29 Şubat 2012 Çarşamba

Kerem Görsev: “Olgunlaştım, maneviyatım arttı, dinginleştim”

Önce, “Yaşantımda bazı değişiklikler yaptım. Radikal kararlar verdim, kendime güvenim arttı. Yeni bir değişim başlatacağım yakında...” yazdı. Sonra, “Bir: Müzik dünyasında işe yaramayan, ayak bağı olan kişilerle irtibat kesilecek; İki: İnsan sevgisi olmayan, insana değer vermeyenlere güle güle...” En son da “Bu sadece müzikle ilgili değil… Zamanımız ve sağlığımız çok değerli. Geçmişte çok lüzumsuz tükettiğimi fark ettim, artık aklım başıma geldi.”… Tüm bunları caz müzisyeni, piyanist ve besteci Kerem Görsev yazdı; twitter’da. Devamını merak ettik, yanına gittik.

‘Therapy’nin üzerinden epey geçti. Yeni bir albüm yok mu yakında?

Aslında üç ayrı albüm üzerinde çalışıyorum. Biri, Tribute to Bill Evans projesi. Yazılıyor şu anda. Besteci, caz piyanisti, orkestra şefi ve aranjör; dünyanın yaşayan son efsane müzisyeni Alan Broadbent yazıyor. 6’sı bitti. Bestelerimi alıyor, senfonik orkestraya aranje ediyor. Dünyada onun gibisi yok. Bir de Tribute to George Shearing projesi var. Bunlar iki ayrı albüm olacak. Bir de benim başka bir çalışmam var. Haziran’da Amerika’ya gidip quintet formatında çalacağım. Küçük, 5 kişilik bir albüm olacak. 2013’te de Tribute to Bill Evens’ı kaydedersek harika olur. Finansal engeller çıkmaz inşallah. 250 bin dolar gerekli çünkü.

Nasıl çıkacak o kadar para?

Çıkmayacak. Bakın ‘Therapy’e 110 bin dolar harcandı. 80’i cebimden gitti. Yıllardır biriktirdiğimi, varımı yoğumu, yaşlılık sigortamı albüme yatırdım. Yaşlanınca ne olacak bakalım… Gerçi insan kendine iyi baktıktan, namusu, şerefi ve haysiyetiyle yaşadıktan sonra… Bir şey olmaz. Benim bütün derdim bu. Güzel müzikler yapmak, onları kızıma miras bırakmak, ülkeme hediye etmek...

Kızınız kaç yaşında?

12

Maşallah. Kaç yıldır evlisiniz?

1996’da evlendim ama eşimle 1986’da tanışmıştım. Amerika’da okuyordu, bir konserimde karşılaşmıştık. 1994’te Türkiye’ye döndü, evlendik. İyi bir aile hayatım var ve bunu korumaya çalışıyorum. Bu açıklamalarımdan dolayı yobaz mısın filan diye eleştirildiğim oluyor ama ben inançlı bir insanım. Aile benim için önemli. Eve geç gideyim, içip içip gezeyim… Öyle alışkanlıklarım yok benim.

Çok güzel… Müzisyenlerin hayatları biraz daha düzensiz sanılır. Hatta caz müziğin kulüp müziği olarak algılandığı düşünüldüğünde…

Yerin dibine girsin. Çok sinirleniyorum. Ben emek verirken, beyin hücrelerimi harcarken birilerinin yemek yiyip içki içmesine çok sinirleniyorum. İçkiyle aram hiç yok. Sigarayı da 94 yılında bıraktım. Uzun zamandır restoran, bar ve kulüplerde çalmıyorum. Sadece konser salonlarında çalıyorum. 25 sene çaldım öyle yerlerde. Ama birilerinin çan çan konuşması, garsonun gelip geçmesi ve çatal bıçak sesleri beni bezdirdi. Şimdi ne olursa olsun çalmıyorum. İnatçıyımdır ben. Bir şeye hayır dersem hayatta yapmam. Kolumu kesip yerim, kasaba minnet etmem. İçimdeki şeytanı yenmeyi her zaman başarmışımdır. Hele şimdi 51 yaşındayım, daha da olgunlaştım, maneviyatım arttı, dinginleştim. Hayat tecrübesi tabii. Rahatım şimdi. Keyfim yerinde. Biliyorum ki sadece Kerem Görsev Trio’yu dinlemek isteyenler geliyor konserime. Dinliyorlar huşu içinde. İlçe belediyelerinin düzenlediği konserlerde çalıyorum. Biletler ucuz. İnsanlar yığınla geliyor. Sadece müzik dinlemek için. Onları heyecanlandıracak şeyler çalıyorum.

Klasik caz çalıyorsunuz değil mi?

Evet. Benim işim klasik kökenli caz müziği. Tahta müziği yani. Elektronik değil. Kontrbas, piyano, davul... Trio, senfoni ve quintet olabilir ama klasik… Senteze karşıyım. Benim duruşum başka. Hoşlanmıyorum. Dinlerken de… Samimi gelmiyor bana. Duruşunuz neyse o olmalı. Mesela ben son 15 senedir sadece kendi bestelerimi çalıyorum. Yaşadığım hikâyeleri müziğe döküp toplumla paylaşıyorum. Her parçamın ayrı bir hikâyesi ve gizli bir kahramanı var. Kendi müziklerimle, kendi hikâyelerimle bir yere varmaya çalışıyorum. Müzik bir anlatım sanatı. Anlatmak istediğimi parmaklarımla anlatıyorum, söz yok benim müziğimde. Dürüst olmazsan izleyici fark eder zaten. Çaldığın müzikte samimiyet, inandırıcılık ve hikâye yoksa albümü dinlerken bile ortaya çıkar o. Bu albümde bir problem var, der izleyici. Önemli şeyler bunlar. İnsan ömrü çok kısa. O kadar kısa ki… Ben 1967’de girdim konsevatuvara… Daha dün gibi. Elimizde bir hayat paketi var. İyi kullanıp bizden sonrakilere, ülkemize, ailemize güzel şeyler bırakmamız lazım. Yetenekle bitmiyor, insanlık gerekiyor.

Siz yola Belediye Konservatuarı'yla çıktınız. Şimdi caz eğitimi almak isteyen gençler ne yapsın, nereye başvursun, yola nasıl çıksın?

