29 Ocak 2012 Pazar

SANAT/HAYAT: Albüm yok, konser verelim; ama güzel havalarda

Café Aman İstan-bul'un üzerindeki küçük kara bulut bir türlü gitmiyor. Bir yıldır üzerinde çalıştıkları Fasl-ı Rembetiko isimli ilk albümleri çıkamadı. Sonra da aylardır hazırlandıkları tanıtım konseri iptal edildi...

Cafè Aman İstanbul, Stelyo Berber ve eşi Pelin Suer tarafından 2009 yılında çalgılı çengili bir neşeyle kuruldu. O gün, bugün pek çok konser veren ekibin en büyük isteği içlerine sinen bir albümdü. Canla başla çalıştılar, kendilerince muvaffak da oldular. Albüm, bugün yarın derken nihayet bitti. Bitti de... Bir türlü çıkamadı. Sebep: Bürokrasi.

Kalan Müzik etiketli Fasl-ı Rembetiko isimli albüm neredeyse iki aydır İstanbul Telif Hakları ve Sinema Müdürlüğü'nün kapısında beklemekte. Gerekçe: Gülbahar ve San Apokliros Gyrizo şarkılarının telif haklarındaki problem. Aslında ekip, Gülbahar ve San Apokliros Gyrizo şarkılarını besteleyen Vasilis Tsitsanis'in Atina'da yaşayan oğluna ulaşarak veraset belgesi almış. Hatta Yunan mahkemesi tarafından verilmiş telif hakkı kararının tercümesiyle birlikte...

Ama işte; İstanbul Telif Hakları ve Sinema Müdürlüğü, "Eser sahibinin başka varisi olup olmadığını nereden bileceğiz. Onu da ispatlamalısınız." deyince... Öylece kalmışlar. Hâlbuki ince eleyip sık dokumak yerine o şarkılar için anonim deselerdi, bandrol başvurusunu da öyle yapsalardı... Onlar sağ, albüm selamet! Ki öyleymiş; doğrusu değilse de normali. Herkes Yunan bestekârlara ait besteleri gerçek sahiplerini belirtmeden anonim olarak bildirip bandrollerini 1-2 günde alırmış. Bahsi geçen şarkılar dâhil.

Bakalım albüm ne vakit ele avuca gelecek? Hadi bulut, küçük kara bulut... Uzaklaş artık!

***

Saim Bugay ve kuklalar bir kez daha

'Öyle mi' isimli sergiyi gezdiğimizde; cemreler düşmüş, kocakarı soğukları yolu yarılamıştı. Demek ki aşağı yukarı bu zamanlardı... Sergi vesilesiyle Türk heykelinin usta ismi Saim Bugay'ı (1934-2008) anmış; onun, Kukla ve Gölge Oyunları Sanat Dalı'nı kuran kişi olduğunu bir kez daha hatırlamıştık. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tophane-i Amire'deki sergi elbette kuklalardan ibaretti. Yine öyle. İsmi 'Hayvan'. Tarihleri 1-27 Şubat. En güzeli de sergilerin gelenekselleşme yolunda ilerlemesi.

***

Bir türlü izleyemediyseniz...

"Kaçırdım, denk gelmedi, üşendim... Bir şeyler oldu, tam o günlerde yatılı misafir vardı... Zaten filmler vizyonda göz açıp kapayıncaya kadar kaldı. Olmadı, izleyemedim." diyorsanız... Bir fırsat: İstanbul Modern Sinema'da 9-12 Şubat tarihleri arasında Sinema Yazarları Derneği'nin 2011 yılının En İyi Türk Filmleri olarak açıkladığı beş film gösterilecek: Bir Zamanlar Anadolu'da/Nuri Bilge Ceylan, Saç/Tayfun Pirselimoğlu, Press/Sedat Yılmaz, Gelecek Uzun Sürer/Özcan Alper, Gölgeler ve Suretler/Derviş Zaim.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 29 Ocak 2012

23 Ocak 2012 Pazartesi

Türk-Hollanda ilişkilerinin hatırası

Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi 2012'ye iki ayrı sergiyle girdi. Biri, Türk-Hollanda ilişkilerinin 400. yılı kapsamında gerçekleşen 'Sultanlar, Tüccarlar, Ressamlar'; diğeri ise 'Konstantiniyye'den İstanbul'a-XIX. Yüzyıl Ortalarından XX. Yüzyıla Boğaziçi'nin Anadolu Yakası Fotoğrafları'.

Pera Müzesi'nin 3. katına yerleşen 'Sultanlar, Tüccarlar, Ressamlar: Türk-Hollanda İlişkilerinin Başlangıcı' isimli sergi, Amsterdam Müzesi işbirliği ve Rijksmuseum'un katkılarıyla İstanbul'a geldi. Türk-Hollanda ilişkilerinin 17. ve 18. yüzyıldaki kültürel, diplomatik ve ticari durumunu anlatan sergide; yağlıboya ve suluboya resimler, gravür ve kitaplardan oluşan 80'i aşkın eser yer alıyor. Resimler, 17. yüzyılda Osmanlı'nın nasıl göründüğünü anlatıyor; elbette Hollandalı ressamların gözünden... Figürlerin kıyafetleri, duruşları ve hatta yüz hatları birbirinin aynı. Bu, bizim Çinli ve Japonları ayırt edemememiz gibi bir durum. Nedeni, serginin küratörü Laura van Hasselt'e göre resimlerin hep birbirinden kopya edilmesi.

İLK DİPLOMAT CORNELIS HAGA

Sergide, 400 yıl önce Hollanda'dan çıkıp aylarca süren bir yolculuğu tamamlayarak Osmanlı topraklarına ulaşan ilk diplomat Cornelis Haga'nın portresi de var. Mart 1612'de Hollanda Birliği'ni oluşturan devletlerin kurduğu genç Cumhuriyet'i temsilen Osmanlı İmparatorluğu'na ilk elçi olarak gönderilen Haga'nın asıl görevi Hollanda'nın Osmanlı İmparatorluğu nezdindeki ticari haklarını korumaktır aslında. Sergiyi daha çok ilgilendirense; 1625 yılında Amsterdam'ın önemli yapılarından, Dam Meydanı'ndaki Belediye Sarayı'nda Levant Ticaret Odası'nın kurulması. Çünkü Hollanda'nın ileri gelen tüccarları tarafından yönetilen Levant Ticaret Odası'nın duvarları Osmanlı İmparatorluğu'nun etkileyici resim ve haritalarıyla kaplı.

Osmanlı, Leiden kumaşı ve mavi beyaz Delft çinisi yanı sıra Leeuwendaalders adı verilen Hollanda sikkelerinden alırken Hollanda Osmanlı'dan Ankara tiftik yünü, baharatlar, kahve, keten ve bol bol halı alıyor. Bu vesileyle sık sık ziyaret edilen Osmanlı'da günlük yaşam, sarayda çalışanlar, Osmanlı toplumunu oluşturan farklı kesimlerden insanlar da merak ediliyor. İlk elçi Haga'dan sonra İstanbul'a gelen elçi Cornelis Calkoen, bu merakı gidermek için olacak ressam Jean-Baptiste Vanmour'a sipariş veriyor. Vamnour, bu sipariş üzerine yaptığı eserlerle 'Lale Devri'nin tanığı olarak anılıyor.

1 Nisan'a dek sürecek sergi, 20 Nisan-26 Ağustos arasında 'Levant Ticaret Odası, Hollandalı Tüccarlar ve Osmanlı Sultanları' başlığıyla, Amsterdam Müzesi'nde sergilenecek. Amsterdam Müzesi Müdürü Paul Spies, bu sergiye ek olarak müzede 1960'larda Hollanda'ya göç eden Türklerin, onların çocuklarının hikâyelerinin anlatılacağı bir sergi de hazırlayacaklarını söylüyor. Spies'e göre bu sergi, ilişkilerin bugün geldikleri yere ışık tutacak.

****

Eski İstanbul

5. ve 4. kat "Konstantiniyye'den İstanbul'a-XIX. Yüzyıl Ortalarından XX. Yüzyıla Boğaziçi'nin Anadolu Yakası Fotoğrafları" sergisi ise Suna ve İnan Kıraç Fotoğraf Koleksiyonu ile bazı özel koleksiyonlardan derlenerek bir devrin İstanbul'unu eşsiz kıyıları, çarpıcı yapıları, gündelik hayatı anlatıyor. Küratörlüğünü Mimar Dr. M. Sinan Genim'in yaptığı ve 209 adet fotoğrafın yer aldığı serginin Rumeli yakası fotoğrafları da 2006 yılında Pera Müzesi'nde sergilenmişti. Şimdi sırada eski İstanbul var.

Jülide Karahan

Zaman Kültür / 23 Ocak 2012

22 Ocak 2012 Pazar

SANAT/HAYAT: Televizyonu bozulmuş emekli öğretmen

Önce kötü haber: Salt Galata'daki 'Foto Galatasaray' isimli sergi -açık arşiv projesi mi demeli- bugün sona eriyor. Sergi gezmek değil, insan görmek için; dünyayı unutmak için; hikâyeler uydurmak için... Son gün bugün.

Mart sonuna dek süreceğini zannediyorduk. Sadece 11 kez gitmiştik daha. Sergi gezmek değil, insan görmek için... Ne güzeldi! Karanlık bölmedeki sandalyelerden birine kendimizi bırakıyor ve panoramik insan manzaralarını seyre dalıyorduk. Dünyayı unutuyorduk, hikâyeler uyduruyorduk, öylece sessiz sessiz duruyorduk. İki gün evvel bir gittik ki ne görelim: Günler sayılmaya başlamış! İşte o vakit; hayır, oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi değil; televizyonu bozulmuş emekli öğretmen gibi hissettik.

