bir kızı var, ismi Nazlı.

***

BİR ÇELLO ÖĞRENCİSİYDİ

3 Temmuz 1970 İstanbul doğumlu Aşkın Nur Yengi ortaokul öğrenimini Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nda çello öğrencisi olarak tamamladı. Uzun süre Sezen Aksu’nun vokalistliğini yapan Yengi, 1986 Eurovizyon şarkı yarışmasında boy gösterdi.

***

İLK ALBÜM SEVGİLİYE

1990’da Sevgiliye adlı ilk albümü yayınlanan Yengi’nin diğer albümleri şunlar: Hesap Ver, Sıramı Bekliyorum, Karaçiçeğim, Haberci, Aşk Kazası, Aşkın Nur Yengi 2002, Yasemin Yağmurları, Aşk’ın Şarkıları ve Gözümün Bebeği.

JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET / MAYIS

16 Mayıs 2011 Pazartesi

“Eve gidip Madeleine Peyroux dinlemek istiyorum”

Besteci, şarkı sözü yazarı ve şarkıcı Madeleine Peyroux, önceki akşam İş Sanat'ın konuğuydu. Onu çok seven bir izleyicinin yorumu konseri anlatmak için yeterli: "Ses, şarkılar ve düzenleme bu kadar iyiyken nasıl olur da böylesine kötü bir performans ortaya koyabilir? Eve gidip dinlemek istiyorum onu. Hemen, hemen... Daha fazla soğumadan."

Salon nispeten doluydu. Madeleine Peyroux alışılageldiği üzere Türkçe "Teşekkürler" diyerek açtı konseri/sohbeti. Bir müddet para ve aşk ikilemi üzerine espriler yaptıktan sonra "Hadi şimdi biraz eğlenelim." dedi ama ilk 20 dakika boyunca ceketini düzeltti. Sahnede değildi sanki. Yine bir izleyicinin dediği gibi "Rahatlık elbette çok önemli ama özensizlik başka. Bu kadar isteksiz bir şekilde de sahneye çıkılmaz ki..."

İstanbul'a ilk kez 2006'daki Caz Festivali için geldiğinde de talihsiz bir konser deneyimlemişti Peyroux. Konser Sepetçiler Kasrı'ndaydı. Aksiliğe bakın ki tam o saatlerde bir gemiye TIR konteynırları yükleniyordu. Bir yandan vapur sesleri, bir yandan araç gıcırtıları, bir yandan Peyroux'nun yumuşacık sesi. Yine de espriler yaparak güldürmüştü dinleyicilerini. Önceki akşam da bir sürü espri yaptı ve herkesi gülümsetti aslında. Ama...

ZENGİN REPERTUAR

İş Sanat'taki konseri için cazdan blues'a oldukça keyifli bir repertuar hazırlamıştı Peyroux. Eski besteleri ile haziran ortalarında çıkacak yeni albümünden seçtiği bir iki parça yanı sıra The Beatles'tan Martha ve My Dear ile Bob Dylan'dan You Are Gonna Make Me Lonesome'ı yorumladı. En çok alkışı Leonard Cohen'den Dance Me to The End of Love'ı söylediğinde aldı. Sahnede ona klavyede Gary Versace, basta Barak Mori, davulda Darren Beckett ve gitarda Jon Herington eşlik etti. Kimileyin kendisi de gitar çaldı. Keşke o kadar isteksiz görünmeseydi ve seyirciye arkasını dönüp dönüp durmasaydı. Yoksa konseri J'Ai Deux Amours ile bitiren biri için bu kadar eleştiri -kesinlikle- yapılmazdı.

AYAK BASILMAMIŞ KAR

Hâlbuki konserden önce kendisine mail yoluyla gönderdiğimiz soruları ne kadar içtenlikle cevaplamıştı. Yeni albümü Standin' on the Rooftop'ın çıkışı için 7 Haziran tarihini vermiş ve eklemişti: "Çoğunlukla orijinal parçalardan oluşan ve Craig Street'in yapımcılığını üstlendiği albümü New York'ta kaydettim. Caz festivali izleyicisi tarafından iyi bir tepki ile karşılanacağını umut ediyorum. Bu albümde herkes için bir şeyler var. Amerikan R and B ve soul müziklerinden izlenimler ve biraz da eğlenceli ve hafif şeyler... Galiba eski repertuarıma göre daha deneysel bir tonda oldu bu defa."

Kendi şarkılarını "karşılıksız, esrik ve hatta varoluşçu" sıfatlarıyla anlatan Peyroux, "Her zaman anda olmaya çalışmak zorundayım, izleyicinin de yardımıyla ne seslendirdiğimin farkında olmam ve hatta caz olduğuna inandığım şeyi yaşamam veya Amerikan müziğindeki caz ruhunu taşımam lazım." diyor. "Bir de sokak ruhu var tabii" dediğimizde ise "Ah, evet! Sokak müziğine, temiz suya ve temiz havaya inandığım gibi inanıyorum. Tabii ben şimdi bir turne müzisyeniyim, dolayısıyla artık dışarıda çalmıyorum. Ama sokak müziği ruhu benim için henüz ayak basılmamış kar kadar saf ya da belki çöl kumu..." cevabını vermişti.

***

'Sade yaşam, müziği öne çıkarıyor'


"Müzikal eğitimimde en çok payı olan yer, babamın da büyümüş olduğu New Orleans. Ama Paris sokaklarının davetkâr atmosferi olmasaydı canlı çalmayı asla öğrenemezdim. Sade yaşam, en iyi müziği öne çıkarıyor. Paris'teyken arada sırada sadece azıcık yemek ve kahve alabilmek yeterliydi. Müzik yapmanın kendisinden daha önemli bir deneyim yoktu. Dolayısıyla yeni giysilere ihtiyacımız yoktu (hep ucuz mağazalardan alışveriş ederdik) ve bir gitarım olması yeterliydi. Bugün sahip olduğum şans olmasaydı bu röportaj da dâhil şu anda yaptığım herhangi bir şeyi yapabileceğimi sanmıyorum."