Şimdiki gençlerin işi bir yandan zor, bir yandan kolay. Önce internette uğraşacak, didinecek, biraz pişecek. Sonra da yurtdışındaki okullara başvuracak, kabul alacak. Eskiden Bilgi Üniversitesi’nde caz bölümü vardı. Oradan çok iyi müzisyenler çıktı. Ama kapandı. Ondan önce Bilkent’te vardı, o da kapandı. Şimdi Hacettepe’de var ama o da yakında kapanır. Önümüzdeki dönem Yaşar Üniversitesi’nde açılacakmış, o da fazla uzun sürmez. Çünkü masraflar çok fazla. Hocalar Amerika’dan geliyor. Her dönem başka bir hoca geliyor. Bir sömestr biri, öbür sömestr diğeri… Caz moda müziği değil. Caz bölümü açacak üniversitenin para kazanmayı unutması; inançlı ve istekli olması gerek. Yoksa olmaz. Olmadı zaten…


****

HAYATI

28 Haziran 1961'de İstanbul'da doğan Kerem Görsev müzik eğitimine 1967 yılında İstanbul Belediye Konservatuarı'nda başladı ve 1972 yılından sonra İstanbul Devlet Konservatuarı'nda devam etti. İlk beste denemelerine 90’lı yıllarda başlayan Görsev, 1994 yılında ilk albümü ‘Hands and Lips’i çıkardı. Kontrbasta Kağan Yıldız ve davulda Ferit Odman ile birlikte çalışan Görsev’in son albümü ‘Therapy’ 2010 sonunda çıktı.


Jülide Karahan

Gençlik ve Spor Bakanlığı Dergisi Şubat 2012

26 Şubat 2012 Pazar

SANAT/HAYAT Mustafa Kemal'in 'Atatürk'süz ıslak imzaları

Galatasaray Lisesi'nden Nur Hamamı'na doğru inerken; sol tarafta Meşrutiyet Caddesi ve İngiliz Konsolosluğu, sağ tarafta ise Dudu Odaları Sokağı... O sokağın hemen başında, sağ tarafta yenilenmiş bir bina: Pera Mezat.

Bugün saat 13.00'te bir müzayede var orada ama çok mühim değil... Her zamanki gibi; paralar, madalyalar, efemeralar... Mühim olan, binanın kendini bir sürü şeye adaması; satış, sergi, teşhir, müzayede... Ayda bir de fuar; antika üzerine, bitpazarı tadında. Sahibi, Mehmet Gacıroğlu iddialı: "Sergi salonumuz hiç boş kalmayacak. Hat, antika, efemera, fotoğraf, gravür, hatta çağdaş sanat..." Hatta bir kulis bilgisi... Yapı Kredi Kültür Merkezi'nden bir görevli: "Kâzım Taşkent Sanat Galerisi ve Sermet Çifter Salonu kapandığından beri sergi açacak yer bulamıyoruz, belki burada bir şeyler yaparız..." Pera Mezat'ın resmî açılışı 8 Nisan'da. Aynı gün bir de müzayede... Ve işte o gün çok önemli belgeler çıkabilir karşımıza. Mesela Mustafa Kemal'in Atatürk soyadını almadan önce bizzat yazıp imzaladığı birtakım belgeler... Tam 14 parça ve şu anda her biri okumada...


***

Garsonun gelip geçmesi ve çatal bıçak sesleri

Alaçatı'da, 2011'in son aylarında, kısa soluklu bir caz festivali düzenlemişti. Çok iyi geçmiş olmalı ki ikincisi için yılın son çeyreği beklenemedi. Bu defa epey uzun soluklu olacak festival iki gün önce başladı. Bu akşam Kerem Görsev & Allan Haris var sahnede; Bu'ra Lokal'de. Söz konusu Kerem Görsev olunca... Geçtiğimiz günlerde yazdı zaten twitter'da: "Bu sadece müzikle ilgili değil... Zamanımız ve sağlığımız çok değerli. Geçmişte çok lüzumsuz tükettiğimi fark ettim, artık aklım başıma geldi." Görsev, üç ayrı albüm üzerinde çalışıyor şu anda. Biri, 2013'te bitmesi beklenen/umulan Tribute to Bill Evans projesi. Besteci, caz piyanisti, orkestra şefi ve aranjör; dünyanın yaşayan efsane müzisyenlerinden Alan Broadbent yazıyor. 6'sı bitti. İkincisi, Tribute to George Shearing projesi... Üçüncüsü ise Haziran'da Amerika'da quintet formatında çalınacak bir albüm... Kimi açıklamaları sebebiyle yobaz mısın diye eleştirilse de çok huzurlu Görsev şu günlerde: "İyi bir aile hayatım var ve bunu korumaya çalışıyorum. Eve geç gideyim, içip içip gezeyim... Öyle alışkanlıklarım yok benim. Uzun zamandır restoran, bar ve kulüplerde çalmıyorum. 25 sene çaldım öyle yerlerde. Ama birilerinin çan çan konuşması, garsonun gelip geçmesi ve çatal bıçak sesleri beni bezdirdi. Şimdi ne olursa olsun çalmıyorum. İnatçıyımdır ben. Bir şeye hayır dersem hayatta yapmam. Kolumu kesip yerim, kasaba minnet etmem. İçimdeki şeytanı yenmeyi her zaman başarmışımdır. Hele şimdi 51 yaşındayım, daha da olgunlaştım, maneviyatım arttı, dinginleştim. Hayat tecrübesi tabii. Rahatım şimdi. Keyfim yerinde. Biliyorum ki sadece Kerem Görsev Trio'yu dinlemek isteyenler geliyor konserime."

Bu arada, Alaçatı Belediyesi'nin desteklediği festival kapsamında gerçekleşecek iki etkinliğin-23 Nisan Kahvaltıda Jazz ve 13 Mayıs Sokakta Jazz-gelirlerinin bir kısmı HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu'nun öneri ve tavsiyeleriyle belirlenecek ihtiyaçlarda kullanılacak. Bahar ortasına kadar devam edecek festivale 10 bin kişinin katılması bekleniyor. Bilgi için: www.alacatijazzruzgari.com

Jülide Karahan

26 Şubat 2012/Zaman Pazar

21 Şubat 2012 Salı

Kutlamalar büyük sergiler için fırsat!

İstanbul’daki Sakıp Sabancı Müzesi ile Hollanda'daki Rijksmuseum’un işbirliği sonucu Rembrandt yanı sıra Vermeer, Frans Hals ve Jan Steen’in de dâhil olduğu 59 sanatçıya ait 73 tablo, 19 desen ve 18 obje bugün itibariyle görücüye çıktı. 10 Haziran’a dek açık kalacak serginin adı 'Rembrandt ve Çağdaşları: Hollanda Sanatının Altın Çağı'. Ayrıntıları ve yakın geleceği Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Dr. Nazan Ölçer anlattı.

Osmanlı ile Hollanda ilişkilerinin 400. yılı mı müze ve sanat kurumlarına yarıyor yoksa müze ve sanat kurumları mı 400. yıla?