Son tarih 22 Ocak, yani bugün. Eğer görmediyseniz Salt Galata'ya uğrayıp Maryam Şahinyan'ın arşivinden bir bölümü -hepsini görmek günler, günler sürer- bilgisayar ekranından değil, o karanlık bölmeden görün. Orada 1935-1985 tarihleri arasında Birinci Dünya Savaşı'ndan kalma körüklü bir kamerayla çekilmiş nice fotoğraf var. Bebekler, ikizler, abla kardeşler, sevgililer, aileler, din görevlileri, göç etmişler, Bolşevik Devrimi'nden kaçıp İstanbul'a gelmişler, sanatçılar, müzisyenler, mutlular, neşeliler, hüzünlüler, şaşkınlar, komikler, deliler ve veliler...

Orada bir insan resmigeçidi, bir ifade koleksiyonu, eski bir İstanbul ütopyası var. Aslında projenin kitabı da var; Aras Yayıncılık'tan: 'Foto Galatasaray-Studio Practice by Maryam Şahinyan'. İçinde de 1.000 kadar fotoğraf. Ama asıl, 200 bine yakın fotoğrafın tamamı ilerleyen günlerde -takriben 2012 ortalarında- internet aracılığıyla dünya kamuoyuna açılacak. Şimdiki zaman insanları; kendilerini, ailelerini, yakınlarını, komşularını, sevgililerini bulup kimliklendirebilsin diye... Ama illa ki o karanlık bölme... Bugün son gün!

***
Ülke topraklarına bir festival yaklaşıyor

Şimdi iyi haber; yakın gelecekten. Yeni bir sanatçı kuşağının doğup geliştiği dijital sanat etkinliği 'OFFF Festivali' ülke topraklarına yaklaşıyor. Lizbon, Paris, Madrid, New York ve Barcelona'nın ardından 2-4 Mart tarihleri arasında İstanbul'a uğrayacak festivalin ana mekânı Fulya'daki Yapı Endüstri Merkezi. Gösterim ve atölye çalışmaları ise İstanbul Modern'de. Katılımcılar arasında; grafik tasarımın babası sayılan Neville Brody; flaş tasarımın öncüsü Joshua Davis; Gladyatör filmiyle Oscar almış, bol Bafta ve Cannes ödüllü post-prodüksiyon ve reklam şirketi The Mill; Darren Aranosfsky filmlerine yaptığı internet siteleriyle ünlenen interaktif ajans Hi-Res!, Selfridges için yaptıkları vitrin tasarımıyla dikkat çeken ikili Lernert&Sander ve Türkiye'de grafik tasarımın önemli kadın ismi Esen Karol var. Şimdilik elbette. Düzen nizam, 7 senedir video ve dijital sanatlar alanında çalışan Kurye Video Organizasyonu'ndan.

***

Sürprizler bitmedi

İKSV 40 yaşında. Bu özel yaşı bir gece değil, tüm sene kutlayacak. Bir sürü sürprizle... Onların bir kısmı geçtiğimiz hafta düzenlenen basın toplantısında açıklandı. Öncelikle Katalan gösteri topluluğu La Fura dels Baus'tan 'İstanbul İstanbul' isimli özel gösteri ve Berlin Filarmoni Orkestrası konseri... Ama daha bitmedi. Başka özel eser siparişleri de var. Giya Kançeli ve Fazıl Say'a verilmiş... Fazıl Say, geçtiğimiz ay Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası eşliğinde verdiği konserde, İKSV'den aldığı siparişten bahsetmiş ve eserin ismini açıklamıştı: 'Mezopotamya Senfonisi'. Eserin prömiyeri 40. İstanbul Müzik Festivali'nin açılışında, ayrıntıları ise önümüzdeki hafta gerçekleşecek basın toplantısında... Sonra sırada İstanbul Caz Festivali'nin sürprizi var: Bu yıl ilk kez uluslararası alanda başarılı bir besteci/müzisyene, prömiyerine Türkiye'den sanatçıların da dâhil olacağı bir eser sipariş edilmiş. Bakalım...

Jülide Karahan

Zaman Pazar / 22 Ocak 2012

..

21 Ocak 2012 Cumartesi

Siz hiç kirpi beslediniz mi?

"Siz hiç kirpi beslediniz mi?" diye lafa girince her şey tuzla buz oldu haliyle. Beslememişti elbette. İlla beslemesi mi gerekirdi, hem ne alakası vardı... Serginin ismi 'Kirpi'ydi, evet... Çünkü genel etkisi öyleydi. Bir sürü girintili çıkıntılı duvar heykeliydi söz konusu olan. Üstelik de o, Elvan Alpay, hikâyeleri görselleştiren biri değil; resmin kendi büyüsüne ve şiirine inanan biriydi.


Kirpiler ömürleri boyunca -ki en fazla 18 yıl yaşayabiliyorlar-, tek bir kirpiye âşık olup; bütün kış uykularına onunla yatıyor ve bütün baharları onunla karşılıyorlar. Kendilerini güvende hissettiklerinde dikenlerini uygun bir açıyla yatırıp sevilmeye olanak tanırlarken herhangi bir güvensizlik anında tortop olup dikenlerini iyice çıkarıyorlar. Yaklaş yaklaşabilirsen...Bir kirpi kendini; doğaya, toprağa, sevdiğine ve ailesine kendiliğinden ve sonsuza dek ait hissediyor. Bu sonsuzluk en fazla 18 yıl sürse bile... Kış ortasında, tüm kirpiler uykudayken, onları andık. Çünkü Galeri Nev İstanbul'da 20 Ocak'ta açılan serginin ismi 'Kirpi'. Sanatçısı Elvan Alpay.

Eskiden, yani iki-üç sene evvel verdiği bir röportajda evrensel birlik hissi, evrenle bütünleşebilme ve aidiyetten bahsetmiş Alpay. O bahiste; tekrar inanabilmekten, yaşamın mucizevî bir tarafı olduğundan, kendi içindeki mucizesinden ve o mucizenin bir parçası olabilmekten söz etmiş ve eklemiş: "Yaşamın bir parçası olabilmek her zaman olası bir şey değil. Bu hisse kapılmak, hele bugünkü toplumda hiç olası değil. Bu sürat ve değişimin içerisinde benim hakikaten, tekrardan bir şeyin parçası gibi hissedebilmem çok yükseltici. Bu, her zaman yakalanabilecek bir durum değil. Hepimizin dönem dönem baş etmek zorunda olduğu bir dışarıda kalmışlık ve içine girememe hali... Yaşamın değerli ve mucizevî olduğuna inanmaya çok ihtiyaç var. Bu kadar karamsarlığın içinde hâlâ bunu hissedebilmek çok iyi geliyor insana."

Özlem duyulan her bir şey

İşte... Sanatçının özlem duyduğu her bir şeyi kendiliğinden hissediyor kirpiler. Hissetmekle kalmıyor, yaşıyor hatta. Daha önceleri kurbağa, akrep çekirge, örümcek, karga, kertenkele ve lübelül gibi bir sürü canlı figürünü kullanan Alpay, her ne kadar onların sahip olduğu biyolojik özelliklerle ilgilenmese de... Hem ne demişti bültende: "Dünya üzerinde tüm canlılar, sadece doğum ve ölüm anlarında salgılanan bir enzim ile aktive olan 'iletişim' molekülüne sahip. Bizler, yaşam sürecimizde de, bir çekirge veya bir çiçek tomurcuğu ile her an iletişimde olduğumuz bilinciyle, 'doğa'ya ve 'yaşam'a bakışımızı tamamen değiştirmeliyiz. Dünyada bundan büyük 'aciliyet' içeren hiçbir konu yok."

Biraz açacak olursak; Alpay'a göre doğa, insanlar sonuna kadar faydalansın diye sunulmuş bir nimetler toplamı değil. O, "Keyfî tüketimimiz için vahşice katlediyor, dönüştürüyoruz her şeyi... Benim için durum, torunlarımız bu nimetlerden faydalanamayacak veya dünyanın sonu geliyor endişelerinden epeyce farklı. Bu ahlaksızlığın içerisinde kimsenin iyi olma şansı olmadığını, kaygıların sonsuza kadar bu nimetlerden faydalanma yolunu aramaktan ziyade yeniden bir uyum yakalamak üzerine olması gerektiğini düşünüyorum. Ki bu, hiç şüphesiz yeni bir yaşama biçimi önerisini beraberinde getiriyor." diyor.

Tüm bu düşüncelerin getirdiklerine gelince; karşımızda tuhaf, organik ve mantarımsı formlardan oluşan duvar heykelleri ve resimler var. 40 kadar... İçlerinde kirpiler, kuşlar, güneşler, aylar. En belirgin meseleyse tekrar. "Ben hep tekrarla çalıştım, belki de işlerimin en karakteristik özelliği bu." diyor ve ekliyor Alpay: "Çünkü çoğaltma sonsuz seçenekler sunar, içerisinden doğru olan düzeni bulmak ve işi nerede sonlandıracağını bilmek, bütüne hâkim olmayı gerektirir."

Renk, tekrar, yeryüzü canlıları ve gökyüzü dünyaları ilginizi çekiyorsa 25 Şubat'a kadar İstanbul Galeri Nev'deki sergiyi sakın kaçırmayın.

***

Bilinen geçmişin özeti

1968 Ankara doğumlu Elvan Alpay, pek çokları gibi tüm çocukluğu boyunca resim yapmış. Bir farkla: Sadece resim yapmış, durmadan resim yapmış. Doğal bir yarı final: 1986 yılında Marmara Üniversitesi Resim Bölümü'ne, Hüsamettin Koçan'ın atölyesine girmiş. Kısa bir süre Salzburg Akademisi'nde çalıştıktan sonra, yüksek lisansını yine Marmara Üniversitesi'nde tamamlamış. İlk kişisel sergisini 1990'da Ankara'da açmış. Pek çok farklı ülke ve şehirdeki grup sergilerine katılmanın yanı sıra Paris'teki Le Monde de L'Art galerisinde bir kişisel sergi gerçekleştirmiş. Çalışmalarını İstanbul'da sürdürüyor.


