31 Temmuz 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: Sanırsınız heykeller canlı


Herkeste bir tane olsa aslında... Hem kârlı hem teşvik edici. Denk geldi aldınız ve cüzdanınıza koydunuz diyelim; artık müzelere daha çok gitmek için küçük ama güçlü bir nedeniniz var: Müzekart+


Kültür ve Turizm Bakanlığı'na ait 300'ü aşkın müze ve ören yerini ücretsiz gezmenizi vaat edip cüzdanınızda kış uykusuna yatmayan Müzekart+, vıdı vıdı konuşuyor sürekli: "Bana şu kadar ödedin, bir yerlere gitmelisin, gitmelisin!" O yerler arasında İstanbul Modern, Pera ve santralistanbul gibi özel müzeler de var. Bir de opera ve tiyatro temsillerinde ciddi indirimlerle kafe ve hediyelik eşya dükkânlarında bir sürü avantaj... Kartın kendisi 40 lira, ömrü bir sene, baskısı 10 tarih öğretmeni gücünde.

Geçen hafta Arkeoloji Müzesi'nde tüm bunların ve daha fazlasının anlatıldığı bir basın toplantısı yapıldı. Bir kalabalıktı, bir kalabalık... Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'dan önce Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği Başkanı Başaran Ulusoy konuştu: "En önemli işimiz ürün satmak. Ürünümüz; kıyılarımız, müzelerimiz, otellerimiz. 1493 gündür bakanlıkla işbirliği içindeyiz; milyonlarca lira harcayarak müzelerimizin modernizasyonunu tamamladık."

Tam bu noktada mekân değil ama zaman değiştiriyor ve iki saat önceye gidiyoruz. Arkeoloji Müzesi'nde gün bitmiş, çalışanlar akşamki toplantının telaşında. Tabaklar geliyor, bardaklar gidiyor... Yalnız bir şey var; herkes müzenin kapı eşiğinde durmak istiyor. Sanırsınız içerideki heykeller canlı, insanın üzerine üzerine geliyor. Sonradan anlaşılıyor: İçerisi fena sıcak. Kapı pencere açmak faydasız. Turistler bir tek girişte çokça ve hoşça vakit geçiriyor. İçerileri hızlı hızlı gezmek durumunda kalıp görevlilere patlıyor. Vestiyerin oradaki defter ağzına kadar şikayet dolu. Havalandırma mı, klima mı, vantilatör mü... Bir şey lazım galiba.

***

Ziyaret etmeyen kaldı mı?

İstiklal Caddesi, bu kadar kalabalık bir başka sergi daha gördü mü acaba? Sergi, Patricia Piccinini'nin 'Beni Bağrına Bas'ı. 21 Haziran'dan beri Arter'de devam eden sergiyi şu ana kadar neredeyse 30 bin kişi gezdi ki, buna güvenlikten geçerken sohbeti bırakamadıkları için tek kişi gibi algılananlar dâhil. Daha hâlâ o kalabalığa karışmadıysanız, sadece 21 gününüz kaldı. Bizden hatırlatması.

***

Bir hesap daha kapanıyor


Uluslararası Antalya Film Festivali ekibini aradık, programı istedik. Olmaz dediler; ser verdiler sır vermediler. 26 Temmuz akşamı Haliç Kongre Merkezi'ndeki toplantıya gelmelisiniz dediler. Gittik. Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Antalya Kültür Sanat Vakfı Başkanı Prof. Dr. Mustafa Akaydın, şaşkın ve mahzun bakışlı martı eşliğinde her şeyi tek tek anlattı: "Festivalimizin teması 'Ve kadın dünyaya dokundu'. Bu yıl portakal ve kadın bir arada." Öylesine bir tema değil bu, festival neredeyse tümüyle kadınlar üzerine. Türkiye Kadın Zirvesi bile yapılacak, o derece.

Başkanın "Ödülümüz zam gördü, birinci gelen filmin parası 350 bin liraya çıktı." açıklamasından daha çok alkış alan bir şey vardı gecede. O da Altın Portakal'ın 12 Eylül'ün hesabını kapatacak olması. Hesabın açıldığı tarihe, yani 1979'a gidelim. Festival daha 16'sında. Yarışmaya katılan üç film; Yavuz Pağda'nın 'Yolcular'ı, Yavuz Özkan'ın 'Demiryol'u ve Ömer Kavur'un 'Yusuf ile Kenan'ı sansür kurulu tarafından kesilip biçilmenin eşiğinde. Bu durum karşısında yapımcı ve yönetmenler tası tarağı toplama düşüncesinde. Jüri üyeleri de öyle... Festival iptal.

Ertesi yıl festivali bir başka talihsizlik beklemekte. Bu defa her şey normal seyrinde. 13 Eylül'deki açılışa bir gün kala herkes Antalya'da. Ve sürpriz: 12 Eylül müdahalesi ve sıkıyönetim. Bir iptal daha...

Şimdi sıra bu yılda. 8 -14 Ekim tarihleri arasında gerçekleşecek festival, o iki yılın filmlerini ve jürisini bir araya getiriyor ve zamanı geri sarıyor. 'Geç Gelen Ödüller' başlığıyla herkese hakkını teslim etmek ve geçmişle yüzleşmek niyetiyle... Başkana son bir soru: "Festivale Kenan Evren'i davet edecek misiniz?" Cevap: "Netekim düşünüyorum."

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 31.07.2011

28 Temmuz 2011 Perşembe

Her türlü teknik destek verilir!

Avrupa Kültür Programı, Avrupa Birliği ve Türkiye'de kültür sanat alanında yürütülen hibe programlarından biri. 2007'den beri devam eden programın 2011 yılı teklif çağrılarına ilişkin tanıtım toplantısı önceki gün yapıldı. Projesi olanlar ve destek almak isteyenler 5 Ekim'e kadar başvurmalı. Her türlü soru, sorun ve teknik destek için adres: Kültürel İrtibat Noktası.



Aklımızda bir fikir vardır. Çok harikadır, hatta mükemmeldir. Ama ah... Para yoktur. Bi olsa! Bi sponsor çıksa, birileri destek atsa, hibe etse hatta... Avrupa Kültür Programı, Avrupa Birliği ve Türkiye'de kültür sanat alanında yürütülen hibe programlarından biri; tam da o beklenen fırsat gibi. Üç amacı var: Sanat eserlerinin uluslararası ortamda dolaşması, insanların yani sanatçıların uluslararası ortamda dolaşması ve karşılıklı diyalog.

2007-2013 yıllarını kapsayan altı yıllık zaman aralığında kültür-sanat etkinliklerine verilmek üzere ayrılan para 400 milyon Euro. Fondan sadece üye ülkeler değil, aday ülkeler da yararlanabiliyor; yani Türkiye de... Programın Türkiye ayağını Kültür ve Turizm Bakanlığı yürütüyor. Bir de Kültürel İrtibat Noktası isimli bir birim var, bu fondan daha fazla yararlanılması ve kurumların bilgilendirilmesi için. Hale Ural ve Hakan Tanrıöver, Nokta'nın çalışanları. Teknik destek vermenin yanı sıra gerektiği durumlarda yabancı proje ortağı bulunmasına da yardımcı oluyorlar. Kendilerine gelen başvuruları sisteme uygun hale getirmeye epey hevesliler. Bu niyetle eylülün ilk haftasında proje yazma eğitimi verecekler. Projesi olup da hazırlıkları devam edenleri ve teknik destek almak isteyenleri bekliyorlar; bir an önce yalnız çünkü kontenjanları 25 kişiyle sınırlı. Türkiye'den çıkan projeler bugüne kadar Avrupa Kültür Programı'ndan 12 milyon Euro destek aldığına göre, kısa da olsa yol kat etmişler.

2011 yılı başvuruları için son tarih 5 Ekim. Prosedürler biraz karışık. Anlaşılan noktalar arasında; şahıslar değil, tüzel kişilerin başvurabildiği, başvuranların uluslararası ortaklar bulması gerektiği ve projenin Avrupa ortak mirasına katkı yapması beklentisi var.

Hangi projeler daha şanslı sorusunun cevabı aşağı yukarı şöyle: Diğer ülke ve kurumlarla işbirliği içinde olanlar, faaliyetlerini düzenli ve net bir şekilde sonuçlandırabilenler ve teknik kriterleri yerine düzgünce getirebilenler. Konu sanat olduğu için içerikle ilgili herhangi bir kıstas ya da öngörü söz konusu değil.

Tiyatrolar, dans grupları, müzeler, belediyeler, üniversiteler, araştırma merkezleri, vakıflar, dernekler ve enstitüler başvuru yapabilir. Şimdiye dek en çok başvuru özel müzeler tarafından yapılmış. Üniversitelerden ise neredeyse tık yokmuş. Projesi olanlar ama nasıl toparlayacaklarını bilmeyenler ya da dört başı mamur dosyalarını çekmecelerinde bekletenler Şişhane'deki binasında hayatını sürdüren Kültürel İrtibat Bürosu'na gidebilir ya da www.ccp.gov.tr adresine tıklayabilir.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 28.07.2011

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Şaire daktilosunu sormuşlar!..

Garip ama gerçek: Hindistan'daki dünyanın son daktilo fabrikası artık sipariş almadığı gerekçesiyle kapanır kapanmaz her yerde bir daktilo nostaljisidir başladı! Herkes daktiloya övgüler diziyor, daktilo ile yazarların sayısı artıyor. İki aylık şiir dergisi Yasakmeyve, son sayısında daktilo tuşlarının sesine kulak kabartmış. 'Şair ve Daktilosu' başlıklı dosya, daktilo konusunda en lirik sözleri edebilecek isimleri ağırlıyor. Tabii ki Necatigil'in 'Daktilo' şiiriyle başlıyor dosya: "Bana pek sert vurmuşlar bir yerlerim ağrıyor"

Dünyanın son daktilo fabrikası Godrej and Boyce geçtiğimiz aylarda kapısına kilit vurduğunu açıklamış ve böylece daktilonun da devri -pek çok şey gibi - kapanmıştı. 2009'a kadar 12 bin civarında daktilo üreten Hindistan'daki fabrikanın sözcüleri, son iki yılda bu rakamın epey azaldığını ve geçen yıl sadece 800 daktilo satabildiklerini, bu yüzden de üretimi durdurma kararı aldıklarını söylemiş ve eklemişti: "Elimizde kalan son sipariş bir Arap ülkesinden geldi. O da 200 adet. Teslimattan sonra üretim yapmayacağız."

Fabrika bu açıklamaları yapar yapmaz bir şey oldu dünyada. Herkes daktiloyu konuşmaya, özlemeye başladı. Hatta bir New York Times haberine göre, yazısını daktiloda yazanlar her geçen gün çoğalıyor ve daktiloseverler, çay bahçeleri ve kahvehanelerde buluşup takır tukur bir şeyler yazıyorlardı.

Türkiye'de de öyle ama biraz süs niyetine. Entelektüellerin müdavimi olduğu kafelerin bir köşesinde muhakkak eski bir daktilo oluyor, öyle tozlu tozlu duruyor. Her gün tozu silinip işleyenlerin en bilineni Selim İleri'nin evinde. İleri, yazılarını itinayla daktiloda yazıyor hâlâ. Tek derdi, Çarşıkapı'daki daktilo tamircisinin bir dönerciye dönüşmesi. Benzer dertleri olan başka yazar ve şairler de olduğunu önce Varlık dergisinin Haziran 2010 sayısında kapaktan görmüştük: 'Yakın Tarihin Sır Kâtibi Olarak Daktilo'. Şimdi sıra iki aylık şiir dergisi Yasakmeyve'nin son sayısında (2011 Temmuz-Ağustos). Çat çut, takır, tukur bir dosya ağırlıyor dergi: Şair ve Daktilosu. Behçet Necatigil'in 'Daktilo' şiiriyle ve şu dizelerle başlıyor dosya: "Bana pek sert vurmuşlar bir yerlerim ağrıyor/Ya günboyu bastıran bir uyku/Sevincin sesi çıkmıyor" Dosya, Sezai Sarıoğlu'nun 'Daktilo dediğin harflerin ayaklarını yerden kesmek değil midir?' başlıklı denemesiyle - öyküsü mü demeli?- devam ediyor. Bir sürü şey anlatıyor Sarıoğlu, kahramanı bir çocuk. Çokça hoşluk mevcut: Çarşamba günleri pazar kurulur, oraya eksik almaya gidilirmiş. Evler, diller ve kadınlar hep eksikmiş. Erkekler fazlalık merakındaymış. Derken daktilosu boynunda asılı bir adam görmüş çocuk. Elma yanaklı ve ütülü giysili, Adnan Menderes ismi. Bir çocuk için önemli olan daktiloyla ne yazıldığı değil, nasıl yazıldığıymış. Bir sürü ses duyarmış çocuk kısmı. Kâğıt takılırkenki ses, çıkartılırkenki ses, satır başlarındaki şaryonun sesi, harflerin kâğıda değerkenki sesi...

Nispeten büyüklerin dünyasından biri, Haydar Ergülen 'Benim Çapkın Daktilom' başlıklı daktilo mukaddimesinde şöyle bir hayıflanıyor önce: "Araba kullanmayı hâlâ bilmeyen biri olarak otomobillere şiir yazıyorum da daktiloyu yavaş da olsa kullanmayı bilen biri olarak daktiloya niye şiir yazmayayım?" Onun için varsa yoksa Necatigil'in 'Daktilo' şiiri, Nilgün Marmara'nın 'Daktiloya Çekilmiş Şiirler' isimli kitabı ve Seyhan Erözçelik'in 'Benim Çapkın Daktilom' tangosu ki orada daktilo sekreter anlamında...

Herkesin bir şekilde kendi daktilosunu anlattığı dosyada; Eray Canberk, Şükrü Erbaş, Hüseyin Alemdar ve Egemen Berköz'ün birer denemesi, Küçük İskender ile Mehmet Yaşın'ın da birer şiiri bulunuyor.

***

DAKTİLO

Bana pek sert vurmuşlar bir yerlerim ağrıyor

Ya günboyu bastıran bir uyku

Sevincin sesi çıkmıyor.

Evlerinin önü çeşme, sularım alınıyor

Bu çok tuzlu çöreği hangi kalpsiz yedirdi

Bağrım fena yanıyor.

Kimlerin elinde, herkes benden biliyor

Ne hoyrat kullanmışlar

Sevincin sesi çıkmıyor

Behçet NECATİGİL

....