Hem o hem öbürü. 400. yıl olduğu için bize sergiler geliyor. İstanbul Modern’e, Pera’ya, Sabancı’ya… Bizden de Hollanda’ya gidecek tiyatrolar, konserler, gösteriler, çağdaş sanat sergileri var. Çünkü Hollanda’da hatırı sayılır bir Türk nüfusu yaşıyor. Hem Türkiye hem Hollanda vatandaşı; ikinci, üçüncü nesil… O nüfus Hollanda için önemli. O yüzden Hollanda’da oradaki Türklerin varlığına odaklı bir sürü faaliyet planlanıyor. İki ülkenin dışişleri bakanlıklarında birer hazırlık komitesi var; bu işlerin takibi için…

Siz, 2 yıl önce serginin hazırlıklarına başladığınızda 400. yılı göz önünde bulundurmuş muydunuz?

400. yıldan haberimiz tabii ki vardı. Kutlama yılları böyle büyük sergiler için iyi birer fırsat. Çünkü devlet de işin içinde ve bu durum eserlerin alınacağı yerler için kolaylık sağlıyor. Normal bir zamanda daha küçük düşünülürken 400. yıl kutlanıyor, ona layık bir sergi olmalı dediğimizde, ona göre hareket ediliyor. Çünkü düşünün, Hollanda gibi küçük ve istilalardan yeni kurtulmuş bir ülke 400 yıl önce güçlü bir imparatorlukla ilişki kurmuş. Bu durum onlar için gurur kaynağı. Ayrıca siyasi ilişkilerle birlikte iki ülkenin sanatçıları, gezginleri ve tüccarları arasında geliş gidişler başlıyor. Büyük bir ticaret var; birtakım ürünler gelip gidiyor, o ürünlerle birlikte bir Osmanlı modası yaşanıyor. Ki bu modanın rüzgârını Rembrandt ve Vermeer’in resimlerinde de görüyoruz. İki taraf için de su yüzüne çıkmamış, diplerde kalan kültür kökleri söz konusu.

Serginin; su yüzüne çıkmamış, diplerde kalmış bu kökleri yüzeye çıkarma gibi bir iddiası da var; değil mi?

Tabii ki… Galeriyle müzenin farkı burada ortaya çıkıyor. Bir galeri; tarihi, sosyal ve ekonomik boyutu gündeme getirme gibi bir sorumluluk üstlenmeyebiliyor. Ama bir müze, hele hele üniversiteyle ilişkisi olan bir müze, bir sergiyi kurgularken eserlerin oluşum sürecini ve geri plan bilgilerini sunmak durumunda. Biz de sergiyi bir dizi konferans ve sempozyumla destekliyoruz. Sergiyi gezenlerin sadece eserleri görüp mutlu olup gitmesini değil, farklı bir bakış açısıyla geçmişe bakmasını arzuluyoruz. Bir de serginin ismi, 'Rembrandt ve Çağdaşları: Hollanda Sanatının Altın Çağı'… Neden? Çünkü Avrupa’nın her tarafında imparatorluklar ve krallıklar varken ve kilise çok güçlüyken… Hollanda’da başka bir yönetim modeli var. Onlar şehir meclisleriyle yönetiliyor. Bu kadar sanatçı ve ressam bir anda, kısacık bir yüzyılda, yüzyıl bile değil, 80 yılda yetişiyor. Çünkü onları besleyen bir refah, eser sipariş eden sanatsever bir kitle var ve o kitle sadece kilise ve saray çevresi değil; sıradan vatandaşlar, tüccarlar… Eserler sadece kilise ve saray tarafından sipariş edilseydi dini tasvirler, portreler ve kahramanlık sahnelerinden ibaret olurdu. Ama sıradan vatandaşların siparişlerinde çiçekler, günlük yaşam sahneleri, ev içleri, ticaret sahneleri, ekmekçiler ve kasaplar var. Ressamlar günlük yaşamın içinde. Resimler bize o dönemin sosyal yaşamı hakkında emsalsiz bilgiler sunuyor. Sergiyi ziyaret edenlerin bunları da düşünmesini istiyorum.

Eserleri görmek elde bir; ama sergi ya da 400. yıl sona erdiğinde; kültürel, ticari, hatta siyasi anlamda bir hareketlilik olabilecek mi iki ülke arasında?

Tabii ki. Türkiye, Avrupalı mı değil mi diye bir sürü sorunun sorulduğu bir dönemde 400 yıla ulaşan köklü bir geçmişi masaya yatırıyoruz. Türklerin Avrupalılarla olan sıkı ilişkilerini gösteren... Ayrıca her kutlama, her sergi belli bir potansiyeli de beraberinde getirir, bir şeylere vesile olur. Örneğin… Böyle büyük sergiler sırasında çağdaş Türk yazarların kitapları ilgili ülkenin kitapçılarında başköşeleri tutar, çeviriler artar. Hatıra dükkânlarında Türkiye ile ilgili ürünler öne çıkar; lokumlar, tatlılar… Sergiler aynı geçmişteki büyük panayırlar gibi çok ayaklıdır aslında. Sadece ticari alışverişi değil, insanların ufkunu da açan ilişkiler tomarını da beraberinde getirir.

Osmanlı-Hollanda ilişkilerinin 400. yılını bir kenara bırakıp Sakıp Sabancı Müzesi – sanatsever ilişkisinin 10. yılına bakalım… Bu konuda ne gibi planlarınız var?

Kutlama Mayıs başında başlıyor; sürpriz çok. Alt kattaki aile salonlarını, sanki Sabancı ailesi kapıyı yeni kapatıp gitmiş gibi, ziyarete açacağız. Sakıp Bey’in anı odası dâhil... Sonra Osmanlı hat sanatı koleksiyonumuzu Türkiye'de hiç yapılmamış bir anlayış ve sistemle sergileyeceğiz. Ziyaretçiler eski harflerle oynayacak, yazılar yazacak, kompozisyonlar oluşturacak; hatta sergiyi tabletlerle gezecek. Bu sergileniş biçimi hat sanatını herkese sevdirecek; eski yazı bilsin, bilmesin… Hatta belki öğrenme isteği uyandıracak.


Jülide Karahan

Zaman Kültür

21 Şubat 2012

19 Şubat 2012 Pazar

SANAT/HAYAT: "Sonsuzluk... Öyle mühim bir his ki!"

Önümüzdeki haftaya, 'Rembrandt ve Çağdaşları-Hollanda Sanatının Altın Çağı' isimli sergiyle başlayacağız ve Rembrandt yanı sıra; Hollanda resminin pek çok önemli ismini karşımızda bulacağız. Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Dr. Nazan Ölçer'in yanına serginin ayrıntılarını konuşmak için gitmiştik aslında ki konuştuk da... Ama sohbet, yakın bir geleceğe yelken açtıkça içimiz sonsuz bir heyecanla doldu.