Jülide Karahan

Zaman Cumaertesi / 21 Ocak 2012

18 Ocak 2012 Çarşamba

40. yıl ve 40 yıllık hatır

Bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı var. Ya bir filmin, bir konserin, bir oyunun, bir özel gösterinin? Yıllar, yıllar, bir ömür kadar... Hatırlamakta fayda var, ayrıca da yanılmaz rakamlar:İKSV'nin 1973 yılında düzenlediği 1. İstanbul Festivali 25 gün sürmüş, 2011 yılında düzenlediği tüm etkinlikler ise tam 207 gün. 40 yılda 748 kurum ve kuruluştan destek alan İKSV onca zaman içinde tam 126 ayrı mekânda kim bilir kaç yüz etkinlik düzenlemiş... Şimdi 40 yaşında ve 2012 boyunca bu özel yaşı kutlayacak.

Kurumun, tüm yıla yayılan özel etkinlikleri ve geleceğe yönelik çalışmaları dün Salon'da gerçekleşen basın toplantısında açıklandı. İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı'nın, İKSV'nin kültür sanat politikalarının oluşmasında oynayacağı role vurgu yaptığı konuşması sürpriz etkinliklerin açıklanmasıyla sürdü. Buna göre, sürpriz bir: İKSV, 40. yaşı için 40 yıllık birikimin kurucular, çalışanlar, destekçiler, sanatçılar ve izleyiciler tarafından anlatıldığı bir kitap hazırlıyor. Kuruluş yıldönümünün kutlanacağı haziran ayında yayımlanacak kitapta vakfın geçirdiği dönüşümler ve öne çıkan etkinlikler var. Sürpriz iki: Görkemli sokak tiyatrosu etkinlikleriyle tanınan Katalan gösteri topluluğu La Fura dels Baus 'İstanbul İstanbul' isimli özel bir gösteri hazırladı. İKSV tarafından sipariş edilen eserin dünya prömiyeri, ilk İstanbul Festivali'nin başlangıcının yıldönümünde gerçekleşecek. Tarih vermek gerekirse, 21 Haziran Perşembe ve 22 Haziran Cuma akşamları... Yer: Haliç Camialtı Tersanesi. Sürpriz üç: Berlin Filarmoni Orkestrası daimi şef Sir Simon Rattle yönetiminde bir konser verecek; 27 Eylül Perşembe akşamı Haliç Kongre Merkezi'nde. Konserin solistleri genç Türk sanatçılardan çellist Efe ve kardeşi kontrbas sanatçısı Fora Baltacıgil. Ve sürpriz dört: 2012'de 21 yaşını tamamlamamış 10 bin genç, İKSV etkinliklerinden ücretsiz yararlanacak. 'BiTamBiÖğrenci' projesi sayesinde...


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 18.01.2012

16 Ocak 2012 Pazartesi

Geride herhangi bir pürüz kalmasın diye...

Cumhuriyet kuşağının önemli ressamlarından Naile Akıncı 'Hesaplaşmalarım' başlıklı sergisiyle 4 Şubat'a kadar Evin Sanat Galerisi'nde. Yakında seksen dokuz yaşına girecek sanatçı, geride herhangi bir pürüz ve yanlış yoruma neden olacak bir yapıt bırakmak istemediği için büyük ebatlı tuvallerini yeniden yorumlamaya girişmiş. Yetmiş yılı aşan sanat yaşamı boyunca kendi kendisiyle hesaplaşan Naile Akıncı, hep şu iki sorunun cevabını bulmak istemiş: "Önceki yorumlamalarımla çelişkiye ve tekrara düşmeksizin bu konuyu veyahut yöreyi yeniden nasıl yorumlayabilirim?" ve "Konuyu kendi plastik dilimle yorumlarken, inandığım estetik değerleri nasıl aşabilirim ve kendi kendimi nasıl yenileyebilirim?" Bizim cevap aradıklarımızsa bambaşka...

En son resminizi ne zaman bitirdiniz?

En son iki yapıtımı 2012 yılının ilk günlerinde tamamladım. Ancak sergideki yapıtları açılıştan bir ay önce galeriye teslim ettiğimizden ötürü, 'Ekinlik Adası'nı konu alan her iki yapıt da sergide yer almıyor. Buradaki yapıtların en yenisi sergi kataloğunun da kapağında yer alan 'Enginar Çiçekleri V'. O da 2009-2011 tarihleri arasında yapıldı.

Hâlâ çalışıyorsunuz... Her gün mü? Keyifle mi? Telaşla mı?

Her gün, telaşsız olarak, yeni bir şey üretebilmenin heyecanını ve sancılarını hissederek, ama her zaman büyük bir istek ve keyifle çalışıyorum.

Yapmak istediğiniz çok resim var mı daha? Keşke'yle başlayan bir cümle mesela...
Daha yapmak istediğim, tasarladığım birçok resim var. Ama sanat yaşamımda 'keşke'yle başlayacağım, açıklayacağım veyahut pişmanlık duyduğum bir tavrım olmadığını tüm samimiyetimle belirtmek isterim.

Serginin ismi 'Hesaplaşmalarım'... Çok keskin değil mi? Neden koydunuz bu ismi?

Size 'keskin' gelen bu başlık; benim açımdan son derece 'doğal' ve 'süreklilik' arz eden bir sanatsal tavrı ifade ediyor. Özetle, benim sanatımla 'hesaplaşmalarım' yeni değil, yetmiş yılı aşkın bir süredir devam eden bir olgu.

Sergide kaç eser var? Kaçı yeni, yani daha önce hiç sergilenmedi?

Sergide 2009-2011 döneminde oluşturduğum ve bir bölümünü yeniden yorumladığım 54 yapıt yer alıyor. Bu yapıtlardan 38 tanesi ilk kez sergilenmekte; geride kalan 16 yapıt ise ana kompozisyonu büyük ölçüde korunmakla birlikte, farklı bir renk ve leke anlayışıyla yeniden yorumlandı. Yeniden yorumladığım her yapıtın üzerindeki ilk tarihi muhafaza ettiğim gibi son tamamlanma tarihini de her birine ekledim.

Eserlerinizin bir bölümünü yeniden yorumlamak; geçmişe, yani o günkü size ihanet değil mi?

Esasen, sanat tarihine göz atacak olursanız, bu tavrın sadece bana özgü olmadığını ve yapıtlarında 'mükemmeliyetçiliği' arayan birçok sanatçının bu tavrı benimsediğini saptarsınız. Örneğin, ünlü Fransız ressam Pierre Bonnard, devlete sattığı 'Rouen Katedrali' konulu dört tuvalden oluşan yapıt dizisini, Paris Modern Sanatlar Müzesi'nde sergilenirken müze yönetiminden ve bekçilerden gizli gizli rötuşlamaya tevessül etmiş ve yakalanmış. Keza, hocalamızdan merhum Nurullah Berk'in 'Ustalarla Konuşmalar' isimli eserinde bu konuda daha da çarpıcı bir örneğe yer verilir: Ünlü ressam George Rouault, sanatının zirvesinde iken yeterli bulmadığı ve geride kalmasını arzu etmediği birçok yapıtını yeniden yorumlanmak bir yana, 'imha' etmiştir. Siz ve sizinle aynı ortak paydayı paylaşanlar tarafından bu tavrım geçmişime 'ihanet' olarak nitelense de; ben izleyicilere ve en yanılmayan yargıç olan 'zamana' güveniyorum. Ve sanatçı olarak, sanatsal anlamda en doğal bir hakkımı kullandığımı, yapıtlarımın bir bölümünü öncelikle kendi sanatıma duyduğum 'saygı' nedeniyle yeniden yorumladığımı ve nedenlerini açıkladığımı düşünüyorum.

Şu büyük bir söylem: "Geride yanlış değerlendirmelere neden olacak ve beni gereği gibi temsil etmeyecek yapıtlar bırakmak istemedim." Değişim, deneme, kimi zaman çelişme normal değil mi? Yani muhakkak tutarlı mı olmalı sanatçı? Muhakkak mükemmel mi olmalı? Bıraksanız gelişimi adım adım izlesek daha iyi değil mi?

Kanaatimce sanatçı 'tutarlı' olmalı, kendi zincirine halkalar eklemeli ve her zaman mükemmeli aramalı. Benim sanatsal geçmişimi yansıtan retrospektif sergiler; 1993, 1998 ve 2001 yıllarında İzmir, Ankara ve İstanbul'da; ayrıca 1997'de Japonya-Niigata Kashiwazaki Türk Kültür Kasabası Müzesi'nde düzenlenmiş ve sanatım hakkında yayımlanan üç kapsamlı kitap ve müteaddit katalogda, yapıtlarım gelişim-değişim çizgim yansıyacak şekilde belgelenmiştir. Ayrıca, yaklaşık olarak 40 yapıtım çeşitli müze ve galerilerin koleksiyonunda yer almaktadır. Özetle, gelişim ve değişim çizgim buralardan takip edilebileceği gibi, gelecekte düzenlenecek olan retrospektif sergilerden de izlenebilir.


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 16 Ocak 2012

15 Ocak 2012 Pazar

SANAT/HAYAT: Afife'ye bir mühendis, bir matematikçi lazım!

Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri, yıllık olağan çözüm arayışı toplantısını yaptı. "Jüri, 75 kişilik salonun altındaki oyunları takip etmiyor çünkü oyunları izlemeye yetişemiyor." konulu rutin açıklama tekrarlandı.

Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri sorunsuz bir yıl geçirmiyor. Ama özellikle son yıllarda getirilen en yoğun eleştiri; ödüllerin ödenekli ve belli başlı özel tiyatrolar arasında paylaştırıldığı, alternatif tiyatrolarınsa görmezden gelindiği üzerine... Bu görmezden gelme hali Afife Ödülleri'nin yönetmeliğinden kaynaklanıyor. Şuçlu madde şöyle: 'Ödüle aday olacak oyunların, tiyatro sezonu içinde en az 75 kişilik bir salonda en az 25 gösterim gerçekleştirmesi gerekmektedir.' Bu madde nedeniyle Afife jürisi alternatif tiyatroları değerlendirmiyor, alternatif tiyatrolar da Afife'yi saymıyor. Çift taraflı bir dağ dağa küsmüş durumu. Afife Tiyatro Ödülleri İcra Kurulu sorunun farkında. Ama aslında yıllardır farkında... Ve galiba her yıl bir toplantı, bir yemek, bir iyi niyet buluşması yapıyor bu konuda.

Bu yılki geçtiğimiz hafta gerçekleşti. Afife Tiyatro Ödülleri Seçici Kurul Başkanı Tijen Par, Yapı Kredi Sanat Danışmanı Haldun Dormen ve Afife Tiyatro Ödülleri İcra Kurulu Başkanı Salih Başağa kimi gazeteci ve yazarları aldı karşısına. Söze Başağa başladı: "16. yıla birçok değişiklik yaparak girdik. Ama önce tesbitlerimiz: Bir, ilk 15 yıl gayet başarılıydı. İki, ama aynı uygulamalarla aynı başarıyı sürdüremeyeceğimizi biliyoruz. Üç, kalıcı olması için uygulamaları kurumsallaştırmalıyız. Dört, değişiklikler tiyatromuzdaki gelişmelere koşut olacak. ... Eleştirileri önemsiyoruz ama kimsenin şevkimizi kırmasına izin verecek değiliz. Bütün ödüllerdeki gibi Afife'nin tercihleri de öznel ama uzaya roket atmıyoruz sonuçta, anlatamayacağımız bir şey yok. Süreç şeffaf."

Zarif ama büyük gürültü

Açıklamanın ardından zarif ama büyük bir gürültü koptu: "Pardon da değişiklikleri anlayamadık"tan "Komediyi dram diye, başrolü yardımcı oyuncu diye değerlendirmiş bir jürinin yararına inanmıyoruz"a, "Jüri oyunları izlemiyor"dan "Kaldırılan bir oyununa ödül verilmesinin nasıl açıklanacağına..." Haklı olarak. Ama çözüm de kolay görünmüyor. Çünkü jürinin her yıl sahnelenen 250-300 yeni oyunu izlemesi mümkün değil. 75 kişilik salon kısıtlanmasının sebebi de bu! Yelpazeyi daraltabilmek... Uzatmayalım; her yıl olduğu gibi, bu yıl da bir değişiklik yok. Peki, bir türlü gelmeyen sonraki yıl için ne yapılabilir? Jürinin genişletilip daha çok oyun izlenmesi, koşulları daha çok oyun izlemeye müsait ek üyelerin önereceği oyunların dikkate alınması, seçici kurulun oyunları bölüşüp izlemesi, 75 kişilik salon kısıtlamasının 50'ye düşürülmesi öneriler arasında. Ama bunları "Hemen olmaz, iyice oturmuş bir plan lazım" gibi cümleler izledi. Seneye yapılacak toplantıya bankacı, tiyatrocu ve gazetecilerin yanı sıra matematikçi ve mühendisler dahil olursa herkesin içine sinen bir plan önerilir belki.

Ya değişiklikler...

Yapılan değişikliklere gelince; hem seçici hem de oylama kurulunun yapısı değiştirilmiş. Seçici kurul üyelerinin görev süresi 5 yıldan 3 yıla indirilirken sayısı 7'den 11'e çıkarılmış. Seçici kurulun izlemek zorunda olduğu en az oyun sayısı 30 olarak belirlenmiş. Oylama kurulu üyelerinin görev süresi 5 yıldan 3 yıla indirilirken sayısı 16'dan 20'ye çıkarılmış. Ayrıca Tiyatroda Yeni Kuşak Özel Ödülü, Genç Kuşak En Başarılı Sanatçı Ödülü olarak değiştirilmiş ve ödül, ana kategoriler arasına taşınmış. Bir de ödül töreni Lütfi Kırdar'da değil, Haliç Kongre Merkezi'nde yapılacakmış. Tarihi de 30 Nisan.


Jülide Karahan

Zaman Pazar 15.02.2012

Valizli Seyahatname

Devlet Opera ve Balesi'nin çağdaş yapıtlarından Seyahatname'nin yeni sürümü 'Seyahatname 2', 10 yıl sonra yepyeni bir kadroyla karşımızda. Kurgu ve koreografisi Beyhan Murphy'ye ait eser, Evliya Çelebi'nin tarihî hikâyelerinden ilham alırken Elif Şafak'ın metinleri de oyuna eşlik ediyor.

Karşımızda siyah, beyaz ve gri insanlar, iş insanları... Beyaz yakalılar mı diyoruz onlara? Yeni bir oyun bulmuşlar: Valizcilik. Tekerlekli valizlerin üzerine çıkıyor, uçuyor, kaçıyor, atlıyor, zıplıyorlar. Çok eğleniyor gibi görünüyorlar, ama sadece görünüyorlar. Sonra sonra anlıyoruz ki aslında bir kavga dövüş, bir huzursuz hâl içindeler. Şöyle cümleler geçiyor arada: "İnsanlar ikiye mi ayrılıyor ne? Yapı ustaları ve bozucuları diye. Yerleşemiyor, göçebeliği matah bir şeymiş gibi anlatıyor, aslında olamıyorlar. Aslında bir o-la-ma-yış içindeler. Durmaktan, olmaktan korkuyorlar."

Bir ağaç resmi çizer misiniz deyince köksüz dallar koyuyorlar önümüze. Aylak Adam'ın (Yusuf Atılgan) kahramanı C; Adako/Ağaç Dalı Kompleksi diyor bu duruma: "Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimi... Hep öteye öteye uzama isteği. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından kaçış, özgürlüğe susamışlık. Genç hastalığıdır, geçer..."

TEĞELLERİ GÖRMÜYORUZ

'Seyahatname 2'de Evliya Çelebi'nin macera ve tılsım dolu tarihsel hikâyelerine Elif Şafak'ın metinleri eşlik ediyor. Aslında çok şey eşlik ediyor esere ama teğelleri görmüyor göz. Onu bunu görmek bir yana kırpılmak istemiyor hatta. Beyhan Murphy, şöyle açıklıyor durumu: "Belli bir süre sonra koreografi-dramaturji-reji, bunların hepsi birbirinin içine geçiyor, kaldı ki Seyahatname gibi dans tiyatrosuna yakın bir oyunda birçok öğe kullanıyorum. Metinler var, video var, film kareleri gibi sahnenin her köşesinde aynı anda var olan yaşamlar var. Göz kırpmamanız belki de bu yüzden, hepsi birbiri içine geçiyor. Kurgu her şey; kurgunun belkemiği oturduğu zaman, aradaki teğelleri görmüyorsunuz, gayet yumuşak geçişlerle akıyor."

İç içe geçenler arasında birincisi Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinden Acayip Şeyler, Cambazlar, Bir Değişik Hamam, İnci Dalgıcı ve İstanbul'un Tılsımlı Sütunları bölümleri... Sonra Elif Şafak'ın aşk, yaşam ve kimlik sorgulayıcı pasajları... Dahası; Mor ve Ötesi'nden Burak Güven'in alternatif rock tadında müzikleri, yer yer Türk motifleri, Ayşegül Alev'in 50'lere öykünen retro-modern tasarımı, Ozan Açıktan'ın video yapımı... Dans, tiyatro, edebiyat, müzik, tarih...

Bir de sürpriz: Bir ara, kaşla göz arasında sahneye yer sofrası kuruluyor. Çevresinde toplaşılıyor, sohbete dalınıyor, gözleme açılıyor; canlı canlı. Kokusundan belli. Sürpriz ise pişen gözlemelerin mola verildiğinde seyirciye ikram edilmesi, dumanı tüten çay eşliğinde...

****

Yolculuğun devamı değil!

Beyhan Murphy'nin elinden/zihninden çıkan ilk Seyahatname'yi izleyenlere not: Bu bir yolculuk devamı değil. Gerçi aslında Murphy'nin ilk düşüncesi yolculuğun devamını getirmekmiş. Hatta ilk Seyahatname'yi revize etmek niyetiyle başlamış işe. Fakat bambaşka bir oyun ortaya çıkınca 'Seyahatname 2' demiş ona. Şimdi birincisinden çok daha urban, çok daha sert ama bir o kadar da naif bir eser var karşımızda. Çağdaş yaşamın siyah-beyaz-gri ortamından Evliya Çelebi dünyasına girdiğimizde rengarenkleşen... Orhan Pamuk'un Öteki Renkler'indeki burnu sızlatan bölümler yerine Elif Şafak'ın sorgulayıcı ve araştırıcı metinlerine yer veren...


Jülide Karahan / Zaman Kültür

13 Ocak 2012 Cuma

“NE BÜYÜK HATA YAPTIĞIMI SONRADAN ANLADIM!”

