28 Haziran 2011 Salı

İhtiyacımız biraz daha şefkat!

Arter'de hem görsel hem duygusal açıdan kayıtsız kalamayacağımız bir sergi var. İtalyan asıl-lı Avustralyalı sanatçı Patricia Piccinini'nin 20 kadar işinden oluşan serginin ismi 'Beni Bağrına Bas'. Bu sözcük öbeği karşısında hissedilen ilk duygu, şefkat. Sergi bir duygu döngüsü yapıyor içimizde. Şefkatin peşi sıra önce şaşırıyor, irkiliyor ve hu-zursuzluğa kapılıyoruz. Sonra yine kocaman bir şefkat içinde buluyoruz kendimizi.


Ziyaretçiyi geyik gibi davranan iki motosiklet karşılıyor girişte; birbirlerine âşıklar. İşin ismi de 'Âşıklar'. "İnek bir süt makinesine dönüşürse, motosiklet de geyik gibi davranabilir pekâlâ." diyor sanatçı. Hatta çocukları bile olabilir ki olmuş, az ileride 'Etle Tırnak' misali bir sevimlilik içinde.

'Âşıklar'ın arkasında bir 'Gözlemci'. 18 İkea sandalyesi üst üste, ufak bir oğlan da onların üstünde; 'eyvah düşecek!' gerçekliğiyle. Az ötede, hemen sola dönünce plastik ve ekoloji kelimelerinden türetilmiş 'Plastikoloji' isimli bahçe. Oradan oraya koşarken, konuşurken ve hatta gülerken kendi hayatımızın içinde yaşamıyoruz ya, hani akşam olduğunda öylesine bir film daha izlemiş gibi hissediyoruz kendimizi... Televizyon ekranlarında gördüğümüz, hayali esintiyle sallanan yapay ağaç yapraklarından ibaret bahçe, işte bu sebeple pek bir yakın bize. Gerçek olsaydı şaşırırdık belki!

Açıklıyor Piccinini: "İşlerimde peşine düştüğüm kilit meselelerden biri, yapay ile doğal olan arasında giderek daha geçirgen hale gelen sınırlar. Düşününce, dönüştürülmüş bir bitkinin motosikletten farkı ne? Tasarlanmış, üretilmiş, pazarlanmış; tüketiliyor." Ama dikkat: Teknoloji ne kıyamet alameti ne de dünyanın kurtarıcısı. Ne teknolojiye ne de yeni teknolojiler geliştirmeye çalışanlara karşı sanatçı. "Annem yıllarca hastalıkla savaştı. O zamanlar bilimin/tıbbın ailemize yardım etmesini diler, bunun için dua ederdim. Sonuçta bilimin bir yardımı olmadı. Ama hâlâ umutluyum." diyor ve ekliyor Piccinini: "Ancak ne kadar zeki görünürse görünsün, bilimin kusursuz olmadığını da biliyorum artık. Sonuçta anneme bir faydası dokunmadı."

İRKİLTEN TUHAF YARATIKLAR ARASINDA

Bir üstü; şaşkınlığın irkilme, huzursuzluk ve kimileyin tiksinmeye dönüştüğü kat. Teknolojik müdahaleler, genetik dokunuşlar, ekolojik bozulmalar, hayali melez türler, soyu tükenen canlılar, soyu tükenmekte olan canlılar için taşıyıcı anneler, hayali ve gerçek canlı karışımları... İlk iş, ilk defa sergilenen 'Davetli Misafir'. Goethe'nin bir sözünden ilhamlı: "Güzellik her yerde davetli misafirdir." Ah güzellik! Milan Kundera, yavaşlık ile hatırlama, hız ile unutma arasındaki gizli ilişkiden bahseder 'Yavaşlık'ta: "Bir şey hatırlamak isteyen kimse yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan kimse hızlanır." Güzellikle yakınlık arasında da pekâlâ böyle bir ilişki kurulabilir. Birine yeterince yaklaşırsak -fiziksel ve duygusal olarak- çirkinlikten bahsedebilir miyiz artık? Gözün görme sınırları aşılmış, zihnin kusur bulma işlevi devre dışı bırakılmıştır. Sanatçının yaptığı çirkinliğe değil -ne göreceli, ne ayıp- farklılığa ve ötekine övgü. Pek gerekli bu övgü. Çünkü doğadan, gerçeklikten ve hatta kendimizden koptukça ahlaklarımız değişti, sezgilerimiz köreldi, ayıplarımız yok oldu; herkes ve her şey gözümüzde öteki oldu. Hatta tuhaf bir varlığa bakamaz hale geldik. Çok şükür ki bakıyoruz sergide; baktıkça seviyoruz bir de.

Ki sergideki tuhaflık ne ki! "İşlerimi gerçekten var olan tuhaf yaratıklarla karşılaştırdığımda kendiminkilerin ne kadar sınırlı olduğunu görüyorum." diyor sanatçı. Öyle. Gerçek hayatta Blobfish diye bir balık varmış mesela; Avustralya'nın güneyinde derin denizlerde yaşarmış ve varlığı ancak 1980'lerde açık deniz balıkçılarının trolle yengeç avlamalarının tali zararına kurban olduğunda anlaşılmış. Şimdi soyu tükenmek üzere. Kendisi sergide.

GENETİK MÜHENDİSLİĞİ ÜRÜNÜ BİR SÜTANNE

Son kat bir ev. Mobilyaları, rahat koltukları, çiçekleri ve perdeleriyle... Zaman gece, herkes uykuda. Televizyonu açık unutmuşlar; ekranda başka bir ev, başka bir çocuk ve bambaşka yaratıklar. Ürkütücü ama zararsızlar hatta pek de tatlılar. Farklı bir aile bu. 'Büyük Anne' bir bebek için tasarlanmış genetik mühendisliği ürünü bir sütanne. Kucağında bir bebek, onu çok seviyor belli ama biraz rahatsız, hatta mutsuz. Bebek tamamıyla, sonsuza dek onun değil diye olsa gerek. Az ilerde bir 'Bulunmuş Bebek'. Yine garip ve sevimli. Çin'i hatırlatıyor sanatçı: "Çin'de sadece yarık dudaklı çocukların kaldığı yetimhaneler olduğunu öğrendim. Bu çocukların çoğu, kim olduğu bilinmeyen anne-babaları tarafından terk edilmiş bebekler. Çin'de damgalanma korkusu, sağlık hizmetlerine erişememe ve tek çocuk politikası bir araya gelince, bazı anne babalar çocuklarını bir yerlere bırakmak dışında bir seçenek göremiyorlar. Bunun nedeni, Çinli anne-babaların kalpsiz olmaları değil, yaşadıkları dünyada bu çocuklara yer olmaması." Davet/niyet açık: Tuhaf, garip, anormal, ucube, öteki... Her ne ve her kimse samimiyetle, sabırla, diğerkâmlıkla kabullenebilir miyiz karşımızdakini? Mekânı terk ederken tek hissettiğimiz şefkat olduğuna göre kabullendik gitti.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 28.06.2011

26 Haziran 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: İKİMİZDEN BİRİ GÖÇMEN



Bir sürü toplu konut, bir sürü boş arazi, bir sürü küçük mahalle geçip Çatalca'ya vardık. Ne kadar uzakmış. Bir meydanda durduk; ismi Mübadele Meydanı. Bir köşede dev gibi bir çitlembik ağacı; 150 yaşındaymış ve de koruma altında; diğer bir sürü şey gibi. Ne gibi? Evler, eşyalar, hikâyeler, hayatlar...


Meydanın solundaki tahta tabureli kahvehanede soluklandık; birazdan Mübadele Müzesi'ni gezeceğiz. Çok meraklıyız aslında -Türkiye'nin ilk ve tek mübadele müzesi sonuçta- ama daha çok merak ettiğimiz bir şey var sokakta.

"Anlatırım beyav" diyor 92'sindeki Fehim Uçan, 1. kuşaktan. Lacivert fötr şapkası, jilet gömleği, artık içine griler kaçmış mavi gözleri ve beyefendi halleriyle 30 yıl nasıl icra memurluğu yaptığını, güzeller güzeli İzmirli eşini, şimdilerde çok kızgın olduğu çocuklarını anlatıyor önce; sonra geçiyor meseleye.

İlk cümle: "4 yaşındaydım." Devamı: "Apar topar bindik gemiye. İndik ki gelmişiz. Bir tek yastığımız, yorganımız. Ev verdiler bize, biraz da mal. İş bitti." Bu hikâyeyi en az 20 kez dinlemiş, 40 kez de anlatmış. Belli. Araya karışan bir "Nasıl yani?" sorusunun ezberdeki cevabı gibi: "Atatürk çağırdı geldik beyav." Büyüyünce gitmiş geriye; ne kasaba aynı kasaba, ne sokak, ne ev. Yol geçmiş hep. "Neresi daha güzel?" diyor ve şiirli cevabımızı alıyoruz: "Kendin güzelsen her taraf güzel beyav."

Kahvehanede biri var, Erol Ölçer adı, 72 yaşı. Mübadele Müzesi'nin mülkiyet sahiplerinden kendisi. Öyle çok şey anlatıyor ki; Celal Bayar diyor, Menderes diyor, Apo diyor; gözlerimizde biraz şüphe görünce koşup albümünü getiriyor. Biz müzeyi gezeceğiz daha, dinleyemiyoruz pek ama gayri resmi tarih meraklıları çarşıdaki Aygaz bayiine sorabilir onu.

Siz neresindensiniz?

Lozan Mübadilleri Vakfı ve Çatalca Belediyesi el ele vermiş, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı desteklemiş, Türkiye'nin ilk Mübadele Müzesi kapılarını açmış. Duyan gelmiş, elinde avucunda ne varsa vermiş. Onca eşya, hayat, hikâye... Sığışamıyor şimdi içeriye. En çok aile büyüklerinin fotoğrafları, giysileri, mektupları ve ufak tefek eşyaları... Böyle düşününce çok da bir şey yok aslında. Çünkü gerçekten öyle alelacele gelmişler ki; yemeğin altını söndürüp, çamaşırları ipten ıslak ıslak toplayıp... Müzenin her köşesinde çeyizler; türlü türlü dokuma ve işlemeler... Girit kırmızısı nakış işi en özeli ve güzeli. Hemen girişte bir defter. Sayfaları dopdolu. Bir sürü insan kimlerden olduğunu yazmış, adres ve telefonunu bırakmış. Bir eş dost, hısım akraba, konu komşu çıkar diye. Tanışır tanışmaz hemen "Siz neresindensiniz?" diye sorulması bu sebeple belki de.

***

Buralarda bir açıkhava sineması varmış

Beyoğlu Tomtom Mahallesi, geçtiğimiz hafta dört başı mamur bir sinema karnavalı ağırladı. Sinema etkisi en çok Acara, Akarsu ve Kaymakam Reşat Bey sokaklarında hissedildi. Akarsu'nun bir ucunda küçük, diğer ucunda büyük perde vardı. Büyük olan, Ara Cafe'den inerken hemen sağdaki apartman boşluğundaydı. Çarşamba gecesinin filmi Vesikalı Yarim'di. "Buralarda bir açıkhava sineması varmış?" diye sora sora bir sürü genç geldi mekâna. Yukarıda bir avuç gökyüzü, etrafta gerçek sarmaşıklar, ortada mavi yeşil tahta sandalyeler... Darısı diğer mahallelerin başına!

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR/ 26.06.2011

21 Haziran 2011 Salı

SARAYDAN TAKSİYLE KIZ KAÇIRMA!

1 Temmuz'da başlayacak Uluslararası İstanbul Opera Festivali'nin çok konuşulacak afişleri bugün itibarıyla İstanbul sokaklarında. Afişlerde Sedef Avcı, Yıldız Sarayı'nın kapısında sarı taksiye binerken görülüyor. Yetkin Dikinciler, Fatih Sultan Mehmet olarak Tophane'de gençlerle sohbette. Kenan Dağaşan ise IV. Murat kılığında Tünel'de, çevik kuvvete hedef göstermekte.

Zuhal Olcay, Salacak'ta bir sokak ressamına poz veriyor; Selçuk Yöntem Adile Sultan Sarayı'ndan çıkıyor, yanında genç bir hanım, çevresinde paparazziler. Işın Karaca, Çukurcuma'da simitçi; Burcu Esmersoy Rumelihisarı'nda kâğıt helvacıyla. Derya Baykal ise Soğukçeşme Sokak'ta, arkasında Avrupa Birliği bayrağı sallayan gençlerle. Afişlerde günümüz İstanbul'u, sokaktaki insanlar, opera karakterleri ve ünlüler var. Nedenini ve gerisini İstanbul Opera Festivali Sanat Yönetmeni ve Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü Başrejisörü Yekta Kara anlattı.