Konu, müzenin 10. yılının nasıl ve ne şekilde kutlanacağıydı. Ölçer, "Osmanlı hat sanatı koleksiyonumuzu Türkiye'de hiç yapılmamış bir biçimde sergileyeceğiz. Müthiş bir interaktif sistemle... Gezenler eski harflerle oynayacak, yazılar yazacak, kompozisyonlar oluşturacak; hatta sergi tabletlerle gezilecek. Değişik yazı tekniklerinin belgesellerinden ciltlemeye, kitap sanatının tüm ayrıntılarından depodaki levha koleksiyonuna çok büyük bir sergi olacak. Alt kattaki aile salonlarını sanki Sabancı ailesi kapıyı yeni kapatıp gitmiş gibi ziyarete açacağız." diye anlattığında değil de... "Hattın nasıl çağdaş, sonsuz ve ilham verici bir sanat olduğunu göstereceğiz herkese." dediğinde içimizde salıncakta sallanır gibi bir hoşluk oldu. O hoşluğun bir de boşluğu vardı tabii, hani arkaya doğru giderkenki... Biraz sıkılarak dedik ki, "Bilmiyor, baksak da anlamıyor ve derinliğine vakıf olamıyoruz." Ölçer yüreğimize su serpti: "Biliyorum, biliyorum... Yabancılaşmayla ilgili bu. Yabancılaştırdık gençleri. Ama anlamını bilmeseniz de; o harfler, çizgiler, kıvrımlar sonsuzluğa doğru bir ufuk açıyor zihninizde. Bu, sanatçılar için büyük bir ilham kaynağı aslında ama ne yazık ki pek azı keşfetti hattın sonsuzluğunu. Diğer İslam ülkelerinde, nasıl Çin'de yazı kutsal bir anlam taşıyorsa, aynı öyle. Ama bizde... Hat insana sonsuzluğa giden ufki bir duygu verir. Sonsuzluk, öyle mühim bir his ki! İslam sanatının diğer formları da öyle aslında; ortası, kenarı, bitişi, çerçevesi yoktur. Eğer isterseniz sonsuza dek sürer gider." "Ya yazının anlamının etkisi?" sorusunu sıkıştırıyoruz araya. Cevap: "Tabii ki tabii ki... Çok kutsal. Hattat, Allah'ın söylediğini geçiriyor kâğıda. Öyle bir ulvi tarafı da var sonuçta." En sonuçta Mayıs'ta açılacak dev bir hat sergisi bekliyor bizi. Yazının anlamını bilsek de bilmesek de derinliklere dalıp gitsek de gitmesek de; çok seveceğimiz bir sergi.

***

Hayırlı iş bekletmeye gelmez!

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, AKM için güzel haberler vermeye 6 ay öncesinden başlamıştı aslında. Hatta demişti ki "Elimden gelse AKM'yi bu yıl açarım ama ciddi tadilat gerekiyor. Bu, bakanlığın bütçesiyle çözülecek iş değil. Onun için bir sponsora ihtiyacımız var. Önümüzdeki günlerde İstanbul'da, AKM'ye kaynak ayırabileceğini umduğum çevrelerle toplantılar yapacağım. Özellikle orkestrası olan ama binası olmayan büyük kuruluşlarla... Benim derdim AKM'nin haftanın 7 günü açık olması, mümkünse. Onun için; orkestrası bulunan ve etkinlikleri için düzenli bir sahneye gereksinim duyan kurumlarla işbirliği yapacağım." Buna benzer tüm röportaj, iyi niyet ve büyük dilekler geçtiğimiz hafta meyvesini verdi. Hem de birdenbire...

Sabancı Grubu, AKM'nin yenilenmesi için 30 Milyon TL bağışta bulundu; üstelik salonlardan birine, en büyüğüne, 'Sabancı Salonu' isminin verilmesi dışında hiçbir beklentiye girmeden; pazarlık etmeden... Ve protokol alelacele imzalandı. Hayırlı iş bekletmeye gelmez! Şimdi uzaktan ve yakından tüm ilgililerin yüreği ferah. AKM, bir aksilik olmazsa, 29 Ekim 2013'te açılacak. Darısı Emek Sineması'nın başına ki o konuda da süreç benzer şekilde işlemeye başladı. Yani Günay, Emek'le ilgili söylemlerinde gayet net: "Sinemaya alışveriş merkezi kapısından girmek istemiyorum." Geriye özel sektörden gelecek beklentisiz ve pazarlıksız bir hamle kalıyor. O da olacaksa, birdenbire olacak... Bir sabah bir basın toplantısı çağrısı alacağız; koşup gideceğiz ve önce el sıkışması, sonra borda kaplı defterlerin imzalanması... Hadi hayırlısı!


Jülide Karahan

Zaman Pazar 19 Şubat 2012

16 Şubat 2012 Perşembe

AKM için kaynak bulundu


Haziran 2008'de yenilenmesi umuduyla kapılarını kapatan ve sonu gelmez tartışmalara konu olan Atatürk Kültür Merkezi'nin (AKM) kurtuluşu için ilk somut adım nihayet atıldı. Sabancı Grubu, AKM'nin yenilenmesi için 30 milyon TL bağışta bulundu. Önümüzdeki günlerde yapılacak ihalenin ardından yenileme çalışmaları başlayacak ve AKM, 29 Ekim 2013'te kapılarını açacak.


Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ile Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı dün sabah Atlas Pasajı'nda gerçekleşen basın toplantısı sırasında AKM'nin yenilenmesiyle ilgili protokolü imzaladı. Buna göre önümüzdeki bir yıl süresince AKM'nin her türlü tamirat, tadilat ve güçlendirme çalışmaları, ihaleyi alacak firma tarafından yapılacak ve bina 2013'ün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nda, en kötü ihtimalle o yıl sezon bitmeden kapılarını açacak.

AKM'nin yenilenmesi konusunda uzun zamandır sponsor arayışında olduklarını söyleyen Bakan Günay, "Güler Hanım'a başvurduk ve beklediğimiz desteği Sabancı Grubu'ndan aldık. İşin önemli bir kısmı, yani 30 milyon TL'lik bölümü, çözüldü. Üstelik de grubun büyük salona 'Sabancı Salonu' ismi verilmesi dışında herhangi bir talebi olmadı." diyerek ekledi: "İstanbul'da hepimizi ilgilendiren büyük bir kültür yapısıyla ilgili gecikmeyi telafi etmek için uğurlu bir adım atmış bulunuyoruz. AKM, 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti projeleri çerçevesinde köklü ve modern bir değişim geçirecek, özgün yapısı korunarak yenilenecekti ama olmadı. Üstelik de proje koruma kurullarından geçtiği halde... Biz yapının 2010 sonunda görkemli bir şekilde hizmete girmesini beklerken atıl bir binayla karşılaştık. Ama yeni proje ve kaynak arayışlarımızdan hiç vazgeçmedik. Bugün önemli bir eşikteyiz."