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 16.05.2011

15 Mayıs 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: ŞAŞIRTAN, GÜLÜMSETEN VE GURURLANDIRAN HİKÂYELER

Tophane'deki Antrepo No 3'te hiç bilmediğimiz bir Türkiye var. 'Nerede o eski zamanlar'ın, dünün, dünden önceki günün, dedemizin, büyük büyük dedemizin Türkiye'si!

Fotoğraflar eski, fotoğrafçılar yabancı, baskılar fena ama hikâyeler harika.Bir fotoğraf; 1930'lu yılların sonundan, bir balık sezonundan... Balığını kapan gelmiş, açık arttırma başlamış. Bir sürü deniz ürünü önce tartılıyor sonra masanın üzerine konuyor. Etrafta meraklı gözler, alan da var sadece bakan da... Mezatçı biraz yukarıda, sandalyesinde oturuyor. Yanında hükümetin görevlendirdiği bir vergi memuru, elinde kâğıt kalem. Onun yanında da vergicinin denetçisi. O da hükümetçe görevli... O onu, öbürü bunu denetliyor. İlahi!

Fotoğraflardan birinde bir yemenici, kunduracı yani. Şehir belli değil, tarih 1937. "Türkiye'de yemenicilik işiyle uğraşan çok." diye başlıyor anlatmaya fotoğrafçı. Ona göre Türkler yürümeyi pek seviyor. Şehir insanı sokak ve parklarda gezinirken köylüler akrabalarını ziyaret amacıyla 10 gün sürecek bir yola düşüveriyor hiç düşünmeden/üşenmeden. Yürüyerek... At sahibi olan biri için bile bu böyle! En güzel tasvir ise şöyle: "Yaşadığı yerde ucuz, gideceği yerde pahalı olan her neyse yüklüyor atının sırtına ve çıkıyor yola."

"Yer altı tünelinin yukarı ucunda bir tramvay sizi alıyor ve Pera'nın öbür ucuna kadar götürüyor." diye not iliştirilmiş fotoğraflardan birinin yanına. Pera'nın ismi Beyoğlu bugün. Tünel ve tramvay güzergâhı ise tıpa tıp aynı. İnsanlar değişik tabii. Bir de tabelalar Osmanlıca ve Fransızca o zaman. Yıl 1928. Latin harflerine geçildi geçilecek. Aynı tarihli bir başka fotoğrafta ise geçiş süreci ayan beyan ortada. Yer Pera'da bir duvar. Elhamra ve Cine Magic afişlerindeki yazılar Osmanlıca ve Fransızca. Onların yanındaki Taksim Bahçesi ve Melek Sineması'nın afişlerindeki yazılar ise Fransızca ve Osmanlıca yanı sıra Türkçe.

İnsanı şaşırtan, gülümseten ve gururlandıran öyle çok ayrıntı, not ve fotoğraf var ki sergide... Beyaz eldivenleriyle yolun ortasında dikilen trafik polisi, eski Diyanet İşleri Başkanlarından Ahmet Hamdi Akseki'nin fraklı görüntüsü, Florya Plajı'nda kâğıt helva için pazarlık yapanlar, Bursa'nın bir köyünde camii imamından jimnastik dersi alan çocuklar... 1933 tarihli bu fotoğraftaki fotoğrafçının notu şöyle: "Küçücük köy bile modern jimnastik hareketlerinden bihaber değil. Türkiye Cumhuriyeti din ve devlet işlerini birbirinden ayırmış olsa da eğitmen eksikliği nedeniyle köy imamı hem öğretmen hem jimnastik hocası."

123 yıllık National Geographic arşivinde bulunan 8 milyon kart baskı arasından seçilen 100 kadar fotoğraf, 11 Haziran'a dek Antrepo No 3'te. Derginin mayıs sayısında onları ve notları içeren bir küçük albüm de var ayrıca...

***

Reha Erdem'in yeni filmi

Geçtiğimiz hafta Koç Üniversitesi - Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi'nde Reha Erdem Sineması üzerine bir söyleşi vardı. Yüzünü iyi edebiyat örneklerine dönmüş bir yönetmen meraklı dinleyicilerine -çoğu sinema öğrencisi- filmlerini anlattı. Yrd. Doç. Dr. Adnan Tönel'in yönlendirdiği söyleşide lafın yeni filme gelmesi kaçınılmazdı. Reha Erdem'in "Ses giderek daha etkili olacak, sadece görüntüye eşlik etmeyecek yani." açıklamasını bir sürü defteri dolduran ve hâlâ doldurmaya devam eden yeni filmin ilk haberleri izledi: İsmi, şimdilik, Şarkı Söyleyen Kadınlar olan filmin başrolünde Binnur Kaya var.

***

Fenadır küçük hesap

Çok uzağa, Artvin'e tayini çıkmış genç mühendis iki ayran içer yolda. Ayrancı çocukta - Hasan - para üstü verecek bozuk yoktur, dağ başında bozduracak kimse de... Zaten minibüs de beklemez fazla. "Üstünü veremiyorsan geri ver paramı." der genç mühendis. Helallik ister bir de ama çocuk susar. Akşam çökünce cebindeki paraya bakar durur mühendis. Fenadır küçük hesap. Anlık bile olsa... Sabahattin Ali'nin Ayran öyküsünden ilham alan Kar Beyaz filminin bir sahnesi bu. Selim Güneş'in yönettiği filmin alamet-i farikası ise müzikleri... Filme, 47. Antalya Altın Portakal Film Festivali'ndeki En İyi Film Müziği Ödülü'nü kazandıran müziklerde Mircan Kaya imzası var.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 15.05.2011

Gökten dolarlar yağsa olmaz!