Bu renkli, heyecanlı ve farklı afişlerin hikâyesi nedir?

İnsanlar devamlı koşuşturma halinde. Dikkat çekmek zor. Bunun için farklı unsurları bir araya getirdik. 4 unsur var: Opera karakterleri, İstanbul, halk ve ünlüler... 8 sanatçımız işlerini güçlerini bırakarak bize destek verdi, fotoğrafları Mehmet Turgut çekti.

Programda; Saraydan Kız Kaçırma, Fatih Sultan Mehmet, Zaide, IV. Murat ve Aşk-ı Memnu gibi Türk kültürü ve yaşantısını konu alan operalar çoğunlukta. Özellikle mi bu?

Tabii ki. Programda 8 eser var. 6 tanesi ya Türk operası ya da yabancı bestecilerin Türkleri anlattığı operalar. Bunları biz oynamayacağız da kim oynayacak? Opera sanatını doğru biçimde yansıtmak, herkese ulaştırmak ve sevdirmek için çalışıyoruz. İşçiden bürokrata herkese ulaşmak istiyoruz. Arada önyargılar, yapay duvarlar var. 'Ben bundan anlamam.' diyorlar. Niye? Aşk-ı Memnu Halit Ziya Uşaklıgil'in eseri, Selman Ada'nın bestesi. II. Mehmet (Fatih Sultan Mehmet) Rossini'nin Türklere duyduğu hayranlığı dile getirmek için bestelediği bir eser. Ben yönetmen olarak Fatih'in İstanbul'u fethini gündeme getirdim, mehteranı esere dâhil ettim. Oyunda Rossini bestesi ile mehter müziği iç içe. 21. yüzyıldayız. Ekonomi, siyaset ve teknolojide öyle yenilikler var ki... Sanat da, opera da buna ayak uydurmalı. 19. yüzyıl anlayışıyla, aynı şeyleri tekrarlayıp duramayız artık. Ben 19. yüzyılda yaşayan bir yönetmen değilim ki... Ben 2011 yılında, Türkiye'de yaşıyorum; dünyayı farklı algılıyorum.

Zaide, Fatih Sultan Mehmet ve Saraydan Kız Kaçırma operası geçen yıl da vardı, her sene olacaklar mı?

Fatih Sultan Mehmet ve Saraydan Kız Kaçırma festivalin simgesi gibi. Her yıl olacaklar ama bu bir tekrar olarak düşünülmemeli. Çünkü bunlar festival yapımı, yılda bir kez sahneleniyor. Kadroları o kadar kalabalık ki mesela Süreyya Operası'nda oynanmaları mümkün değil. Saraydan Kız Kaçırma çok sevildi. Geçen yıl üç temsil yaptı, o kadar büyük bir talep oldu ki telefonlar kilitlendi. Bu yıl 5'e çıkardık temsilini.

Telefonlar mı kilitlendi? Kimse inanmaz buna...

Gerçekten öyle. Yurtdışında bunları izlemek için çok büyük paralar ödersiniz. Bizde uygun. 20 liradan başlıyor.

"SEYİRCİNİN AYAĞINA GİDİYORUZ"

Aya İrini, Yıldız Sarayı, Topkapı Sarayı ve Rumeli Hisarı gibi mekânlar da opera sanatı için yeni, değil mi?

Biz, kendi dört duvarımızı aşıp -bu dört duvar; Atatürk Kültür Merkezi'dir, Süreyya Operası'dır- daha fazla seyirciye ulaşmak istiyoruz. Bina içine hapsolmak yerine dışarı çıkıp seyircinin ayağına gidiyoruz; her koşulda her yerde opera icra ederiz, diyoruz. İstanbul'da inanılmaz güzellikte tarihsel mekânlar var. Onları opera sanatıyla buluşturup sokaktaki insanın gündemine dâhil etmek niyetindeyiz. Tarihle iç içe, halkla el ele. Sloganımız 'Herkese Opera'. Çünkü opera sanatı gücünü halktan alır aslında. Sanılanın ya da yanlış bilinenin aksine küçük bir azınlığa, elit bir gruba hitap etmez. Öyle olsaydı 400 yıldır var olamazdı. Hiçbir sanat dalı sırtını halka dayamadan, gücünü sokaktaki insandan almadan 4 asır var olamaz.

Biz neden bıçakla kesilmişiz gibiyiz?

Çünkü geçmişimiz yok bu konuda. Opera bizim geleneksel sanatımız değil. Bir noktada başlıyor ve 50-60 yıl gibi bir zamanda muazzam bir yol kat ediyor. Şu anda Türkiye'nin 6 ayrı kentinde opera ve bale kurumu var; Ankara, İstanbul, İzmir, Mersin, Antalya, Samsun... Kendi ekipleriyle kendi programlarını icra eden kurumlar bunlar. Ve sayıları daha da artacak. Genel Müdürümüz Rengim Gökmen inanılmaz çaba harcıyor bu konuda. Yakın zamanda Van'da ve Güneydoğu Anadolu'da da opera ve bale kurumları olacak.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 21.06.2011

19 Haziran 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: SİZİN MURAT 124'ÜNÜZ NE RENKTİ?


Gazete ilanının başlığı Araba Sevdası. Tarih yok üzerinde. 80'lerin ilk yıllarından kalmış olmalı. Şöyle başlıyor yazı: "Genç bir çift. Okul çağında bir yavruları var.


Ve bir de ortak sevdaları: Murat 124. Biliyorlar. Murat'la daha hesaplı, daha mutlu yepyeni bir hayata başlayacaklar... Sabahları yavrularını okula elleriyle bırakıp işe yürek rahatlığıyla gidecekler... Hafta sonları şehirden kaçacaklar. Kırlara, yakın köylere gidecekler. Dinlenip eğlenecekler."

"O yavrulardan biriydim." diyor ve ekliyor genç bir kadın: "Pikniğe giderdik hep. Babam çınarın dibindeki çeşmede yıkardı arabayı. O da ne çok tozlanırdı. Sonra ne oldu, ne zaman satıldı?" Dondurmasından bir ısırık daha alıp ekliyor yanındaki: "Ne arabaydı be! Az kaçırmadık gizlice..." Orta yaşlı bir başkası başlıyor anlatmaya: "Benim de vardı, Ankara'daydım o zaman; çok çektiydi araba; bir keresinde tam 6 kişi binmişti arka koltuğa."

Tüm bunlar İstanbul'un - nispeten - yeni kültür merkezi SALT Beyoğlu'nun kapı eşiğinde yaşanıyor. Anlatılanların ardı arkası yok. Çünkü bu arabalarla ilgili hikayemiz çok. Asıl olay yukarıda, birinci katta. Orada Ahmet Öğüt'ün 'Yokuş Boyunca' isimli yerleştirmesi var: Yokuşta takılı kalmış modifiye bir araba. İspanya'nın Seat'ı aslında ama belli bir mesafeden buranın Murat'ı. Ciddi ciddi. Mühim olansa çağrışımlar zinciri. Sanatçının işi, naif orta sınıf hayallerine bakmaya niyetli ama herkesin hikayesi farklı. Mesela biz hiç bakmıyoruz bunlara. Zaten biraz da bu sebeple aşağıdaki broşür, ilan ve reklamların diğer dillerde olanları - Fransızca ve Arapça gibi - görünmüyor gözümüze. Bize göre olay sadece Türkçe.

'Yokuş Boyunca' bir yandan hafızamızı geri çağırıyor ve bizi pikniklere götürüyor, diğer yandan büyük bir hikayeyi karşımıza dikiyor; başlığı Türkiye'nin modernleşme serüveni. Sergili, konferanslı, videolu, belgeselli bir proje bu. Sergi 1 Ekim'e, SALT'taki Modern Denemeler projesi ise seneye dek sürecek. Ama önce "Sizin Murat 124'ünüz ne renkti?" diyoruz Ahmet Öğüt'e. "Kırmızı" diyor ve ekliyor sanatçı: "Dibi filan düşüyordu. Sonra değiştirdik. 1969 model bir Ford ile, yine kırmızı." Bizimki de açık maviydi.

***

Cümleler baklava dilimi değil ki!

Perşembe gecesi geç bir saatte TRT 1'de Aklı Selim vardı. Konuk Ali Ural. Kitap eklerinin öneminden bahsetti ve ekledi Ural: "Yazarlara ufak telifler veriliyor o eklerde. Ama asıl telifi yayınevlerinden alıyor oradaki yazarlar." Gerçekten öyle mi? Proje kitaplardan, kitapların çıktığı haftaya denk gelen ilişki açıklamalarından dem vurdu Ural. Sonra dış dünyaya göre içe dönük ama kendi iç dünyalarına alabildiğine açık çocukların yazmaya olan yatkınlığına geçti. "Çünkü diğer çocuk sokakta, o içinde koşar. Diğeri salonun ortasında, o içinde zıplar. İçinde bir dünya kurmak durumundadır." dedi. Yazar olmak için şu şart yalnız; kaliteli tohum ve iyi bir bahçıvan. Bir de sabır. Cümleler baklava dilimi gibi dizilmiyor çünkü. Tolstoy Savaş ve Barış'ı 7 kere baştan yazmış mesela.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 19.06.2011

ALIŞILDIK HAREM KAVRAMINI TERSYÜZ EDİYORUM


Türkiye’yi, renkli sürprizlerle dolu bir hikâye kitabına benzeten Elif Şafak son romanının çalışmaları için uzun zamandır Londra’da. Siyah Süt isimli kitabının ABD baskısının kapağındaki ‘harem’ kelimesinden rahatsızlık duymadığını söyleyen yazar, “Ben alışıldık harem kavramını tersyüz ediyorum.” diyor.



Elif Şafak epeydir Londra’da. Bazı günler sırf yürüyor ve düşünüyor, bazı günler kapanıp yazıyor, bazı günlerse tüm zamanını çocuklarına ayırıyor. Bazen şimdide yaşıyor, bazen 1970’lerin Londra’sında. Çünkü üç çocuklu bir göçmen ailenin seyrüseferini anlattığı son romanının bir kısmı 70’lerin Londra’sında geçiyor. “Renkli sürprizlerle dolu bir hikâye kitabı” diye tanımladığı memleketi onu, köşe yazılarından ve hakkındaki gazete haberlerinden izliyor. Bir de verdiği nadir söyleşilerden…

Guardian Gazetesi’nin web sitesinde edebiyat, kültür ve kadınlık ekseninde makaleler yazmaya başladınız. Teklif nasıl yapıldı? Yazıların içeriğiyle ilgili herhangi bir talep geldi mi?

Teklif Guardian editörlerinden geldi. Web siteleri için Avrupa’nın farklı köşelerinden sekiz ayrı yazar ve düşünür seçtiler. Bunların arasında son derece ilginç bulduğum Slavoj Zizek de var. Ben de düşündükleri o isimlerden biriydim. Teklifi getirdiklerinde seçeceğim konular ve stilim konusunda tamamen esnek davrandılar. Fikren ve kalben yakın bulduğum için teklifi kabul ettim.

İlk yazınızda 19 yaşındaki Hatice Fırat’ın hikâyesini anlatmış ve “Bu ülkede kadınlar en çok, en çok sevdikleri tarafından incitilir.” demiştiniz. Çok içimizden bir hikâye bu. Neden o?

Bu beni çok üzen, düşündüren bir nokta. Hakikaten bu ülkede kadınlar en çok sevdikleri insanlar tarafından horlanıyor, incitiliyor. İster köylü olsun ister şehirli, ister eğitimli olsun ister eğitimsiz. O kadar çok kadın benzer problemler yaşıyor ki... Kendi kocası, abisi, babası ya da sevgilisi tarafından horlanıyor kadınlar. Bunlar sokaktaki yabancı insanlar değil; en yakınları, en sevdikleri. Hatice Fırat’ın hikâyesi çok üzücü. Unutulmaması için onu hatırlamamız, konuşmamız, yâd etmemiz lazım.

Bundan sonraki yazılar nasıl olacak? Örneğin seçimlerle ilgili bir şey yazmayı düşünüyor musunuz?