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 27.07.2011

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Side'de ağustos böcekleri sustu

11. Side Uluslararası Kültür ve Sanat Festivali önceki gün gerçekleşen Die Kammersymphonie Berlin-Berlin Senfoni Oda Orkestrası konseriyle başladı. Side Antik Tiyatro'daki konserin sürprizi 5 No'lu Macar Dansı'ydı. Konser çok kalabalık değildi ama herkes halinden memnundu, ağustos böcekleri dâhil. Sanki onlar da susmuş konseri dinliyorlardı.

Bu yıl 11.si düzenlenen Side Uluslararası Kültür ve Sanat Festivali olmasaydı; yaz boyunca tek bir ses olacaktı Side'de: Ağustos böceklerininki. Hareket halindeyken fark edilmiyor ama durduğunuz anda duyuyorsunuz: Cık cık cık cık... Side Belediyesi de o böcekler gibi. 10 yıl önce çıkıp "Biz bir kültür sanat festivali yapacağız." demiş ve yapmış.

Festivalden herkes memnun ki böylesine az rastlanır. Örneğin esnaf; Nar Sokak'taki bir dondurmacı anlatıyor: "Aslında ilk başta çok kızmıştık çünkü inşaatçı bu başkan, her yeri yıktı. Şu kalabalığın olduğu meydan var ya -açılış kalabalığı ve Giritli Köy Meydanı- hah; orada 7-8 ay önce, incik boncukçular bir de abur cuburcular vardı. Şimdi eser kalmadı. Sonra sahil yolu... Gerçi Allah var, mis gibi oldu. Memnunuz yani, adam zaten Sideli." Adam dediği Side Belediye Başkanı A. Kadir Uçar. 4 kilometrelik sahil yolundan sonra şimdi sırada Liman Caddesi var.

Festival, önceki akşam Giritli Köy Meydanı'ndaki dişbudak ağacının dibinde mini bir konserle başladı. Biz gittiğimizde Pink Martini'den bir şeyler çalınıyordu ve insanlar gayet neşeliydi. Ödül töreni ve konuşmaların ardından iki adım ötedeki Side Antik Tiyatro'ya geçilecekti. Üç kişilik bir çekirdek aile konsere taa Manavgat'tan gelmişti; gerçi büyütmeyelim, Manavgat-Side arası sadece 3 kilometre. Baba, kız ve anne. Kızın aklı 14 Ağustos'ta Apollon Tapınağı'nda gerçekleşecek Emre Aydın konserinde olsa bile; bu ilk konser diye, açılış diye, el âlemi görelim diye gelmişlerdi işte. Konser sırasında biraz sıkılabilirlerdi hatta uykuları da gelebilirdi kabul; ama ne olacak canım, bak bizimle de tanışmış oldular bu vesileyle.

Ailenin babası aslında herkesin bu festival işinden çok memnun olduğunu söyledi ve ekledi: "Side'ye çok turist geliyor ama çoğu otelden çıkmıyor. Geçende bir çiftle tanıştım; Side'ye yedinci gelişleriymiş, daha şehir merkezine yeni inmişler. Bu konserler onların da dikkatini çekiyor tabii. Kendi memleketlerinde bir sürü para verip gidiyorlar ama burada bedava. Üstelik de Antik Tiyatro gibi bir tarihi mekânda."

AÇILIŞ BERLİN SENFONİ ORKESTRASI'NDAN

Konser, meydandan iki adım ötedeki -her yer birbirine iki adım uzaklıkta- Side Antik Tiyatro'da 21.30 gibi rahat bir saatte başladı. Önce festivalin sanat yönetmeni Remzi Buharalı ile Antalya milletvekillerinden Mevlüt Çavuşoğlu birer küçük konuşma yaptı. Sonra Die Kammersymphonie Berlin-Berlin Senfoni Oda Orkestrası sahnedeki yerini aldı. Jürgen Bruns yönetimindeki orkestranın solisti Ulrike Petersen'di. Şef, epey hareketliydi ve solistle çok güzel jestleşti. Mozart, Haydn ve Tchaikovsky'nin ardından çaldıkları 5 No'lu Macar Dansı gecenin sürprizi oldu, herkes tempo tuttu. Teknik detaylara çok fazla vâkıf olamasak da şunu diyebiliriz: Ağustos böcekleri susmuştu. İki ihtimal var: Ya biz çok yüksekteydik ya da onlar gerçekten sustular.

Konserin ardından festivalde emeği geçen herkesle sohbet ettik. Ama önce şefi tebrik... Hani klasik müzik konserlerinden sonra hep konuşulan bir şey vardır; parça arasında alkışladılar, hiç olur mu falan diye... Şefin düşüncesi: "Çok hoşuma gitti. İzleyici konsere katıldığını gösterdi. Burada olmaktan, böyle bir mekânda konser vermekten çok memnunum."

Festivalin sanat yönetmeni Remzi Buharalı da aynı görüşte. Diyor ki: "Sanatçılar Side'ye gelmeyi çok istiyor. Burada konser vermekten çok memnunlar. Onlar için alışılmışın dışında bir tecrübe. Bu yıl 200'e yakın başvuru aldık. Hani bazı şehirler ülkelerinin önüne geçer ya; festival sayesinde Side de onlardan biri olmaya aday." Buharalı'nın "Festival turistler için yapılıyor" sitemine cevabına gelince: "Festival turistlerin gönlünü çeliyor. Hele Avrupa Festivaller Birliği üyeliğine kabul edildiğimizden beri daha da çok... Ama biz ne yapıyorsak turistler değil, şehrimiz için yapıyoruz. Bir çıta var sonuçta. Uluslararası standartlarda ve kaliteli bir program için uğraşıyoruz. Bir de aslında herkes kendine göre bir şey bulabilir burada. Caz ya da klasik müzik değil, kültür sanat festivali koyduk adını. Niye? Hepsi birlikte olsun, herkes kendine göre bir şeyler bulsun diye."

17 Eylül'e dek sürecek 11. Side Uluslararası Kültür ve Sanat Festivali'nin programında klasikten caza, danstan mehteran müziğine çok farklı zevklere hitap edecek 15 konser var. (www.sidefestival.com)

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 25.07.2011

24 Temmuz 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: Elinize sağlık...

Gençler tedirginlikle mutluluk arasında. Ziyaretçilerde ağız dolusu coşku. Serginin ismi 'Şimdiki Zamanlar'. Hâkimiyet, küçücük bir cümlede: 'Elinize sağlık.' "Elinize sağlık, ne zamandır bir gravürün ayrıntılarına böylesine dalmamıştım." "Elinize sağlık, meğer cam sesini ne çok özlemişim." "Elinize sağlık..."

"Burayı hiç bu kadar kalabalık görmemiştim." diyor Pera Müzesi'nin emektar görevlisi. Öyle. Açılışa daha nereden baksan bir saat var ama içerisi kıpır kıpır. Sanatçılar otobüslere binip gelmiş. Tam 111 kişi. Hepsi Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencisi. Daha doğrusu öğrencisiydi çünkü okulları taze bitti; sergide gördüğümüz 82 yapıtın her biri de birer bitirme projesi.

"Bu proje için uzattım okulu." diyor Serhat Özdemir. Yaptığı, o anlatınca basit: "Metal bir platformun altına hareketi algılayan sensorlar yerleştirdim. Biri geçince; önce alttaki silecek motoru çalışıyor, sonra müzik ve hareket başlıyor." Hareket eden, dönerek yükselen mavi beyaz camlar. İncecikler, üflenmişler, şıkır şıkırlar. Görüntüsünden ziyade sesleriyle varlar. Cam öyle bir şey zaten, sesiyle var, sabahtan itibaren: "Tek şeker mi?" "Evet, sağol..." Şıkır şıkır şıkır...

Eserin ismi 'Cam ve Ses'. Çeşm-i bülbül diyor ve anlatıyor Özdemir: "Sımsıcak bir sıvı düşünün. Dönüyor, dönüyor; döndükçe sertleşiyor. Ne kadar dönerse o kadar kırılganlaşıyor. Düşerse bitti. Sesi de kalbi kırılan insanın son çıkışı gibi..." Tam gidiyoruz. "Videoya dikkat! Aralarda semazenler var." diyerek durduruyor bizi ve ekliyor Özdemir: "2006'da Mercan Dede'ye camdan bir ney götürmüştüm. O da bana 'Cam gönlümüz kadar kırılgan' demişti. Geçirdiğim 5 senenin özeti bu; cam, ses ve semazenlerin dönüşü..."

Sergi, bu hikâyeyle ve camla sınırlı değil elbette. Resim, heykel, baskı, gravür, grafik, animasyon, iç mimari ve seramik de var ki, Alev Ebuzziya epeydir sergi açmaz olduğundan çok özledik seramiği.

'Şimdiki Zamanlar' 2 Ekim'e kadar açık. Sonra Yeni Şehir'e gidecek galiba. Şöyle: Pera Müzesi 2009 yazında New York'taki School of Visual Arts öğrencilerini ağırlamış ve onlara söz vermişti: "Biz de size misafirliğe geleceğiz." Belki vakit geldi, belki Yeni Şehir'le Eskişehir bir işbirliğine gider, belki tüm bu eserler New York yoluna düşer.

***

Gözümüz şimdide, aklımız gelecekte

Gözümüz eserlerde, aklımız gelecekte. 2 Ekim'de sergi bittiğinde diyecek oluyoruz; vakfın ve müzenin genel müdürü M. Özalp Birol hemen anlatıyor: "Bir Osman Hamdi Bey sergisi geliyor. İsmi, Osman Hamdi Bey ve Amerikalılar. Osman Hamdi Bey ilk Türk arkeolog. Sayısız bilimsel kazıya başkanlık yaptı. Biraz da bu yönüyle tanıyacağız onu. Osman Hamdi Bey'in hiç görülmemiş iki eseri olacak sergide. Biri 'Cami Önünde,' diğeri 'Nippur Kazıları'. Açılacak bir diğer sergi ise Merkez Bankası Koleksiyonu'ndan bir seçki. Türk resminin modernleşme serüveninden sıkı örnekler geliyor." Önemli onlar. "Geçmiş bir sonuçlar kuyusu" diyen John Berger'e kulak verirsek hele: "Bir doğa resmi 'gördüğümüzde' kendimizi onun içine koyarız. Geçmişte yapılmış sanata 'bakıyorsak' o zaman kendimizi tarihin içine koyarız. Bu sanatı görmemiz engellendiğinde aslında bizim olan tarihten yoksun bırakılmış oluruz."

***

Müziğin mutfağı açılıyor

Edirne, Eskişehir, Mersin, Antalya, İzmir... Türkiye'nin dört bir yanından gelen müzisyenlerden oluşan Türkiye Gençlik Filarmoni Orkestrası yaz boyunca Sabancı Üniversitesi'nde kampta. 18 Ağustos'ta başlayıp 6 Eylül'de bitecek kamp sırasında bir Demokrasi Laboratuarı kurulacak üniversitede. O da ne? Kısacası, orkestranın açıklamalı provası. Uzuncası, çok sesli müzik bir toplumun birlikte yaşamasına dair neler söyleyebilir'in cevabı. Sorumluluk almak, başkasını dinlemek, ötekinin sesi karşısında kendininkini biraz kısmak... Öğrenilecekler arasında. En çok bağıranın haklı olmadığı, toplumların liderleri olduğu, otorite diye bir şey olduğu ve o otoriteyi ille ötekileştirmek gerekmediği de öyle. Laboratuar herkese açık ama Sabancı Üniversitesi biraz uzak. Bu sebeple şehrin içinde bir yer arıyor ekip. Bakalım...


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 24.07.2011

19 Temmuz 2011 Salı

Türkiyeli olmak ne demek?


Santralistanbul Galeri 1'de 11 Ağustos'a dek görülebilecek 'Arazi Üzerine: Kolombiya'da Çağdaş Sanat' başlıklı sergi, Kolombiyalı olmanın ne demek olduğu üzerine kurgulamış kendini. Önce Türkiye bayrağı çizip sonra Tiyatro Krek'in geçen sezondan kalmış 'Bayrak' isimli oyununun afişiyle karşılaşan izleyiciye göre ise soru belli: "Türkiyeli olmak ne demek?"


Kolombiya çağdaş sanatı hakkında fazlaca bir bilgimiz yoktu; şimdi birazcık oldu. Çünkü Kolombiya'nın yıldızı parlayan 19 genç sanatçısı İstanbul'un konuğu. Yalnız dikkat! Kolombiya Dışişleri Bakanlığı tarafından santralistanbul Galeri 1'de geçtiğimiz hafta açılan sergi, Kolombiya çağdaş sanatı üzerine kapsamlı bir araştırmayı da beraberinde getirmedi. Herhangi bir katalog da söz konusu değil... Zaten küratör Jaime Ceron Siva baştan uyarmıştı: "İzleyiciler, 'Arazi Üzerine: Kolombiya'da Çağdaş Sanat'ı bir ulusal sergi olarak algılayabilir. Böyle bir risk var. Ama bu, Kolombiya çağdaş sanatını dünyaya tanıtmak isteyen ulusal bir sergi değil. Böyle bir algıdan kaçınmak için toprak kavramına daha geniş bir perspektiften bakan, sınırları kaldıran işlere yer verdik. Gezici bir proje olarak tasarlanan sergide, toprak kavramının karmaşıklığına yeni bakış açılarıyla yaklaşıyoruz."

SANATSAL VE DUYGUSAL BENZERLİK

Elimizdeki veri 'Arazi Üzerine: Kolombiya'da Çağdaş Sanat' isimli sergi ve küratör Jamie Ceron'un söylemleri. Sergide; fotoğraf, resim, heykel, enstalasyon ve video çalışmalarından oluşan 37 eser var. İlk göze çarpan şey, iki ülke arasındaki benzerlik. Hem sanatsal hem duygusal olarak... Kolombiyalı olmak ve Kolombiya toprağı üzerine inşa edilmiş işler, Türkiyeli olmayı ve Türkiye toprağını getiriyor akla. Milenna Bonilla'nın işi bilhassa. Sanatçı şöyle yazmış duvara: "Lütfen şu kâğıtlardan birini alınız. Eğer vaktiniz varsa ve fikir hoşunuza giderse üzerine Türkiye haritası çiziniz. Son olarak kâğıdı duvara yapıştırınız."

Duvara 25-30 kadar Türkiye haritası yapışmış bile. Kimileri en ufak koylara kadar muntazam çizgilerle, kimileri gelişigüzel bir dikdörtgenle, kimileri sadece İstanbul haritasıyla cevap vermiş bu işe. Bazı ziyaretçiler birtakım yorumlar yapmış, gülen ve ağlayan suratlar çizmiş, bazılarıysa mail adreslerini bile bırakmış küçük kâğıtlara. Bu; yaşadığımız toprakların kişisel deneyim, duygu ve algılarımızı -bizi biz yapan şeyleri- nasıl belirlediğini anlatan işlerden sadece biri.