İstanbul yeni bir kültür merkezine daha kavuşuyor: Vortvods Vorodman Kilisesi. 500 kişilik kapasitesiyle başta konserler olmak üzere pek çok etkinliğe ev sahipliği yapacak mekânın restorasyonu için "Gökten dolarlar yağsa olmaz. Sorun para değil, yetkili kurullardan onaylı proje." diyor Yılmaz Kurt.

Dün sabah bir grup gazeteci, tarihçi, arkeolog ve mimar "Bakalım şehrimizin neresini keşfedeceğiz bu defa?" diyerek çıktı yola. İlk durak bundan sonra kimi akşamlarımızı konser, tiyatro ve kim bilir daha ne sanatsal bahanelerle geçireceğimiz Vortvods Vorodman Kilisesi.

Meryem Ana Kilisesi Vakfı Başkanı Hrant Maskafyan baştan uyarıyor: "Daha çok iş var burada, hayatta yetişmez yaza! Demeyin sakın. Üç beş ay evvel bir devlet büyüğümüz bizi onurlandırdığı sırada bitişi sordu. Haziran ortaları dedik. Mümkün değil, dedi. 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Başkanı Şekip Avdagiç, buranın ilk halini görseydiniz biteceğine ikna olurdunuz, diye yanıtladı onu."

'BİZİM ORDA ŞÖYLE BİR ÇEŞME VAR'

Bilenler, kilisenin birkaç yıl önceki halini şöyle anlatıyor: "Çatı yemyeşildi bir kere. Kilisenin üstü başı tamamen doğaya teslim olmuş, ot ve yosunlarla kaplanmıştı. İçerisi zaten moloz yığını. 100 yıldır da ibadete kapalıydı..."

Aslında restorasyon 20 yıl önce de gündeme gelmiş ama kolay mı? "Değil." diyor ve ekliyor ajansın genel sekreteri Yılmaz Kurt: "Gökten dolarlar yağsa restore edilmez. Sorun para değil, yetkili kurullardan onaylanmış proje lazım. Projesi olanları restore etmeye çalıştık, olmayanları ise projelendirmeye... Biz büyük bir göle ufak bir taş attık sadece. 184 tek yapıda tek tek restorasyon... Bazıları tamamlandı, bazıları devam ediyor. İstanbul'da bunun gibi onlarca yapı var."

İşin en güzel tarafını ise şöyle anlatıyor Kurt: "Küçük büyük, bir şeyler yaptık biz. Güzel olan şu! İstanbullu şehrin zenginliğini fark etmeye başladı. 'Bizim mahallede böyle bir çeşme var, köşede şöyle bir türbe var, bir el atsanız...' diye telefonlar geliyor."

GÖK GÜRÜLTÜSÜNÜN ÇOCUKLARI

Adını Hz. Yahya ve kardeşi Hz. Yakup'un hitabet yeteneklerinden alan Vortvods Vorodman (Gök gürültüsünün Çocukları) Kilisesi'nin hikâyesi, İstanbul'un fethiyle başlıyor. Fatih'in Anadolu'dan İstanbul'a göçleri teşvik etmesiyle Türklerle beraber Ermeni, Yahudi ve diğer ahali de geliyor şehre. Rum Patrikliğini yeniden kurduran Fatih; Bursa'dan Piskopos Hovagim'i getiriyor, ilk Ermeni patriği olarak...

Şehrin başlıca altı mevkiinde altı kilise etrafına toplu halde yerleşen Ermenilerin dini vecibelerini yerine getirebilmeleri için ibadethanelere ihtiyacı oluyor haliyle. Bu iş için metruk halde bulunan Bizans Kiliseleri Ermeni cemaatinin kullanımına tahsis ediliyor. Vortvods Vorodman da onlardan biri. 1641'den itibaren Ermeni cemaatine hizmet veren kilise, pek çok yangın ve tamirat geçiriyor ve sonunda İstanbul'a çok sayıda görkemli eser armağan eden Mimar Kirkor Balyan tarafından inşa ediliyor. 14 Ekim 1828'de de kutsanarak ibadete açılıyor.

Sonrası tam bir muamma: 1940'lı yılların başında restorasyon ilkelerine aykırı bir onarımdan geçerek sosyal faaliyetlerin yapıldığı bir salon haline geliyor. 1960'ta avlusunun bir köşesine bir poliklinik açılıyor. 1966 ve 1975 yıllarında Varto ve Lice'de meydana gelen depremlerden sonra, depremzedelere barınak oluyor.

Nihayet, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti programı kapsamında restorasyonu gerçekleştiriliyor da çilesi bitiyor. Haziran itibarıyla hem yeniden ibadete açılacak hem de tıpkı Aya İrini gibi seçkin etkinliklere ev sahipliği yapacak mekân.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 15.05.2011

11 Mayıs 2011 Çarşamba

İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi unutuldu


Mayıs 2008'de Başbakan'ın da katıldığı kalabalık bir törenle açılan İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi unutuldu. Gülhane Parkı'nın içindeki müze kimsenin dikkatini çekmiyor. 2010 yılını 120 bin ziyaretçiyle kapatan müzenin müdürü Ömer Severoğlu, "Galiba biz kendimizi yeterince tanıtamadık. Bundan sonra görselliği öne çıkaran çalışmalara ağırlık vereceğiz." diyor.