Kahramanımız, İsviçre doğumlu Fransız mimar Le Corbusier (1887–1965)… Asıl adı Charles Edouart Jeanneret. Türkiye'ye ilk defa 1911'de gerçekleştirdiği Doğu Gezisi sırasında gelmiş. Edirne, İstanbul ve Bursa'da uzun uzun incelemeler yapıp notlar almış, hatta resim ve krokiler çizmiş. Yolculuk boyunca öyle bir el üstünde tutulmuş ve hüsn-ü kabul görmüş ki, izlenimlerini “Her şey beni Türkleri ayrı bir yere koymaya götürüyor. Kibar ve ağırbaşlılardı; nesnelerin varlığına saygıları vardı. Yapıtları kocaman, güzel ve görkemli. O ne birlik! O ne zamansızlık! O ne bilgelik!” cümleleriyle anlatmış.

Bu ilgi ve alakadan aldığı cesaretle 1933’te Atatürk'e bir de mektup yollamış ve İstanbul'la ilgili iki öneride bulunmuş: Biri, tarihî yarımadayı olduğu gibi korumak, diğeri yeni yapılacak bölgeleri çağdaş şehircilik ilkeleri doğrultusunda tasarlamak. Rivayete göre Atatürk'ün haberi bile olmamış mektuptan. Bundan da Le Corbusier'nin...

Atatürk'ten hiçbir cevap almadığı için önerilerinin beğenilmediğini düşünen mimar, durumu 1948 yılında Şemsa Demiren'e verdiği röportajda şöyle anlatmış: “Eğer hayatımın en büyük gafı ve en büyük taktik hatası Atatürk'e yazdığım mektup olmasa idi, bugün büyük rakibim Prost yerine güzel İstanbul şehrinin imarıyla ben uğraşacaktım. Bu mektupta, inkılâp yapmış bir milletin en büyük inkılâpçısına İstanbul'u eski hali ile asırların tozu toprağı ile bırakmasını tavsiye ediyordum. Ne büyük hata yaptığımı sonradan anladım.”

ŞİMDİ SIRADA SORU İŞARETLERİ…

Biraz da bu patavatsız mektup sebebiyle Le Corbusier'nin mimari yapılarını ancak 100 yıl sonra görebildik biz. O da santralistanbul'daki 'Görsel Kayıt: Le Corbusier Yapıtdökümüne Bir Bakış' isimli sergi vesilesiyle… Sergiye vesile ise Le Corbusier'nin 1911 yılında gerçekleştirdiği Doğu Gezisi'nin 100. yıldönümü şerefine BİLGİ-Mimarlık ile Fondation Le Corbusier'nin ortaklaşa düzenlediği ve Kalebodur'un destek verdiği konferansın İstanbul ayağı.

santralistanbul Ana Galeri'de 8 Ekim - 13 Kasım tarihleri arasında açık kalan sergide; Le Corbusier'nin İsviçre, Fransa, Almanya ve Hindistan'daki eserlerinin güncel fotoğrafları vardı. Mimarın 1905 yılında İsviçre'de tasarladığı ilk binadan 1965'te projelendirdiği ve inşası 2006'da tamamlanan son kilisesine kadar… Çekimler mimarlık fotoğrafçısı Cemal Emden'den.

Şimdi sırada sorular… Le Corbusier, yapıları en çok fotoğraflanan mimarlardan biri ve inşaa edilmiş işlerinin fotoğrafları 1920’lerden beri dergi, kitap ve sergi gibi araçlarla dünyaya öyle bir yayılmış ki… Onun eserlerini tekrar fotoğraflamak ne kadar gerekli? Bu soruyu Emden yanı sıra sergi ve konferansı düzenleyenler de tekrar tekrar sormuş birbirlerine. Hatta konuyu epey vakit tartışmışlar da… Sonuç, mutlu son: Tartışmalar, yeniden fotoğraflamayı anlamlı hale getirdiği gibi sergi konseptini biçimlendiren verimli bir zemine de yerleşmiş çünkü.

NESNELLİK Mİ? SANATSAL İFADE Mİ? DENGE Mİ?

Ama önce, yani serginin anlamına ve izleyicisine vaad ettiği özgün deneyime bakmadan önce, modern mimarlık fotoğrafçılığı ve Le Corbusier’nin mimari yapı ile fotoğraf arasında kurduğu ilişkiye bakmalı. 'Görsel Kayıt: Le Corbusier Yapıtdökümüne Bir Bakış'ın katalogundaki giriş yazısında Burcu Kütükçüoğlu’nun verdiği bilgi ışığında… O bilgi aşağı yukarı şöyle: “Mimarlık fotoğrafçılığı fotoğrafın sanatsal bir deney alanı olarak kabul görmeye başladığı 1920’lerin başından bu yana temel bir ikilem etrafında gelişmiştir. Fotoğrafçı, yapı kütlesinin ve mekânın gerçekte var olan üç boyutlu deneyimini doğrudan ve nesnel yolla izleyiciye aktarma güdüsü ile fotoğraf karesi içinde iki boyutlu ve çarpıcı kompozisyon kurgulayabilme arzusu arasında kalmıştır.”

Yani… Nesnellikle sanatsal ifade iki uç kutupta ve seçim yapmak gerçekten zor ama bir o kadar da zorunlu. Bu sergi için seçim, 1940’larda mimari fotoğrafçılık yapmaya başlamış ve Le Corbusier dahil pek çok öncü modern mimarın işlerini fotoğraflamış Ezra Stoller’in ‘Fotoğraf ve Mimari Dil’ isimli makalesinde gizli: “… Yakın zamanda mimarlık fotoğrafçılarının iki tür mimari fotoğraf tanımladıkları ifadeler okudum: Bir tür, gerçeğin ifadesi ile diğeri ise yaratıcı sanat resmi ile ilgleniyor. Bu fotoğrafçıların işlerini ya da sözü geçen sanat fotoğrafçılığının geçerliliğini küçükmsemeksizin kendi kanım şudur ki; sadece bir tür mimari fotoğraf vardır: Mimarın fikrini aktaran tür…”

GEREKLİLİKLER, GEREKLİLİKLER, GEREKLİLİKLER…

Mimarın fikrini fotoğrafla aktarmak… Ah, ah… Çünkü mimar ilk başta gayet soyut fikir ve hayaller içinde. Ancak sıra inşaata gelince; gereklilikler, gereklilikler, gereklilikler… Peki fotoğraf, o ilk baştaki fikir ve hayalleri son kertedeki yapı üzerinden nasıl gösterecek? Fikir, yapı, fotoğraf dengesi… Mümkün mü? Fotoğraflama sürecinde birtakım açı değişiklikleri ve müdahaleler şart mı? Galiba…

Ve Cemal Emden ne gerekiyorsa yapmış. 4 ay boyunca Le Corbusier’nin yapıdökümünü fotoğraflamış. Çektiklerini önüne serince de belli bir süreklilik farketmiş ve bunu dokuz ayrı başlıkta sergiye nakletmiş: Kütle, Yüzey, Renk, Işık, Plastik Etki, Görüntüler Silsilesi, Grid, Doğal Arazi, Soyut Kompozisyon…

Her şey bir tarafa… Sergi gayet net. Ne istediğini biliyor: Le Corbusier'nin yapılarına yeniden, özgün ve toplu bir – fotografik - bakışla bakmak ama bunu yaparken de mimari fikirlerle görsel fikir ve ifadelerin güçlü biçimde kesiştiği kareleri seçmek. Kilit niyet: Mimari fikir ile fotoğrafik fikir arasındaki gerilimi sabitlemek.

Sabitlenmiş mi, evet. Hem de 1959 yılında; "71 yaşındayım. İlk evimi 17,5 yaşında inşa ettim ve 50 yıldan fazla bir süre maceralar, zorluklar, felaketler arasında ve zaman zaman da başarılarla yapı yapmaya devam ettim. Araştırmalarım, duygularım gibi yaşamdaki temel değere yönelmiştir: Şiirsellik. Şiirsellik insanın yüreğindedir ve doğanın zenginliğini inceleme yetisidir. Ben görsel bir insanım; elleri ve gözleriyle çalışan, plastik etkiler üretmeye çabalayarak hayat bulan bir insan... Gerçek mimarlığın, gerçek resmin, kent ve kasaba için gerçek planlamanın temelinde yatan da budur.” diyen birinin şiirselliğini gözeterek.


JÜLİDE KARAHAN

FOTOĞRAF DERGİSİ // ARALIK OCAK 2012

Yazdığım Kitabın Adını Unuttum, İyi Mi?

Aydın Boysan dolu dolu 90 yaşında. Mimarlık ve gazete yazarlığı yanı sıra 39 kitabı var. 40.’sının da eli kulağında. Evindeydik. O anlattı, biz dinledik.


Nasılsınız? Afiyettesiniz inşallah?

Efendim 90’ı bitirdim. 91’i sürmekteyim. Şükür, şikâyet etmiyorum. Bin türlü olay yaşadım, iyi kötü. İki defa akciğer kanseri odum. Öldürür aslında ama ikisini de atlattım. Karaciğer sağlam Allah’tan... Hayat devam ediyor elhamdülillah. Asıl mesleğim mimarlık. 55 sene yaptım. Yüze yakın ciddi bina... 15 sene de İstanbul Teknik Üniversitesi’nde mimarlık üzerine hocalık… Haftada altı saat ders, kolay değil. İnsan altı saat konuşacağı şeyi altı günde zor hazırlıyor. 13 sene de gazete yazıları yazdım. Onları yazarken dünyayı gezdim. Dünyayı gezmek için önce okumak, sonra gitmek lazım. Okumadan gidince bir şey görmüyor insan. Velhasıl dolu bir hayat geçirdim. Hâlâ durmuyorum. 40. kitabı bitirdim. Oğlumla birlikte…

Aaa gerçekten mi? Ne zaman çıkacak?