HOŞ BİR TESADÜF

İzleyiciyi toprak kavramına yönelik farklı tanım ve deneyimlerle baş başa bırakmayı hedefleyen serginin bir diğer niyeti, kültürel farklılıkları vurgulayarak sınırları kaldırmak. Sergiyi gezenlerin, ötekinden korkmaktan vazgeçip onu bir zenginlik olarak görmeye başlayacağını söyleyen Siva'ya göre eserlerin her biri sosyal ve sembolik sınırların genişliğini anlatıyor.

Pablo Adarme, Gabriel Antolinez, Carlos Bonil, Adriana Bernal, Milena Bonilla, Barbarita Cardozo, Nicholas Consuegra, Adriana Duque, Gonzalo García, Humberto Junca, Miler Lagos, Víctor Muñoz, Diego Piñeros, María Isabel Rueda, Adriana Salazar, Saúl Sánchez, Jaime Tarazona, Angélica Teuta ve Cesar del Valle'nin işlerini ağırlayan sergi; -çok hoş bir tesadüfle- Tiyatro Krek'in geçen sezondan kalmış 'Bayrak' isimli oyununun afişiyle bitiyor.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 19.07.2011

VASIF KORTUN: HER ŞEY İZLEYİCİDE BİTİYOR


“Yaptığımız iş bir araç, aslında başka bir şey var. İki kişi arasında, işle insan arasında, işle izleyici arasında… Asıl derdimiz o hikâye.” diyen Vasıf Kortun’a göre her şey orada bitiyor, izleyicide; onun reaksiyonunda, onun hayatına nasıl dokunduğunda…



Vasıf Kortun, güncel sanatın etkin isimlerinden biri. Kasım sonuna dek sürecek Venedik Bienali 54. Uluslararası Sanat Sergisi Birleşik Arap Emirlikleri Pavyonu küratörü kendisi. Bir de geçtiğimiz aylarda açılan SALT’ın Programlar Direktörü. Kortun bize atladığımız bir şey söyledi; dikkatimizi izleyiciye çekti.

Çalışmadığınız bir günde kendiniz için bir sergiye gider misiniz? Kimleri takip edersiniz?

Çok nadir. Takip edecek çok fazla proje de görmüyorum. Nitelikli, derin, şaşırtıcı, beklenmedik, sofistike, altı dolu ve araştırılmış işlere çok az rastlanıyor. Şu anda ticaretin ve alım satımların güdümlediği bir ortam var; her şey piyasa üzerinden ilerliyor. Böyle durumlarda bir parça frene basmak iyidir. Beklemek lazım. Buna benzer ortamlar petrol krizinden sonra Amerika’da olmuştu; 83 - 84 gibi…

Aslında siz 97’de ülkeye döndüğünüzde ‘Aman Allah’ım İstanbul’da neler olmuş böyle!’ demiştiniz; Kara Kitap’ı okuyup (Orhan Pamuk) Rosa Martinez’in (1997 İstanbul Bienali) sergisini gezdikten sonra. Şimdi görecek bir şey yok diyorsunuz…

Kara Kitap’ı 1991 sonunda okumuştum, 3.Bienal'in yer planı onun üzerine kuruluydu. 93’te ayrıldık, 97 sonunda geri döndük. Eskiden çok az mekân ve az sanatçı vardı. Onlar da haklı olarak küskündü, üretim çok sınırlıydı. 98 başında Marmara Üniversitesi’nde bir yıl ders verdim. Bashir Borlakov, Canan Şenol, Halil Altındere, Vahit Tuna, Oda Projesi, Esra Sarıgedik gibi çok dinamik isimlerle karşılaştım. O bana çok umut verdi. Masa başında saatlerce konuşurduk o zaman. Rahattık, vaktimiz vardı. Vakit var konuşmaya, tartışmaya; ne kadar olağanüstü bir şey. Şimdi yok. Şimdi; üret üret, piyasaya sür sür, sonra sat, terbiyeli ol ve açılışlara git...

Herkesin bahsettiği çağdaş sanat mucizesi ne peki? Bir yalancı bahar mı?

Yalancı değil. Zaten sanatın hakiki ya da yalan olduğunu söyleyemeyiz. Güç koridorları var. Türkiye de bir güç koridoru üzerinde. Hong Kong, Moskova, Abu Dhabi ve İstanbul gibi… Çeşitli kurumlar kuruluyor, piyasa güçleniyor. Taze, genç, dinamik, almaya meraklı, alan, hatta göstere göstere alan —Türkiye tarihinde yeni bir şey bu— koleksiyoncular var. Sanatçının üretim seviyesinin ve düşünmeye, işini geliştirmeye zaman ayırmasının bu talebe yetişmesi söz konusu değil. Dolayısıyla ortada yetersiz işler dolaşıyor. Ama zamanla her şey yerine oturur, dengelenir, toparlanır. Benim çok çok merak ettiğim sanatçılar pek sergi açmıyor. İnsanın belli bir sınırı var. İyi sanatçılar yok mu; tabii ki var.

Mesela?

İsim vermeyi sevmiyorum.

Sanatçının toplumsal belleğe katkısı, sanat tarihine koyduğu taş… Ne olacak? Hiç konuşmuyoruz bunları.

O bizim zaafımız. Sizin suçunuz, benim suçum. Birisi bu işi yapacak, yaptım diyecek; birisi izleyecek, hakkında düşünecek, işte bu diyecek; birisi hakkında yazacak, bu kayda değerdir diyecek; başka birisi de onu tarihselleştirecek. Bizim mekanizmamızda bazı eksiklikler var. Birisi bir şey yapıyor, birisi onu gösteriyor - diyelim ki galeri – birisinin de onun hakkında yazması lazım, yazmıyor kimse. Basın bültenini kes, yapıştır, düzenle. Olmuyor. O zaman izleyici kendisini işin dışında kalmış, aldatılmış hissediyor. Ben öyle hissederdim en azından. İzleyicinin; bağımsız, özerk, kendiliğinden, çıkar birliği gözetmeyen bir bilgi akışına ihtiyacı var. Öte yandan müzeler ve koleksiyonerler, üretilen işi hangi bilgi üzerine alacak? Bütün bunlar olacak, sonra o iş tarihe kalacak. Bir de eleştiri sevilmiyor. Ama birinin bir yerden başlaması lazım. Kötü bir şey çıksın; ben de ondan bir şey öğreneyim, düşünmediğim bir şeye yöneleyim. Eleştirilmek kötü değil, tam tersine iyi. Çünkü biz burada başarı için uğraşmıyoruz.

Ne için uğraşıyorsunuz, SALT’ın derdi ne?

Yaptığımız işin kamusallaşması, üzerine konuşulup tartışılması lazım. Burada sadece sanatla uğraşmıyoruz. İlgilendiğimiz konular birer araç. Başka şeyler var. İki kişi arasında, işle insan arasında, işle izleyici arasında bir hikâye var. Asıl derdimiz o hikâye. Yoksa projeleri izleyicisiz de yaparsın. Her şey orada bitiyor, izleyicide; onun reaksiyonunda, onun hayatına nasıl dokunduğunda…

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE BUSINESS / TEMMUZ

...

ANTAKYA'NIN BAŞTACI: DEFNE

ADIM DEFNE, HİKÂYEM ESKİ. GÜZELLER GÜZELİ BİR PERİYKEN AĞAÇ OLDUM BEN. PEK MEMNUNUM HALİMDEN. MEMLEKETİM ANTAKYA’NIN BAŞ TACI, GEÇİM KAYNAĞI, KIYMETLİSİYİM. DAHA NE İSTERİM?

Dağlık tepelik yerlerde kimseye minnet etmeden bir başıma büyür, kemale ererim. Ufak tefeğim ama gücüm kuvvetim yerinde; öyle ki dört mevsim yemyeşil kalır yapraklarım… Yenilmem içilmem ama kokumda ayrı, yapraklarımda ayrı, tanelerimde ayrı mucize… Hepsi güzellik üzerine. Geçmişime gelince; dediğim gibi su perisiydim eskiden.

Zeus’un oğlu Apollon beni, ben kaçmayı sevdim. Çayırlardan, meyve bahçelerinden, ormanlardan geçtim, tam yakalanacaktım, toprağa sokuldum ve toprak ana, önce sakladı beni. Yakarışım kabul, gövdem ağaç, ayaklarım kök, kollarım dal, saçlarım yaprak oldu. Apollon yapraklarımdan çelenk yaptı başına. Tarih boyunca nice kahramanın başında taç oldum; şimdi memleketim Antakya’nın baş tacıyım.

***

DEFNE SABUNU

Sabunun temel malzemesi defne yağı ve zeytinyağıdır. İçinde meşe külü, killi toprak suyu ve kaya tuzu gibi sabunlaşma yardımcıları dışında hiçbir katkı maddesi olmayan karışım; kaynar, sabunlaşır, kalıplara dökülür, kare kare kesilir. Sonrası upuzun bir kuruma süresi…

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / TEMMUZ

İKİ KÜLTÜR BİR AŞK


BİR GRUP YUNAN VE TÜRK MÜZİSYENİN 2009 YAZINDA KURDUĞU CAFÉ AMAN İSTANBUL, İKİ AYRI KÜLTÜRÜ TEK BİR SAHNEDE BULUŞTURUYOR. TÜRK VE YUNAN EZGİLERİNİ İKİ DİLDE YORUMLAYAN EKİP REMBETİKO SÖYLÜYOR. ŞARKILARI YUNANCA BAŞLAYIP, TÜRKÇE BİTİYOR; TÜRKÇE BAŞLAYIP YUNANCA BİTİYOR...



Nisan'ın yazla kış arasında kararsız kalan günlerinden biriydi. Hani şu kendini bir kapatan, bir açan; bir ısınan bir soğuyan… Akşama doğru, tam güneş battı batacakken hava birden bir patladı. Nasıl yağıyor! İstanbullular tespih taneleri gibi dağıldı; kenarlara köşelere, saçaklara, evlere sığındı. Café Aman İstanbul’un konseri, konserlerinden biri, işte tam o akşamdı. Onları dinlemeye gidenler yazı kışı, yağmuru çamuru unuttu; iki ayrı mevsimde, iki ayrı kültürde aynı anda buluştu: yaz ve kış, Yunan ve Türk.

İstanbul, Atina, Selanik ve İzmir gibi şehirlerde; keman, ud, santur ve kanun gibi doğu müziği enstrümanlarından oluşan orkestraların çalıp söylediği semai kahvelere Café Aman / Amane Kahvesi / Amanédles deniyor eskiden. Bu müzikli kahveler adını, şarkılarda sıklıkla tekrarlanan ve Türkçe bir ünlem olan “aman aman”dan alıyor. Şarkılar doğaçlama. Müzisyenler söz bulamadıklarında ve yeni sözler aradıklarında ya da sitem ve üzüntülerini kelimelere dökemediklerinde “aman aman” diyor uzun uzun.

Amane Kahveleri 1900’lerde İstanbul ve İzmir’de ortaya çıkmış. Tam o yıllarda yine oralarda ortaya çıkan bir şey daha var: Rembetiko. İkilinin birleşmesi kaçınılmaz. Türk ve Rum ezgilerini her iki dilde de yorumlayan Café Aman İstanbul’un rembetiko söylemesinin kaçınılmazlığı gibi.

FASL-I REMBETİKO

Café Aman İstanbul’un repertuarı 19. yüzyılda Amane Kahveleri’nde icra edilen Osmanlı dönemi rembetikolarından oluşuyor. Şarkıların önemli bir bölümü 1920’li yıllardan. Rembetiko’nun farklı ekollerinden keman, ud ve kanun ile yapılan İstanbul-İzmir ekolüyle buzuki ve gitarla yapılan Pire ekolü bir arada. Tarzlarını Fasl-ı Rembetiko olarak tanımlayan ekibin niyeti; Osmanlı fasıl geleneği ile kaybolmaya yüz tutmuş Café Aman müzik kültürünü doğduğu coğrafyada bir araya getirmek.

İlk konserlerini İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde 2009 Haziran’ında veren Café Aman İstanbul’un kurucusu ve vokalisti Stelyo Berber, “Müzisyenlerle dinleyicilerin katılımcı ve paylaşımcı meşk etme geleneği yerini yavaş yavaş daha mesafeli bir iletişimsizliğe bıraktı. Biz bu müzikleri dinleyici ile çok daha sıcak bir iletişim içinde yorumlayarak yaşatmak ve sevdirmek istiyoruz.” diyor ve ekliyor: “Bu yolda elbette başka amaçlarımız da var. Yaklaşık 500 yıl birlikte aynı toprakları paylaşmış, kültür alışverişinde bulunmuş; şimdi ise komşu olan iki halkı birbirine daha da yakınlaştırmak…”

Berber’e göre Rembetiko’nun ilk olarak ne zaman ortaya çıktığı kesin olarak bilinmiyor. Bugüne kadar yapılan araştırmalardan 1850–1950 yılları arasında popüler olduğu anlaşılıyor. Tarihte bu müzik akımının ağırlıkta görüldüğü bölgeler; Yunan diasporasının köylerden şehirlere toplu olarak göçtüğü yerler. Bunlar; Osmanlı sınırları içinde başta İzmir, İstanbul ve Selanik gibi liman şehirleri ile Atina, Pire ve Siros Adası gibi Yunan şehirleri. Doğduğu yerle ilgili farklı yorumlar olsa da günümüzde varılan nokta, bu müziğin ilk ışıklarının Anadolu’dan yükseldiği. Pek çok şey gibi!

YENİ BİR MASAL

2009’da kurulan Café Aman İstanbul’un ilk ışıkları ise bir aşk hikâyesi sayesinde yakılıyor. Şöyle: 1974 İstanbul doğumlu Stelyo Berber Gökçeadalı Rum bir ailenin çocuğu. 7–8 yaşlarından itibaren kiliselerdeki ilahi korolarında muganni olarak ilahi söylüyor. Pire Üniversitesi’nde ekonomi okusa da aklı hep müzikte. Okul bitip İstanbul’a döndüğünde akordeoncu Muammer Ketencoğlu ile tanışıp onun grubuna dâhil oluyor. 1999’da Ketencoğlu’yla verdikleri bir konserde dinleyicilerin arasında dans eden bir kız görüyor, adı Pelin Suer.