Güneş yüzünü göstermeye başladığından olsa gerek Gülhane Parkı cıvıl cıvıl, kalabalık. Parkın içindeki İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi'nin kapısını çalansa neredeyse yok. O kapıyı işaret eden bir levha da ayrıca... Müze; günü 30, bilemediniz 40 kişiyle kapatıyor. "Yalnız okul gezilerinin olduğu günler 300-500 çocuk hep birlikte geliyor." diyor görevliler.

2008 Mayıs'ında Başbakan ve Prof. Dr. Fuat Sezgin'in uzun konuşmalarıyla açılan müze; ileriye değil, geriye gitmiş. İlk günlerde her bölümünde ilgili zamanı anlatan ve dahası o zamanın örnekleri taranarak oluşturulan minyatür perdeler vardı. Onların neredeyse hepsi kalkmış ki sayıları 110'du. Kalan birkaç tanesi de ters çevrilip öteyi beriyi kapatmak üzere değerlendirilmiş.

Konferans salonu kapı duvar. Müze açıldığı günden beri konuşulan ve pek kıymetli eserlerin yer alacağı kütüphaneden hâlâ ses yok. Ne zaman açılacağı hakkında pek bir kimsenin fikri de... Aletlerin çoğu çalışmıyor. "İlk geldiklerinde aralarında çalışır vaziyette olanlar vardı. Düzenekleri çok basit. Hemen bozuluyor." diyor görevliler.

Tüm bunları, Müze Müdürü Ömer Severoğlu'na soruyoruz. Çok iyi niyetli o: "Kütüphane için Prof. Dr. Fuat Sezgin Vakfı'nın kurulması bekleniyordu, geçen yıl kuruldu, vaat edilen kitapların gelmesini bekliyoruz. Çalışmayan aletler içinse girişimlerde bulunduk, Almanya'dan bir görevli gelip problemleri çözecek. Kaldırılan müzik aletlerine gelince; onlar Topkapı Sarayı'na geri gitti. İleride açılacak Müzik Müzesi'nde değerlendirilecekler."

2010 yılını 120 bin ziyaretçiyle kapatmış müze. "Çok yetersiz." diyor ve ekliyor Severoğlu: "Bu sayı milyonları bulmalı. Öyle değerli eserler var ki içeride... Galiba biz kendimizi yeterince tanıtamadık. Bundan sonra görselliği öne çıkaran çalışmalara ağırlık vereceğiz."

Geçtiğimiz yıl Marmaray kazıları sebebiyle müzenin kimi bölümleri kapanmıştı. Ama gerekli çalışmalar yapıldı ve problem olmadığı tespit edildi. Şimdi bütün bölümler açık. Müze için hiçbir tehlike kalmadı. Tek tehlike, unutulması...


9. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar


İlk etapta 140 eserin yer aldığı müzede eser sayısının 800'ü bulması bekleniyordu. Şimdilik; astronomi, coğrafya, gemicilik, zaman ölçümü, geometri, optik, tıp, kimya, mineraloji, fizik, teknik, mimari ve harp tekniği sahalarında sergilenen 500 kadar eser var içeride. 9. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar olan dönemin bilimsel ve teknik gelişmelerini yansıtan bu eserlerin her biri Müslüman bilim adamlarının icatları. Aralarında; Sufi'nin gök küresi, İstanbul Rasathanesi'nin kurucusu Takiyüddin Efendi'nin su pompası ve saatleri, 1029 yılında Toledo'da yapılmış usturlab, 1048'de yapılmış mekanik güneş ve ay takvimi, Biruni'nin icat ettiği terazi ve onun tarifiyle yapılan pusula, Arap coğrafyacısı İbni Hauqal'ın gemisi ve 14. yüzyılda yapılmış dünyanın ilk tankı var.

***

Halife Me'mun'un ünlü haritası

Gülhane Has Ahırlar Binaları'ndaki müzenin hemen girişinde İslam bilim tarihinin en anlamlı çalışmalarından birine dayanarak yapılmış bir yerküre duruyor.

9. yüzyılın başlarında Abbasi Halifesi Me'mun'un 70 coğrafyacı ve astronoma dağıtarak 30 senede hazırlattığı dünya haritası... O zamanki dünya coğrafyasını şaşırtıcı bir doğrulukla gösteren haritanın yapıldığı biliniyormuş fakat kendisi bulunamıyormuş. Haritanın ortaya çıkarılması, üzerinde yapılan bilimsel çalışma ve kürenin müzede sergilenmesi -ziyaretçileri bekleyen diğer eserler gibi- Prof. Dr. Fuat Sezgin'in çalışmaları sonucunda gerçekleşmiş.


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 11.05.2011

8 Mayıs 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: MÜZEDE ÜŞÜTÜP HASTA OLACAKSIN ANNECİM!

Anneler Günü bugün aslında ama biz perşembeden gittik. Neden perşembeden? Sonradan kimse "Bu kadar parayı böyle şeyler için mi veriyorsun?" demesin diye. Az da değil. İstanbul Modern'e giriş kişi başı 12 TL. Ama perşembe günleri halk günü, giriş ücretsiz. Üstelik o gün müze saat 20.00'ye dek açık.

Niyetimiz 'Kayıp Cennet' sergisini gezmek; şöyle anne-kız. En çok sorulan soru: "Ne ki şimdi bu?" Peşin peşin cevap: "Bir video sergisi. Küçük küçük bir sürü film var. Ama öyle giriş, gelişme, sonuç aramak yok." Kilitlendiğimiz ilk video Ali Kazma'nın Engellemeler Serisi'nden 'Beyin Cerrahı'. Uzak bir bilgi ve farklı bir deneyim içindeyiz. Annenin ilk cümlesi: "Gözlerini kırptı gördün mü?"