AKM'NİN MACERASI DEMOKRASİ TARİHİMİZLE PARALEL

Toplantı sırasında AKM'nin tarihçesini de hatırlatan Günay, binanın geçmişiyle Türkiye'nin demokrasi serüveni arasında çarpıcı bağlantılar kurdu. Bağlantılara göre; 1946'nın tek partili döneminde temeli atılan bina, 50'lerde Demokrat Parti zamanında, büyük bir kültür merkezi olmak istedi ama karşısında 27 Mayıs gibi engelleyici bir süreç buldu. Büyük bir kültür merkezi olma hayaline ancak 1969'da 'İstanbul Kültür Sarayı' ismiyle kavuşan bina, 1970'te geçirdiği yangınla perdelerini kapatmak zorunda kaldı ve bu defa da 12 Mart engellemeleriyle karşılaştı. Yeniden hizmet vermeye başladığında ise yıl 1978 idi. 2008 Haziran'ına kadar süren nispeten mutlu günleri yenilenme ihtiyacı gölgeledi.

Bu gölgeleme ne İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı ne de Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan kaynaklandı. AKM'nin yenilenmesi için 8 Ekim 2008'de imzalanan ve 115 milyon TL'ye ihtiyaç duyan işbirliği protokolü 29 Mayıs 2009'da Koruma Kurulu'ndan da geçti. Fakat ihale sırasında Kültür, Sanat ve Turizm Emekçileri Sendikası (Kültür Sanat-Sen) projenin iptali için dava açtı. İstanbul 9. İdare Mahkemesi, dava üzerine yürütmeyi durdurdu. Taraflar defalarca uzlaşmaya çalışsa da sendika davayı geri çekmedi ve süreç askıya alındı. Kültür ve Turizm Bakanlığı, çözüm arayışlarını sürdürdü, tadilat ve yenileme konusunda taraflarla -sonunda- uzlaşıldı ama bu defa da ortaya bütçe sorunları çıktı. Nihayet dün itibarıyla, devlet, özel sektör ve sivil toplum anlaşmayı başardı. AKM için somut adımlar atıldı. Darısı çözüm bekleyen diğer İstanbul yapılarının başına!


Jülide Karahan

Zaman Kültür 16 şubat 2012

13 Şubat 2012 Pazartesi

SERGİ GEZMEK DEĞİL, İNSAN GÖRMEK

Hani mart sonuna dek sürecekti… Sadece 11 kez gitmiştik daha. Yeni bir ismi vardı eylemimizin: Sergi gezmek değil, insan görmek. Salt Galata’nın mermer merdivenlerinden çıkıp, devasa girişine şaşırıp; kütüphaneydi, cafeydi; hiç oyalanmadan doğru üçüncü kata. Hatta fotoğraf kartları ve cam negatif kutularını bir göz süzümüyle geçip bir an önce karanlık bölmeye/koridora… 'Foto Galatasaray' isimli sergi -açık arşiv projesi mi demeli- tam karşımızda. Bir fotoğraf resmigeçiti bu. Herbiri Maryam Şahinyan’ın…

Onların karşısında kendimizi tamamen bırakıyor ve panaromik insan manzaralarını seyre dalıyoruz. Zaman tünelindeyiz, siyah beyaz bir dünya içinde, gerçekliğin ötesinde ve hikâyeler peşinde… Görüntüler akıyor, film şeridi gibi. Az ötede Tayfun Serttaş’ın sesi. Yani, hikaye gerçek. Her bir görüntü çeyiz gibi dizilmiş ve tek tek numaralandırılmış, hatta aralarına pelür kâğıdı serilmiş cam negatiflerden çıkmış.
Ama işte günün birinde bir gittik ki sergi kapanmış. 22 Ocak son günmüş. İşte o vakit hayır; oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi değil, televizyonu bozulmuş emekli bankacı gibi hissettik kendimizi. Günler nasıl geçecek şimdi? Bir daha göremeyecek miyiz; vaftizlik ve sünnetlik çocukları, transeksüelleri, düğün günündeki çiftleri, iç çamaşırlı kadınları, iki yandan tuttukları etekleriyle kendilerini kelebek yapan küçük kızları, ikizleri, sevgilileri, çekirdek aileleri, din görevlilerini, göç etmişleri, Bolşevik Devrimi'nden kaçıp İstanbul'a gelmişleri, sanatçıları, müzisyenleri, mutluları, neşelileri, hüzünlüleri, şaşkınları, komikleri, deli ve velileri... 1935–1985 tarihleri arasında Birinci Dünya Savaşı'ndan kalma körüklü bir kameranın içinden geçip bu güne gelen o ifade koleksiyonu ve İstanbul ütopyasını…

O DÜNYANIN KURUCUSU: MARYAM ŞAHİNYAN

O dünyanın kurucusu, hayatını fotoğrafa adamış ama kendi fotoğrafını çektirmekten itinayla kaçınmış fevkalade mütevazı bir kadın, Maryam Şahinyan. 1911 doğumlu Şahinyan aslında Sivaslı. Dedesi Agop Şahinyan Paşa 1877 Meclis-i Mebusan'ında Sivas milletvekili; durumları iyi. Ama 1915 baharında tarih tozu dumana katınca; tüm mal mülkü terk ve göç. İstikamet İstanbul. Yeni baba mesleği fotoğrafçılık.
Eldeki avuçtakiyle Harbiye’de bir apartman dairesi ve Galatasaray Lisesi'nin köşesindeki hanın içindeki Foto Galatasaray'ın hisseleri. Baba Mihran Şahinyan 1933'te geçiyor Birinci Dünya Savaşından kalan körüklü makinanın arkasına, Maryam Şahinyan 1937'de. O günkü teknik imkanlar neyse 1985’te de o. Aynı siyah beyaz tabaka filmler; stüdyoda aynı sandalye, aynı halı, aynı saksı. Zamanı asıyor, sadece çekiyor; 1986'da Foto Galatasaray'ı devredene kadar. Zaten 1996’da da temelli göçüyor.

Dükkan ondan ona geçerken ve artık başka bir yere dönüşürken bir marangoz, Sarkis Usta, arkadaşı Yetvart Tomasyan’a koşuyor ve “Al şunları, sakla. Yoksa çöpe gidecekler.” diyor. Skoda bir kamyonete yüklenen nevale doğru depoya. Tam yirmi yıl sonra da 1982 doğumlu araştırmacı, sanatçı Tayfun Serttaş’ın karşısına.
Serttaş anlatıyor: “Ben arşivi değil, arşiv beni buldu. Hıdivyal Palas'ın ikinci katında, topu topu 15 metrekarelik bir deponun zemininde, üzerine kitap kutuları yığılmış dokuz büyük koli… İçlerinde tam 1139 kutu dolusu negatif.” Hiçbir karşılaşma tesadüf değil. Aslolan, tesadüf olmayan o karşılaşmaların sonuçlarına ikna olmak. İlk andan itibaren ikna oluyor Serttaş: “… ya onlara dokunacak ya da onları görmemiş olacak, gördüğüm yerde unutacaktım, unutulduğu biçimde. … düşünmem pek uzun sürmedi. O ilk kesişmenin ardından hiçbir şey bana, koliler dolusu İstanbul'dan daha cazip gelmedi. Biz aslında o ilk görüşte birbirimize çoktan tav olmuş, rüyalarımızda başlamıştık hikayeyi tersten sarmaya.” Sonrası sabır, hürmet ve tek doz azalmayan bir heyecan…

Aslında projenin bir de kitabı var; Aras Yayıncılık'tan: 'Foto Galatasaray-Studio Practice by Maryam Şahinyan'. Ama asıl, 200 bine yakın fotoğrafın tamamı ilerleyen günlerde -takriben 2012 ortalarında- internet yoluyla dünyaya açılacak. İşte o vakit, tüm şimdiki zaman insanları; kendilerini, ailelerini, yakınlarını, komşularını ve eski sevgililerini bulup kimliklendirebilecek. Belki de böylece Maryam Şahinyan arşivinin kaybolan defteri yeni baştan tutulacak.