O, 1978 İzmit doğumlu, İTÜ Türk Müziği Konservatuvarı ve Pera Güzel Sanatlar dans dersleri çıkışlı. 2001 kışında yolları yeniden kesişen ikili yeni bir masalın pimini çekiyor: “İstanbul’da başlayıp İstanbul’da devam edecek olan bir çağ masalı daha yazılıyor. Aşkın evrensel ezgisi eşliğinde, bir kez daha buluşuyor; kültürler, diller, dinler, hayatlar... Tüm dostları, nikâh törenimizde yanımızda görmek istiyoruz. İmza: Pelin ve Stelyo. Beyoğlu Evlendirme Dairesi, 17 Haziran 2006...”

***

STELYO BERBER REMBETİKO’YU ANLATIYOR


Rembetiko’nun ilk olarak ne zaman ortaya çıktığı kesin olarak bilinmiyor. Bugüne kadar yapılan araştırmalardan 1850–1950 yılları arasında popüler olduğu anlaşılıyor. Tarihte bu tarz şarkıların ağırlıkta görüldüğü bölgeler; Yunan diasporasının toplu olarak şehir hayatını benimsemeye başladığı şehirler. Bunlar; Osmanlı sınırları içinde başta İzmir, İstanbul ve Selanik gibi liman şehirleri ile Atina, Pire ve Siros Adası gibi Yunan şehirleri. Doğduğu yerle ilgili farklı yorumlar olsa da günümüzde varılan nokta bu müziğin ilk ışıklarının Anadolu’dan yükseldiği. Pek çok şey gibi...

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / TEMMUZ

Gaziantep’in Kiymetlisi: Zeugma Mozaik Müzesi

Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi kapılarını yerli ve yabancı turistlere açtı. Müzeyi ziyaret eden herkes, antik dönemle ilgili bir hikâye koyuyor cebine. Elbette herkesin hikâyesi kendine göre…

Gaziantep’te bir değişik hava. Herkes müzeyi anlatıyor birbirine. Dünyada tek diyorlar, en büyüğü bu diyorlar, ötekini solladı diyorlar. Öteki dedikleri mozaikleriyle ünlü Tunus’taki Bardo Müzesi.

Zeugma Mozaik Müzesi 30 bin metrekare alanıyla dünyanın bir numaralı mozaik müzesi oldu. Koleksiyonunda bulunan 1450 metrekare mozaik, 140 metrekare duvar resmi, 4 Roma dönemiçeşmesi, 20 sütun, dört kireç taşı heykel, bronz Mars heykeli, mezar stelleri ve lahitlerin yanı sıra yıl sonuna kadar 1000 metrekare mozaik daha restore edilince müze, 2 bin 500 metrekarelik mozaiğin sahibi olacak. Böylece dünyanın en büyük mozaik müzesi haline gelecek.

Müze binası dışarıdan renk vermiyor, pek mütevazı görünüyor. Ama içeride dünyanın en görülesi mozaik panoları… Işıklandırma, sergileme ve bilgilendirme öyle bir özenle yapılmış ki müzeyi gezen herkes o dönemde kentte yaşamış insanların inançlarını, kültürünü ve günlük yaşantısını zihninde canlandırıyor. Mimari, dekor, sokak, çeşme… O çok eski zamanlar bire bir gözünüzün önünde.

HER ŞEY ORİJİNAL HALİNDE

Müze gezisi, bulundukları şekliyle kurulmuş Poseidon ve Euphrates villalarıyla başlıyor. Mozaikler, duvar resimleri, çeşmeler, sütunlar ve duvarlar 2000 yılı kazılarında elde edilen veriler doğrultusunda orijinal yerleşimleri ve boyutlarıyla karşımızda. Villalar oluşturulurken odalara Zeugma’da bulunan heykeller ve bazı kullanım malzemeleri yerleştirilmiş ve böylece ortam hareketlendirilmiş.

Müzenin girişine Kommagene Kralı Antiokhos’un hükümranlığını pekiştirmek ve yönetim planını oluşturmak amacıyla yaptırdığı, Herakles ve Helios betimli anlaşma stelleri konulmuş. İki kabartmanın ortasında, Herakles ile Antiokhos’un tokalaşmasını gösteren stelin arkasında bulunan yazıt var. Yazıt; bir cam üzerinde, Türkçe ve İngilizce.

MÜZENİN KIYMETLİSİ MARS HEYKELİ

Müzenin kıymetlilerinden biri, 2000 yılı kazılarında Poseidon villasında bulunan Mars heykeli. Heykelin, M.S. 256 yılındaki Sasani saldırısı sırasında Poseidon villası içinde gizlendiği tahmin ediliyor. Gerçekte bir meydan heykeli olduğu bilinen Mars heykeli, Zeugma’nın koruyucusu ve meydan heykeli olarak teşhirde. 1,45 metre yüksekliğindeki heykel, 6,60 m yüksekliğinde bir sütun ve 30 cm’lik bir bazalt kaide üzerine yerleştirilmiş. Heykel, müze içindeki her noktadan görülebiliyor.

Müzenin bir diğer kıymetlisi Dionysos’un bir bölümü çalınan düğün sahnesi mozaiği. Bu mozaiğin bir bölümü 1997 yılında çalınmıştı. Çalınan bölümler dünyanın bir yerlerinde olmalı. Biraz da bu sebeple mozaiğin eksik bölümünün fotoğrafı eserin üzerine yansıtılıyor. Böylece belki biri tanır ve ihbar eder diye düşünülüyor.

TEKNOLOJİNİN NİMETLERİ BURADA!

Müze, teknolojinin nimetlerinden epey faydalanmış. Dionysos’un bir bölümü çalınan düğün sahnesinin lazer yöntemiyle yansıtılması yanında müzede pek çok üç boyutlu film gösterisi, tabanlara yerleştirilmiş ışık oyunları ve interaktif mozaik pano bulunuyor. Sinevizyon odasında Zeugma Antik Kenti’ni konu alan bir film gösteriliyor. Yere yansıtılan bir sistemle gölün içinde kaçışan balıklar görülüyor. Bir de mozaik parçalarının boşluklara doldurulmasını öngören dokunmatik oyunlar…

Çok önemli olmasına rağmen yer darlığı nedeniyle pek çok müzede bir türlü kurulamayan atölye kısmı Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi’nin önemli bir parçası. Bulunan mozaiklerin tamamlanması ve müze içinde restorasyon gerektiğinde hemen müdahale edilmesi için oluşturulan bölümde pek çok mozaik uzmanı çalışıyor. Camla çevrili atölye ziyaretçiler tarafından da izlenebiliyor ayrıca.

***

2000 YILI BİR MİLAT

Gaziantep yakınlarındaki Zeugma Arkeolojik Alanı’nda ilk yüzey araştırmaları 1931 yılında başladı. 1971 yılından bu yana Gaziantep Müze Müdürlüğü ve Gaziantep Valiliği’nin desteğiyle süren çalışmalar 2000 yılında meyvelerini verdi. O yıl ikiz villalar olarak adlandırılan Poseidon ve Euphrates villaları ortaya çıkarıldı. Bu villalarda gerçekleştirilen kazılarda yüzlerce metrekare taban mozaiği, duvar resmi, Mars heykeli ve pek çok küçük eser bulundu.

***

ÇİNGENE KIZI İKİNCİ KATTA

Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi’nin ikinci katının birinci bölümünde, belleklere Çingene Kızı olarak kazınan Mainad Mozaiği için yapılan özel bir oda var. Bu oda labirent şeklinde. İçerideki ışıklandırma bilhassa Çingene Kızı’nın hüzünlü bakışlarına vurgu yapıyor.

***

30 BİN METREKARELİK MÜZE
Gaziantep Büyükşehir Belediyesi ile Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 2008’de inşasına başlanan yeni müze binası geçtiğimiz aylarda tamamlandı ve Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi 30 bin metrekare alanıyla dünyanın bir numaralı mozaik müzesi oldu.

JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET / TEMMUZ

Evde Sizi Bekleyen Bir Şey Var!


Modada imzasıyla dünya çapında bir marka olan Rıfat Özbek, şimdi de tasarladığı yastıklarla aynı beğeniyi yakaladı. Özbek geçtiğimiz aylarda Londra’da bir yastık mağazası da açtı.


Çok mühimdir yastık. Bir lükstür, bir güzellik, bir hatıra, bir rüya… Eski vakitlerde ya da modern zamanlarda, köylerde ya da kentlerde; sıvazlar sırtınızı. Biri vermiştir, eskiden kalmıştır, bir komşu dikmiştir ya da koltukla birlikte gelmiştir.

Türkiye ve dünyaya yastığı anlatan biri var: Rıfat Özbek. Onun yastıkları Yastık By Rıfat Özbek etiketiyle önce Bodrum ve İstanbul, sonra Alaçatı ve Londra’da gösterdi kendini. Geçtiğimiz aylarda Londra’da bir yastık mağazası açan Özbek, ortağı Erdal Karaman’la birlikte; tek tek elde işlenen ve sınırlı sayıda üretilen yastıklarıyla fırtınalar estiriyor şimdilerde.

Bu yastıkların sırrı ne? Keyifle üretilmeleri. Özbek, yıllar boyunca dünyanın çeşitli köşelerine yaptığı seyahatlerden topladığı renk renk kumaşları seriyor önce önüne. Aralarında Anadolu’nun ve Brezilya’nın çiçekli basmaları, çizgili İngiliz kumaşları, Osmanlı ipeklileri, Afrika baskıları… Bin bir özen ve keyifle dikiliyor her biri. Bittiklerinde eşleri ve benzerleri olmuyor; renklerine bakmaktan, işlemelerine dokunmaktan katiyen vazgeçilmiyor.

ARKAYA YASLANMA ZAMANI

Yastıkların hikayesinden önce Rıfat Özbek’inkini dinlemeli. 1953 İstanbul doğumlu Özbek, 1970 yılında mimarlık eğitimi için İngiltere’ye gitti. Londra’da modacı birkaç gençle tanışınca o konuya ilgi duyarak ülkenin en prestijli moda okullarından St. Martin School of Art’a girdi. Okulu üstün başarı derecesiyle bitirerek 1984’te Londra’da kendi markasını kurdu.

Yıllar boyunca her defilesinde, her koleksiyonunda bir sürü alkış, bir sürü övgü aldı; hep zirvede kaldı. 1988’de İngiltere Moda Konseyi tarafından Yılın Modacısı seçildi. İngiliz modasına katkıda bulunan 10 modacı arasına girdi.

Kısacası moda adına yapabileceği her şeyi yaptı. Artık şöyle keyifle arkaya yaslanma zamanıydı. Ani bir kararla moda dünyasını bıraktı; bunu şöyle açıkladı: “En güzel zamanda bıraktım. En iyisi yaptığın işi zirvede bırakmak.”

Her yeni koleksiyon, her yeni sezon bir medeniyetti onun için. Kızılderili, Türk, Japon, Hint... Artık öyle bir yere gelmişti ki dünyada ele alacak memleket, medeniyet, kıyafet ve kostüm kalmamıştı. Kendini tekrarlamaya, yormaya, tüketmeye başladığı anda hem modayı hem Londra’yı terk edip Türkiye’ye döndü.

YENİ BİR HAYAT


Önünde yepyeni bir hayat, bir sürü hayal. Boş durmak değil, keyifle üretmekti isteği. Türkiye’nin güneyinde bir yerim, sakin sessiz bir düzenim olsun diyerek Bodrum Yalıkavak’a yerleşti.

Yeni evinin dekorasyonunda biraz zorlandı. Bu zorluktan Yastık by Rıfat Özbek markası doğdu. Onun anlatımıyla şöyle oldu: “Evi dekore ettiğim sırada yastık arıyordum fakat hiçbir yerde istediğim gibisini bulamıyordum.

Karşıma çıkan yastıklar, ya ucuz kumaşlardan yapılmış ya da kırpık kırpık yünlerle dolmuştu. Üstelik tüylü, pullu ve payetliydi her biri. O zaman dedim ki, ben yastık arıyorsam başkaları da arıyordur. Öyle bir şey yapayım ki insanlar aradıkları yastığı hiç uğraşmadan hemencecik bulsun!”

Kısa bir süre içinde önce Yalıkavak Marina’da sonra İstanbul, Alaçatı ve Londra’da Yastık by Rıfat Özbek mağazaları açıldı. İçlerinde; kuş tüylü, rengarenk desenli, lavanta kokulu yastıklar...

JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET / TEMMUZ

...

İçinde süt kaynayan masa

Genç sanatçı Deniz Gül, burjuvaziye ithaf ettiği '5 Kişilik Bufet' isimli metnini/şiirini İstiklal Caddesi'ndeki Arter'de görselleştirdi. Metinle aynı ismi taşıyan sergide; vitrin, gardırop, kasa, tabut ve odalaştırılmış bir kapının yanı sıra ortasında süt kaynayan bir masa var. Süt, tıpkı içimiz gibi ağır ağır kaynayarak kapkalın bir kaymak tutuyor.

Bundan iki sene önce Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ve İran'ı kapsayan bir seyahate çıkan Deniz Gül; kafasının içinde taklalar atan ses ve sözcükleri yazmaya koyulur dönüşte. Farkında olmadan oluşan bir dilsel hafızadan kalan kırık dökük kelimelere yenileri eklenir ülkede. Sokak sesleri, televizyon sesleri, gazete sesleri, türlü çeşit gürültü... Hepimizin kafasının içinde zikzaklar çizmiyor mu uğul uğul bir sürü; yazmış onları Gül, öylesine ve iki sene müddetince. Soranlara "şiir galiba" diyormuş. Sonra bir an gelmiş dönüp hepsine birden bakmış, bir şey mi anlatmak istemişim acaba diye. Ama yok; amaçsızca anlatmış sadece, içi çırpım çırpım bir halde.

Bu azıcık deli, çokça manasız metin; dışarıdaki gürültüyle içerideki savaşı birleştirmiş bir yerde. Kimliklerarası bir iktidar mücadelesinin rap rap sesleriyle birlikte konuşmuş bir de: "Sahne lazım bu şiire. Mekân bul bize." Bir içmiş metin ve bir dış, bir kabuk, bir ev arayışındaymış; ruhunu koyacak bir yer... Mobilyacı bir ailenin kızı Deniz için bundan kolay ne var? Başlamış mobilyalar üretmeye. O noktada İstiklal Caddesi'ndeki Arter girmiş devreye. Yeni üretimleri destekleme ve sanatçı projelerini hayata geçirme fonundan çıkan 'okey'le birlikte burjuvaziye ithaf edilmiş '5 Kişilik Bufet' isimli metin, aynı isimli bir sergiye dönüşmüş.