Bir beyin ameliyatına şahitlik ediyoruz. Başlıyor: Ameliyat olan tatlı/tonton hanımın üzerinde önlüğü, dilinde duası. Başına metal bir düzenek monte ediliyor önce, sonra iğneler yapılıyor tek tek. Kendisi canlı; gözlerini kırpıyor, konuşuyor hatta. Doktor; cevizden büyük, şeftaliden küçük bir delik açıyor başında, çalışıyor arkasında. İşlem bitiyor, dikişlerden önce kol ve bacaklarını hareket ettiriyor, "Kaç parmak var?" gibi sorulara cevap veriyor hasta. Dikişin ardından ise doktorla "Oldu bu iş" gibisinden çak yapıyorlar. Şaşkınız, hayretler içindeyiz hatta.

"Bu sanatçılar hayvanlardan ne istiyor?"

Karşısında en çok vakit geçirdiğimiz video Doug Aitken'in 'Göç'ü. Olay şu: Bizon, puma, kunduz, geyik, kartal ve baykuş gibi birtakım vahşi hayvanlar orta halli bir motelin odalarında dolaşmakta, banyo yapmakta, buzdolabını kurcalamakta, yastıklarla savaşmakta... Küvetten çıkmaya çalışan kunduza ortalığı batıracağı için azıcık kızarken yatak odasının duvarında bir çift boynuz gören geyiğin ağladı ağlayacak haline "canım, canım" diyerek efkârlanıyoruz. 24 dakika boyunca gözümüzü kırpmadan izliyoruz bu kusursuz tuhaflığı. Çok şaşkın ve sakiniz, adeta uyuştuk, hatta natıkamız kaçtı. Bu hususta müziğin etkisini de yabana atmamalı.

Sırada Haydut isimli tilkimizin müze gezmesi var. Sanatçı Francis Alys Haydut'u Londra'daki Ulusal Portre Galerisi'nde gece vakti öylece bir başına bırakmış. Videonun ismi Gece Nöbeti. Haydut şaşkın. Bir oraya, bir buraya koşuyor; arada yorulup duruyor; kimileyin de dellenip masalara filan çıkmaya çalışıyor. Duvarlardaysa Tudor hanedanı üyelerinin, fırfırlı yakalı Hollanda tüccarlarının, perukalı felsefecilerin ve İngiliz asilzadelerinin resimleri... Tam şenlik! Dahası -burada olmasa da- var: Aynı sanatçı, geçtiğimiz yıllarda bir fareyi Meksika'daki en büyük çağdaş sanat koleksiyonunun ortasına bırakmış; 2001'deki Venedik Bienali'ne ise kendisini temsil etsin diye bir tavus kuşu göndermiş. İlahi!

Hayvanlar âlemindeki yolculuğumuz Rivane Neuenschwander'in 'Kül Çarşambası- Sonsöz'ü ile devam ediyor. Başrolde karıncalar. Onlar kaldırma, taşıma, sürükleme ve yerleştirme gibi günlük eylemler içinde. Şekere bulanmış rengârenk konfetilerle cebelleşiyorlar. Bu filmi hepimiz daha evvel izledik. O yüzden yan ekrandaki kuşa kayıyor gözlerimiz. O ne yapıyor dersiniz? Üzerinde soru işareti, ünlem, virgül ve noktalı virgül olan kabak çekirdeklerini çit çit çitliyor.

Avustralya'nın ıssız yollarında araba çarpmış hayvanları taşıyıp onlara sembolik cenaze törenleri düzenleyen adamı takdir edip; portakal kabuğundan ibaret adamcıkların dakikadan dakikaya kuruyup gitmelerine hüzünleniyoruz. İçinde konuşma geçen videoları -konuşmalar İngilizce olduğu ve alt yazıları takip etmek zor geldiği için - elemiş bir şekilde gezimizi sonlandırmak durumundayız. Çünkü müzede geçirdiğimiz 67. dakikadan itibaren annemizin kimi halleri geceleyin müzeye bırakılan tilkiciğe benzemeye başladı. Son söz onun: "Bu müzede böyle tiril tiril fazla gezme annecim; üşütüp hasta olacaksın!"

***

Müsaitseniz annemler müze gezmesine gelecek

İstanbul Modern bugünü annelere ayırdı. Anneler hiçbir ücret ödemeden müzeye girebilir. Sadece bu kadar da değil. Gün boyu sürecek kahve ikramı ve 13.00 ile 16.00 saatleri arasındaki rehberli sergi turları da onlar için. Müzede, 21 sanatçının video çalışmalarından oluşan 'Kayıp Cennet'in yanı sıra 'Yeni Yapıtlar, Yeni Ufuklar' ve 'Yao Lu'nun Yeni Manzaraları' başlıklı sergiler de var. Ayrıca müze sinemasının pazar günkü programında Fransız sinemasının yönetmenlerinden Olivier Assayas'ın Irma Vep, Yaz Saati ve Sil Baştan isimli filmleri mevcut. Ayrıca mağazadaki her şey tüm gün yüzde 15 indirimli.


***

ADA'yı çeyrek geçiyor

ADA Müzik, 25. yaşını büyük bir konserle kutlama hazırlığında. 25 yıl boyunca yolu bu 'okul'dan 'bir şekilde' geçmiş Bülent Ortaçgil, Zuhal Olcay, Grup Gündoğarken, Yeni Türkü, Hüsnü Arkan, Birsen Tezer, Bulutsuzluk Özlemi, Jehan Barbur, Mavi Işıklar, Replikas, Mehmet Güreli ve Gürol Ağırbaş gibi daha nice sanatçı 9 Haziran akşamı Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu'nda olacak. Kimisi kendi parçalarını söyleyecek, kimisi düet yapacak, kimisi bambaşka bir sürpriz... Konserin ismi ADA'yı Çeyrek Geçe. Saati 21.15.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR/ 08.05.2011

3 Mayıs 2011 Salı

AKARETLER ŞİMDİ SIRAGALERİLER

Bir zamanlar saray ressamı Fausto Zonaro dâhil nice önemli simaya ev sahipliği yapan Akaretler'deki Sıraevler, sonunda aradığını buldu: Sanat. Bölgeyi İstanbul'un yeni sanat ve tasarım üssü yapmakta kararlı bir avuç galeri -artlimits, Art On, Autoban, Derin Design, Galerist ve Rampa- 14 Mayıs Cumartesi günü 17.00-22.00 saatleri arasında bir dizi etkinlikle güçlerini birleştiriyor.