Jülide Karahan

Fotoğraf Dergisi Şubat/Mart 2012

İyi Beslenemeyen Boksör: Ata Demirer

Berlin’de yaşayan, boksörlük yapan ve iyi beslenemediğini düşünen Türk genci Ayhan’ı anlatan ve AnadoluJet ulaşım sponsorluğunda çekilen Berlin Kaplanı 27 Ocak’tan bu yana vizyonda

Otur bekle, otur bekle; nereye kadar demiş ve kafasına iyice dank ettiği günlerden bir gün, içindeki çocuk almış kalemi eline. Ata Demirer’in ağzından şöyle: “Zor bir dönemdi. B planım, yani kaçışım; Kuzey Ege, Bozcaada. Oradayım yine ama böyle bir geç kalmışlık, bir tembellik hissi. Tembel bir adamım ben zaten! Senaryo gelsin de oynayayım diye bekliyorum. Fakat gelen giden yok. Sevdiklerimin dürtüklemesi, fırçalaması hatta kalaylamasıyla 2008 Kasım’ında karar verdim yazmaya. Senaryo bana gelmiyorsa ben ona giderim; değil mi ama! Çok uzağa gitmeme de gerek kalmadı zaten. Hüseyin Badem; yıllardır eşi dostu güldürmek için canlandırdığım bir tip, benim bir parçam... Bildiğim insan, bildiğim coğrafya, bildiğim hikâye…”

Nisan 2009’da biter yazı çizi. Üstüne beş deneme daha ama her zamanki gibi en sevilen yine ilki. Dünya düzeni! Ekip kurulur, film çekilir, montajda bir sürü sahneye kıyım kıyım kıyılır, galaya yürek ağızda gidilir. Sonunda, yedek kulübesindeki uzun bekleyişin ardından gol: Eyyvah Eyvah. Ardından ikincisi ve yağmurlu bir mutlu son. Uzatmayalım: Hüseyin Badem’i çok sevdik. Hatta 2011 yılında en çok onu izledik. Tam tamına 3 milyon 947 bin 988 kişi tekmili birden.

Tam “Şimdi, Eyyvah Eyvah 2 de bitti, Ata Demirer bundan sonra ne yapacak?” diyorduk ki üçüncü filmden de ses geldi. Sinema; hayalleri gerçek, gerçekleri hayal yapıyor ne de olsa! Zaten Demirer de “İnsan sinemada hayallerinin peşinde koşmalı. Bunu kendisi için yapmalı. Her sene bir film yapmadan rahat edemeyeceğim bundan sonra...” demiyor mu?

Uzatmayalım. Üçüncü film yazıldı, çizildi, çekildi; hatta vizyonda. Adı, Berlin Kaplanı. Karşımızda; Berlin’de yaşayan, boksörlük yapan ve iyi beslenemediğini düşünen bir Türk genci: Ayhan, soyadı Kaplan. Demirer’den bir uyarı: “Film, ne gurbetçileri anlatıyor ne de boksörleri. Aslında anlattığımız tam bir aile komedisi.”

Asıl mesele…

Geçimini boksörlük ve korumalık yaparak sağlayan gurbetçi Türk genci Ayhan’ı Ata Demirer, antrenörü Cemal’i Tarık Ünlüoğlu, esas kız Elvan’ı Nihal Yalçın, Karadenizli enişteyi Necati Bilgiç, dedeyi ise Cemil Özbayer canlandırıyor. Küçük yeğen Fatih’i ise ekibe tesadüfen katılan Mert Alan… Yönetmen koltuğunda Eyyvah Eyvah’lardan tanıdığımız bir isim, Hakan Algül. Demirer’in senaryoyu yazarken ilham aldığı Ayhan Özçelik’i de unutmamalı; o da boksör rolünde.

Özçelik, Ata Demirer’e Almanya turnelerinde korumalık yapmış biri. Almanya’da boks okulu işleten profesyonel bir hoca hatta. Da… Demirer’in aklına bir boksörü canlandırmak nereden gelmiş acaba? İşte o, uzun hikâye. Eyyvah Eyvah 2 bittiğinde başlıyor. Şöyle: Ata Demirer bir Bursa filmi yapmak istiyor aslında. Küçük bir aile; bir dede, bir torun… Biraz kendi çocukluğu, biraz rahmetli dedesinin hâlleri… Anılar bir köşede bekliyor onu. Ama Bursa öyle mi? Tümden değişmiş. Neyse… Demirer, son kertede, başka bir yer bulmuş filme, orası sürpriz!

Asıl mesele o çekirdek ailenin nasıl kurulduğu… Kara kara düşünüyor Demirer. O arada aklına bu ailenin Almanya’dan gelen bir çocuğu olduğu fikri geliyor. Nasıl komik, nasıl eğlenceli biri… Yazdıkça kıskanıyor onu, kendi oynuyor sonunda. İyi hoş da bu çocuk ne iş yapıyor? Müzisyen mi, dönerci mi, boyacı mı; ne olsun ne olsun derken... Bir akşam televizyonda kick boks maçına denk geliyor. Ve ding dong. Kendini ringde görüyor, tamamdır diyor, boksör olsun.

Sarılıyor hemen telefona. 2007-2008 Almanya turnesindeki koruması Ayhan’ı arıyor: “Bir boksörü canlandıracağım. Oraya gelsem bana lazım gelen şeyleri öğretir misin?” Ayhan’dan cevap: “Hay hay…” Sonra doğru Berlin’e… Bir ay boyunca boksla ilgili her şey yanı sıra yetecek kadar Almanca ve bol bol gurbetçi esprisi… Filmin yazı çizisini bitirince de hemen motor. Şimdi meyve zamanı. Bu arada filmin asıl meselesi şu klişe cümlede gizli: “50 bin Euro lazım. Size bir hafta mühlet…”


JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET ŞUBAT 2012

[Sanat-Hayat] Ben İstanbul Film Festivali Sponsoru olsam..."