DİLSEL HAFIZANIN MEKÂNSAL KARŞILIĞI

Arter'in 3. katında gül kaplama 5 mobilyada bedenleşen '5 Kişilik Bufet', Deniz'in dilsel hafızasının mekânsal karşılığı bir yerde. Sırtları kapıya, yüzleri pencerelere dönük mobilyalar arasında vitrin, gardırop, odalaştırılmış bir kapı, kasa ve tabut var. Hepsinin kapısı aralık. Küratör Emre Baykal, Gaston Bachelard'ın 'Uzamın Poetikası'ndaki teşhisini hatırlatıyor bu noktada: "... Kapadığımız ve açtığımız tüm kapıların, yeniden açmak istediğimiz tüm kapıların öyküsünü anlatacak olsak, tüm yaşamımızı anlatmış oluruz." "Ev bizim ilk evrenimizdir." diyor ve ekliyor aynı kitapta Bachelard: "İnsan da tıpkı kapı gibi aralık duran bir varlık."

İzleyiciye içlerini açan, içlerine girenler için de kabuk olan mobilyalar bir iktidar savaşında aslında. Kasanın içindeki kemer ve şiş, odalaşmış kapının iki frekanslı radyosunda çalan Cemal Reşit Rey'in çok sesli 'Urfalı' bestesi ve sala, gardıroptaki ip atlama düzeninde oyunla ceza... Hep bir mücadelenin ortasında. Alamet-i farikası kendini başkalarına göstermek olan vitrinin içindekilerse pencere camlarında. 80'li yıllarda evlerin vitrinlerinin baş tacı sayılan kristal kül tablaları, şekerlikler ve bardak takımları Arter'in pencerelerine taşınmış hep, cam niyetine.

MASA BAŞINDA İÇİMİZ KAYNAR

Bu 5 mobilyaya sıra dışı bir masa eşlik ediyor. Ortasında yusyuvarlak bir havuz, içinde sürekli kaynayan süt... Kaynadıkça kirleniyor, beyazlığını yitiriyor, çözülüp bozuluyor. "Masada buluşulsun istedim." diyen Gül'e göre masa başındayken sürekli kaynar içimiz. Birbirimizi de kendimizi de yeriz. Öte yandan büyüyünce sürekli bir kaynama sesi olsun isteriz evde. Su olur, çay olur, süt olur... Çocukluğun 'anne evde' güvenini verir bu bize. Sımsıkı kapalı kapı arkasında çalışmaya devam eden televizyon da öyle. Buzlu camdan anlaşılıyor ki içeride birileri var ve televizyon izliyorlar; güvendeyiz. Son kertede "İçe dönmek gerek... Ciddi anlamda dışa teşhir olmuş hepimizin hayatları ve özellikle belki de bizim kuşağın hayatı. Her şeyin meydana saçıldığı bir dönemdeyiz." diyor Gül. Sergiyi görmek ve bir şekilde içe dönmek için son tarih 21 Ağustos.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 12.07.2011

17 Temmuz 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: KONSERLERİ BİLETSİZ İZLEMENİN PÜF NOKTALARI

Kübra isimli öğrenci anlatıyor: "Herkes içeri girdikten sonra öğrenci kimliğinizi gösterip güvenlikten rica edebilirsiniz, kalabalığa karışabilirsiniz, ilk yarıyı dışarıda geçirip ara verildiğinde sallana sallana girebilirsiniz; bir de daha güvenlikler gelmeden yani erkenden gidip mekânda bekleyebilirsiniz."

Uluslararası İstanbul Opera Festivali'nin en önemli sürprizi Letonyalı mezzo-soprano Elina Garanca konseriydi. Konserin olduğu akşam -çarşamba- birbirinden şık hanım ve beyler Aya İrini'nin yolunu tuttu. Yolda bir genç kızla karşılaştık, adı Kübra. Pera Güzel Sanatlar'da tiyatro okuyor, bir yandan da şan dersleri alıyormuş. İlk göz temasında anlattı derdini: "Konseri izlemem lazım ama biletim yok." Nasıl olacak o? "Aslında çok basit. Herkesin içeri girmesini bekliyorum, konser tam başlamak üzereyken de güvenlikten rica ediyorum. Diyorum ki, öğrenciyim, bu konseri izlemem lazım, bakın bu da öğrenci kartım, takdir edersiniz ki bilet filan alamadım." 'Öğrenci biletleri 30 liraydı, niye almadın?' diyecek oluyoruz, bir güzel paylanıyoruz: "Orada hayret bir durum var. Biletlerin satışa çıktığı gün gittim, tükenmişti hepsi. Ne yapacağım? Geriye kalan 200'lüklerden mi alacağım? Hep sizin yüzünüzden. Davetiye, davetiye... Dolduruyorsunuz mekânı. Şimdi söyleyin, davetiyeniz olmasa gelir miydiniz buraya?" Bu duruma kafasını takan bir tek Kübra değil galiba. Çünkü konser girişinde anket yapan birtakım gençlerin soruları arasında "Davetli misiniz, bilet mi aldınız? Eğer davetiyeniz olmasa yine de gelir miydiniz?" gibi sorular vardı ve cevaplayanları epey zorladı.

Anket sonuçlarıyla davetiye bilet durumunu -şimdilik- bir kenara bırakır ve Kübra'nın sorusuna gelirsek; "Evet, davetiyemiz olmasaydı da gelirdik." Çünkü böyle kusursuz bir Carmen yorumu yok, bu bir. İkincisi de Garanca halihazırda 6 aylık hamile ve bir süre ara verecek işine. Bir daha kim bilir ne zaman, hangi ülkede... Konser çıkışında Kübra'yı bulduk elbette. Davetiyesi olup da gelmeyen bir izleyicinin yerinde, en önlerdeymiş kendisi. Bir de arkadaşı yetişmiş sonradan, Gözde. Ona da kimse bir şey sormamış, öylece girmiş içeri ve bir yerlere ilişip izlemiş konseri. İkilinin şimdiki hedefi Roberto Bolle'nin gösterisi.

Festival takipçilerinin hedefi ise bu akşam Yıldız Sarayı'nda Aşk-ı Memnu; 18, 19 ve 20 Temmuz'da Topkapı Sarayı'nda Zaide, 21 Temmuz'da Sütlüce Kongre Merkezi'nde Cezayir'de Bir İtalyan Kızı... Sonrası artık bir dahaki seneye.

***

İstanbul'a 'Yeni Medya Müzesi' geliyor


İstanbul'da yeni, farklı ve önemli bir müzenin açılacağını daha evvel duyurmuştuk. Perili Köşk'te 17 Eylül'de açılacak müzenin ismi Borusan Contemporary. Kafesi, hediyelik eşya dükkânı, sürekli ve süreli sergileriyle dört başı mamur bir müze olarak hizmet verecek Borusan Contemporary, sadece hafta sonları ziyaret edilebilecek. Hafta içinde çalışanların ofisi olarak hizmet vermeye devam edecek mekânda görüleceklerin başında, temeli 1980'lerde atılan 600 eserlik bir çağdaş sanat koleksiyonu var. Asıl sürpriz ise Borusan'ın Fındıklı'daki binasının 5 yıl sonra bir 'Yeni Medya Müzesi'ne dönüşecek olması. Nasıl bir şey o diye merak edenler, Borusan Müzik Evi'ndeki Madde-Işık II'ye -25 Eylül'e dek göz atabilir.

***

Galerilerin arka bahçesi


"Burası galerilerin arka bahçesi..." diyor ve ekliyor Melih Görgün: "Galeri sahipleri ve küratörler bu sergiler sayesinde keşfediyor genç sanatçıları." Hakikaten öyle. Yolu buralardan geçen nice genç; Nişantaşı ve Tophane galerileriyle anlaşıyor ve pek çok uluslararası projeye katılıyor. Buralar dediğimiz, Siemens Sanat'taki 'Sınırlar Yörüngeler' ile Akbank Sanat'taki 'Günümüz Sanatçıları İstanbul' sergileri. Beş yıldır devam eden 'Sınırlar Yörüngeler'e -çoğu Anadolu'dan- 350 genç başvurmuş. Seçilenlerin işlerini görmek için son tarih 31 Temmuz. Diğer arka bahçe -Akbank Sanat- epey şenlikli bu defa. 200'e yakın başvuru arasından seçilenlerden biri Birol Biçer. 'Rutinle Dans' isimli kısa videosunda bir kadın temizlik yapıyor. Her şeyi, sandalyeleri filan ters çevirmiş, kocası dâhil... Çok komik. Üst kat daha da... Orada Mehmet Fahracı'nın bir askerle bir sivili dans ettirmesine şahit oluyoruz. Bir de Onur Gökmen'in 'Erken Dönem İvedik O.S.B Buluntuları' isimli yerleştirmesine... Güya 1902'de O. Goekmen tarafından İvedik bölgesinde bulunmuş bu kalıntılar, sonra da yurtdışına kaçırılmışlar. Çok matrak bir kurgu. Gerçek hayatınki böyle değil. Galerinin tüm katını sarıp sarmalayan hırıltılı bir nefes sesi söylüyor bunu bize. Biraz dolanınca kuytu bir köşeye büzüşmüş 'İsimsiz' askerden geldiğini anlıyoruz sesin. Zor nefes alıyor asker. Birkaç gün önce şehit olan arkadaşları, onların aileleri ve ülkesi gibi... Serginin son tarihi 30 Temmuz.

***

Sanatta demokrasi kısa sürdü

'Sanata demokrasi geliyor' ve 'Şehrin yeni sanat geleneği' sloganlarıyla yola çıkan 'İstanbul Yaz Sergisi'nin ömrü kısa sürdü. 15 Temmuz'da kapanması gereken sergi, ayın 7'sinden itibaren kapı duvardı. Düzenleyicilerinden Time Out İstanbul Genel Yayın Yönetmeni Deniz Huysal'a sorduk nedenini. Cevap: "Antrepo 5'in tahsisi belirli bir süre için Kültür Başkenti Ajansı'na aitti. Burayı, Türkiye'de sanatı desteklemek amacıyla bizimki gibi sanat etkinliklerine tahsis ettiler. İstanbul Yaz Sergisi tam onların burayı devrettikleri döneme rastgeldi. Bundan kaynaklanan bir aksaklık sebebiyle sergiyi ilan ettiğimiz tarihten bir hafta erken kapattık." İlgisizlik değil, talihsizlik onlarınki. Zira 2.500'ü açılışta olmak üzere 15.000'den fazla kişi ziyaret etti sergiyi. Keşke bir hafta daha sürebilseydi. Şimdi mekânda ser verip sır vermeyen 12. İstanbul Bienali'nin hazırlıkları var. Takipteyiz.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR /17.07.2011

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Sinop geleceğine sahip çıkıyor


Sinop, geçmişiyle yeterince uğraştığına kanaat getirmiş olmalı ki gözünü geleceğe dikti. 7 Eylül'de kent buluşmasıyla başlayacak 'Geleceği Biriktirmek' isimli proje, seminer ve atölye çalışmalarının yanı sıra sergilerle devam edecek ve geçici bir Kent Müzesi oluşturulacak. Niyet açık: Sinopluların hayallerini ve beklentilerini yansıtmak, Sinop için bir şeyler yapmak...


Sinop, geçtiğimiz yıl bu vakitler 3. Uluslararası Sinop Bienali Sinopale'ye ev sahipliği yapıyordu. 30 sanatçının katıldığı bienalin teması manidardı: 'Gizli Anılar, Kayıp İzler'. 4000 yıldır adı değişmeyen bir şehir bahsi geçen; hikâyesi bol, belleği taze. Sinopale, bu hikâyeleri sanat yordamıyla devşiriyor elinden geldiğince. Çünkü Calvino'nun dediği gibi; bir kenti kent yapan şey, kapladığı alanın ölçüleriyle geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkide gizli...

Ne var ki geçmiş bitiyor bir yerde. Uzun sürense Althusser'in dediği gibi gelecekte. Anmışken alıntılayalım: "... O günden beri sanırım sevmenin ne olduğunu da öğrendim: atılganca kendi duyguları üstüne 'abartmalı' iddialara girmek değil, karşıdakine özenle davranmak, onun arzularına ve ritmine saygı göstermek; hiçbir şey istememek, verileni kabul etmeyi öğrenmek; her armağanı yaşamın bir sürprizi olarak kabul etmek; aynı armağanı ve aynı sürprizi iddiasızca, hiçbir zorlamaya başvurmadan karşıdakine de yapabilmek. Özetle, yalın özgürlük! Cézanne neden Sainte-Victoire dağının her anının ayrı resmini yapmıştı? Her anın ışığı ayrı bir armağandır da ondan. Demek ki yaşam, tüm dramlarına karşın, hâlâ güzel olabilirmiş. Altmış yedi yaşındayım; kendim için sevilmediğimden gençlik tanımamış olan ben, şimdi kendimi hiç olmadığım kadar genç hissediyorum. Bu iş yakında bitecek olsa da. Evet, bazen gelecek uzun sürüyor."

Bu yüzden Sinopluların gündeminde gelecek var şimdi, 'Geleceği Biriktirmek' hatta. Projeyi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Grafik Bölüm Başkanı Prof. Melih Görgün'den dinliyoruz. Her şey birtakım sorularla başlamış: Geleceği biriktirmekten ne anlıyorsunuz? Sinop'un geleceği için neyi korumak isterdiniz? 'Keşke korusaydık, keşke bitmeseydi' dediğiniz şeyler neler? Bugün Sinop için geleceğe ne taşımak istersiniz?... Cevaplayanlar arasında; arkeolog Volkan Kaya, emekli öğretmenler Payende Görgün ve Nursen Şahin, ev hanımları Nazmiye Onur ve Sevim Yaşar, emekli savcı Şeref Yılmazer, emekli mühendis Vehbi Yılmaz ile yüksek lisans öğrencisi Kerem Yıldırım var. Ve bir de açık çağrı: "Diyelim ki bir müze kuracağız (kurmuyoruz da, öyle varsayalım) hep birlikte. Sinoplular, Sinoplu olmayanlar, Sinop'u sevenler... Sinop'un geleceğini kurgulayacağız ve bu müzede sergileyeceğiz. Herkes değer verdiği, önemli bulduğu bir şeyleri verecek. Bu bir fotoğraf da olabilir, bir tencere, bir şapka, bir anı, bir kitap, bir fikir, bir mektup, bir pul, bir kartpostal, bir çek, bir zarf, bir kutu da... Annenizden, dedenizden kalma da olabilir, sizin yaptığınız bir şey de... Yeter ki sizin için bir anlamı olsun, bir hikâyesi olsun. Sinop'un geleceğinde yer almasını istediğiniz her ne ise o olsun... Sinop'un gençleri; Sinop'un geçmişinde olan, sizin yaşadığınız neyi mutlaka görmeli veya bilmeliyse o olsun."