Konular gündeme göre değişiyor, seçimleri hem öncesinde hem sonrasında analiz edebilmek önemli ama şimdiden bir şey söyleyemiyorum.

Romanın yanı sıra haftada iki yazı Habertürk’e, ayda bir Guardian’a… Nasıl yazıyorsunuz? Teslimleri hep son dakikada mı yapıyorsunuz mesela?

Ben hem son derece dağınık, düzensiz hem de disiplinli bir insanım. Çelişki gibi geliyor ama hakikaten bu böyle. Mesela öyle her gün düzenli bir şekilde, hep aynı saatlerde filan çalışmam. Ama yazmaya başladığımda kelimeleri ciddiye alır, çok emek veririm. O yüzden yazılar da böyle yazılıyor. Yazana kadar kafam dağınık; yazmaya başlayınca ise daha berrak.

Yeni romanın bir bölümü -bildiğimiz kadarıyla- 1970’ler Londra’sında geçiyor. Çok karakterli, çok şehirli, çok zamanlı bir hikâye; bir göçmen ailenin seyrüseferi. İskeleti gözünüzün önünde olmalı. Nasıl bir iskelet?

Bu roman çok hüzünlü, düşündürücü, derin ve sarsıcı. Göçmen bir ailenin yolculuğunu takip edeceğiz. 1970’lerin sonlarında Londra’da yasadıkları, iniş çıkışları, kalp kırıklıkları... Romanın bir kısmı Anadolu’da bir köyde, bir kısmı İstanbul’da, bir kısmı Londra’da, minik bir kısmı da Abu Dabi’de geçiyor.

Zaman Kitap’ın Nisan sayısında şöyle bir soru/yorum vardı: “Siyah Süt ABD’de çıkıyor. Kitap otobiyografik bir romandı ama ABD’de anı olarak sunuluyor. Türkiye’de roman, ABD’de ise anı kitapları daha çok sattığı için elbette. Buna bir pazarlama stratejisi diyelim. Peki, kitabın İngilizcesinin kapağındaki ‘harem’ kelimesi neyin nesi?”

Bu ayrıntılar belki çok bilinmiyor ama kitaplarımızın kapaklarını biz yazarlar tasarlamıyoruz. Bu daha çok yayınevlerinin, yayıncıların verdikleri bir karar. Bu işin bir boyutu. Öte yandan Siyah Süt’ün kapağındaki ‘harem’ kelimesi beni rahatsız etmiyor. Çünkü ben burada alışıldık harem kavramını zaten tersyüz ediyorum. Daha bu hafta Virginia Üniversitesi’nde Orta Doğu Çalışmaları alanında uzman profesör Farzaneh Milani konuşmasında tam da bunu vurguladı. “Alışıldık o oryantalist harem algısını tamamen sarsan bir kullanım var burada…” dedi, ben de katılıyorum buna.


***

GETTOLARIMIZDAN ÇIKMAMIZ LAZIM!

TED Yayılmaya Değer Fikirler Konferansı’ndaki konuşmanızda anneannenizden ve çemberin gücünden bahsetmiş; konuyu sosyal ve kültürel çemberlere bağlamıştınız. Nasıl çemberler bunlar?

Çemberlerden bahsettim, doğru. Bir de gettolardan ve hudutlardan. Hepimiz doğuştan itibaren bir ailenin, bir çevrenin içinde şekilleniyoruz ve ekseriya bize benzemeyen insanlara şüpheyle bakıyoruz. Herkes kendi kültürel ve zihinsel gettosundan görüyor. Ama o gettolardan çıkmak lazım dünyayı daha iyi anlayabilmek, okuyabilmek için. Edebiyat bizi gettolarımızdan alıp insanlıkla bütünleştiriyor.

O konuşmadaki bir başka hikâye de aynaları kadifelerle örtmek veya ters çevirerek duvara asmak üzerineydi. Namaz kılarken yapılır sanılır, siz bunu bir insanın kendi yansımasına uzun süre bakmasının sağlıksızlığını temel alan Doğu geleneklerine bağladınız. 18 dakika içinde çok açmadınız. Şimdi açar mısınız?

Eski bir gelenek bu aslında. Aynaları sırtını çevirerek asarlar duvara. Hem sırtı daha güzeldir, süslüdür; onu görmek için. Hem de aynaya uzun süre bakmamak için. Buna benzer bir algı, ilginçtir, Borges’in hikâyelerinde de vardır. Orada da aynalar sonsuzluğa acılan kapılar gibi algılanır. Anadolu’daki bir âdetin Güney Amerika’daki bir adetle örtüşmesi bana ilginç geliyor. Bambaşka kıtalarda, bambaşka zamanlarda yasayan insanların aynı âdetleri çıkarmış olmaları çok çarpıcı.


***

ELİF ŞAFAK


Strasbourg doğumlu Elif Şafak ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi, yüksek lisansını aynı üniversitede Kadın Çalışmaları Bölümü’nde, doktorasını ise siyaset bilimi alanında tamamladı. İlk öykü kitabı Kem Gözlere Anadolu’yu 1994’te yayımladı. İlk romanı Pinhan’la 1998 Mevlana Büyük Ödülü’nü aldı. Bunu; Şehrin Aynaları ve Türkiye Yazarlar Birliği Ödülü’nü kazandığı Mahrem izledi. Ardından her ikisi de çok satan ve geniş bir okur kesimine ulaşan Bit Palas ve İngilizce kaleme aldığı Araf geldi. Kadınlık, kimlik, kültürel bölünme, dil ve edebiyat konulu yazılarını topladığı Med-Cezir’i Baba ve Piç izledi. Ardından aylarca satış listelerinden inmeyen Siyah Süt ile Aşk geldi. Şu anda son romanı üzerinde çalışan yazar, Kâğıt Helva ve Firarperest isimli iki derlemeyle bekleme süresini keyiflendirdi.


JÜLİDE KARAHAN

INFOMAG / HAZİRAN

...

Yöresel Bebeklerin Küresel Ünü

Bir bez bebek öyle çok ayrıntı ulaştırır ki insana! Tıpkı bir kilim motifi, bir nakış işi, bir çocuğun omzundaki nazar boncuğu gibi… Farkında olmadan toplumsal belleğin kaydını tutar onlar. Kendi kayıtları; Boehn’in 1972 tarihli Dolls isimli eserinde anlattığı, Doç. Nuran Bilgin’in Folklorik Giysili Yapma Bebek başlıklı kitapta aktardığı üzere M.Ö .40.000’lere kadar gider. M.Ö. 3000’lere gelindiğinde kil, kemik, tahta, taş, fildişi ve bitki tohumundan bebekler çıkar karşımıza.

BİZİM BEBEKLERİMİZ

Anadolu’muzun bebeklerine gelince... Nedensiz iş olmaz bir kere bizde. Çocukların ellerine gelincilik oynasınlar diye tutuşturulan çaput giysili, allı pullu bebekler; geleceğin annelerini işe güce, nakışa dikişe ve ala pula hazırlamak içindir.

Her yörenin bebeğinin ismi de, cismi de farklı. Bursa’da Türkmen gelini, Antalya’da yün eğiren yaşlı kadın ve kahve pişiren yeni gelin, Şırnak’ta Berivan, Ardahan’da Damal, Kayseri’de Soğanlı bebek… Bu bebeklerin folklorik kıyafetleri öyle çeşitli ki koleksiyon yapmaya kalkmak anlamsız.

En düzenli folklorik giysili yapma bebek üretimi Kayseri’nin Yeşilhisar İlçesi’nin Aşağı ve Yukarı Soğanlı Köyleri’nde. 1960’tan beri dur durak bilmeden devam eden tüllü, şalvarlı ve üç güllü kadife cepkenli bebekler pek bir ünlü. Küresel bir ün onlarınki.

BEBEK MÜZESİ

Bir de müzeye kavuştular sonunda: Kapadokya Sanat ve Tarih Müzesi, nam-ı diğer Bebek Müzesi… Ürgüp’ün Mustafapaşa Beldesi’ndeki müzede; Türkiye ve dünya ülkelerinden gelmiş türlü çeşit el yapımı nadide bebekler var. Özgün dekor ve kostümleriyle birlikte… Müzenin niyeti; el yapımı bebeklerin gelenek-görenekleri yansıtma, farklı kültürleri kaynaştırma ve tarihi kişi ve olayları görsel olarak anlatma gücünden faydalanarak önce çocukları sonra büyükleri bilgilendirmek. Kurucusu becerikli Çerkez kadını Sibel Radiye Gül. Aslen Kayserili olan Radiye Hanım’ın bebek merakı çocukluktan. Marangoz babasının yaptığı tahta bebekleri annesi giydirirmiş eskiden.

Folklorik bebek yapımına Mersin’de başlayan Radiye Hanım eşini kaybedince Ankara’ya yerleşmiş ve küçük atölyesinde bebeklerini giydirmeye devam etmiş. Nasrettin Hoca, Osmanlı’nın 700. yılı, Cumhuriyet’in 75. yılı, Mevlana yılı ve Dede Korkut hikâyeleri gibi tematik sergiler açtıkça özellikle çocukların ilgisini görmüş ve 2001’de Kapadokya’da 150 yıllık bir Rum konağı satın almış. Maddi ve manevi büyük emeklerle restore ettirdiği konağı 2006 yılında halka açmış. Kültür Bakanlığı’na bağlı müzede Radiye Hanım’ın yaptığı 1800 folklorik bebek var. Polonya, Tayland ve Avustralya gibi 52 ülkeden 560 bebek de bağış yoluyla gelmiş. Son sayı 2 bin 360.

Osmanlı padişahları, Selçuklu sultanları, macuncu, yorgancı, şerbetçi ve bezirgân gibi sokak satıcıları, valide sultanlar, semazenler, halk oyunları ekipleri, eşeğine ters binen Nasrettin Hoca, Köroğlu, Dede Korkut, Âşık Veysel... Kültürümüze ait aklınıza gelebilecek her figürün bir bebeği var müzede; üstelik kendine has dekoruyla birlikte.

***

UNESCO’YA ADAY

Halk Kültürü Bilgi ve Belge Merkezi’ne kayıtlı el sanatları ürünleri arasında folklorik giysili yapma bebeklerin yanı sıra iğne oyası, nazar boncuğu, baston ve işleme sanatı var. Günün birinde her biri UNESCO’nun İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Listesi’ne girmeyi umut ediyor.

***

NADİR KİTAPLARDAN BİRİ

Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü de küçük ve narin bir kitap çıkardı geçtiğimiz aylarda: Folklorik Giysili Yapma Bebek. Doğanay Çevik’in editörlüğündeki kitapta uzun makaleler yerine çeşitli yörelerden bebek fotoğrafları var.

***

ÇOK ESKİ BİR GELENEK

Eski Yunan ve Roma medeniyetinde evlenme yaşına gelen kızlar, sahip oldukları yapma bebekleri mabetlerde Venüs veya Diana’ya takdis ettirirlerdi. Evlenme tarihlerine çok az kala da bunları Artemis Tapınağı ve Diana Mabedi’ne bırakırlardı.


JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET / HAZİRAN

Şevval Sam: Adıyaman’da Gözlerim Tatilde

Baharı, Kayıp Köpek isimli filmin çelimleri için Adıyaman’da geçiren Şevval Sam şöyle anlatıyor şehri: “Uçsuz bucaksız bir alana bakıyorum; rüzgâr esiyor, buğday tarlalarında deniz dalgaları oluşuyor. Başımı kaldırıyorum, üzerimden kırlangıçlar geçiyor. Masmavi sular, gelincikler, sarı çiçekler, mis gibi bir hava...”

Günlerden; güneşin kendini gösterdiği, baharın nihayet geldiği anneler günü. Şevval Sam çiçekli eteğinin tozuyla Adıyaman’dan gelmiş. Orta bir Türk kahvesi söylüyor ve anlatmaya başlıyor…

Ne yapıyorsunuz Adıyaman’da?

Film çekiyoruz. Belçika Türk ortak yapımı bir film, ismi Kayıp Köpek. Yönetmeni Bülent Öztürk.

Adıyaman’ı mı anlatıyor?