Bir aya kalmaz. İlk 10 kitabı kendi paramla basmıştım. Şimdi bekleniyor çıksın diye. Ne iyi.

İsmi ne olacak?

Bak şimdi… O kadar çok isim söyledik ki… Sonunda bir isim koyduk ama onun ne olduğunu da unuttum. Unuttum valla… Biraz düşüneyim.

İçinde fotoğraf var mı?

Tabii tabii. Bir arkadaşımız yeni fotoğraflar çekti. Besim Dalgıç. Grafik sanatçısıdır aslında. İstanbul’da yaşadığımız eski mahallelere gittik birlikte, oralarda çekildik hep.

Ne üzerine kitap?

Anılar. Oğlan kendi anılarını yazdı, ben kendi anılarımı; verdik yayına. Yarısını o yazdı, yarısını ben. Tek kitap, iki yazar. Oğlum dediğim adam da 60’ına yaklaştı. Mimardır. Dünyayı gördü, yıllarca Amerika’da yaşadı. Aklına geleni yazmış. Ben de öyle, aklıma geleni yazdım. İstanbul’da yaşadığım eski mahalleleri anlattım.

Bir parça o zaman…

Adını demeyeyim, tanınmış insanlarımızdan biri, vaktiyle bana sormuştu: Üstat zat-ı âliniz Fransa’da mı eğitim aldı, İngiltere’de mi diye… Ben de dedim ki feyiz aldığım yerleri sayayım: İstanbul’da Davutpaşa Çöp İskelesi, Davutpaşa Ispanak Viranesi, Samatya Narlıkapı Çıkmazı, Yeşilköy Bamya Tarlası... Şaştı kaldı. Sofradaydık. Kahkahalar patladı. İstanbul’un kenar mahalleleri vaktiyle bir başka türlüydü. Rum, Ermeni, Yahudi, Müslüman… Birlikte yaşardık. Narlıkapı’da tiyatromuz vardı. Ve orada Shakespeare oynardı, Moliere oynardı. 1930’lar, 40’lar. Düşünün. 21 doğumluyum ben. Giderdik hep. Tiyatro hayatımızın bir parçasıydı yav. Narlıkapı Çıkmazı’nda oturduk biz. Komşularımızı hatırlarım, isimlerini şimdi bile sayarım. 40 seneyi geçti buradayız; 12 daireli apartmanda 8’inin yüzünü görmedim daha. Tuhaf bir iş bu. Hiç görmedim; kimdir, nedir, ne iş yapar… Bilmem. Bir toplum için fevkalade çirkin bir şey bu. Narlıkapı’daki komşuları sayayım mı?

Sayın…

Sağ tarafımızda Aliş Usta, demiryollarında usta, kızı Hüsniye ile oğlu Hayrettin arkadaşımdı. Onun yanında müezzin Osman Efendi, fevkalade haşin bir adam, yaramazlık yapan çocukları döverdi acımadan. Onun yanında dünyanın en güzel kadınlarından Talia Hanım, iki yanağında iki gamze, oğlu Orhan Boran arkadaşım. Onun yanında istihkâm nazırı İhsan Bey, kızı Bedia ile oğlu Bülent arkadaşım. Onun yanında ikiz kardeşler, biri Melahat… Anne babasının adını unuttum bak. Yaşlandım galiba. Neyse, biz mahallece yaşıyorduk. Birlikte yapardık çok işi. Teraviye giderken toplanır, öyle giderdik. Düğünleri, bayramları birlikte kutlardık. Erkenden kalkar, bayram namazına giderdik. Toplumun iç ilişkileri vardı. Komşuluk bunlardan biriydi. Toplumu bütünleştirmekte fevkalade önemliydi. Şimdi ayrışma var. Kötü bir sözcük ama toplum bireyleri kopuştu. 12 daireden 8’inde kimin yaşadığını bilmiyorum, düşünün.

İsmi neydi kitabın?

Hangi kitabın?

Hani çıkacak ya yakında, 40. Kitap…

Haa… Dur bakim, belki hatırlarım biraz sonra. Yazdığım kitabın adını unuttum, iyi mi? Ha ha ha…

****

Peynirsiz yapamam

Yemeklerle işim yok. Tatmaya gelince hepsini tadarım ama ağır yemek benim işim değil. Dünyanın beş kıtasını gezdim. Avustralya, Çin, Japonya, Sibirya, Amerika… Ne tarafta ne olduğunu, neler yenip içildiğini bilirim. Ama onu bunu bırak! Dünya gıda sanayinin en parlak ürünlerindendir peynir. Peynirsiz yapamam. Her cinsini severim. Ayırt etmem. Darıltmam.

Cacığa buz atmak

Çok iyi cacık yaparım. Bak anlatayım… Önce yoğurt iyice çırpılacak, su katmak yasak. Sonra içine yüzde yedisi kadar zeytinyağı damlatılacak. Çırpmaya devam. Hıyar soyulduktan sonra sol ele alınacak. Keskin bir bıçakla döndüre döndüre dikine vurulacak. Enine kesmek yasak. Hıyar yoğurda ince, uzun ve yassı yassı düşecek. Geometrisini etüt ettik. Hıyarın yoğurda en fazla yüzey verdiği hal bu. Sonra diş sarımsak havanda tuz kata kata dövülecek. Sübye haline gelene, kendini bırakana kadar... Üzerine karabiber, az kırmızıbiber, bol nane. Doğru buzdolabına. Orada 6 - 7 saat soğuyacak. Cacığa buz atmak olmaz.

Kitaplarını basmak için…

Öğretmen Nevreste Hanım ile muhasebeci Esat Boysan’ın oğlu Aydın Boysan 17 Haziran 1921’de İstanbul’da doğdu. Pertevniyal Lisesi’nin ardından İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi. 1999’a kadar ara vermeden mesleğini yaptı. 1957-1972 yıllarında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde ders verdi. 1984’te kendi kitaplarını basmak için Bas Yayınları’nı kurdu. 13 yıl aralıksız olarak gazete yazarlığı yaptı.

Cacık gibi yaşanırsa…

Uzun yaşamanın sırrı mı? Sır değil ki bu… Cacık yapar gibi yaşanırsa uzun yaşanır. Özenli, kendini hırpalamadan... Her şeyi tadında bırakarak… Dengeli. Ben ilk kitabımı 63 yaşımda yazdım. 90’ımda 40. kitap kapıda. Her yiyen içen yazamaz. Kolay değil.


JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET OCAK 2012

Mutlu Aile Tablosu


Koleksiyonerlerin resimlerini almak için sıraya girdiği ressam Leyla Gediz, gelecek program isimli sergisiyle Rampa’da.


Kişisel olarak zor bir dönem geçirmiş Leyla Gediz. Üzücü bir ayrılık… Ama yine de önceden söz verdiği için gitmiş bir arkadaşının düğününe. Her masada ufak fotoğraf makinelerinin olduğu bir düğünmüş bu. Makineyi alıp bir sürü fotoğraf çekmiş. Sonra da bir köşeye atmış filmi. Aklında kalmış tabii. Epey bir süre sonra bir cesaret, yıkamaya vermiş. Fotoğrafların çoğu yanmış ve kaçtığı o vurucu etkiyi yapmamış üzerinde ama ya o fotoğrafları taşıyan zarf… Daha doğrusu o zarfın üzerindeki fotoğraf… Hani eskiden fotoğraf zarflarında kullanılan sarı renkli çerçeve içindeki mutlu aile tablosu… Bitirmiş onu. Rampa’da 7 Ocak’a dek sürecek serginin çıkış noktası işte o fotoğraf. Evirip çevirip resimlemiş Gediz onu.

Jülide Karahan

Skylife Ocak 2012

Kişisel Tarih Ne Derse O!

İstanbul Modern’deki Hayal ve Hakikat gibi büyük, kalabalık ve çok zamanlı sergilerde; kendi küçük kişisel tarihinin yönlendirmesine maruz kalıyor insan. Kişisel tarih ne derse o oluyor; onun seçtiği eserin başında dakikalarca duruluyor.

Bazı sergiler sadece görüntü ve seslerden ibaret olmuyor. İnsan onları gezerken türlü çeşit görüntü yanı sıra bir tarihi, bir hayali, bir duyguyu; yani bir rüyada, bir konferansta kolay kolay rastlayamayacağı şeyleri buluyor. İstanbul Modern’deki Hayal ve Hakikat’te başımıza gelen tam bu. Sergide; bir rüyada, bir derste, bir akraba ziyaretindeyiz.

Türkiye’deki kadın sanatçıların 1900’lü yılların başından bugüne uzanan üretim sürecini 74 ismin rehberliğinde izlemekteyiz; modern ve çağdaş Türk sanat tarihinin özeti yanı sıra… O kadın sanatçılar; sergide yer alan işlerden birinin - İnci Eviner’in Kızlar Avrupa’da isimli videosu- yaptığı gibi çın çın çınlatıyor salonu: “Bir sır verdi Rilke ölmeden önce / Sana bıraktı bu sırrı dinle / Eğer seni bu yeryüzü unutursa / De ki sessiz duran toprağa / Ben akıyorum / Hızla akan suya da / Ben varım / Ben varım...”

Sergi, hayat hikâyeleri ve üretimleri hakkında net bilgilere sahip olmadığımız ve artık adları unutulmaya yüz tutmuş öncü kadın sanatçılarımızdan yeniden keşfedilen modernlere, son yıllarda çağdaş sanat ortamını yönlendiren güçlü isimlerden günümüzün yükselen değerlerine bütünlüklü bir antoloji niteliğinde. Kronolojik ve ansiklopedik olma tehlikesiyle birlikte…

Çekiştirmeler bir yana...