Hareket başlamış. Biri, "Dedem Kore'deki Yavuz Zırhlısı'nın çarkçı başıydı, onun apoletlerini bırakmak istiyorum." diyerek gelmiş, diğeri Sinop'ta eski bir kibrit fabrikasında üretilen kibritlerin ilk versiyonlarıyla... Biri Osmanlı dönemindeki eczanelerden kalmış şişe ve etiketlerle gelmiş, diğeri Sinop'taki eski bir fabrikanın hisse senediyle...

Sanatçılar ile halk el ele

Geleceğe kalacaklar birer ikişer toplanadursun, biz programa bakalım: Öncelikle 7 ve 8 Eylül'de genciyle, yaşlısıyla, işadamıyla, esnafıyla, öğretmeniyle, öğrencisiyle, başkanıyla Sinop'un geleceğinde rol oynamak üzere gönüllü olan, zaman ayıran herkesin katılabileceği bir kent buluşması yapılacak. Ardından 9-12 Eylül tarihleri arasında seminerler ve atölye çalışmaları... Sinoplular yurtiçinden ve Avrupa'dan gelen birçok uzmanla fikir alışverişinde bulunabilecek bu çalışmalarda. Tartışılacak konular arasında; kentsel tasarım, turizm, kentteki tarihî yapılara yeni fonksiyonlar kazandırılması, kültürün kent ekonomisine katkısı, sivil toplumun kentsel kalkınmadaki rolü gibi başlıklar var. Sinop'un geleceği için birlikte düşünülecek, birlikte üretilecek. Son olarak da tüm bu düşünce sürecinde yer alan ve Sinoplularla işbirliği yapan sanatçıların sergisi... Sanatçılar arasında Amie Dicke, Gül Gürses, Johanna Reiner, Mürteza Fidan, Johannes Hoffman, Işın Önol, Mircea Nicolae ve Istvan Szakats gibi isimler bulunuyor. Sergi, 17 Eylül-17 Kasım arasında kentin farklı mekânlarına yerleşecek. Bu mekânlardan biri -muhtemelen- Eski Buzhane binası.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 16.07.2011

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Genç müzisyenler paylaşılamıyor


Şef Cem Mansur'un dün bu sayfada yayımlanan "Gençlere de destek olunsun, Oda Orkestrası'na da" başlıklı röportajdaki Ulusal Gençlik Senfoni Orkestrası'yla ilgili sözlerine Gençlik Orkestraları Derneği Başkanı Yelda Nihan Özmutlu'dan cevap geldi.


Ulusal Gençlik Senfoni Orkestrası'nın yola devam ettiğini belirten Özmutlu, "Kimse bizi yok sayamaz. 90 kişilik orkestramız var, şefimiz Serdar Yalçın. Ana sponsorumuz Yaşar Vakfı ve Üniversitesi. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile AB Genel Sekreterliği de bizi destekliyor. İlk konserimiz 11 Ağustos'ta Seferihisar'da, ikincisi 16 Ağustos'ta İzmir'de gerçekleşecek. Ayrıca Cem Mansur'u 2006'da biz davet etmiştik, ayrılması konusundaki karar da bize ait." dedi. Ulusal Gençlik Senfoni Orkestrası'nın Toplum Gönüllüleri Vakfı çatısı altında yeniden yapılanarak ve isim değiştirerek yola devam ettiğini açıklayan Mansur, röportajda özetle şunları söylemişti: "2007'de Bursa'da Gençlik Orkestraları Derneği'ni kurduk. Ulusal Gençlik Senfoni Orkestrası 4 yıl o çatı altında devam etti. Fakat geçen yaz ben yolları ayırmaya karar verdim. Ulusal Gençlik Senfoni Orkestrası ismi dernekte tescilli olduğu için o orada kaldı. Ben başka bir isimle -Türkiye Gençlik Filarmoni Orkestrası- başka bir çatı altında yola devam ediyorum... İki ayrı orkestra varmış gibi görünüyor ama genç müzisyenler projenin taşındığının farkında. Olayı kuran şef, çalıştırıcılar, sponsorlar, uluslararası bağlantılar, vizyon, her şey hep birlikte çatı değiştirdi."

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 13.07.2011

12 Temmuz 2011 Salı

'Gençlere de destek olunsun Oda Orkestrası'na da...'

Akbank, geçtiğimiz günlerde Oda Orkestrası'nı kapattı ve bundan sonra şef Cem Mansur yönetimindeki Türkiye Gençlik Filarmoni Orkest- rası'nı destekleyeceğini açıkladı. "Gönül ister ki o da devam etsin öteki de. Gençlere de destek olunsun Oda Orkestrası'na da..." diyen Mansur'a göre "Oda Orkestrası neden kapandı?" sorusunun tek bir cevabı var: "Bankanın strateji değişikliği."

Akbank Oda Orkestrası, geçtiğimiz ay son konserini vererek sessiz sedasız kapandı. Akbank, bundan sonra, 2007'den beri başka bir isimle var olan şef Cem Mansur yönetimindeki Türkiye Gençlik Filarmoni Orkestrası'nı destekleyecek. Toplum Gönüllüleri Vakfı çatısı altında yeniden yapılanarak yola devam eden Türkiye Gençlik Filarmoni Orkestrası'nın en büyük destekçisi ise Sabancı Vakfı. Durum biraz karışık. Ayrıntıları Cem Mansur anlattı.

Akbank Oda Orkestrası neden kapandı?

Birçok şey söylemek mümkün. Bazı müzik kuruluşları o anki bütçesi ve boyutuyla doğal bir şekilde yaşamının bir noktasına geliyor. Ondan sonra büyümesi, değişmesi ve gelişmesi gerekiyor.

Olmadı mı? Tıkandı mı?

Olmadı. Ama neden kapandı sorusunun tek bir cevabı var: Bankanın strateji değişikliği ve desteğini başka yerlere kaydırma isteği. Akbank; kendi adını taşıyan kültür kurumlarını destekleyerek değil, başka şeylere, özellikle gençlere destek olarak yola devam etme kararı aldı. Şimdi Türkiye Gençlik Filarmoni Orkestrası'nın sponsorlarından biri.

İkisi birlikte yürümez miydi?

Gönül ister ki o da devam etsin öteki de. Gençlere de destek olunsun, Oda Orkestrası'na da... Bu kadar şık bir oluşumun, marka olmuş bir şeyin yok olmasını kimse istemez ama... Gelişmesi, büyümesi gerekiyordu artık. İyi ki yok oldu demeyeceğim tabii ki hiçbir zaman. Var olan haliyle de çok güzel işler yaptı. Orkestra 19 yaşındaydı, ben 12 yıldır başındaydım. Son 12 yılda epey havalı işler yaptık. Türkiye'nin müzik hayatına yeni bir soluk getirdiğimizi, yeni bir dinleyici kitlesi oluşturduğumuzu düşünüyorum. Dinleyicinin merak ve beğenisinin çok yüksek olduğu gibi gerçekleri biz Akbank Oda Orkestrası sayesinde anladık. Keşke devam edebilseydi ama sponsor strateji değiştirdiyse yapacak bir şey yok.

Akbank Oda Orkestrası kamuya yeterince nüksetmedi mi? Böyle şeyler konuşuldu mu?

Arka planda konuşuldu mu bilmiyorum. Bunların hepsi birer tahmin, gözlemleyenlerin yorumu. Var olan bir şey artık olmadığında herkes üzülüyor.

Başka bir kurumla bir oda orkestrası kurma ihtimaliniz var mı?

Şimdilik yok ama günün birinde orkestranın gelişebileceğine, ileriye gideceğine inandığım bir kurum ona sahip çıkmak isterse neden olmasın. Başka bir formatta tabii.

İleriye götürmekten kasıt ne?

Anadolu'ya daha çok yayılmak, daha çok ve çeşitli konserler yapmak. Üniversitelere yönelik çalışmalara ağırlık vermek, gerçek katkılarda bulunmak; Akbank Oda Orkestrası'nın açıklamalı konserleri öyleydi mesela.

Türkiye Gençlik Filarmoni Orkestrası'na bakalım. İsmi Ulusal Gençlik Senfoni Orkestrası'ydı, değişti. Başka neler oldu? Biraz karışık orası...


Evet. Karışık. Ulusal Gençlik Senfoni Orkestrası benim hep istediğim bir şeydi. Ülkenin her yerinden gelen gençlerin çok iyi hocalarla bir kampa girmesi ve Türkiye'nin en iyi -çok iddialı bir laf ama- senfoni orkestrasını oluşturması. Sonra da Avrupa'nın, dünyanın en önemli sahnelerine göğsünü gere gere çıkması... "Eyvallah, fena değil, Türkiye'de bu kadar olur... " gibi söylemler beni çok rahatsız ediyor. En iyisi olacağız ve Avrupa bizi ayakta alkışlayacak; var mı? Pekala mümkün. Bu niyetle 2007'de Bursa'da Gençlik Orkestraları Derneği'ni kurduk. Ulusal Gençlik Senfoni Orkestrası 4 yıl o çatı altında devam etti. Fakat geçen yaz ben yolları ayırmaya karar verdim. Ulusal Gençlik Senfoni Orkestrası ismi dernekte tescilli olduğu için o orada kaldı. Ben başka bir isimle, başka bir çatı altında yola devam ediyorum. 3 yıldır bizi destekleyen Sabancı Vakfı arkamızda. Akbank, AB Genel Sekreterliği, Kültür ve Turizm Bakanlığı da destekçilerimiz arasında. İdari ve mali kontrol noktasındaki çatımız ise Toplum Gönüllüleri Vakfı.

İki ayrı orkestra yok bu durumda. Siz taşındınız, diğerinin sadece ismi kaldı..
.

Evet, iki ayrı orkestra varmış gibi görünüyor ama genç müzisyenler projenin taşındığının farkında. Olayı kuran şef, çalıştırıcılar, sponsorlar, uluslararası bağlantılar, vizyon, her şey hep birlikte çatı değiştirdi. İyi oldu, ilk defa bu kadar büyük bir geleceği olduğuna inanıyorum bu projenin. İlk defa böyle bir güven içindeyim.

Bursa'dayken öyle bir güveniniz yok muydu?

Oralara hiç girmeyelim. Sorunlar vardı ki ayrılmaya karar verdik. Şimdi Sabancı Vakfı'yla 3. yılımız, Türkiye Gençlik Filarmoni Orkestrası'nınsa ilk yılı. Kafa karışıklığı bir süre devam eder ama öyle bir program yaptık ki... Çok iddialı bir repertuvar hazırladık. İlk konserimiz 7 Eylül'de Aya İrini'de.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 12.07.2011

10 Temmuz 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: MUTFAKTA PİYANO VAR!


Temmuz'un 6. akşamında santralistanbul Kıyı Anfi'de bir animasyon filmin içindeyiz. Gökyüzünde çeyrek ay, arkada kutu kutu evler, sahnede filmin kahramanı Jamie Cullum.


Jamie Cullum ilk şarkı niyetine 'I Am All Over It'i söyledikten ve "Setlist yok, içimizden ne gelirse onu çalacağız. Eğer sakince müzik dinlemeye geldiyseniz, yanlış yerdesiniz." dedikten sonrası silik. Herkes ve her şey sahnede olan bitene kilit. Çünkü Cullum atom karınca gibi... Piyanonun üzerine çıkıp atlıyor, dans ediyor, espriler yapıyor. Tüm bunları yaparken de çalıp söylüyor; hiç teklemeden.

Bu böyle sürüp giderken ve gecenin beklenen şarkılarından 'High and Dry'ın ilk notaları verilmişken civar camiden kocaman bir ses duyuluyor; yatsı ezanı. Ekibini susturan Cullum önce şaşırıyor, ardından olayı kavrıyor ve piyanosuyla çok çok düşük bir tonda eşlik etmeye çalışıyor ezana. Sonrası bir alkış, bir kıyamet ve kaldığı yerden aynen.

Raymond Weil destekli konser üç bise rağmen bitince herkes, 32 yaşındaki bu küçük adamı çantasına koyup eve götürmek istiyor. Ama onun; mutfağında bile piyano bulunan bir evi var zaten. Bir de birkaç ay evvel doğan küçücük bir kızı; adı Lyra. İKSV ekibi Cullum hakkında detaylar veriyor bize: Sekiz yaşındayken gitar ve piyano çalmaya başlamış ama asıl üniversite öğrencisiyken otel ve yolcu gemilerinde çalıp söyleyerek geliştirmiş tekniğini. Kazandığı ilk paralarla - sadece 48 pound'a - kendi kendine çıkardığı 'Heard It All Before'un bir tanesi bugün e-bay üzerinden 600 pound'a satılıyormuş. Okulu bitirdikten sonra 'Pointless Nostalgic'i çıkarmış ve sonraki albümler için üzerine teklifler yağmış. Universal ve Sony arasında geçen sıkı rekabeti, rekor denecek bir ramakla Universal kazanmış.

***

Arkasında gözü olan adam

Irak asıllı Amerikalı sanatçı Wafaa Bilal, başının arkasına ameliyatla bir kamera yerleştirtmiş. Bu kamerayla ardında kalan dünyayı kaydeden sanatçı, görüntüleri bir USB kablosu ve 3G ağı üzerinden dakika başı web sitesine (www.3rdi.me) yolluyor. Projenin adı '3rdi'; niyeti, bir sürü gerçek gözün üçüncü bir yapay gözün gördüklerini izleyip anlamlandırmaya çalışması. Bilal, 'konfor bölgesi' olarak tanımladığı yaşamında öğretim görevlisi. Ama yıllar önce, 1990'da, Körfez Savaşı'na yol açan Kuveyt işgali sırasında orduya katılmak istemeyen öğrenciler arasındaymış ve daha iyi bir yaşam ve özgürlük hayaliyle ülkesinden kaçmış. Tam o sırada Necef bombalanıyormuş ve Bilal arkasında kopan kıyameti kaydedebilmek için bir kameranın eksikliğini hissetmiş. '3rdi' projesine ilham kaynağı olan deneyimlerden biri de bu kaçışmış. Çağdaş Sanat Dergisi Articulus'ta Bilal'le yapılmış upuzun bir röportaj var; Hande Oynar imzalı.

***

'Çiçek böcek deyip geçmeyin!'