Hayır, fonda Adıyaman olsa da hikâye evrensel; dünyanın herhangi bir yerinde geçebilir. Bir kadının hikâyesi… Filmin ismi Kayıp Köpek; bu da biraz metaforik. Filmde, köydeki çocuklardan birinin köpeğinin kaybolmasıyla gelişen bir kurgu var. Ama öze indiğimizde bir kadının kendi içinde özgürleşmeye çalışması ve bunun için mutlak doğru ve mutlak kötüye ihtiyaç duymamasının hikâyesiyle karşılaşıyoruz. Dünyanın herhangi bir yerinde aynı duyguyu yaşayabilir bir kadın. Yalnız Adıyaman’ın coğrafyası inanılmaz. Bir an çorak bir bozkır, bir an dev gibi bir orman, bir an bomboş tepeler, bir an dopdolu gelincik tarlaları… Öyle yerler var ki inanamıyor insan, burası neresi böyle diyor.

Twitter’a da “Adıyaman çok güzel. Her yerde gelincikler, papatyalar, sarıçiçek tarlaları…” yazmışsınız.

Evet, çünkü bende müthiş bir etki bıraktı. Her önüme çıkana Adıyaman’ı anlatıyorum. Hiç duymadığım bir kuş ötüşü duydum mesela orada, hemen kaydettim. Kuşu uzaktan gördüm, ismini bilmiyorum ama çok kendine has, ritmik bir ötüşü vardı. İnanılmaz büyük bir tabiat hayranlığı içindeyim. Şehirden biraz uzaklaşınca inanılmaz güzelliklerle karşılaşıyor insan. Tabii, tarihsel ve yöreye özgü güzelliklerle… Şehirlerde uzağı göremiyoruz, mesafe algımız kısıtlanıyor; her yer bina. Oysa gözün uzağa bakmaya da ihtiyacı var. Gözlerim tatil yapıyor Adıyaman’da. Uçsuz bucaksız bir alana bakıyorum; rüzgâr esiyor, buğday tarlalarında deniz dalgalanıyor. Başımı kaldırıyorum, üzerimden kırlangıçlar geçiyor. Leylekler görüyorum. Masmavi sular, gelincikler, sarı çiçekler, mis gibi bir hava. Baraj gölünün kıyısındaki Akpınar Köyü’nde yapıyoruz çekimleri. Köylüler bize köy yumurtası getiriyor; yoğurtlar, peynirler, tereyağları, maydanozlar, naneler… Valilik ve belediye de çok destek oluyor. Çok mutluyuz orada.

Ekip çok mu küçük?

Yetkin Dikinciler, ben ve Adıyamanlı ufak bir kızımız var filmde. Kalabalık bir kadro değil. Tamamen kendi imkânlarıyla çekilen ama topraklarımızda var olan tarihsel ve kültürel güzellikleri görünür kılan bir film Kayıp Köpek. Yönetmenimiz Bülent Öztürk 16 yıldır Belçika’da yaşasa da aslen Urfalı. Nemrut’ta da çekim yapacağız. Kayıp Köpek yönetmenin ilk filmi, hatta mastır projesi. Kısa film olmalıymış aslında ama senaryosu okulda çok beğenilip destek alınca uzun metraja dönüşmüş. Senaryo güçlü, anlatım güçlü; yönetmenime güveniyorum. Zaten güvenmeseydim filmde yer almazdım. Çünkü çok seçiciyim ben. Sırf kendimi beyaz perdede göreyim diye olur olmaz projelere evet demiyorum. Belki de o yüzden 17 yıllık meslek hayatımda çektiğim ikinci uzun metrajlı film bu. Gerçi sanatçı için erken ya da geç yoktur. Her zaman doğru zaman. Yeter ki seçimler doğru olsun.

***

“SEN SES AKTRİSTİSİN”

Pek çok farklı tarzda şarkı söylüyorum. Alaturka, deyişler, arabesk, halk türküleri, Karadeniz türküleri, farklı etnik dillerde şarkılar… Bana tek bir tarz yetmiyor. Müziği geniş bir yelpazede algılıyorum. Bir arkadaşım bana “Sen ses aktrisisin galiba” dedi. O tabir çok hoşuma gitti. Müziği biraz oyunculuk gibi algılıyorum.

***

AİLEMİZDEN BİRİ

11 Kasım 1973 yılında İstanbul’da doğan Şevval Sam Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde okudu. Şarkıcı Leman Sam’ın kızı olan sanatçı; Süper Baba isimli dizideki Deniz rolüyle hayatımıza girdi. Gülbeyaz isimli dizide ise ailemizden biri oldu.

***

KONSERLER
Haziran’da Essen ve Kopenhag’da konser verecek Şevval Sam, Temmuz’da annesi ve ablasıyla birlikte İki Kız Bir Ana isimli projeyle Harbiye Açıkhava Sahnesi’nde olacak. Ayrıntılı bilgi için: www.sevvalsam.com.tr

JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET / HAZİRAN

VENEDİK’TE PLAN B

4 Haziran–27 Kasım tarihleri arasında gerçekleşecek Venedik Bienali 54. Uluslararası Sanat Sergisi’nde Türkiye'yi Plan B isimli işiyle Ayşe Erkmen temsil ediyor.


Herkes hemfikir: Venedik Bienali bir zirve. Deneyim, birikim ve ölçek olarak pek çok sanatsal etkinliğin üzerinde. Farklı dünya ve gerçekliklerin kesiştiği bir üst dünya, bir mikro kozmos. Sergi, tartışma, etkinlik ve gezileriyle turizm ve sanatı toplayan küresel şenlik. Öte yandan bienal aynı zamanda da bir yarış, rekabet ve meydan okuma... Onun ölçeğine ve deneyime karşılık vermek/layık olmak kolay değil. Sanatçıdan beklenen, tüm deneyim ve birikimini tek cümlede ortaya koyması.

Venedik Bienali 54. Uluslararası Sanat Sergisi’nde Türkiye’yi Ayşe Erkmen temsil ediyor. Biraz huysuz kendisi, hatta belki de bu yüzden Venedik’e bu kadar geç davet edildi. İlk günlerde sevinç ve gurur vardı üzerinde, sonra nasıl altından kalkarız telaşı başladı. Ardından izin alır mıyız, bunu başarır mıyız soruları… Şimdi içi rahat.

Erkmen’in Venedik Bienali için tasarladığı işi anlatmaya geçmeden önce Türkiye Pavyonu’nun yer ve durumuna bakmalı: Türkiye Pavyonu bienalin ana mekânı Arsenale'nin Artigliere binasının ucunda, hemen kanalın kıyısında. Oldukça geniş. Kanala bakan büyük bir penceresi var. Eskiden üretim alanı – silah üretimi – olduğu her halinden belli. Tüm bu ayrıntılar neden gerekli? Çünkü Ayşe Erkmen mekâna özgü işler üreten bir sanatçı. İzleyicinin fiziksel olarak içinde gezdiği alan onun için önemli.

PLAN B’DEN ÖNCE

Venedik’e gidip Türkiye Pavyonu’nu gören, araştıran ve ölçüp biçen Erkmen’in aklındaki ilk fikir şehrin suyla olan kaçınılmaz ve karmaşık ilişkisi üzerine bir iş üretmekti. İlk planı şöyle anlatıyor sanatçı: “Şehirde tarihi mekân çok. İnsanlar üst üste bir sürü sergi görmekten ve kısa sürede pek çok tarihi yapı gezmekten yorgun. Buradan hareketle ilk başta ziyaretçilere içme suyu sunacak bir düzenek hayal ettim. Ama teknik ve kavramsal nedenlerle bu düşünceden vazgeçmek durumunda kaldım.” Bu vazgeçişi şöyle detaylandırıyor sanatçı: “Suyu içirdiğimizde projeyi sonlandıracaktık bir anlamda. Sorulara cevap verecek, bir neden-sonuç ilişkisi kuracaktık. Ama sanat öyle bir şey değil! Ondan belli sorulara cevap vermesi beklenmemeli.”

Derken çok daha pratik bir çalışmaya yöneldi Erkmen. Adı Plan B. Bu ad sanatçıyla küratörlerin kendi aralarındaki konuşmalarından mütevellit. İlk fikrin araştırma, soruşturma ve izin aşamasında bir B Planı ihtimalinden o kadar çok söz etmişlerdi ki! Öte yandan Plan B hayatın epey içinde. Gündelik konuşmada çok yaygın bir kere: “Akşam yağmur yağacak konser iptal. Plan B: Sinemaya gideriz öyleyse.” Plan B isimli bir kitap var sonra; dünya nereye gidiyor, bu işin sonu ne olacak gibi soruların peşine düşen… Savunma ve askeriyede ise ciddi bir söylem Plan B. Ne olursa olsun kavram; bir aciliyet, bir ciddiyet barındırıyor içinde.

Venedik Bienali’ndeki Plan B’nin niyeti Türkiye Pavyonu’nu karmaşık bir su arıtma birimine dönüştürmek. Şöyle: Heykel gibi işleyen makineler kanaldan aldıkları suyu arıtıp temiz bir şekilde geri verecek. İzleyiciyi su arıtma biriminin içinde dolaştırarak dönüşüm sürecinin bir parçası yapacak iş, beyhude bir uğraş gibi görünüyor. Ama anlamlı bir jest aynı zamanda…


***
Türkiye Pavyonu’nun küratörü Fulya Erdemci, onun işbirlikçisi ise Danae Mossman.

***

SANAT TABLODAN İBARET DEĞİL

Mekâna özgülük çalışmalarınızın temel özelliklerinden. Bu durum koleksiyoner açısından nasıl algılanıyor? Koleksiyoner o işi almaya kalkınca ne oluyor?

Koleksiyonerin düşüncesine bağlı bir durum bu. Bazıları sadece fikri satın alabiliyor. Ona bir sertifika veriyoruz, sergi onun oluyor. Önemli olan sahip olabilmek, sahip olunan şeyin ne olduğu... Bazen tek bir kâğıtla tüm sergiyi alabiliyor. Performansı da… Sanatçı ışığı açıp kapatmış mesela, koleksiyoner bu fikri almış.

Kendi işlerinizden örnek verebilir misiniz?

Berlin’de yaptığım bir iş tamamen o mekâna aitti, ufak parçalardan oluşuyordu, lego gibi birbirine takılan parçalardan… Bir koleksiyoner işi satın aldı, parçaları bir kutuya koyup götürdü. Sonra ne yaptı bilmiyorum. Onları kendi mekânında kurup sergilemiş olabilir, kutuda saklamış olabilir. Sanat tablodan ibaret değil artık, her şeyin koleksiyonu yapılıyor. Sesin, performansın…

Yıllardır Almanya’da üretiyorsunuz. Orada üretmek, çalışmak, sergilemek nasıl?

Çok farklı. Almanya’da röportaj yapmak zorunda kalmıyorum bir kere. Herkes bir şeyler yazıyor. Benim için ufak bir kitap yapıldı. Yazarıyla hiç tanışmadım ama harikaydı. Noktasına dokunmadım. Şu yaşa geldim, Türkiye’de beni şaşırtan bir yazıyla karşılaşmadım daha. O kadar sergi yapıyoruz; istiyorum ki insanlar gezsin, dolaşsın, sergi hakkında bir şeyler yazsın… Karşılık görmek çok önemli. Sizin için yazılan bir yazıyı okumak büyük bir zevk, büyük bir beslenme. Türkiye’de işler üzerine düşünen, analiz yapan bir yazar yok. Kendi kendinize çalışıp insanlara bir şey anlatıp sanat yapmaya çalışıyorsunuz.

***

BU YIL VENEDİK’TE

Bice Curiger’in küratörlüğünü yaptığı Venedik Bienali 54. Uluslararası Sanat Sergisi’nin başlığı ILLUMInations. 27 Kasım’a dek açık kalacak bienalde dünyanın çeşitli bölgelerinden 82 sanatçının işi yer alıyor. Uluslararası katılımcıların sayısı ise 89.

***

AYŞE ERKMEN

7 Ağustos 1949 İstanbul doğumlu Ayşe Erkmen 1977’de Mimar Sinan Üniversitesi Heykel Bölümü’nden mezun oldu. 1998-1999 yılları arasında Kassel Sanat Akademisi’de, 2000-2007 yılları arasında Frankfurt Staedelschule’de öğretim görevlisi olarak çalışan sanatçı; 2010'dan beri Münster Kunstakademie'de ders veriyor. Berlin ve İstanbul'da yaşayan Erkmen; Shanghai, Berlin, Kwangju, Sharjah, Christchurch Bienalleri ile Folkestone ve Echigo Tsumari Trienalleri’ne katıldı.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / HAZİRAN

Kimi Minyatürleri Kimi Dinozorları Görür


MÜZİSYEN MERCAN DEDE RESSAM KİMLİĞİYLE KARŞIMIZDA. SANATÇI, BEŞ YILLIK BİR EMEĞİN ÜRÜNÜ OLAN ESERLERİNİ 26 HAZİRAN’A DEK EKAVART GALLERY’DE SERGİLİYOR
.