"Ben İstanbul Film Festivali sponsoru olsam bir film enstitüsü kurarım. İnanılmaz önemli ve gerekli." diyor ve ekliyor Melih Fereli: "Bundan 25 sene önce, Danimarka sinemasından söz etmek zordu. Ne zaman ki Danimarka Film Enstitüsü kuruldu, Danimarka sineması varlık gösterdi."

Bundan iki sene önce epey bilgilendirici bir söyleşi yapmıştık Melih Fereli'yle... Yıllarca İKSV'ye emek veren ve 2005'ten bu yana Vehbi Koç Vakfı'nda kültür-sanat danışmanlığı yapan Fereli, Koç Ailesi için hazırladığı stratejik planı anlatmıştı, kısacık: "Aileye iki alan önerdim... Biri çağdaş sanat; diğeri film enstitüsü. Biz birincisiyle yola çıktık ama ikincisi de çok önemli. Türk film endüstrisinin doğru ürünler üretebilmesini sağlamak için destek verecek bir yapı kurmak ivedilikle gerekli. Bu yapı sadece para vermekle kalmayacak; senarist ve yönetmen yetiştirecek; yayıncılık ve tanıtım faaliyetlerini yürütecek... Bizim film piyasamızda senarist, yapımcı ve yönetmen aynı insan. Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu gibi isimler filmlerini hep kendi imkânlarıyla yapıyor. Geçmişte de böyleydi. Barış Pirhasan, Ömer Kavur..."

Geçtiğimiz hafta ARTER'in yeni sergisi 'Siyaha Özgürlük'ün ön gösteriminde konuyu hatırlattık Fereli'ye. "Türk Film Enstitüsü ne yazık ki henüz gündemde değil. Onu konuştuğumuz sırada 2007'den beri oluşturmakta olduğumuz çağdaş sanat koleksiyonunu bir müzede sergilemeyle ilgili çalışmalarımız vardı. Ama maalesef müze için istediğimiz gibi bir yer bulamadık. Müze açılabilmiş olsaydı benim Koç ailesine karşı, birini bitirdik hadi bakalım sıra ikincide deme gücüm olacaktı. Ama ilginç olan, o söyleşi kimseyi tetiklemedi... Örneğin film festivali sponsorunu... Ben film festivali sponsoru olsam, hele ki bir fark ortaya koymak istesem, bu kulvara girerim. İnanılmaz derecede önemli ve gerekli."

****

Haluk Akakçe'den 14 Şubat sürprizi

Haluk Akakçe deyince... Aklınıza hemen garip kıyafetler gelmesin! Evdeki hesabın çarşıya hiç ama hiç uymadığı bir söyleşimiz olmuştu kendisiyle. Söyleşiden sohbete, "Bugün çok istediği bir şey iki sene sonra gerçekleştiğinde, o gün bu günkü kişi olmadığı için o şeyi de artık istemiyor insan..." cümlesiyle geçtiğimizde; "Ne kadar garip değil mi?" demiş ve eklemişti Akakçe: "Ama nedense belli bir yaşa kadar ben bunun farkında değildim. Kendim için gelecek hayal edip oraya gitmek üzere... Neyse. Ulaşmak istediğim idealler vardı fakat hayat beni o kadar şaşırttı ki... Artık sorgulamıyorum. Sadece iyi niyet ve olabildiğince temiz kalple yaşamın ellerine kendimi teslim ediyorum. Hayat sürpriz, beklenmedik tesadüf ya da kader; ne denir bilmiyorum ama o kadar dolu ki bunlarla." Onu böyle uzun uzadıya anmamıza sebep olan habere gelince; Akakçe, 14 Şubat akşamı İngiliz Konsolosluğu'nda bir performans gerçekleştirecek. Ve bu performans onun 2012 sonunda açacağı serginin pimini çekecek...


JÜLİDE KARAHAN

Zaman pazar 12 Şubat 2012

12 Şubat 2012 Pazar

Sanat değil teknoloji sergisi: Van GoghAlive

Grande Exhibitions Avustralya tarafından tasarlanan ve Abdi İbrahim'in katkılarıyla Singapur'un ardından İstanbul'a gelen 'Van GoghAlive Dijital Sanat Sergisi' 10 Şubat'ta açıldı. Sanat, bilim ve teknolojiyi harmanlayarak iddiasını ortaya koyan sergi, 15 mayısa kadar İstanbul'da olacak.

Ressam Van Gogh'un yağlıboya, suluboya, karakalem ve mektup dâhil 1.000 kadar eserini 3.000'in üzerinde dijital imajla çerçevenin dışına çıkaran 'Van GoghAlive'; sergiden ziyade bir ışık, renk ve ses gösterisi. Ressamın 'Çalışan Adam', 'Çiçek Açmış Erik Ağacı', 'Gri Şapkalı Otoportre', 'Vazoda 12 Ayçiçeği', 'Vincent'ın Yatak Odası', 'Teras Kafe', 'Ren Nehrinde Yıldızlı Bir Gece', 'Kırmızı Üzüm Bağı' ve 'Sargılı Kulaklı Otoportre' gibi yapıtlarını yüksek çözünürlüklü 40 projektör aracılığıyla duvarlar, kolonlar, zemin ve hatta tavanda görürken güçlü bir klasik müzikle çevreleniyoruz. Van Gogh'un hayat hikâyesini anlatmak için seçilen müzikler arasında Handel-Sarabande, Barber-Bubamara (Vivaldi versiyonu), Arvo Part-Fratres For Cello And Piano, Carl Nielsen-String Quartet in D minor 1883 ve geleneksel Japon klasik koto müziği bulunuyor. Detayları Abdi İbrahim Başkanı Nezih Barut anlattı.

Siz mi projeyi buldunuz, proje mi sizi?

Biz projeyi bulduk. İlk defa Singapur'da sergilendi, ardından İstanbul'da. 3 aylığına Amerika'ya gidecek. Sonra tekrar Türkiye'ye, Ankara'ya gelecek.

Neden Van Gogh ve niye bu şekilde?

Biz 100. yılımızla ilgili önemli bir etkinlik yapmak istedik. Ne yapsak diye uzun uzun düşündük ve 'Van GoghAlive'da karar kıldık. Van Gogh'un orijinal resimlerini de getirebilirdik. Ama getirmedik, bu sergiyi tercih ettik. Çünkü burada çok yüksek bir teknoloji var. Biz Abdi İbrahim olarak hem Ar-Ge merkezimizde, hem üretim tesislerimizde hem de tüm faaliyetlerimizde çok ileri teknoloji kullanıyoruz. Her yıl ciromuzun %5'ini Ar-Ge'ye ayırıyoruz. Bu sergi, kullandığı ileri teknoloji sebebiyle bizim bakış açımızla çok örtüşüyor.