Tüm eleştiriler bir yana; kişisel tarih geçince başa; kimi eserlere adamakıllı tutuluyor insan. Mesela Aliye Berger’in (1903 - 1974) Güneşin Doğuşu isimli tablosuna… Ayşe Kulin, Füreya isimli romanında bizzat Füreya Koral’ın ağzından anlatıyor onu: Neşeli, cilveli, renk düşkünü ve fular tutkunu bir kadın Aliye. Eşini kaybetmenin acısını hafifletmek için sarılıyor sanata; gravüre bilhassa. Böyle düşünüldüğünde, sonradan çok eleştirileceği üzere, tam bir alaylı aslında. Ama ailesi hatırlandığında tam bir mektepli. Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı) ile Fahrelnissa Zeid’in kardeşi, Füreya Koral ile Nejad Melih Devrim’in Teyzesi olan biri sanata ne kadar uzak durabilir ki? Yapı Kredi Bankası’nın 10. kuruluş yıldönümü nedeniyle 1954 yılında düzenlenen İş ve İstihsal konulu resim yarışmasında birincilik kazanan Güneşin Doğuşu isimli tablosu, ilk yağlıboyası... Bu yüzden ödül alması büyük tartışma konusu. Herbert Read, Paul Fierens ve LionelloVenturi gibi dünya çapında eleştirmenlerin seçicilik yaptığı bir yarışmada, akademik eğitim görmemiş bir kadın sanatçı, yaptığı ilk yağlıboyayla birincilik kazansın… Olacak şey mi? Olmuş. İyi ki de ve dâhil edilmiş sergiye; tıpkı 74 Türk kadın sanatçının nice eseri gibi… Üstelik de Güneşin Doğuşu, bugün, bizim kişisel tarihimizin favorisi. Sizinkinin konuşabilmesi, seçim yapabilmesi için son tarih 22 Ocak.

***

Fatma Aliye: İlk Türk Kadın Romancı

Sanatçıların hayal ve hakikat ile kurdukları ilişkinin ve hayallerini hakikate nasıl dönüştürdüklerinin izini süren sergi, adını ilk Türk kadın romancı Fatma Aliye’nin Ahmet Mithat ile birlikte kaleme aldığı 1891 tarihli Hayal ve Hakikat romanından alıyor. Bir aşk romanı olarak dönemin pek çok simgesel özelliğini bünyesinde barındıran iki bölümlü kitabın hayal olarak adlandırılan kısmını Fatma Aliye, hakikate vurgu yapan kısmını ise Ahmet Mithat yazmış. Romanın kapağında Fatma Aliye sadece cinsiyetini belirten Bir Kadın mahlasıyla yer almış. Roman önce bir günlük gazetede yayımlanmış, bir yıl sonra da kitap olarak basılmış.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE OCAK 2012

2012'de İstanbul'da Olmak Var

İstanbul’un sanat yaşamına yön veren İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) 40. yaşını kutluyor. Pek çok özel etkinlik ve özel eser siparişiyle… Ayrıntıları 2010 Şubat’ından bu yana vakfın yönetim kurulu başkanlığını yürüten Bülent Eczacıbaşı anlattı.

2012 içinde gerçekleşecek 40. yıl etkinlikleri neler?

İKSV olarak 40. yıldönümümüzde geçmişimizi değerlendirecek ve geleceğimizi şekillendirmeye başlayacağız. Geçtiğimiz kırk yıl, bize önümüzdeki dönem için görevlerimizi belirlemekte yardımcı oluyor. İKSV, şimdiye dek olduğu gibi İstanbul’un kültür ve sanat yaşamını zenginleştirebileceği yeni çalışma alanlarına eğilerek öncü konumunu sürdürmeli diyoruz. Vakıf 40. yılını pek çok özel etkinlikle kutlayacak. İlk İstanbul Festivali’nin başlangıcının yıldönümünde dünya prömiyeri yapılacak La Fura dels Baus gösterisi bunlardan biri… Katalan sokak sanatları ve gösteri topluluğu La Fura dels Baus, İKSV için İstanbul üzerine özel bir yapıt hazırlıyor. Bir diğer önemli etkinliğimiz Eylül ayındaki Berlin Filarmoni Orkestrası’nın İKSV 40. Yıl Özel Konseri. Berlin Filarmoni bu konserde Sir Simon Rattle yönetiminde, dünya çapında adlarından övgüyle bahsedilen genç sanatçılarımız Efe ve Fora Baltacıgil’in solist olarak yer alacağı bir konser verecek. Ayrıca bir kurum tarihi kitabı hazırlıyoruz. İKSV’nin 40 yıllık tarihini, emeği geçen kişilerin beraberce anlattığı bu kitabı da Haziran ayında yayımlayacağız.

2012, festivaller açısından nasıl geçecek?

2012 yılındaki etkinliklerimize 31 Mart–15 Nisan tarihleri arasında yapılacak İstanbul Film Festivali’yle başlıyoruz. 31. İstanbul Film Festivali, önümüzdeki yıl tüm Türkiye’de kutlanacak Çin Yılı’na özel bir bölüm ayırıyor. Daha sonra 10 Mayıs–30 Mayıs tarihleri arasında İstanbul Tiyatro Festivali var. Haziran’da İstanbul Müzik Festivali’nin 40. yılını kutlayacağız. Giya Kançeli ve Fazıl Say’ın, festivalin siparişi üzerine bestelediği eserlerin dünya promiyerleri festival kapsamında yapılacak. Temmuz ayındaki İstanbul Caz Festivali de yine önemli bir eser siparişinin dünya prömiyerinin ev sahibi. Eylül’de 7. Leyla Gencer Şan Yarışması’nı düzenliyoruz. Ekim’de ise Filmekimi’nin 11’incisini… 13 Ekim–12 Aralık tarihleri arasında da İstanbul Tasarım Bienali var. 2012 ayrıca Türkiye ve Hollanda arasındaki diplomatik ilişkilerin başlangıcının 400’üncü yıldönümü. Bu kutlama kapsamında da özel konser ve gösteriler gerçekleştireceğiz.

Özel eser siparişi neden önemli?

Eser siparişlerini, uzun vadede somut ve kalıcı bir etkisi olduğu için çok önemsiyoruz. Daha önce İstanbul Tiyatro Festivali ortak yapımlar gerçekleştirmişti. İstanbul Müzik Festivali geçtiğimiz yıl İlhan Usmanbaş ve Turgut Pöğün’e verdiği eser siparişleriyle bu konuya daha yoğun bir biçimde eğilmeye başladı. İKSV’nin, 40. yılı için La Fura dels Baus’a ve günümüzün önemli klasik müzik bestecileri Giya Kançeli ile Fazıl Say’a verdiği siparişler de bu açıdan önemli. İstanbul Caz Festivali de, bu yıl ilk kez, uluslararası alanda başarılı bir besteci/müzisyene; prömiyerine Türkiye’den sanatçıların da dâhil olacağı bir eser sipariş ediyor. Bunlar İKSV’nin desteğiyle dünya kültür birikimine eklenen eserler. İleride dünyanın farklı kentlerinde sergilenecekler; zaman ve mekâna bağlı kalmaksızın çok sayıda sanatsever üzerinde etkileri olacak.

Bu yıl Tasarım Bienali’nin ilki gerçekleşecek. Hem İstanbul, hem İKSV için yepyeni bir tecrübe. Ne gibi beklenti ve hayalleriniz var?

Tasarımı bir kültür öğesi olarak ele almak, farklı ve eleştirel bakış açılarını buluşturmak istiyoruz. Türkiye’nin bu alandaki en geniş çaplı etkinliği olacak İstanbul Tasarım Bienali; tasarımın ekonomik kalkınmaya, toplumsal gelişime, kültürel etkileşime ve bireylerin yaşam kalitesine olumlu etkisini vurgulayacak ve kentimizdeki potansiyeli dünya ile paylaşacak.

İKSV, kültür sanat politikalarının oluşturulmasında etkin rol almak istiyor. Kültür politikalarının oluşturulması/belirlenmesi sizin için neden önemli? Kültür politikası üretmek sivil toplumun işi mi, hükümetin işi mi?

Kültür politikalarının geliştirilmesi ve uygulanması pratik olarak hükümetin sorumluluğunda; ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da sivil topluma büyük görevler düşüyor. Biz, düzenlediğimiz tartışma toplantılarında sivil toplum ve kamu sektöründen yetkilileri bir araya getirerek kültür politikalarının gelişimine yönelik bir çalışma yapıyoruz. Hazırladığımız raporlarla, kültür politikalarının belirlenmesine faydalı olmaya çalışıyoruz. İstanbul Kültür Sanat Vakfı, hiçbir zaman yalnızca festival düzenleyen bir kurum olmadı. İKSV, İstanbul’un ve Türkiye’nin kültür sanat yaşamının zenginleşmesi için çalışan, kültür ve sanatın ülkenin gelişiminde ve ilerlemesinde büyük yer tuttuğuna inanan ve bu konuda çalışmayı bir sorumluluk olarak gören kişilerin kurduğu ve yaşattığı bir kurum. Biz de bu görevi bir adım öteye taşıyarak kültür politikaları alanında daha aktif bir döneme geçiyoruz.

İKSV’nin yeni vizyonunda; hat, tezhip ve minyatür gibi geleneksel sanatların korunması, çağdaş bakış açısıyla yeniden yorumlanması, festival ve organizasyonlarda karşımıza daha çok çıkması gibi kalemler bulunuyor mu?

Önümüzdeki dönemde geleneksel sanatlar alanında çalışmalar yürütmek için vakfın hangi açılardan bu konuya yaklaşırsa daha faydalı sonuçlar elde edeceğine dair araştırmalarımız sürüyor. 2012 yılında bir sempozyum düzenleyerek konuyu daha geniş bir çevreyle yeniden değerlendirmeyi planlıyoruz.