Tekfen Holding'in kurucusu Ali Nihat Gökyiğit anlatıyor: "... Rekabet her şeyin en güzelini getirir. Bitki dünyasında da inanılmaz bir rekabet sözkonusu. Çiçek böcek deyip geçmeyin. Hollanda'nın yıllık çiçek geliri 2.5 milyar Euro, ülkedeki doğal çiçek sayısı 1800. Sadece istanbul'da 2500 doğal çiçek var. Türkiye'de ooo, 10 binin üzerinde. Bir de bunların 3500'ü sadece bizde. Anadolu'da çiçek deyince iki soru geliyor akla. Birincisi, yeniyor mu? İkincisi, para ediyor mu? Cevabınız ikisi de değilse bir omuz silkme. Tüm bunları dinledikten sonra fotoğrafçı ve belgesel yapımcısı Fatih Orbay ve ailesinin 3.5 yılda tamamladığı 'Türkiye'nin Eşsiz Çiçekleri Belgeseli'ni izliyoruz hep birlikte. Ege, Akdeniz, İç Anadolu, Doğu Anadolu, Karadeniz ve Marmara bölgesindeki çiçekleri anlatıyor belgesel. Kaz Dağı'ndaki çiğdem, bicikli yıldız ve sarıkızçaylarının eşşiz olduğunu öğreniyor, Ardahan'da boyu 2.5 metreyi bulan zambaklara hayret ediyor ve dünyanın en güzel çiçeklerinden birinin isminin 'Ağlayan Gelin' olduğunu duyuyoruz. Meraklıları belgeseli İz TV'den takip edebilir. (16 Temmuz Cumartesi 17.55, 17 Temmuz Pazar 22.25, 30 Temmuz Cumartesi 17.55 ve 31 Temmuz Pazar 22.25)

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 10.07.2011

6 Temmuz 2011 Çarşamba

'Miles Davis bizi destekliyor'


18. İstanbul Caz Festivali, yarın akşam Marcus Miller'ın müzik direktörlüğünü üstlendiği 'Tribute to Miles' isimli projenin dünya prömiyerini ağırlayacak. Davis'le yolu genç yaşta kesişen Marcus Miller, Wayne Shorter ve Herbie Hancock; önceki gün Zorlu Center'ın tanıtım ofisinde gerçekleşen basın toplantısında projenin detaylarını ve Miles Davis'i anlattı.


Bir efsane daha -Miles Davis- aramızdan ayrılalı 20 yıl olmuş. En başta kadim dostları Marcus Miller, Wayne Shorter ve Herbie Hancock inanamıyor buna. Şöyle diyor Marcus Miller hatta: "Miles Davis aramızdan ayrılalı 20 yıl oldu denince şaşırıyorum. Bu kadar uzun süre geçtiğinin farkında değilim. Bunun sebebi müziğinin sürekli bizimle olması..."

İnanamasalar da bir şeyler yapmak istiyorlar topluca ve ortaya 'Tribute to Miles' projesi çıkıyor. Yarın akşam Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu'nda dünya prömiyerini yapacak proje; temmuz ayı boyunca Umbria, North Sea, Montreux ve Jazz a Vienne gibi önemli festivalleri dolaşacak.

"Bunlar nasıl konserler olacak? Neler göreceğiz sahnede?" basın toplantısının da ilk sorusu. "Bir piyano, bir saksafon..." diyerek ve gülümseyerek başlıyor anlatmaya Miller: "1950'lerin takım elbiselerini giymek gibi bir niyetimiz yok. Kendimiz olacağız. Miles'in bize öğrettiği en önemli şey, geriye değil ileriye bakmaktı. Geçmişe hiç takılmamış biriyle ilgili geçmişe dönük bir şey yapmak, bir konser hazırlamak hiç kolay değil. Geçmişe saygı gösterip yüzümüzü geleceğe döneceğiz. Geçmiş gelecekle buluşacak konserde. Hepinizin tanıdığı ezgiler olacak ama aynı seslerle değil... Onun sesi sürekli kulağımızda çınlıyor. Bire bir taklit edersek o sesi duyamaz oluruz. O bizi destekliyor. Bunun aksini düşünseydik burada olmazdık."

"ONU HİÇ ÖZLEMİYORUM"

"Özlüyor musun diye soruyorlar bazen. Hayır, çünkü hep burada. Ondan etkilenen herkes onun varlığını hissetmeye devam ediyor. O bizimle. Miles'in yaşıyor olduğu duygusuyla bir araya geldiğimizde ne yapılması değil ama ne yapılmaması gerektiğini belirlemek çok kolay oluyor." diye söze giren Herbie Hancock, "Miles'ın sesleri kulağımızın yanında, içimizde. Ondan aldığımız müzik dersleri birer hayat dersi. Bu projeyle bunu daha iyi fark ettim." diyor ve ekliyor: "Saygı niteliğindeki bir konserde onun şarkılarını çalmak gelir önce akla. Ama kafamızın içindeki Miles bunu duyunca 'Sakın ha!' dedi."

Miller devam ediyor: "Sahnedesiniz. 3 bin, 4 bin, 5 bin kişi sizi izliyor ve ne olacağını bilmiyorsunuz. Hiçbir cazcı sahnede ne olacağını tam olarak bilemez. Ne kadar prova yaparsanız yapın yeterince hazır olmazsınız. Rock ve klasik müziğin kendine güveni tamdır bu anlamda. Ama doğaçlamada ne olacağı bilinmez. Yapmanız gereken tek şey, 'Ne olacağını bilmiyorum ama kendime güveniyorum.' demektir. Öyle olursa geleceği yakalarsınız."

Anda kalmanın cazın özü olduğunu söyleyen Wayne Shorter ise amaçlarının Miles'ı onurlandırmak olduğunu söylüyor ve ekliyor: "Bunun parametrelerini belirlerken Miles'in kişilik özelliklerini düşündük. O, genç yetenekleri desteklerdi. Konserlerde bize trompette Sean Jones ve davulda Sean Rickman gibi iki genç yetenek eşlik edecek."

BOKS, YEMEK YAPMAK, KADINLAR

Provaların ilk gününde hiçbir şey çalmayan, sadece Miles Davis hakkında uzun uzun konuşan ekip, biraz da onu o yapan özelliklerden bahsetti. Müzik dışında en çok; boksu, yemek yapmayı ve kadınları severmiş örneğin. Wayne Shorter bir anısını anlattı bu noktada: "Günün birinde bana bir soru sordu Miles; 'Kulağa müzik gibi gelen müzikten sıkıldığın olmuyor mu hiç?' Düşünmeye başladım. 'Düşünmeden cevapla.' diye uyardı, içini derince çekti ve 'Anladım ben' dedi. Hani bazen iletişim kurmakta zorlandığınız zamanlar olur ya... O zamanlarda iletişim kurulacak tek kişidir Miles. Başkasını tanımadım daha."

'Tribute to Miles'ın dünya prömiyeri yarın akşam Miles Davis'in 1989'da sahne aldığı Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu'nda gerçekleşecek. Zorlu Center'ın sponsorluğunu üstlendiği konserde; piyanoda Herbie Hancock, saksafonda Wayne Shorter, bas gitar ve bas klarnette Marcus Miller, trompette Sean Jones ve davulda Sean Rickman olacak.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 06.07.2011

4 Temmuz 2011 Pazartesi

‘Temellük' etme yolunda…


Son zamanlarda sıkça yolumuza çıkan 'temellük etme/sahiplenme' sanatı, genç sanatçı Özlem Şimşek'in kocaman otoportreleriyle karşımızda. Şimşek'in geçtiğimiz günlerde Galeri Zilberman'da açılan 'Epik Ayartma' isimli sergisi, eski Türk ressamların -bilhassa modern olanların- kadın portrelerine göndermeler yapıyor, hatta resimlerdeki figürlerin kılığına girip onları muzipçe taklit ediyor.


Ünlü fotoğrafçıların baş yapıtlarını yeniden fotoğraflayan Sherrie Levine'in ele aldığı eserlerden biri Edward Weston'a aittir. Fotoğrafı gören bir izleyici "Bunun orijinalini görmek isterdim..." der. Levine'in cevabı şöyle olur: "Orijinalini görünce de fotoğraftaki çocuğu görmek isteyeceksin, çocuğu görünce de sanat yok olmuş olacak." Bu hikâyeyi bize genç sanatçı Özlem Şimşek hatırlattı.

Şimşek'in geçtiğimiz günlerde Galeri Zilberman'da açılan 'Epik Ayartma' isimli sergisi de benzer bir şekilde 'temellük' etme yolunda. Şimşek, sergideki 15 kadar fotoğraf ve 3 videosunu; eski Türk ressamların -bilhassa modern olanların- kadın portrelerine göndermeler yaparak ve hatta portreledikleri figürlerin kılığına girip onları taklit ederek oluşturmuş. Bu ressamlar arasında Nuri İyem, Şeref Akdik, Mihri Müşfik, Osman Hamdi Bey, İbrahim Çallı, Abdülmecid Efendi, Halil Paşa ve Mahmut Cuda gibi önemli isimler var.

KADIN, MODERNLEŞME NESNESİ

Lacivert zemin ve parlak ışık altındaki dev fotoğraflarda Şimşek, ele aldığı portrelerin ressamlarıyla hayli koyu bir sohbet içinde. Resimleri daha önce gören ya da bir şekilde bilen izleyici bunu anlıyor hemen. Bilmeyen ve görmeyense şöyle bir irkilip garipsiyor ilk başta, sonra bulup buluşturduğu küçük kataloğa bakıp taşları yerine oturtuyor bir şekilde.

Serginin genç küratörü Selin Turam, modern Türk resminin başlangıcından 1950'lere kadar olan süreçte üretilen kadın resimlerine gönderme yaptığını hatırlatıyor sanatçıya. Şimşek'in cevabı: "Modern Türk resim tarihi Batılılaşma hareketleriyle başlıyor, yani Tanzimat dönemiyle. Tanzimat aynı zamanda Batı'ya eğitim için öğrenci gönderilmeye başlanmasının da tarihi. Hem Osmanlı hem de Cumhuriyet'in modernleşme projesinde sanat da kadın da iktidarın önemli bir temsil alanı. ... Sanatçı devletin değişiminin ve yeni yüzünün temsilcisiyse kadın da modernleşmenin en büyük sembolü ve nesnesi."

Bu durumda ideal Türk kadını imgesinin modernleşme ülküsüyle paralel bir ilerleme içine girmesi ve bunun da dönemin modern Türk resminde ayan beyan görülmesi çok doğal. Şimşek de Türk kadınının nasıl olması gerektiğine dair çizilen tabloyu/biçilen rolleri dönemin modern Türk resminde kadın imgesi sunumundan yararlanarak yansıtıyor bugüne. Onun deyişiyle, bir rolleri ifşa etme durumu bu. Biraz muzipçe... Sergi için son tarih 16 Temmuz.

***

Genç / Yeni / Farklı Yarışması

Özlem Şimşek, Galeri Zilberman'ın 2011'de düzenlediği Genç/Yeni/Farklı Yarışması ve Sergisi kapsamında Başak Şenova, Stephane Ackermann ve Yane Calovski'den oluşan seçici kurulun 358 başvuru arasından seçtiği 17 sanatçıdan biri. Selin Turam da aynı yarışma kapsamında 20'ye yakın başvuru içinden seçilen küratör.


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 04.07.2011

3 Temmuz 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: 2010 AJANSI'NDA KERAMET VARMIŞ

İstanbul, epey hareketli bir hafta geçirdi. Bir tarafta kapanan kapılar -sonsuza kadar- diğer tarafta açılan ve şehrin hücrelerine nüfuz etmeyi planlayan festivaller, üç hafta kadar...

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tam olarak 30 Haziran Perşembe günü saat 18.00'de görevini tamamlayarak kendi kendini imha etti. İmha süreci epey hüzünlü geçti. Büyük sona bir gün kala, Miraç Kandili'nin olduğu akşamüstü, ajansın son temsilcileri küçük bir 'Güle Güle' düzenledi ama pek gülemedi tabii. Pırıl pırıl meyveler ve renkli kurabiyelere rağmen. Çünkü yaşanan, eninde sonunda bir ayrılıktı.

"Ah ne güzel bina, ah ne fena diyerek geldik, alnımızın akıyla gidiyoruz. Bu perde burada kapandı. Gerisi hüsnüzan." diyerek "Sonra ne olacak?" sorusunun önünü peşinen kapattı ajansın başkanı Şekib Avdagiç. Herkesin cebinde bekleyen birer ikişer cümle vardı elbette. 40 aydır ajansta çalışan bir hanım "Ne zaman herkes bilgisayarlarındaki özel dosyalarını alsın dendi, anladım bitti." derken bir bey, Şamil adı "Bitmese daha iyiydi." dedi, öksüz çocuk gibi.

Bir hanım kız, Survivors2010 isimli mail grubunu anlattı uzun uzun, herkesi üyeliğe davet etti. Her teklif bir mükellefiyet getirirdi. Bakalım... Toplantı "Hayırlı Kandiller" ortak cümlesiyle bitti. Geriye bir sürü anı, restorasyondan çıkmış pek çok yapı ve 8 yuva kaldı. O da ne? Şöyle: Ajans çalışanlarından 7 çift şu anda evli, 1 çift de nişanlı. Bebekler de cabası...

***

"Aldığım en swingli ödül"

İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın bu yıl 18'ine basan kıymetlisi İstanbul Caz Festivali, 2010 meselesi tamamen kapandıktan sadece iki saat sonra neşe içinde başladı. Önce tören, sunucu Toprak Sergen. Bülent Eczacıbaşı festival sponsorlarına tek tek plaketlerini verdi, sonra sıra Yaşamboyu Başarı Ödülü'ne geldi. Okay Temiz, ödüle "ne ki şimdi bu der gibi" bir bakışla baktı; "Bu aldığım en swingli ödül." dedi ve ekledi: "Al sana ödül, hadi bay bay zannederler; öyle bir şey yok, yola devam..." Törenden sonra bir müddet sessizlik oldu sahnede. O sırada herkes yüzünü Boğaz'a çevirdi ki... Köprüde kaşla göz arasında bir sürü evlenme teklifi! Birtakım tekneler köprünün hemen altına ışıkla yansıtıyor niyetleri. Misal: "...Sibel, benimle evlenir misin? Sincabın." O sırada konser başladı. İlk önce Simavi çıktı sahneye. Sonra Emin Fındıkoğlu'nun topluluğu... Müziği, sesi ve performansı bırakıp eve gitmek hiç kolay olmadı. Şimdi festival 3 hafta boyunca 40'ın üzerinde konser ağırlayacak. Jamie Cullum, Paul Simon ve Marcus Miller'in olduğu akşamlara bizzat dikkat!

***

Simitçiiiii bakar mısınnnn?


Uluslararası İstanbul Opera Festivali daha çok ufak -yaşça- ama afiş ve reklamlarıyla ailemizden biri oldu bile. Hatta hani eskiden böyle uzata uzata, opera sanatçısıymış gibi yaparak bir şeyler isteyen çocuklar vardı; Kaynanalar dizisindeki, kocasını şan yaparak azarlayan Tijen karakteri sağ olsun... Öyle bir yakın bize. Simitçiden aynı böyle yaparak simit isteyen bir kadın var hatta reklamlarında.