19. yüzyılda Dolmabahçe Sarayı'nın önde gelenleri için inşa edilen Akaretler'deki Sıraevler; kayıp bir mazi, bitmeyen bir restorasyon ve hızlı bir açılışın ardından lüks tüketimle mayalanmıştı. Ama sıra sıra açılan butik ve restoranlar bir bir kapandığına göre bu maya tutmadı. Düzenli Arnavut kaldırımları, şık ışıklar ve özenli ağaçların bile fayda etmediği Akaretler'in mayasındaki eksik nihayet bulundu: Sanat!

Birkaç aydır sessiz sedasız bir hareket var semtte. Milli Saraylar Saray Koleksiyonları Müzesi'ni arkamıza alarak köşeleri tutan bankaları geçip Süleyman Seba Caddesi boyunca yürüdüğümüzde anlaşılıyor bu. Sıra sıra galeriler... İlk durak Galerist. Kapısı ardına kadar açık. İki boş oda, bir kitaplık ve bir görevliyi geçtikten sonra Can Sayınlı&Jørgen Evil Ekvoll'un 'Her Ne Zaman' isimli sergisi karşılıyor bizi. Sergi, yere serilmiş el dokuması üç ipek halıdan ibaret. İpeğin alamet-i farikası; ışığı yansıtması, kılıcı kaydırması. Üzerine ay doğan halının bulunduğu bölmeye girerken gece, çıkarken gündüz oluyor desen. İnsan o ufacık bölmede bir daha bir daha gelip gitmek ve geceyle gündüzü art arda seyretmek istiyor epey bir vakit. Dışarıda biri mi bekliyor, akşam mı oluyor? Hiç... Ay ışığının ipekteki yansımasını izleyebildiğimiz kadar kurtuluyoruz zamandan. Ölüm, Diriliş, Cennet ve Cehennem üçlemesinin yer aldığı sergi için son tarih 21 Mayıs.

Bir sonraki durak Art On. Galerinin kocaman demir kapısı hava soğuyunca kapanıyor. Ama zili çalınca çok tatlı bir hanım kapıyı açıp sergiyi anlatıyor. İçeride Ali Alışır'ın 'Sanal Mekânlar' isimli sergisi... Art On'un yanındaki artlimits, sergi salonu değil. Fiyatlara da çerçeve dâhil değil. İçeride yerli ve yabancı fotoğrafçıların limitli edisyon dijital baskıları var, dilediğiniz gibi gezip dilediğiniz soruları sorabiliyorsunuz. Pikaptan hoparlöre türlü çeşit ses ve sinema aletleri satan dükkânı geçtikten sonra sırada Rampa. Gri, köşeli ve soğuk merdivenlerden inilerek girilen Rampa'nın içi dev gibi. An itibarıyla Nilbar Güreş'in uyumsuz, irkiltici ve gülümsetici fotoğrafları var içinde. 'Sefine' mesela... Sandalye üzerinde, gözleri kapalı, ayağında patik, üzerinde kürk ne yapıyor acaba? Kesilmiş bir ağacın köklerini su ısıtıcısı ve çaydanlıkla sulamaya çalışan kadınlara ne demeli? Gülümserken düşünmek için bu sergiye muhakkak gitmeli. Rampa'nın küçük bir bölümü de karşı kaldırımda, vitrinde. Orada da yine Nilbar Güreş'in Besire Teyze ve Asiye ile başlayıp Cemile, Gülizar, Hülya ve Rabia ile devam eden ve sanatçının tatlı gülümsemesiyle biten videosu...

Tam bu noktada, Akaretler otobüs durağı hizasında, garip bir şey oluyor. Arnavut kaldırımı kesiliyor, asfalt başlıyor. Düzenli ve zengin görüntü yerini rengârenk tabela ve çiçekli pencerelere bırakıyor. Bir adımda mahalledeyiz. Tamirci, çiçekçi, bakkal ve hatta hiçbir şeyleri atmaya kıyamayan yaşlı amcanın karmakarışık bahçesi dâhil...

14 Mayıs Akaretler günü

Akaretler Sıraevler'deki galeriler -artlimits, Art On, Autoban, Derin Design, Galerist ve Rampa- bir araya gelip bir dizi zincirleme etkinlik planladı. 14 Mayıs Cumartesi günü saat 17.00'de başlayacak etkinlikler arasında; Ali Alışır'ın 'Sanal Mekânlar' isimli sergisi ve fotoğraflarıyla ilgili konuşması, Sinan Demirtaş ile taş baskı atölyesi, Aziz Sarıyer, Defne Koz, Arif Özden, Tanju Özelgin ve Derin Sarıyer gibi tasarımcıların koleksiyon tanıtımları var. Saat 22.00'ye kadar sürecek 'Akaretler Art&Design Day' etkinliklerine katılmak için yolunuzu Akaretler'deki galerilere düşürmeniz yeterli.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 03.05.2011

2 Mayıs 2011 Pazartesi

VATANDAŞIN BEKLEDİĞİ KAPI AÇILIYOR


Bir yer var ki... Kapısından her gün kim bilir kaç kişiyi hayal kırıklığı ve hayıflanmayla geri döndürdü. Hatta bir vatandaşımız dayanamayarak kapısına bir not bile bırakmıştı: "Kaç yıl oldu... Bu kadar mı sürer? ... Bir vatandaş olarak sizi kınıyorum." Orası, 2007'den beri kapalı olan Galata Mevlevihanesi Müzesi. Vatandaşımıza müjde: Restorasyon bitti, kapılar açılıyor.