Üniversite yıllarında çalıştığı mekânın DJ’i bir gece işe gelmeyince onun yerine geçen Mercan Dede (Arkın Ilıcalı), 1992’de Toronto’daki bir festivalde tekno bir parçaya ney taksimi ekleyince epey dikkat çekti ve yoluna müzikle devam etti. Yılın bir kısmını Montreal’de, bir kısmını İstanbul’da geçiren sanatçı, sıkı bir resim ve fotoğraf eğitimi almış aslında.

Ama ancak 15 yıllık bir aradan sonra öğrendiklerinin meyvesini yemeye başlamış. Fotoğraf, baskı ve resim gibi pek çok tekniğin bir arada olduğu eserlerde; ejderha, gül, King Kong, dinozor, deniz feneri, derviş dede, tren, semazen ve minyatür gibi pek çok figür var.

“Herkes kendindeki hikâyeyi görüyor. Ayna bir nevi. Biri minyatürleri, başkası dinozorları fark ediyor.” diyor ve ekliyor Mercan Dede: “Sergideki eserler 20 yıldır biriktirdiklerim sayesinde oluştu. Şu figür yıllar önce bir arkadaşımın bana gönderdiği eski bir kartpostaldan örneğin. Tahmin ediyorum 1880’lerde yaşamış bir Bektaşi dervişi o.”

DOKUNMAMAK YASAK

Serginin ismi Âşıklar Kabilesi. Eserler isimsiz. “İsme gerek yok. Her biri özgün. Bir süre sonra eserin kendisi imza yerine geçecek zaten diyor ve ekliyor sanatçı: “Çok katmanlı her biri. Üst üste öyle çok figür ve malzeme var ki… Saklı gizli bir sürü şey... Bazıları ilk görüşte fark ediliyor, bazıları baktıkça, dokundukça anlaşılacak. Bu yüzden dokunmak değil, dokunmamak yasak!”

İnci tozundan Arap zamkına, mumdan boyaya pek çok malzemenin bir arada olduğu eserlere 14 ve 50 dakikalık iki video eşlik ediyor. Videolarda da eserlerin üretim süreçleri yer alıyor.

***

MERCAN DEDE
Arkın Ilıcalı 1966 yılında Bursa’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu Gazetecilik bölümünün ardından, aldığı bir bursla Kanada’daki University of Saskatchewan’da Güzel Sanatlar bölümüne girdi. 1992 yılında Kanada’daki Concordia Üniversitesi’nin Master of Fine Arts bölümünü kazandı. 1996’da tamamladığı master programının ardından aynı üniversitede iki yıl öğretim üyeliği yaptı. Görsel sanatlar alanındaki çalışmalarına 1996 yılında ara veren Ilıcalı, Mercan Dede ismini kullanarak başladığı müzik çalışmalarını sürdürüyor.

***
NEY
Türkiye’nin Güneydoğu Akdeniz ve Ege bölgelerinde yetişen ve kargı denen bir çeşit budaklı kamıştan yapılan ney, dokuz boğumdan oluşuyor. Üzerinde altısı üstte, biri altta olmak üzere yedi delik var. Bir neyin düzgün akortlu olabilmesi için boğumlarının her birinin birbirlerine eşit olması şart. Böyle bir kargının sazlıkta bulunması ise çok nadir… Bu sebeple ney yapımcıları kaydırma denilen bir yöntem kullanarak neyin akordunu istenilen frekanslarda ayarlamaya çalışıyor. İdeal ölçülerde bir neyin fiyatı çok yüksek ve bulunması da epey zor.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / HAZİRAN

ARADIĞINIZ SERGİ DEĞİL AMA HİKÂYE BURADA

National Geographic’in 123 yıllık bir fotoğraf arşivi var. Sorumlusu Bill Bonner. 50’lerinde. Elinin altındaki tam bir hazine. 8 milyon kart baskı… Fotoğraflar; belli zaman aralıklarında, özel sebeplerle, Bonner’ın izniyle ve müthiş bir özenle günışığına çıkıyor. İçinde bulunduğumuz zamanın sebebi National Geographic Türkiye’nin 10. yaşını kutluyor olması. Hiç bilinmeyen, çekildiğinden bu yana gün yüzü görmemiş 100 kadar Türkiye fotoğrafı… ‘Görmediğimiz Türkiye’ serginin adı.

Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanan tatlı-komik bir sürü serüven… National Geographic fotoğrafçıları an’ları dondurmakla kalmamış; fotoğrafların kenarına köşesine düştükleri notlarla pek çok hikâye de anlatmış. Sergi Karaköy’deki Antrepo No 3’te. Yer kolay, mekân geniş, malzeme neşeli. Ama ne yazık ki National Geographic fırsatı iyi değerlendirememiş. Dışarıya sarı şeritler çekip içeriyi fuar alanına – okul koridoru mu demeli? — benzetmiş. Girişte solda; ‘Merhaba, National Geographic standına hoş geldiniz.’

Hoş bulmadık. Kocaman panolara yan yana, üst üste bindirilmiş bir sürü fotoğraf… Pek azı büyük ve tek başına. Yerde plastikten bir dünya, Türkiye’yi ilgilendiren bir sergide işi ne acaba? Siyah beyaz bir sergide o neden renkli sonra? Tam bir karmaşa. Eski sayıların kapaklarından sarı bir ‘Güle güle…’ çıkışta.

GİTMİYOR VE HİKÂYELERE DALIYORUZ

Metinler iyi editörlerin elinden çıkma, müzikler harika. Sırf bu yüzden gitmiyor ve dalıyoruz hikâyelere. Bir fotoğraf; 1930’lu yılların sonundan, bir balık sezonundan... Balığını kapan gelmiş, açık arttırma başlamış. Türlü çeşit deniz canlısı önce tartılıyor sonra masanın üzerine konuyor. Etrafta meraklı gözler; alan da var sadece bakan da… Mezatçı biraz yukarıda, sandalyesine kurulmuş. Yanında hükümetin görevlendirdiği bir vergi memuru, elinde kâğıt kalem. Onun yanında yine hükümetin görevlendirdiği bir başka denetçi. O onu, öbürü bunu denetliyor. İlahi!

Bir başkasında yemenici. Kunduracı yani. Şehir belli değil, tarih 1937. “Türkiye’de yemenicilik işiyle uğraşan çok.” diye başlıyor fotoğrafçının notu. Ona göre Türkler yürümeyi pek seviyor. Şehir insanı sokak ve parklarda gezinirken köylüler akrabalarını ziyaret amacıyla 10 gün sürecek bir yola düşüveriyor hiç düşünmeden/üşenmeden. At sahibi olan biri için bile bu böyle! En güzel tasvir ise şöyle: “Yaşadığı yerde ucuz, gideceği yerde pahalı olan her neyse yüklüyor atının sırtına ve çıkıyor yola.”

“Yer altı tünelinin yukarı ucunda bir tramvay sizi alıyor ve Pera’nın öbür ucuna kadar götürüyor.” diye not iliştirilmiş fotoğraflardan birinin yanına. Pera’nın ismi Beyoğlu bugün. Tünel ve tramvay güzergâhı tıpa tıp. Değişik olan insanlar. Bir de tabelalar. O zaman Osmanlıca ve Fransızca hepsi. Yıl 1928. Aynı tarihli bir başka fotoğrafın yaşadığı ise geçiş süreci. Yer Pera’da bir duvar. Elhamra ve Cine Magic afişlerindeki yazılar Osmanlıca ve Fransızca. Onların yanındaki Taksim Bahçesi ve Melek Sineması’nın afişlerindeki yazılar ise Fransızca ve Osmanlıca yanı sıra Türkçe.

İnsanı şaşırtan, gülümseten ve gururlandıran öyle çok ayrıntı, not ve fotoğraf var ki… Beyaz eldivenleriyle yolun ortasında dikilen trafik polisi, eski Diyanet İşleri Başkanlarından Ahmet Hamdi Akseki’nin franklı görüntüsü, Florya Plajı’nda kâğıt helva için pazarlık yapanlar, Bursa’nın bir köyünde camii imamından jimnastik dersi alan çocuklar… 1933 tarihli bu fotoğraftaki fotoğrafçı notu şöyle: “Küçücük köy bile modern jimnastik hareketlerinden bihaber değil. Türkiye Cumhuriyeti din ve devlet işlerini birbirinden ayırmış olsa da eğitmen eksikliği nedeniyle köy imamı hem öğretmen hem jimnastik hocası.”

MEKÂN YERİNE İNSAN

Hikâyelerin en güzel tarafı sadece insanları anlatması. Bir zamanların, dünün, dünden önceki günün insanlarını… Dedemizi, büyük büyük dedemizi, onun da dedesini… Eski fotoğraflarda bir mekânsallık vardır ya; o yok bunlarda. Neymiş, ne olmuş, şu bina yerine bu dikilmiş, şu köşe tümden gitmiş gibi şeyleri düşünmüyoruz bu defa. Nadir Ede’nin eski İstanbul fotoğraflarını bulup aynı yerlerden ve aynı açıdan çekilmiş yenileriyle birlikte sergilediği ‘Yüz Yıl Önce Yüz Yıl Sonra İstanbul’ serisindeki gibi ya da geçen yıl Fototrek Fotoğraf Merkezi’nde karşımıza çıkan Reha Günay’ın ‘Kaybolan İstanbul’ sergisinde yaptığımız gibi hani… O fotoğraflara bakarken neydi aklımızdan geçen? Neleri yakıp, yıkıp kaybettiğimiz…

Şöyle demiş zaten Günay: “Bu sergide görülen fotoğraflar 1965 yılından itibaren İstanbul’un çeşitli yerlerinde çekilmiştir. 2010 yılında tekrar aynı yerlere gittiğimde pek çok yapıyı yerinde bulamadım, hatta bazılarının yerlerini bile bulmakta zorlandım, referans noktaları kalmamıştı. Pek çok yapı da restorasyona uğramış! olarak karşıma çıktı. Eski İstanbul’la beraber bir yaşama kültürü de artık kaybolmuştu.” Peki, o kaybolan kültür fotoğraflarda var mıydı? Hayır.

Nerede vardı? Örneğin Ara Güler’de… 1950 ve 1960’larda Leica fotoğraf makinesiyle özellikle İstanbul’da bir sürü hüzünlü siyah-beyaz fotoğraf çekmişti Güler. İşte onlarda insanlar vardı, hikâyeler vardı, yaşam kültürü vardı, görsel tarih vardı. ‘Görmediğimiz Türkiye’de de var hepsi; daha fazlası, daha eskisi ve daha neşelisi… Sergi, 11 Haziran’a dek Karaköy’deki Antrepo No 3’te.

JÜLİDE KARAHAN

FOTOĞRAF DERGİSİ / HAZİRAN-TEMMUZ

18 Haziran 2011 Cumartesi

Türkiye'nin modernleşmeye ihtiyacı yok!

Beyoğlu SALT'ta Modern Denemeler proje dizisi başladı. Türkiye'nin modernizm serüvenini farklı yönleriyle ele alan projenin ilk konuğu "Dünyada birkaç ülkede kronolojik olarak yaşanmış bir süreci bütün ülkelere adapte etmeye gerek yok. Türkiye'nin gecikmiş bir modernleşmeye ihtiyacı yok." diyen Ahmet Öğüt. Onu, Hrair Sarkissian ve Gülsün Karamustafa izleyecek.

Batılılaşmanın tesirlerini ve kültürel pratikte terakki gibi olguları araştırıp soruşturup aktaran Modern Denemeler hakkındaki ilk ipuçları SALT'ın web sitesinde mevcut: "Türkiye'nin 'modern' sanatçıları uzun bir zaman boyunca fotojenik ve zoraki Batılılaşmanın taleplerine aracılık ettiler, bu akımın özneleri ve yerleştiricilerinden oldular. ... 'Angaje entelektüeller' olarak hizmet verdiler. ... Cumhuriyet projesini tümüyle içselleştirmiş çoğu sanatçı, geleneksel entelektüeller olarak üretimlerini devletin varoluş ideolojilerine mutlak bir inanç içerisinde sürdürdü. Hatta yakın bir zamana kadar, modernizme atfedilen terakki idealleri, seçkinci bir avangartlık ve genel bir sol eğilim, sorgulanmayan sabit değerlerdi. ... 1971 ve 1980 darbelerinden sonra kültürel alanın giderek çeşitlenmesi ise tüm karmaşıklığıyla analiz edilmeyi beklemekte."