Festival açılışı 1 Temmuz Cuma akşamı Cemil Topuzlu Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda Fatih Sultan Mehmet Operası'yla yapıldı. Yağmur altında...Onu kaçıranlar kaçırdı; tek temsildi ve bir dahaki temsili taa seneye. Ama niyetlisine; bu akşam IV. Murat var, Topkapı Sarayı'nda. Yarın akşam ise Tosca, yine Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu'nda.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 03.07.2011

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Alnımızın akıyla çıktık çok şükür!


İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı, kapılarını önceki gün saat 18.00'de resmen kapattı. Ajansın Genel Sekreteri Yılmaz Kurt, Atlas Pasajı'ndaki ofisinin kapısını son kez kilitlerken sorularımızı cevapladı. "Keşke 2010 tecrübesiyle 2011 başkent yılımız olsaydı." diyen Kurt'un içi rahat.


İstanbul'un karla karışık yağmurla başlayan 2010 Avrupa Kültür Başkentliği macerası 19 Aralık akşamı Harbiye Kongre Merkezi'nde gerçekleşen mütevazı bir resepsiyonla sona ermedi aslında. O akşam sadece bir noktalı virgül konuldu maceranın ortasına. Noktayı; 27 ay önce bir cumartesi sabahı kendini İstanbul'da bulan 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı (AKB) Genel Sekreteri Yılmaz Kurt koydu. Tam olarak 30 Haziran Perşembe günü saat 18.00'de. Ayrıntılar, Atlas Pasajı'nın kapıları son defa kapanırken konuşuldu; eşik sohbeti tadında...

Yarın sabah bir rüyadan mı, kâbustan mı uyanacaksınız?

Rüyadan. Bugün bile aynı telaş: Devir, protokol, teslim tutanağı... Yarın sabah, 120 ile giden araba bir anda duracak. Şöyle öğleye kadar evde kalmayı düşünüyorum. Çok uzun zamandır ilk kez olacak bu.

Sonra ?...

Tatile... Önce Karadeniz yaylalarında 2010'un ufunetini dağıtacağız, sonra memlekete.

Dönüş ne zaman ve nereye?

Bir ay sonra inşallah. İstanbul'a. Hemen Ankara'ya dönmeyi düşünmüyoruz.

Hemen mi, hiç mi düşünmüyorsunuz?

Çok bize bağlı değil ama bana kalırsa hiç.

Ankara'da pembe bürokrasi dosyaları; burada müzik, edebiyat, sanat... Cennete düşmüşsünüz bir yerde.

Cehennemin kıyısındaki cennet diyelim biz ona. İstanbul ve Ankara'daki hayat çok farklı. Hele 2010 hikâyesi, farklı bir hayat içinde farklı bir hayat. Ankara, ek göstergeye endeksli yaşamların şehri.

2010'dan sonra hayatınızda kalacaklar neler?

Kocaman bir boşluk. Hayatıma öyle çok şey girdi ki... Mesela gazetelerin kültür sanat sayfaları. Önceden göz ucuyla bakardım, şimdi okumazsam rahat edemiyorum.

MEDYA BAZEN ÇOK ACIMASIZ OLUYOR

O sayfalar ajansa demedik şey bırakmadı. Üzünce böyle kıymetli olunuyor demek! Gerçi bir an geldi, bir şey oldu; yerlere göklere sığdıramaz olduk. Ne diyorsunuz buna?

Başlangıçta ajans kendini anlatamadı ama medya da bazen çok acımasız oluyor. "2010'a şu kadar kaldı, ortada hiçbir şey yok, cümle âleme rezil olacağız." Bu nasıl bir felaket tellallığı? Birden herkes uzman olup AKB'de şu olur mu, bu olur mu? diye ahkâm kesiyor. Hâlbuki hazırlıklar belli bir takvim ve plan içinde devam etti o sırada. Restorasyonlar bitmeye durdu, iddiaların sesi kesildi. Şeffaf bir yönetim sergiledik, sürekli rakam açıkladık aslında ama yine de "800 milyon Euro harcandı, ortada bir şey yok" dendi. Bugün itibarıyla 462 milyon TL ile 3 yılı kapattık.

500 olması bekleniyordu, kalan paraya ne oldu?

Bütçenin % 60'ı kentsel dönüşüm projelerine ayrılmıştı ama harcama % 50'lerde kaldı. Kentsel dönüşüm projelerine 222 milyon TL harcandı. 178 binanın bir kısmının restorasyonu tamamlandı, bir kısmınınki ise devam ediyor. Bugün 10 milyon dolar verseniz, hadi yapın deseniz, yapılmaz. Yapılmadı da... İstanbul'un sorunu sadece para değil. Para olsa da olmuyor. Paramız vardı, harcayamadık işte. 55 milyon TL nakit parayı İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve İl Özel İdaresi'ne devrediyoruz. Bu kadar sürede bu kadar yapabildik. Bu bir başlangıç. Bundan sonra da devam etmeli. İstanbul'da 38 bin tescilli yapı var, bir o kadar da tescilsiz...

Kaç yapı devredildi?

60 civarında. Onların restorasyonu bu yıl sonuna kadar bitecek.

Patinaj çektikleriniz, bir arpa boyu yol gitmedikleriniz?

Bir tek AKM. Yok, bir de Rami Kışlası var. Onun projesini tamamladık ama hayata geçiremedik. En büyük sıkıntı proje. Daha önce de niye kültür merkezi yapmadınız diye sormuşlardı. Proje vardı da biz mi yapmadık demiştim. Önce iyi bir proje; sonra kurul onayı, ihale, sözleşme... Çabucak olmuyor.

HERKES AJANS DEVAM ETSİN İSTİYOR AMA...

Şekib Avdagiç çok net. Nokta diyor, 2010 Ajansı bitti diyor, perde kapandı diyor. Sizinle daha önce de konuşmuştuk, dost sohbetlerinde başka bir yapılanmanın adı geçiyordu... Nedir son durum?

Çok insan söylüyor, istiyor, diliyor. Gazeteciler yazdı, hatta cumhurbaşkanımız da bu konudaki dileğini dile getirdi bir konuşmasında, devam ettirmeliyiz diye... Ama elimizde mevcut bir yasa var, 5706 sayılı.

Bugün 30 Haziran, öldü o yasa.

Bu güne kadar ona bağlıydık. Devam etmesi bu yapıyla zordu, ajans AKB için kurulmuştu.

Başka bir yapı söz konusu mu? Siz neden İstanbul'da kalıyorsunuz mesela?

Değişik alternatifler konuşuldu ama temenni, iyi niyet, arzu mahiyetinde... Gerisi siyasi irade ve hükümetin tasarrufu. Böyle bir şeye ihtiyaç olduğuna karar verilir, kanun çıkar, düzenleme yapılırsa neden olmasın ama tüm bunlar bizim dışımızda, üstümüzde. Bana İstanbul'la ilgili bir görev tevdi edilirse elimden geleni seve seve yaparım. Öyle diyeyim.

Keşke var mı?

Keşke'yi sevmiyorum ben.

Şöyle soralım: Gözümüz arkada kaldı çünkü...

Çabuk bitti. Bu ekip bu birikimle daha çok şey yapabilirdi. Biraz daha hizmet edilmeliydi İstanbul'a. AKB'de malum yıla 1 kala proje defteri kapanıyor normalde. Yani bizim 2008 sonunda projeleri almış, değerlendirmiş, seçmiş, programı oluşturmuş olmamız gerekirdi. Sonrası uygulama ve iletişim... Ama ajans 2008'in ilk çeyreğinde ancak kurulabildi. En baştaki zamanlama hatası. Kervan yolda düzüldü. Keşke 2010 tecrübesiyle 2011 başkent yılımız olsaydı.

Gözümüz arkada kalmadı çünkü...

Atlas Pasajı yıkılacak, herkes altında kalacak ve İstanbul ele güne rezil olacak gibi bir izlenim, dahası beklenti ve hatta arzu vardı. Bu bizi çok üzdü. Ama Allah'a şükür öyle bir şey olmadı. Alnımızın akıyla atlattık.

O senaryonun sahipleri - Hani 2500 başvuru oldu; yüzde 20'si kabul, yüzde 80'i reddedildi - onların hamileri mi?


Ne desem... Şunu atladılar: İstanbul'un bir konudaki başarısızlığı İstanbul'un başarısızlığı olur. Dışarıdan bakan kimse ajansın başkanını, genel sekreterini; şehrin valisini, belediye başkanını bilmez. Sadece İstanbul'u bilir; koskoca İstanbul bunun altından kalkamadı der. Öyle olmadı çok şükür, müsterihiz.

Meşhur 'Palmer Raporu'na göre akla kara 10 sene sonra anlaşılacak. On yıl sonra; İstanbul gerçekten başarılı bir Avrupa Kültür Başkenti'ydi diyebilmemiz için cümle şöyle sürmeli: Çünkü falanca uygulama 2010'da başladı. Var mı böyle bir cümlenin malzemesi?

Opera, dans, şiir ve ud festivalleri... 2011'den sonra bakmak lazım tabii. Hele İstanbul gibi bir şehirde etkiyi hemen göremeyiz. Turist sayısı, otellerin doluluğu ölçülecek. Bakalım.

Turist demeyin. İstanbul bu, turist zaten gelir. Nasıl bir felsefe ve kültür politikası kalacak belleklerde?

2010'dan sonra İstanbul ismi kültür sanatla daha çok yan yana gelecek. Dışarıdan bakıldığında Türkiye eşittir deniz, kum güneş ve yıkık bir sütun. İstanbul eşittir lokum, kebap, dansöz. Ama şimdi bir kültür sanat güzergahı oldu şehir. Gün geçtikçe daha çok hissedilecek bu. Özellikle çağdaş sanat alanında...

586 proje 9.862 etkinlik. Tazyikli su gibi. Tenimize işlemedi...

Doğru. Çok fazla oldu. Bu hem katılım hem kamuoyu paylaşımında sorun çıkardı. Ama bir yandan da 15 milyonluk bir şehirden söz ediyoruz; Tuzla'dan Çatalca'ya... Hiç etkinlik yapılmadı diyenler de oluyor. Haliç'e iki kova su dökmüşüz gibi muamele görüyoruz.

Paydaşların en büyük eleştirisi proje değerlendirme kriterlerinin net olmaması. Kayırma iması var burada. Gerçekten net değil miydi?

Kriterlerden değil, kültür sanatın doğasından kaynaklanan bir problem bu. Çünkü sayısal ya da ölçülebilir bir değerlendirme söz konusu değil. Tamamen sübjektif. Her müellif kendi projesinin çok mükemmel olduğunu düşünüyor ki önümüze getiriyor. Ama onu değerlendirenler de yine o alanın uzmanları. Hepsinin kabul edilmesi zaten fiilen mümkün değil. Bu sadece bizim değil, diğer kültür başkentlerinin de en çok karşılaştığı sorun.

Yumuşak bir karın. Şimdiki aklınız olsa ne yapardınız?

Başvuruları sınırlı tutardık, ucunu açık bırakmazdık. Kabul edilen proje sayısını da daha az tutardık.

Danışma Kurulu'na yeterince danışmadınız mı?

Yoo, danışma kurulu toplantıları yasanın çizdiği çerçeve dâhilinde çok nizami şekilde her ay yapıldı. Gelenlerin hepsi görüşünü bildirdi, sorularını sordu, cevaplarını aldı. Başkan sivildi, Hüsamettin Kavi. Toplantılar onun yönetiminde gerçekleşti. Yürütme Kurulu da öyleydi, onun yapısında da kamuyu temsil eden 3 üye vardı. Çoğunluk ve başkan yine sivildi.

Neden hükümet çok baskı yaptı gibi bir izlenim vardı?

Çünkü 2010 AKB Ajansı kamu kaynağı kullandı. Devlet verdiği paranın hesabını sorar. Harcama belgeleri anlamında... Bunu müdahale diye görülüyorsa evet oldu. Olur, olmalıydı ve yine olsa yine olur. Bu kadar kesin. Kamu verdiği beş kuruşu takip eder.

Azınlıklara özel bir ilgi, alaka var mıydı?

Evet, zaman zaman böyle eleştiriler aldık. Ama sonuçta AKB unvanını şehrin kozmopolit yapısına borçluyuz. Çok büyük coşkuyla karşılandık. Onların ifadesini aktarayım: "Biz 2010 sayesinde bir devleti ve devlet adamlarını daha yakından gördük ve aslında uzun yıllardır bir mesafe varmış gibi davranılmasının boş olduğunu gördük." Mübadele Müzesi olsun, İstanbul'un Rum Mimarları sergisi olsun... Sergiyi Selanik ve Atina'ya götürdük, oradaki sevinci görmeliydiniz. Hepsi, ikinci kuşak artık ama İstanbulluyuz biz diyorlar. Bir de 'azınlık' anlaşmalarda geçen bir tabir sadece. Onlar Türk vatandaşı; yaşamlarıyla, kültürleriyle İstanbullular. Kültürün, sanatın ırkı yok zaten.

BİR GÜN 2010'UN HİKAYESİNİ YAZARIM BELKİ

2010'un en çarpıcı olayı neydi?

Sanki U2 konseri, köprü yürüyüşü... Onunla ilgili de mesela U2 çok öne çıktı diye pişmanmış, öyle yazıldı. Orada bile bir başarı gölgeleme gayreti.

Öyle bir şey yoktu değil mi?

Tabii ki yoktu. Son derece mutluydular. Tekrar çağırsak eminim yine koşa koşa gelirler.

Kişisel hayatınız açısından en unutulmaz anılar?

Efsane İstanbul sergisini unutamam. Arvo Pärt konseri benim için çok etkileyiciydi. Arvo Pärt bana, ismime hitaben Adem'in Yakarışı'nın bir parçasını gönderdi, eliyle yazmış, ismime hitap etmiş. Bono'yla köprüde yürüdük, uzun uzun sohbet ettik. En unutulmazı ise, bakın bu çok özel, iskeleye çıkıp Ayasofya'nın tavanına avucumu yaslamaktı.

Anılarınızı ne zaman yazacaksınız?

Burada 5. defterimi bitirdim, bir sürü not aldım. Onları kendi penceremden yazmaya çalışacağım; tatilde başlayabilirim. Fiilen, hukuken ve zihnen uzaklaşınca bakalım nasıl bir 2010 hikâyesi çıkacak ortaya? İsmi hazır: 'Bir Atlas Hikâyesi'.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 02.07.2011