Geçen yıl boyunca iyi kötü sayısız etkinlik ve yapıcı-yıkıcı sayısız eleştiriyi göğüsleyen İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı, pastanın/bütçenin en büyüğünü/güzel bölümünü son aylara bıraktı. Bu bölümde restorasyonu biten/bitmek üzere olan tam 158 ayrı yapı var. Ajans Başkanı Şekip Avdagiç ve Genel Sekreteri Yılmaz Kurt, geçtiğimiz hafta içinde gerçekleşen iki ayrı basın toplantısıyla biten yapıları tek tek gezdirdi/anlattı. Yılmaz Bey, Bono ve Arvo Pärt geldiğinde de en az bu kadar heyecanlıydı ama Şekip Bey'in koca 2010 boyunca bu kadar içtenlikli bir coşkuya kapıldığı hiç görülmemişti.

Restorasyonların bitmesinin ziyaretçi açısından tek bir anlamı var: İstanbul'da yıllardır kapalı kalan pek çok kapı açılıyor. Gıcırtılar, Topkapı Sarayı ve Ayasofya Müzesi'nden duyulmaya başladı. Sarayın bahçesindeki Revan, Bağdat ve Sofa köşkleri kimsenin ikazına maruz kalmadan gezilebiliyor artık. Sarayın mutfakları için de günler sayılı. Ayasofya'daki büyük değişim, ana kubbe mozaiklerinin tamamlanmasıyla geçen yıl başlamıştı. Şu anda vaftiz havuzunun olduğu bölüm de açık.

Ama bir yer var ki... Kapısından her gün kim bilir kaç kişiyi hayal kırıklığı ve türlü hayıflanmayla geri döndürdü. Hatta bir vatandaşımız dayanamayarak kapıya bir not bile bıraktı: "Kaç yıl oldu... Bu kadar mı sürer? ... Bir vatandaş olarak sizi kınıyorum." Orası, 2007 Mayıs'ından beri kapalı olan Galata Mevlevihanesi Müzesi. Şu anda restorasyonlar bitti. Hem ne bitmek... Eski halini bilenler gözlerine inanamıyor.

EN ŞANSLI MÜZE MÜDÜRÜ

Semahane tamamen elden geçmiş, pırıl pırıl. Ama en önemlisi eskiden dervişlerin hücresi olarak kullanılan bölümlerin, Mevleviliğin enine boyuna anlatıldığı bir mekâna dönüşmüş olması. Hiç fikriniz yok diyelim; eserlerle, balmumu heykellerle, canlandırmalar ve panolarla konuyu anlıyorsunuz. Teknik destek olarak sesli ve görüntülü rehberler var. Düğmeye basıyor ve merak ettiklerinizi bir bir dinliyorsunuz. Osmanlı döneminde bir nevi güzel sanatlar akademisi gibi işleyen Mevlevihane'nin bu özelliğinin de hakkı teslim edilmiş. Semahanenin çevresindeki küçük odalarda hat, ebru ve müzik aletleri sergileri var.

Türbelerin olduğu bölümlerde çalışmalar devam ediyor. Bu sırada pek çok sürprizle de karşılaşılıyor. Şeyh Galip Türbesi'nde hiç görülmemiş kalem işleri bulunmuş mesela. Daha evvel sıvanın altında kalmış onlar. Mevlevihane'nin 6.800 metrekarelik bahçesindeki çimler bile elden geçmiş. Önümüzdeki günlerde kim bilir ne sohbetlere ev sahipliği yapacak o bahçe. Bu arada pek yakında Klasik Türk müziği konserleri başlayacak Mevlevihane'de. Şu anda önünden geçen yolda çalışmalar var; o da bir hafta 10 güne biter.

Galata Mevlevihanesi Müzesi'nde her şey hazır. Resmi açılışı için Başbakan'dan tarih bekleniyor. Resmi açılışla birlikte yeni bir dönem başlayacak, o tarih itibarıyla Müze Müdürü Yavuz Özdemir de ülkenin en şanslı müzecilerinden biri olacak.

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'na bu konuda söylenecek şey yok. Yapılanlar ortada. Zamanın Şeyhülislâmı Sunullah Efendi'nin ünlü divan şairi Baki'nin tabutunun önünde dediği gibi: "Kadrini seng-i musallada bilüp ey Baki / Durup el bağlayalar karşında yaran saf saf" Yani: "Ey Baki! Dostların senin değerini ancak musalla taşında anladılar ve karşında sıra sıra el bağladılar."

***

Şeyh Galip Galata Mevlevihanesi'nde

1491'de şimdiki adıyla Galata, gerçek adıyla Kulekapısı Mevlevihanesi olarak inşa edilen Mevlevihane'nin tekkesinde Evliya Çelebi'ye göre 100 kadar dervişin hücresi varmış. 1765 Tophane yangınında tamamen yanan Mevlevihane, 1791'de, Şeyh Galip döneminde, altın çağını yaşamış. 1925'te tekkelerin kapatılmasıyla işlevini tamamlayan Mevlevihane, bir süre ilkokul ve lojman olarak hizmet ettikten sonra 1975'te Divan Edebiyatı Müzesi, 2005'te de Galata Mevlevihanesi Müzesi olarak hizmet vermeye başlamış.