Bu analizi 6 yıl önce Beral Madra yapmıştı aslında. Madra'nın Karşı Sanat Çalışmaları'ndaki 'Bir Bilanço: 80'li Yıllarda Türkiye'de Sanat Üretimi' başlıklı sergisi; kültür ve sanat dünyamızın 1980'den sonraki gelişimine ayna tutmuş, 80'lerde üretilen yapıtları belgeler aracılığıyla sunmuştu. Bu belgeler; sanat üretiminin yanı sıra o yıllardaki ekonomik, toplumsal ve siyasal altyapı da göz önüne alınarak derlenmişti. Ziyaretçilere, 1984 yılında Cumhurbaşkanlığı ve TBMM Başkanlığı'na sunulan ve 1400 aydının imzasını taşıyan 'Aydınlar Dilekçesi'ni hediye eden Madra'nın asıl niyeti; tarihsizlik ve belleksizlikten haz duyan 30-40 yaş arası sanatçılara örtük de olsa bir tepki vermekti.

ARA SOKAKLARA DİKKAT!

Sonraki kuşak daha bir bellek canlısı çıktı. Modern Denemeler'in ilk sergisi 1981 doğumlu Ahmet Öğüt'e ait. Öğüt'ün 1 Ekim'e kadar SALT Beyoğlu'nda görülebilecek 'Yokuş Boyunca' isimli enstalasyonu, yokuşta takılı kalmış modifiye bir otomobilden ibaret. 2008'de Barcelona'daki Centre d'Art Santa Mò-nica'da sergilenen eser için "Modifiye arabalar o dönemde sadece Türkiye'de değil, pek çok ülkede var. İtalya, İspanya, hatta Afrika ve Amerika. Burada Murat 131, İspanya'da Seat 131, İtalya'da Fiat 131. Önemli olan arabanın temsili. Alım gücünü zorlamadan sınıf atlatıyorsun araca. Kişiselleştiriyor, daha bir özel, daha bir sana ait yapıyorsun onu. Ama görüntü değişse de kapasite aynı. Bunun altında kamusal alanda müdahale isteği, söz hakkı talebi var bence. Kişiselleştirme hevesi de ümit ve heyecanı barındırıyor içinde. Orta sınıfın alım gücüne hitap eden, ona söz hakkı veren, bir kuşağın tarihsel ve kişisel olarak ilişki kurduğu bir araç bu, bir fenomen." diyor ve ekliyor Öğüt: "Sosyal bir hazır nesne. Kendi sosyal ve toplumsal göndermeleri bütün bağlamıyla var. İçinde kendiliğinden bir sürü anlam... Herkesin onunla kurduğu bir bağ var, konuşuyor. Bakınca okuyorsunuz. Birinin bir şey demesine gerek yok."

Neden yokuşta takılı olduğuna gelince; sen istediğin kadar değiştir dönüştür, güzelleştir arabanı; elinde değil kimi şeyler. Mesela yollar. Arabalar yollardan önce gelince yolda kalıyorlar. Tam bu noktada da modernizme bağlanıyorlar. "Türkiye'nin gecikmiş bir modernleşmeye ihtiyacı yok. Çünkü geçmişte başka ülkelerde yaşanmış bir süreç bu. Dünyada birkaç ülkede kronolojik olarak yaşanmış bir süreci bütün ülkelere adapte etmek, hepsinde olmalıdır demek ne demek? İki adım geri, bir adım ileri gitmek demek." diyor ve ekliyor Öğüt: "Modernizm üzerine söylenecek çok şey var. Filmler, belgeseller, konuşmalar, konferanslar, ses kayıtları, yorumlama rehberi, atölye çalışmaları... Bütün etkinlikleri takip ederseniz normalde edinemeyeceğiniz pek çok bilgi edinebilirsiniz. Serginin etrafında çok fazla ara sokak var."

İki not... Bir: Etkinlikler saltonline.org'dan takip edilebilir. İki: Hasan Bülent Kahraman'ın 'Türk Siyasetinin Yapısal Analizi' isimli eserinin özellikle birinci cildi yani 'Kavramlar, Kuramlar, Kurumlar' bu konuda yazılmış en anlaşılır eserlerden biridir.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 18.06.2011

14 Haziran 2011 Salı

Mimarlar mimarları eleştirdi


Mimar ve tasarımcılar, XXI Mimarlık Tasarım ve Mekân Dergisi'nin 100. sayısı için birbirlerinin eserlerini yorumladı. Son yılların en çok beğenilen yapıları arasında Ankara'daki Esenboğa Havalimanı ile İstanbul'daki çok amaçlı etkinlik merkezi The Seed var.


XXI Mimarlık Tasarım ve Mekân Dergisi, 100. sayısında mimar ve tasarımcılara birbirlerinin işlerini yorumlatan geniş bir dosya hazırladı. Mimar ve tasarımcıları yapmaya değil, yazmaya davet eden derginin seçtiği yapılar arasında; Esenboğa Havalimanı, Kemerburgaz Göktürk Evleri, Zaman'ın merkez binası, Metrocity, Galatasaray'ın Ali Sami Yen Spor Kompleksi, Forum İstanbul ve Kanyon gibi pek çok tanıdık mekân var. Doğaları gereği kamusallıkları zayıf olan binaların mecburen yorumsuz geçildiği dosyada mimarların kıymetlisinin işlevsellik olduğu bir kere daha anlaşılıyor. Aslolan; binanın, içinde yaşayanlara sunduğu konfor ve hissettirdiği duygu. Ucuz gösterişler kendini hemen belli ediyor ve eleştiri oklarının hedef tahtası oluveriyor. Bakalım mimarlar, diğer mimarların işleri için neler diyor?

Miniatürk
Murat Uluğ, ÇM Mimarlık


Korhan Gümüş: "Miniatürk ne kadar ilginç olursa olsun, bence baştan ölü doğmuş bir proje. Neden derseniz, bir kere seçkinin bütünlüğü açısından sorunları var. İlk önce Türkiye'deki anıt ve önemli eserlerin bir seçkisi olarak başlayan diziye sonradan eklenen Kudüs'teki Kubbetü's-Sahra gibi örnekler bu bütünlüğü bozdu. Eğer seçkide önemli İslam anıtları da yer alacaksa bunun da sistemli bir şekilde yapılması gerekirdi. Ayrıca eserlerin kopyalarının yer aldığı topoğrafik düzenin de bir sistemi yok. Yan yana gelişigüzel konmuş maket deposu gibi duruyor. Restoran, konferans salonları da iyi çalışmıyor. Keşke başta öngörüldüğü gibi İstanbul'un tarihsel değişimini anlatan bir senaryo kurgusu içinde adım adım bir örneklem oluşturulsaydı. ... Bence Santral'de kısa bir süre yer alan İstanbul 1910-2010 sergisi, Pera Müzesi'ndeki Sultanahmet Sergisi çok daha heyecan verici ve derinlikliydi."

Zaman Gazetesi Binası
Kadir Karakoç Zambak Mimarlık


Sait Ali Köknar: "Karmaşık bir kent yapılaşması içinde kendini basit bir fikirle çerçeveleyerek etrafından ayıran ve kullanıcısı açısından hatırlanmanın önemli olduğu durumu, yapıyı ikonlaştırarak sağlayan yapı; basit çözümleriyle çalışma mekânı standardını bir kez daha tarif ediyor. Kentteki diğer ofis yapılarında sıklıkla göremediğimiz bir okunaklılık bu."

Ali Samiyen Spor Kompleksi
Mete Arat ASP Architekten


Hüseyin Kahvecioğlu: "Mimarisinden çok konumu açısından üzerinde konuşulması gerek. Bu derece yoğun kullanıcısı olan bir yapının sert bir topoğrafya ile ağır trafikli bir otoyol arasına sıkıştırılması, ihtiyaç duyulacak dış mekânların yetersiz kalmasına neden olmuş durumda."

Hasan Çalışlar: "... Stattaki ambiyans ve akustik son derece tatminkâr. Her ne kadar oynatamadıysa da Türk sporu baştan tasarlanmış ve inşa edilmiş, dönüştürülmemiş bir stadyum kazandı. Eleştirmek gerekirse daha teknolojik bir yaklaşım ve daha ileri strüktür tasarımı beklerdim. ..."

The Seed
Nevzat Sayın NSMH


A. Defne Önen: "Yakın zamanda İstanbul'da uygulanan yapılar içinde mimarisi biraz gurme de olsa en lezzetli olanlarından biri. Çevresiyle yapım aşamasından itibaren kurduğu ilişki, malzeme kullanımındaki incelik, mekân kurgusundaki sadelik..."

Alexis Şanal: "Açık ara farkla İstanbul'daki çağdaş mimari projeler arasında en sevdiğim iş. Biçimsel cesareti, yerel inşaat yöntemlerindeki hüneri ya da malzemelerle sihirli oyunu değil onu en sevdiğim proje yapan. Her ne kadar tüm bu yönleri muhteşem olsa da The Seed'i sevmemin asıl nedeni sunduğu sofistike mekân dizilimi, insan ölçeğinin düşünülmesi ve bütünü oluşturan dinamik deneyimsel kaliteleri. Resmi kültüre karşın etkinliğin belirsizliğini önermesiyle, odaklandığı açık manzarasının ritmiyle The Seed unutulmaz, deneysel ve zamansız."


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 14.06.2011

13 Haziran 2011 Pazartesi

İçlerinde bir balık çocuk var ki…


Serginin ismi "İkisi'de Ben". 'De' dahi anlamı veren bağlaç değil; ismin hallerinden biri, bulunma hali. Aslında cümlenin anlamı belli: O da ben, bu da ben, heykel de ben, resim de ben...


"Bir gariplik yok mu burada?" diyoruz galerideki beyefendiye. "Türkçe açısından var evet ama sanatçı böyle istedi." oluyor cevabı. Sanatçı, 2010 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü sahibi Ergin İnan. Mekân, kendini bir heykel galerisi olarak tanımlayan Arte İstanbul.

"İkisi'de ben"in anlamı 'İkisi' diye bir yerde bulunan/yaşayan/kalan 'ben' olsa gerek. Gerisini; "Kendini bulma zamanlarında neyim, ne yapıyorum, nereden geliyorum, nereye gidiyorum?" gibi sorular yerine "Ben ben miyim?" diyen sanatçıya sormak gerek. "Yalnız kaldığım zamanlarda 'İlyas mı ben, ben mi İlyas?' diye sorardım." diyor ve ekliyor Ergin İnan: "Her şeyi söylemek de iyi değil ama... İkinci ismim İlyas benim. Anneannem bir rüya görmüş. Bence rüya, ona göre gerçek. Ben yeni doğmuşum, bir iki aylık ya varım ya yok. Anneannem namaz kılarken ağlamış mıyım ne, biri beşiğimi sallamış, adının Hızır İlyas olduğunu söylemiş. Anneannem namazı bitirdiğinde kaybolmuş. Oradan geliyor galiba tüm o 'İlyas mı ben, ben mi İlyas?' ve 'Ben ben miyim?' soruları."

"Siz, siz misiniz?" diye devam ettiğimizde "Olmaya çalışıyorum. En çok resimlerin içinde kendimim. Hatta garip gelebilir ama resim yaparken tam anlamıyla o resimim." oluyor İnan'ın cevabı.

Sergide 60-70 kadar eser var. Çoğu yeni; ilk defa sergileniyor hatta. Yarıdan fazlası heykel; çok küçükten çok büyüğe... Gözümüz heykellerden ziyade resim ve desenlerde... Bizim gözümüz ama. Hele o 2010 tarihli küçük desenleri; içlerinde bir balık çocuk var ki... O kocaman 'Cansız Yüz'den de el yapımı kâğıt üzerine karışık teknik tablolardan da daha bir kendisi. Ergin İnan'ın yani. Serginin son tarihi 29 Temmuz.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 13.06.2011

12 Haziran 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: TORUNLAR, ANNELER, ANNEANNELER

Geçtiğimiz çarşamba İstanbul sanat ortamının kafası biraz karışıktı. Çünkü aynı akşam 5 ayrı mekânda 3 ayrı serginin açılışı vardı ve herkes hepsini merak ediyordu. Günün sonunda, erken ya da geç, herkes hepsine gitti.