****

Geçen Yıldan Notlar

İKSV’nin 2011’de düzenlediği etkinliklere 400 binin üzerinde izleyici katıldı.

Kevin Spacey’nin başrolünü oynadığı, Sam Mendes’in yönettiği III. Richard, İstanbul Şehir Tiyatroları ortaklığında izleyiciyle buluştu.

Şef Gustavo Dudamel yönetiminde Venezüela Simon Bolivar Senfoni Orkestrası konseri gerçekleşti.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE OCAK 2012

8 Ocak 2012 Pazar

SANAT/HAYAT: La Fura dels Baus ve Berlin Filarmoni İstanbul'a geliyor

Katalan sokak sanatları ve gösteri topluluğu La Fura dels Baus, şu günlerde, İstanbul üzerine özel bir yapıt hazırlıyor. Bir diğer sürpriz gelişme ise eylül ayında gerçekleşecek Berlin Filarmoni Orkestrası konseri.

Bu yıl 40. yaşını kutlayan İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın (İKSV) birtakım özel etkinlik ve siparişleri var. Geçtiğimiz günlerde gerçekleşen basın toplantısında -İKSV'nin Emek Sineması ve Serkildoryan Kompleksi için proje hazırlamak istediğini kamuoyuna duyurduğu toplantı- en çok merak edilen şeylerden biriydi konu. Soru: "40. yılla ilgili ne gibi projeleriniz var?" Cevap: "Sizi biraz bekleteceğiz. 10 Ocak'ta bir toplantı daha yapıp detaylıca anlatacağız." O toplantı 17 Ocak Salı sabahı saat 10.00'da... Ama öncesinde...

Yapılacak özel etkinlikleri toplantıdan günler önce nereden öğrendiğimize gelince... Bizzat İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı'ndan. Skylife Ocak sayısında detaylıca anlatmış Eczacıbaşı: "İKSV 40. yılını özel etkinliklerle kutlayacak. İlk İstanbul Festivali'nin başlangıcının yıldönümünde dünya prömiyeri yapılacak La Fura dels Baus gösterisi bunlardan biri... Katalan sokak sanatları ve gösteri topluluğu La Fura dels Baus, İKSV için İstanbul üzerine özel bir yapıt hazırlıyor. Bir diğer önemli etkinliğimiz eylül ayındaki Berlin Filarmoni Orkestrası'nın İKSV 40. Yıl Özel Konseri. Bu konserde Sir Simon Rattle yönetimindeki Berlin Filarmoni, başarılı solistlerimiz Efe ve Fora Baltacıgil'e eşlik edecek." Özel eser siparişleriyle ilgili sorunun cevabı ise şöyle: "Festivaller aracılığıyla gerçekleştirdiğimiz ortak yapımlar ve verdiğimiz eser siparişleriyle çağdaş sanat üretimi için yeni olanaklar oluşturmayı ve dünya kültür-sanat birikimine katkıda bulunmayı hedefliyoruz. Eser siparişlerini uzun vadede somut ve kalıcı bir etkisi olduğu için çok önemsiyoruz. İKSV'nin, 40. yılı için günümüzün önemli klasik müzik bestecileri Giya Kançeli ve Fazıl Say'a verdiği siparişler bu açılardan çok önemli. İstanbul Caz Festivali'nde de bu yıl ilk kez uluslararası alanda başarılı bir besteci/müzisyene, prömiyerine Türkiye'den sanatçıların da dâhil olacağı bir eser sipariş ediliyor."

***

2012, Geleneksel sanatların yılı

Son günlerde geleneksel sanatlar, bilhassa hat, epey kıymetlendi. İKSV bu konuda da boş durmuyor. Kurumun yeni vizyonunda hat, tezhip ve minyatür gibi geleneksel sanatların korunması, çağdaş bakış açısıyla yeniden yorumlanması, festival ve organizasyonlarda karşımıza daha çok çıkması gibi başlıklar var. Bülent Eczacıbaşı'nın konuyla ilgili açıklaması şöyle: "Geçtiğimiz yıl yaptığımız çalışmalar sonucunda İKSV için yeni bir vizyon belirledik ve misyonumuzu gözden geçirdik. Bu kapsamda önümüzdeki dönemde geleneksel sanatları çalışma alanımıza almaya karar verdik. 2012 sonunda bir sempozyum düzenleyerek konuyu daha geniş bir çevreyle yeniden değerlendireceğiz."


Jülide Karahan

Zaman Pazar / 8 Ocak 2012

1 Ocak 2012 Pazar

SANAT/HAYAT: Emrah Yücel'in Türkiye posterleri

Hollywood'da pek çok önemli işe, örneğin Avatar filminin afişi, imza atan tasarımcı Emrah Yücel'in epey sosyal bir projesi var. İsmi Türkiye Posterleri. 2012 Türkiye Turizm Tanıtım Kampanyası'nın parçası olan projenin alâmetifarikası, her bir çalışmanın www.turkiyeposterleri.com adresinden ücretsiz indirilmesi. Üstelik her boyutta.Posterleri indirdik diyelim... Ne yapacağız? Kartpostal, afiş, duvar panosu, magnet üstü, defter kaplaması... Aklımıza ne gelirse, canımız ne isterse. Hiçbir ticari amaç söz konusu değil. Projenin tek derdi; Türkiye'ye dair ikon algısı oluşturmak ve ülkemizin marka değerini artırmak. Web sitesindeki çağrı aşağı yukarı şöyle: "Türkiye... Evimiz! Bizler, topraklarımızdaki tüm güzelliklerin ve sonsuz zenginliklerin farkındayız. Bizi biz yapan tüm değerlerimizle gurur duyuyoruz. ... Öyleyse dedik, bilenler, bilmeyenlere anlatsın, Türkiye'nin marka değerini, Türk insanı yükseltsin."

Ücretsiz olmaları ciddi ama isabetli bir karar. Özellikle de ilk üç haftada 20 bin posterin indirildiği düşünüldüğünde... En çok tercih edilense 'Taksim'de Tramvay'. İstanbul'dan İzmir'e, Mardin'den Konya'ya, Şanlıurfa'dan Trabzon'a Türkiye'nin dört bir yanını temsil eden 34 poster var sitede. Her birini Emrah Yücel'in sahibi olduğu görsel çözüm ajansı Iconisus tasarlamış. Konular arasında; Alaçatı Rüzgâr Sörfü, Antalya ve Portakallar, Apollon Tapınağı, Aya Sofya Camii (öyle yazmışlar), Boğaz Köprüsü, Efes ve Celcus Kütüphanesi, Galata Kulesi, Göbekli Tepe, İstanbul ve Cruise Gemisi, İzmir Saat Kulesi, Kapadokya ve Balonlar, Kim Olursan Ol Gel-Konya, Likya Kaya Mezarı, Mavi Yolculuk, Nuh'un Gemisi ve Sümela Manastırı var. Her birinin nostaljik de bir havası... 50'li ve 60'lı yılların seyahat posterlerine benziyorlar. Hatta Türkiye'de grafik sanatının öncülerinden İhap Hulusi'nin işlerinden ilhamlılar. Tarzları fotografik değil, Art Deco. Nedir o? 20'li yıllarda Paris'te ortaya çıkan, sanayileşme ve gelişmeyi temsil eden stil. Türkiye Cumhuriyeti'nin de hem mimarî hem de grafik alanda benimsediği yegane üslup.

Son bir şey; aslında posta idaresi bu posterleri keşfedip pul yapabilir. Güzel de olur...

....

İNDİRMEK İÇİN... 34 farklı Türkiye posteri; küçük, orta ve büyük olmak üzere üç boyutta www.turkiyeposterleri.com adresinde beklemekte. Küçük boyut çevrimiçi paylaşım için uygun. Web sitesi, blog ya da Facebook profili için... Orta boyut, evdeki kişisel yazıcıdan A4 kâğıdına çıktı almak için düşünülmüş. Büyük boyut ise epey yüksek çözünürlüklü ve geniş mekânları süsleyebilecek özellikte. Onun çıktısını herhangi bir ozalitçiden almak gerek.

***

WARHOL YERİNE DALİ

20. yüzyılın sürrealist ressamlarından Salvador Dali'nin sanat tarihine bıraktığı mirasın 121 parçası Tophane-i Amire'de sergilenmekte ve epey ilgi görmekte. Serginin yaklaşık maliyeti 1 milyon lira, beklenen gelir ise 3 milyon... Fiyatlar önemli. Çünkü aslında İstanbul'a Salvador Dali değil, Andy Warhol sergisi gelecekti. Ama sigorta bedelleri öyle yüksek, öyle yüksekti ki... Bir başka bahara kaldı. İyi de oldu, Dali'yi dünya gözüyle bir kez daha gördük. Hâlâ görmeyenler varsa, son tarih 26 Şubat.

***

ANTAKYA KAÇ YAŞINDA?

Antakya'da herkes, 7 Temmuz 2013'te açılması planlanan Mozaik Müzesi'ni konuşuyor. Hatay Valisi M. Celalettin Lekesiz'in aklında ise sadece müze yok. Hatta yok, yok... Valinin 2012 planlarından biri büyük bir sempozyum. Konusu: Antakya kaç yaşında? Vali dertli: "Ortalama 7.500 yıl diyoruz ama belediye başkanına göre 8.000. Bir başka uzmana göre ise 9000. Kafamız karışıyor. İşte bu yüzden bilim adamları ve arkeologları toplayıp bir komite oluşturalım diyoruz. Komite düşünsün, taşınsın, tartışsın... Antakya'nın yaşını bize bildirsin. Sonra da kutlayalım."

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR/ 01.01.12