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 02.05.2011

1 Mayıs 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: SULTAN ABDÜLMECİD'İN MOZAİK TUĞRASI

Bitmek üzere olan bir sürü restorasyon projesi var İstanbul'da. Kapalı kalan 158 mekânın kapıları bir bir açılacak yakında. Topkapı ve Ayasofya'nın kimi bölümleri ilk sırada. Ama Prof. Dr. İlber Ortaylı'nın dediği gibi "Bu restorasyon ev işinin bir benzeri. Yap yap bitmez, günü kurtarırsın ancak."

Kurtulan her bir günde de yeni bir hikâye öğrenir insan. Tıpkı Ayasofya Müzesi Müdürü A. Halûk Dursun'un aktardığı, Prof. Semavi Eyice'nin Ayasofya Yıllığı'nda detaylıca anlattığı gibi: Ayasofya'nın batı kapısında büyükçe bir tuğra var. Sultan Abdülmecid'e ait bu tuğra, mozaiklerle yapılmış bilinen tek örnek.

Hikâyesi şöyle: 19. yüzyılın ilk yarısında Ayasofya'nın önemli bir bakıma ihtiyacı varmış. Mimar Gaspare Fossati 1846'da bu işle görevlendirilmiş. Ayasofya'nın duvar, kemer ve tonozlarındaki sıva ve badanaları temizleyen Fossati, Bizans'ın deği­şik dönemlerinde yapılmış mozaiklerle karşılaşınca onları Sultan Abdülmecid'e göstermiş. 'Hepsi açığa çıksın' diyen Abdülmecid sık sık Ayasofya'ya giderek tasvir edilen kişilerin hikâyelerini dinlermiş.

Ayasofya'nın güney tarafındaki bir mozaikte, Hz. Meryem'e şehrin modelini sunan İmparator Constantinus ile Ayasofya'nın modelini sunan İmparator Justinianos varmış. "Burayı esaslı surette tamir ettiren benim ama bu nasıl anlaşılacak?" demiş padişah. Suret yaptırmak yasak. Fossati, tamir sırasında dökülen mozaik tanelerinden Sultan Abdülmecid'in bir portresini değil bir tuğrasını işletmiş. Yuvarlak bir plaka üzerine, altın tanelerle kaplanmış bir zemin içine... Unutulan tuğrayı yirmi yılı aşkın bir süre önce zamanın müze müdürüyle Prof. Semavi Eyice tesadüfen bulmuş. Tuğra şimdi o en eskiden asılması düşünülen yerde sergilenmekte...

***

Hobi ve can sıkıntısı değil


Duyanlar önce burun kıvırdı. Çoğu, "Kimse yaptığı işle yetinmiyor; herkes her işi yapmak istiyor hocam... Olmaz ki!" dedi. Mekân itibarıyla haklılık payı da vardı bu nazlanmada. Çünkü öyle ayağın alıştığı bir galeri değil Ekavart. Taksim-Beşiktaş arasında olması sebebiyle çok yakın ama bomboş koridorlu bir iş merkezi içinde olması sebebiyle çok uzak. Galerinin son sergisi müzisyen kimliğiyle tanınan ve gerçek adı -Arkın Ilıcalı - neredeyse unutulan Mercan Dede'den. İsmi Aşıklar Kabilesi.

Elektronik müzikle neyi birleştirdiği için kimi ustaları kızdırsa, kimi sanatsever tarafından müzik değil şov yapıyor diye hırpalansa da görsel sanatlar konusunda Mercan Dede'nin hakkını teslim etmeli. Hobi, can sıkıntısı, görünür olma isteği değil bu sergi. Bir kere mektepli biri karşımızdaki. Vaktiyle sıkı bir resim, baskı ve fotoğraf eğitiminden geçmiş. University of Saskatchewan'da güzel sanatlar okuduktan sonra Concordia Üniversitesi'nde yüksek lisans yapmış. Çalıştığı mekânın DJ'i bir akşam işe gelmeyince yoluna müzikle devam etmiş olsa da unutmuş değil öğrendiklerini. Şöyle anlatıyor isimsiz eserlerini: "Şu figür yıllar önce bir arkadaşımın bana gönderdiği eski bir kartpostaldan. Bu fotoğraflar da sokakta bulduğum bir albümün parçalarından..." Paul Auster'ın son şeyler ülkesini anımsatan sergide inci tozundan Arap zamkına, boyadan muma malzeme çok. Figür de öyle: Ejderha, King Kong, deniz feneri, dinozor, tren, minyatür... Herkes kendindeki hikâyeye göre seçiyor ne göreceğini. Güzel olan bu belki. 26 Haziran serginin son tarihi.

***

Müze açılınca masalarımız ne olacak?


İstanbul'da yeni ve önemli bir müze açılıyor, eylül ortalarında... Şu anda çalışmaları süren müzeyle ilgili soru işaretleri her zamankinden farklı: Ya biri masanın üzerindeki evrakları karıştırırsa? Eşyalarımızı kaldırmamız gerekecek mi? Çocuklarımızın fotoğraflarını herkes görecek mi? Soru sahipleri Borusan Holding çalışanları. Çünkü eylül itibarıyla kapılarını açacak müze mekânı, onların hafta içi mesai yaptığı Rumelihisarı'ndaki Perili Köşk. Kafesi, hediyelik eşya dükkânı, sürekli ve süreli sergileriyle dört başı mamur bir müzeye dönüşecek mekân; kapılarını ziyaretçilere sadece hafta sonları açacak. Dünyada bile pek bir örneği bulunmayan ofis müzede görüleceklerin başında, temeli 1980'de atılan ve sayısı 600'e ulaşan Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu var.

JÜLİDE KARAHAN
ZAMAN PAZAR / 01.05.2011

..