'Sanata demokrasi geliyor' ve 'Şehrin yeni sanat geleneği' sloganlarıyla yola çıkan 'İstanbul Yaz Sergisi'ndeki kalabalık bir başkaydı. İçeride 2000 kişi rahat vardı. Torunlar, anneler ve anneanneler hep birlikte gelmişti. Torunlar eser sahibi, anneler refakatçi, anneanneler ise birer alıcı adayı olarak... Sergi; genç, öğrenci, tanınmış, tanınmamış fark etmeksizin başvuran herkese kapılarını sonuna kadar açmıştı. Kapıdan Royal Academy Okulları Başkanı Eilen Cooper'ın başkanlığındaki jürinin onayını alan 300 sanatçının 500 eseri geçmişti.

Kapı, Karaköy'deki Sanat Limanı'na ait. Aralık sonunda gerçekleşen Çocuk ve Gençlik Bienali bittiğinden beri kapalı olan Sanat Limanı, 15 Temmuz'a kadar Yaz Sergisi vesilesiyle açık kalacak. Sonra? Karşılaştığımız bir 2010 yetkilisi, "Bu biter bitmez bienal hazırlıkları başlar. Sonrası için de belediyeyi itekliyoruz ama bakalım... Galataport var ayrıca. Seçimlerden sonra bir hareketlenme olur o konuda..." diyor. Evet ya, unuttuk biz onu. Galataport... Antrepo 5, 3, 4... Bütün buralar, İstanbul Modern... Yerle yeksan. Biz tam bunları konuşurken serginin düzenleyicileri -Time Out İstanbul ve Beyaz Art yetkilileri- açıklama yapıyordu bir televizyon kanalına: "Belki de ilk kez bir karma sergide gençler ve tecrübeli sanatçıları hiyerarşi gözetmeksizin bir araya getirmeyi; özellikle, galerilere giremeyen ve çok istedikleri halde sergi açamayan isimlere destek olmayı başardık. Bundan sonra her yıl düzenli olarak devam edeceğiz sergiye. Gelenekselleşecek, bir şölene dönüşecek gitgide..."

İkinci ve üçüncü durak

İkinci durak yediden yetmişe herkesin diline 'Bir gün herkes on beş dakikalığına meşhur olacak.' sözüyle yerleşen Andy Warhol'un sergisi. Onun eserlerini bir 15 dakikalığına görmek için hangi galeriye gitmeli? Açılış Galerist'in üç mekânında eşzamanlı. Galatasaray ve Tepebaşı'nda filmler; Akaretler'de ise polaroidler... Filmleri izlemek için geniş geniş vakitlere ihtiyaç olduğundan çoğunluğun tercihi Akaretler'di. Orada da "Filmler zaten kopya. Polaroidlerin de -ışığa duyarlı olduklarından- kopyaları tercih edilmiş. Ne anladık!" gibi şeyler konuşuluyordu ama öyle olur mu, hakkı hukuku için aylardır uğraşıyor galeri. Ayrıca bunca kapsamlı bir sergi; çok zor bir daha. Serginin ismi 'Warhol Hareket Halinde'; son tarihi 9 Temmuz.

Son durakta mazbut ve masum bir sergi; isminden belli: 'Canım, lütfen yapma'. Sergide sanat eleştirmenlerinin imgeleri, sanatçılarınsa metinleri var. Bir tersyüz etme, bir rol değişimi, bir rollerin yerinden edilmesi hali. İsmi de, biri çıkar da şöyle yüksek tonla 'Sanat eleştirmenlerinin sergisi mi olur!' derse'nin peşin peşin cevabı: 'Canım, lütfen yapma'. Proje4L / Elgiz Çağdaş Sanatlar Müzesi'nin proje odalarındaki serginin en sevimli işi Osman Erden'in 'O Kadar Yalnızım ki' yerleştirmesi ve ona eşlik eden aynı konulu bir arkadaş bestesi. j.karahan@zaman.com.tr

***

Çivisiz teknelerle Yunan adalarına


Sakıp Sabancı Müzesi'nde 28 Ağustos'a dek görülebilecek bir sergi var. İsmi kısaca 'Karşıdan Karşıya', içinde 340 eser... Biri var ki, aslına uygun 14 metrelik bir Kiklad teknesi... Üzerinde tek bir çivi yok. Halatlarla birbirine bağlanan tahtalardan menkul. Halat ve tahtalar suya girince şişerek birbirlerine temelli kenetleniyor ve kesinlikle su sızdırmıyor. Ataları, Ege Denizi'nin iki yakasını buluşturan tek ulaşım aracı olarak hizmet vermiş yıllarca. Ankara Üniversitesi Sualtı Arkeolojik Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından inşa edilmişler, çok güvenliler. Dr. Hayat Erkanal anlatıyor: "Biz daha evvel Foça'dan Marsilya'ya gittik bunlarla. 2 ayda. Bu yıl da eylül ayında Yunan Adaları'na gideceğiz. Hazırlıklar sürüyor. Bakalım..."

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 12.06.2011

11 Haziran 2011 Cumartesi

1350 YIL ÖNCE YOLA ÇIKTI, ANADOLU'YA YENİ ULAŞTI


1350 yaşındaki 'Deve Üstünde Türk Tüccarı' heykeli, 4 gün önce Türkiye'ye geldi. Galeri Artist'in sahibi Dağhan Özil'in Paris'te bir müzayededen satın aldığı heykel, Çinliler tarafından yapılmış; 14 asır önce Orta Asya'da süregelen yaşantıyı bugünlere taşıyor. Türkiye'de benzeri bulunmayan heykelin işçiliği ve canlı renkleri, sanatkârının elinden henüz çıkmış izlenimi uyandırıyor.


Sanat eseri ve antika satıcısı Collin du Bocage, 25 Mayıs'ta Paris'te gerçekleşen bir müzayedede elinden pek değerli bir parça çıkardı. İsmi 'Deve Üstünde Türk Tüccarı'. 618-907 yılları arasında hüküm süren Tang Hanedanlığı zamanından kalan eser 1350 yaşında. İnceleme ve analizleri Ralf Kotalla Laboratuvarı'nda yapılmış; artı eksi yüzde 20'lik bir yanılma payı not düşülmüş rapora.

'Deve Üstünde Türk Tüccarı', 4 gün önce Türkiye'ye geldi. Şu anda Fulya'daki Galeri Artist'in kütüphanesinde masanın üzerinde... Galerinin sahibi ve koleksiyoner Dağhan Özil hikâyeyi şöyle anlatıyor: "Paris'ten Kerem Topuz aradı beni. 'Çok değerli bir parça var, deve üzerinde bir Türk figürü, 1350 yaşında. Satılacak, ne yapalım?' dedi. Fotoğrafını gönderdi, ben günlerce heyecandan uyuyamadım. Bunca yıllık koleksiyonerim, böyle bir hafta geçirmemiştim. 'Ne kadar olursa olsun alalım.' dedim. Düşünün! Türklerle ilgili bildiğimiz en eski kanıt Orhun Kitabeleri. Ondan öncesine dair bir şey yok. Hiçbir müzede o dönem Türk yaşantısına dair bir şey görmedim ben. Türklerle ilgili bilgimiz Çin kayıtlarındakilerle sınırlı. Bir görsel malzeme zaten yok. Türklerin o günkü sosyal yaşantısını, zenginliğini ve estetik zevkini anlatan bir parça bu. 600'lü yıllarda Çinliler yapmış. Bir kanıt. Türk varlığına, Türklerin zenginliğine dair. Çok zengin bir figür bu. Devenin üzerinde zengin bir Türk taciri, hafif göbekli. Bir gömütten çıkmış, Paris'e gitmiş. Oradan da bize geldi."

Eseri gördüğümüzde ilk tepkimiz "Bu 1350 yaşında mı?" oluyor. İnanılır gibi değil. Pırıl pırıl... İşçiliği o kadar ince, renkleri o kadar canlı ki... İki hörgüçlü deve üzerinde bir adam. Zengin olduğu belli. Kıyafeti, çarıkları, şapkası, heybesiyle gerine gerine oturmuş devesinin üzerine. Hafif göbekli. Ceketi işlemeli. Elleri havada, deveyi sürüyor. Devenin incecik kuyruğu sapasağlam. Dişleri, dizleri, tırnakları öyle bir özenerek yapılmış ki... Şaşırıyor insan.

"Ne kadara aldınız?" diyoruz. "Gerçek değerinin çok altında bir fiyata." diyor ve ekliyor Dağhan Özil: "Çok ucuza aslında. Neden? Türk diye almadı Avrupalılar. Eğer üzerindeki figür Çinli olsaydı ooo... Çok yükselirdi fiyatı. Üzerinde Türk figürü olduğu için işte. Sevmiyor Avrupalı. Türk. Sakalları, bıyıkları, heybeti, sarığıyla... Müslüman olmadan önce de sakal ve bıyık bırakıyorlarmış demek. Ne kadar da zenginmiş. Yaşıyla, bulunduğu bölgeyle, kendisiyle ilgili 15 sayfalık bir açıklama var. Profesörler toplanmış yazmış. İsmini koymuşlar: 'Deve Üstünde Türk Tüccarı'."

Dağhan Özil'in tek derdi eseri nasıl sergileyeceği şimdi. "3 ay uğraşırım; nasıl sergileyeyim diye. Önce galeride sergilenecek elbette. Sonraki yıllarda hazırlıkları devam eden müzeme koyacağım ama... Tek başına bir oda lazım buna. Çok naif bir eser; nasıl gelmiş bugüne hayret ediyorum. Hafif bir sallantı olur da düşerse diye çekiniyorum. Ona göre bir düzenek bulacağım."

Hacettepe Üniversitesi'nde Türk Tarihçisi Doç. Dr. Erkin Ekrem'e gönderiyoruz eserin fotoğraflarını. Doğruluyor Ekrem: "İki hörgüçlü deve bir tek Orta Asya'da var zaten. Üç temel renkteki toprak pişirmeli bu tür heykellere Çince Tang Sancai denmekte. Çin ve Japonya'da benzerlerini gördüm ama Türkiye'de hiçbir müzede yok. Çok kıymetli. 1350 yaşında, Tang Hanedanı zamanından. Figürü Soğd kökenli bir tacire benzetiyorum daha çok. Soğdlar Göktürk ve Uygurlarla yakın ilişkiler içindeler, onlara elçilik ve muhasebe hizmeti veriyorlar. Hatta Orhun yazıtlarından önce Göktürkler Soğd alfabesi kullanıyorlar."

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 11.06.2011

9 Haziran 2011 Perşembe

Hayalet Havaalanı'na sanat uçuşu

1968'de bölgenin en görkemli havaalanları arasında yer alan Kıbrıs'taki Lefkoşa Uluslararası Havaalanı, aradan geçen 37 yılda harabeye döndü. 1974'ten beri ulaşıma ve sivillere kapalı olan liman, bilim kurgu filmlerinin setlerini andırıyordu. Hayalet mekân, şimdi sanatçılar için bir hareket alanı haline gelecek. Havaalanı belleğine dayanarak hazırlanan sergi 23 Eylül'de arabölgede açılacak.

Lefkoşa Havaalanı bir zamanlar ülkeye giriş ve çıkış için merkezi bir kapı olarak kullanılıyordu. Şimdilerde içi boş olan yapının önemi, ada sakinlerinin çocukluk anılarında hapsolmuş durumda. Mimarisiyle zamanında epey övgü almış terminal binası çürümeye bırakılmış halde bekliyor. 1974 Temmuz'undan bu yana ara bölgede, yerel halkın ulaşımına kapalı bulunan Lefkoşa Uluslararası Havaalanı, 37 yıldır BM'nin kontrolü altındaki mekansal bir düzenin ipuçlarını barındırıyor. Havaalanı, korumak üzerine sorularla kuşatılmış bir bilmece gibi duruyor. Korumak. Koruyamamak. Üstü örtülü. Açığa çıkarılmış. Kimin için, kimden korunmuş?

Başak Şenova ve Pavlina Paraskevaidou havaalanından aldıkları ilhamla araştırmaya dayanan bir projenin temellerini atıyor; ismi UNCOVERED. Havaalanını çıkış noktası olarak alan UNCOVERED, adanın her iki tarafından sanatçılarla çalışarak, uzun süredir devam eden belirsiz durumlara dair eleştirel bakış açılarını bir araya getiriyor. Projenin birinci aşamasında yerel bakış açılarının geliştirilmesi üzerinde duruluyor.

Birinci aşamanın ilk sergisi 23 Eylül'de arabölgede yapılacak. Sergiye Erhan Öze, Zehra Sonya, Gür Genç, Görkem Müniroğlu, Emre Yazgın, Özge Ertanın, Oya Silbery, Xenios Symeonides, Gökçe Şekeroğlu, Vicky Pericleous, Socratis Socratous, Andreas Savva, Demetris Taliotis, Constantinos Talioti ve Orestis Lambrou katılacak. Uluslararası bir konferans ve bir kitapla ilk aşama tamamlanacak. İkinci aşamada ise projeye uluslararası ortaklar dahil edilecek ve panel, uygulamalı çalışmalar ve yayınlar aracılığıyla durum analizi üzerinde yoğunlaşılacak.

Temelini 'bellek inşası', 'ortak yönler' ve 'kontrol mekanizmaları' terimlerinin oluşturduğu proje, zaman içinde donmuş bu mekan üzerinden yirmi-otuz yılda adada dönüşen kontrolün işleme mantığını araştırıyor. Projenin iki ayrı aşamasının üç yıllık bir süreye yayılması planlanıyor. Projenin ortakları Akdeniz-Avrupa Sanat Derneği, Pharos Sanat Vakfı ve Anadolu Kültür. Sergi, BM İyi Niyet Misyonu ofisinin himayesinde UNDP-ACT'in desteği ile açılıyor.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 09.06.2011

5 Haziran 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: BİZDEN ÖNCE DAVRANAN BİRİ VAR: BİR DİNOZOR

İstiklal Caddesi'ndeki Borusan Müzik Evi'nde bir sergi var, Algıları alaşağı ediyor. İsmi, Madde-Işık II. Malzemeleri video, ses ve ışık.

Karaburun'daki evlerden birinin bahçesinde söylenip duruyordu yaşlıca bir teyze. Hayırdır? "Bu domates fideleri de tutmadı gitti. Suluyorum suluyorum tık yok. Sabah başlarını kaldırmaları lazım normalde... Güya köyden aldım tohumları." Yan evin sahibesi yetişti: "Sudan kıstın sen, sudan kıstın..." Hayat boyu hiç domates fidesi görmemiş biz, bir dertlendik bir dertlendik. İstanbul'a döndük geldik, aradık sorduk. Bir tatlı neşe teyzede, geçen sabah canlanıvermişler.

Şimdi biz hayatımızda hiç domates fidesi görmedik diye merak edemez miyiz o küçük bahçede olan biteni... Şimdi o teyze hayatında hiç sergi görmedi diye merak edemez mi İstanbul'da akşama dek ne yaptığımızı... Hep denir; falanca köydeki ne yapsın bu sergiyi? Biz de yiyemeyeceğiz o domatesleri ama vallahi de, billahi de merak ettik. O da ediyordur.

Ne işe yarayacaklar?

Borusan Müzik Evi'ndeki Madde-Işık II isimli sergi geçen hafta açıldı ama haftalar öncesinden etrafa merak tohumları saçıldı. Sebebi geçen sene gerçekleşen Madde-Işık I'in dillerden düşmeyen ünü. Tam 35 bin kişi gezmiş onu. Malzemeler aşağı yukarı aynı: Video, ses, ışık... Sergi 5. kattan başlıyor. Çok iyi düşünmüşler bunu. Alışveriş merkezlerini de öyle gezmez miyiz? Önce asansörle en üst kata çıkıp sonra yavaş yavaş merdivenlerden inerek...

Asansör kapısı açılınca mavi ışıklı bir araba... Ama binemiyoruz ona çünkü bizden önce davranan biri var: Bir dinozor. Evet, arabanın içindeki bir dinozor iskeleti. Böyle bir gariplik olabilir mi? İşin ismi eski çağlardan beri böcekleri koruyan reçineninki gibi: 'Amber'. Bir not: Sonradan öğreniyoruz ki arabanın içinde iskelet neyim yokmuş; ışık ve reçinenin marifetiymiş bu. Algılarımız alaşağı. Bir başka not: Girişte dağıtılan broşürü muhakkak almalı çünkü çoğu şey göründüğü gibi değil. Sergi kapkaranlık. Görevli, el feneriyle yol gösteriyor ve anlamsız anlamsız baktığımızı görünce "İsterseniz rehber çağıralım, ücretsiz." diyor. "Yok..." deyince de halimize üzülüp anlatıyor: "Bakın bu, Afganistan'da bir komutanı öldüren kamera. İki El Kaide intihar bombacısı gazeteci gibi davranıp röportaj bahanesiyle... Kamera da parçalanmasına rağmen çekime devam etmiş üstüne. O kamera bu kamera işte!"

"Yok canım; sanatçı esinlenmiş, bir benzerini yapmıştır..." diyor ve arkamıza bakmadan uzaklaşıyoruz ki bir gürültü bir gürültü... 4 yazıcı konser veriyormuş. Nasıl? Her harfin kendine özgü bir sesi varmış aslında. Onları nota gibi kullanıp beste yapmış ve yazıcıların başlarındaki mikrofonlar yardımıyla sesi bize ulaştırmışlar. Müzikal açıdan pek iç açıcı sayılmaz ama bir harfin yazıcıdan kendine özgü bir sesle çıkıyor olması... Çok şaşırtıcı.

"Ne anlatıyorlar, ne işe yarayacaklar?" demiyoruz çünkü küratör Richard Castelli, baştan uyardı: "Bir şeyi anlatmak için değil kendileri olarak buradalar. Şunu bilin yeter: Madde ışıkla, ışık da maddeyle var." Sergi için son tarih 25 Eylül.

***

Pembe renkli salyangoz ailesi

Yağmur yağıyorsa ve ağaçlık bir yerden geçiyorsanız ve hava kararmışsa çok dikkatli olmalısınız. Çok! Çünkü her an bir salyangozu evinden edebilirsiniz. Çıtırt diye bir ses duydunuz bittiniz, vicdanen. Geçtiğimiz perşembe başlayan ve bugün akşama dek sürecek Bebek Şenliği'nin erkenci misafirleri arasında bir salyangoz ailesi var. Bu defa yürürken çekinmenize gerek yok çünkü bunlar pembe renkli ve dev gibi. Herkesin gözü üzerlerinde, nazara gelecekler bu gidişle. Bir hanım "E bunları alıp giderler gece..." diyor; bir çocuk "Şimdi kendilerini görüyorlar mıdır acaba?" diye soruyor. Kimler? "Gerçek salyangozlar." Niye gelmişler? Azıcık yavaşlayalım diye. 1993'te Milano'dan çıkmışlar; Fransa, Belçika ve ABD derken İstanbul'a varmışlar. İlk durakları Bebek Parkı. Sonra Nişantaşı, Bağdat Caddesi, Yeşilköy, Bahçeşehir ve Toskana Vadisi'ni dolaşacaklar. 3 Temmuz'a kadar. Öğütlerine kulak vermeli!

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 05.06.2011

1 Haziran 2011 Çarşamba

Müzelerin teknoloji rekabeti


Türkiye müzelerinde teknoloji rekabeti başladı. Pek çok müzemizde pek çok değişik uygulama var. Arkeoloji müzesi diye giriyorsunuz; ilgi çekici, interaktif ve eğlenceli bir sürü yeni medya işiyle oynayıp çıkıyorsunuz. Ziyaretçilerine hoşça vakit geçirterek eğitmek isteyen müzeler en ilginç, en yeni ve en heyecanlı sergileme tekniklerinin peşinde!


Geçtiğimiz günlerde açılan Eskişehir Eti Arkeoloji Müzesi'ndeki birbirinden ilginç teknoloji uygulamaları herkesin dilinde. Müzenin bu konudaki tek alamet-i farikası Başbakan'ın da başından ayrılamadığı gerçek zamanlı arkeolojik köy gezisi değil. Merak edenler için oradaki olay şu: Küçük bir at arabasına biniyor, dizginleri kavrıyor ve önünüzde uzanan arkeolojik köyü bir baştan bir başa dolaşıyorsunuz. Çamaşır yıkayan kadınlara, oyun oynayan çocuklara ve hatta bayırları saran kırmızı lalelere baka baka... Müzenin diğer uygulamaları arasında; ayaklarınızın altında kaçışan sikkeler; sayfalarını elinizin rüzgârıyla çevirdiğiniz kocaman bir dijital kitap; içinde heykeller, yüzükler, takılar ve çömlekler olan çift katmanlı bir hologram var.

"Yeni medya uygulamaları eğitici olduğu kadar da eğlenceli. Aslına bakarsanız eziyetli bir teknoloji. Eserleri tek tek modellemek gerekli." diye söze başlayan ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümü öğretim görevlisi Refik Toksöz'e göre yakında müzelerde teknoloji savaşları başlayacak. Neden? Cevap yine Toksöz'den: "Çünkü mesela bir müzeye bir uygulama yapıyoruz. Çok iyi oluyor. Tembihliyor müze: Aman bundan başka yerde olmasın, tek bizde olsun."

Geçmiş olsun. Pek çok müzemizde pek çok değişik teknolojik uygulama var artık. Arkeoloji müzesi diye giriyorsunuz; değişik, ilgi çekici, interaktif ve eğlenceli bir sürü yeni medya işiyle oynayıp çıkıyorsunuz.

GEÇMİŞİ TEKNOLOJİYLE ANLATMAK

Yeni medya uygulamalarından bol bol nasiplenenlerin başında Eskişehir Eti Arkeoloji Müzesi'nin yanı sıra Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi, Kaman Kalehöyük Arkeoloji Müzesi, Beypazarı Kent Müzesi, Galata Mevlevihanesi Müzesi ve Topkapı Sarayı Silahlar Bölümü var.

Geçtiğimiz günlerde adından epey söz ettiren Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi'nin en dikkat çeken uygulaması şu: 'Dyonsos'un Düğünü' mozaiğinin çalınan bölümünün fotoğrafı, eksik olan kısmı belli aralıklarla lazer yöntemiyle yansıtılıyor; definecilere ve eski eser kaçakçılarına ders verircesine... Müzede ayrıca 3 boyutlu film gösterileri, tabanlara yerleştirilmiş ışık oyunları ve interaktif mozaik panolar bulunuyor.

Bir başka yeni medya uygulayıcısı da geçtiğimiz yıl açılan Kaman Kalehöyük Arkeoloji Müzesi. Ziyaretçiler; Hitit, Demir çağı ve Osmanlı döneminde yerleşim bölgesi olan Kalehöyük'ü 3 boyutlu ve gerçek zamanlı dolaşabiliyor. Ayrıca bölgede bulunan önemli mühürleri büyütülmüş halleriyle inceleyebiliyor. Bu çok önemli çünkü son derece küçük olan mühürlerin hem altındaki desenin hem de ince bir işçiliğin ürünü olan sap kısmının ziyaretçiler tarafından görülebilmesinin başka bir mümkünü yok. Tekniğin adı etkivizyon.

Beypazarı Kent Tarihi Müzesi'ndeki uygulama ise insanı 1900'lü yılların başındaki Beypazarı sokaklarına götürüyor. Tarihi İpek Yolu üzerindeki binlerce yıllık geçmişe sahip Beypazarı'nın en meşhur konaklarını, sokaklarını ve yaşam alanlarını gerçek zamanlı ve 3 boyutlu gezebiliyor ziyaretçi.

2007'den beri kapalı olan ama önümüzdeki günlerde Başbakan'ın da katılacağı bir törenle açılması beklenen Galata Mevlevihanesi Müzesi'nde; eskiden dervişlerin hücresi olarak kullanılan bölümlerde Mevlevilik anlatılıyor. Enine boyuna... Balmumu heykeller, canlandırmalar ve panolar bir yana; odalardan birinde sürekli dönen bir semazen bulunuyor.

Önümüzdeki günlerde yine Başbakan tarafından açılacak Topkapı Sarayı Silahlar bölümü ise tam anlamıyla teknolojiye teslim. Muhtelif yansımalar, mehteran takımı canlandırması, 3 boyutlu askerler; daha neler neler... Söylenecek tek şey: Bugüne dek geleceği yakalamak için kullandığımız teknoloji, şimdi geçmişi anlamak için hizmetimizde!

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 01.06.2011