Gerçekten orijinal eserleri getirebilir miydiniz?

Getirebilirdik ama biz orijinal Van Gogh ile değil, bu teknolojiyle ilgilendik. Başka sefer getiririz. Burada resmin içine giriyorsunuz, öbür tarafta resme bakıyorsunuz. Bizim için önemli olan ileri teknoloji. Biz müze değiliz, bir ilaç firmasıyız.

Sakıp Sabancı Müzesi 2014 yılında bir Van Gogh sergisi açmayı planlıyor. Haberiniz var mıydı?

Evet, evet... Anlaşmayı yaptıktan sonra duyduk. Ama dediğim gibi, biz hiçbir zaman resimlerini getirmeyi düşünmedik. Amacımız sanat, bilim ve teknolojiyi birleştirmek. Bu soruların geleceğini de biliyorduk. Ama derdimiz başka. Biz müze değiliz.

Koleksiyonunuzu düşünürsek; belki ileride müze olabilir misiniz?

Hiç düşünmüyoruz. Biz sanatı seviyoruz. Müzecilik bizim işimiz değil.

Dijital bir sergide telif meseleleri nasıl işliyor?

Sergiyi yapan şirket Grande Exhibitions. Biz projeyi 6 aylığına onlardan kiraladık. Tüm telif meseleleri şirketle vakıf arasında. Yani bizim hiçbir telif işlemiyle ilgimiz yok. Şirket, hakları bize belli bir süre için kiraladı. 3 ay İstanbul, 3 ay Ankara için... Çok ayrıntılı, 35-40 sayfalık dev bir sözleşme söz konusu elbette.

Sergideki 3.000 görüntüyü görmek ne kadar vakit alıyor? Yani sergi ne kadar sürede gezilebiliyor?

Tam tur 25-30 dakika sürüyor.

Siz kişisel olarak en çok hangi eseri seviyorsunuz?

Gri Şapkalı Otoportre... En çok onu seviyorum. Van Gogh'un iki dönemi var. Biri Hollanda'daki kasvetli dönemi... Diğeri Fransa'daki renkli... Ben daha çok ikinci dönemi seviyorum.

****

Vincent Willem Van Gogh

Resim kariyerine 1880'den sonra başlayan Van Gogh, başlangıçta koyu ve kasvetli renklerle çalışmış; Paris'te tanıştığı izlenimcilik ve yeni izlenimcilik akımlarının etkisiyle canlı renklere geçmiştir. Güney Fransa'da geçirdiği süre zarfında da bugün yaygın olarak tanınan kendine özgü resim tarzını geliştirmiştir. Van Gogh, ömrünün son 10 yılı boyunca yaklaşık 900 suluboya/yağlıboya resim ve 1.100 karakalem çalışma üretmiş, en meşhur eserlerini ise son iki yılında yapmıştır. 1888'de ressam Paul Gauguin ile arkadaşlığının bozulması üzerine sol kulağının bir kısmını kesmiş, giderek kötüleşen ruhsal hastalığı sonucunda kendini göğsünden vurarak intihar etmiştir. 30 Mart 1853-29 Temmuz 1890 tarihleri arasında yaşamış Hollandalı ressamın bazı resim ve eskizleri, dünyanın en tanınmış ve en pahalı eserleri arasında bulunmaktadır.


JÜLİDE KARAHAN

Zaman Kültür / 12 Şubat 2012

8 Şubat 2012 Çarşamba

İtinayla mutluluk üretilir!

Birdenbire gelişti. Nasıl oldu, nasıl bitti; bilemedik. İnce, uzun, saten başlı ve kanaviçe işli yastıkları evlerden ırak tuttuk diye mi; hayal, sabır, keder ve kader gibi kelimeleri tuzla buz ettik diye mi?Yoksa bir roman kahramanına inanıp, insan mutluyken mutlu olduğunu bilmez zaten dedik diye mi? Artık nasılsa; günün sonunda mutluluğu fabrikalarda üretir, alışveriş merkezlerinde tüketir olduk. Bir alışveriş işçisi gibi kontrollü ve öngörülmüş hareketlerle tüketiyoruz da tüketiyoruz.

VitrA ve Türk Serbest Mimarlar Derneği'nin işbirliğiyle Galeri Işık Teşvikiye'de önceki gün açılan 'Mutluluk Fabrikaları' isimli serginin tanıtım metni güzelce özetliyor bu hâli: "Yaşadığımız çağ, arzularımızın programlanıp yönlendirilebildiği, memnuniyet derecemizin nabzının tutulduğu, niyetlerimizin rakamlara vurulduğu, iç dünyalarımızın istatistiklere dönüştürülerek ölçülebilir olduğuna ikna olduğumuz bir çağ. Mutluluğu ölçebileceğimizi kabul ettiğimiz andan itibaren, mutluluğu yönetebileceğimiz fikrinin akla düşmemesi uzak bir ihtimal olurdu... Mutluluğun bu derece mal sahibi olmaya endekslendiği bir ortamda, artık alınıp satılabilir bir şeye dönüşmesi kaçınılmaz. Geriye, mutluluğun el değiştirdiği, planlandığı, yönlendirilip yönetildiği, üretilip dağıtıldığı mutluluk fabrikalarını ofisleri, sergileme yapılarını, alışveriş merkezlerini inşa etmek kalıyor." Onu da alnımızın akıyla yapıyoruz zaten. 2010 verilerine göre İstanbul şehrinde hâlihazırda 250 alışveriş merkezi olduğuna ve üstelik de 150'si yolda olduğuna göre... Fazlasıyla hatta.

Küratörlüğünü mimar Saitali Köknar, koordinatörlüğünü Pelin Derviş'in yaptığı 'Mutluluk Fabrikaları' isimli sergiye gelince... Köknar samimiyetle anlatıyor onu: "Popüler bir sergi istiyoruz dediler. Elimden geleni yaptım. Alışveriş merkezleri olumlu ve olumsuz taraflarıyla masada. Sorun mu, çözüm mü demeyin... Sergi, tam bir radikal kararsızlık örneği. Seveni soğutacak, sevmeyeni ısıtacak. En önemli özelliği; ticari yapıları, binalar olmadan anlamaya çalışması."

Alışveriş merkezi ve ofis binalarının kendilerine değil, deneyimlerine odaklı ve 19 başlıklı sergide vitrin mankeni, alışveriş sepeti ve barkod gibi ticari unsurlar; yani gündelik hayatımıza ilişkin manzaralar var. Sonra sorular... Örneğin bir yapı ne kadara mal olur? O parayla kaç ağaç dikilir? Sonra sesler... Ofis sesi, otopark sesi, alışveriş sesi... 30 sene önce yoktular, bir 40 sene sonra belki olmayacaklar. Mesele; iyi, kötü, güzel, çirkin değil. Farkındalık... 17 Mart'a dek Galeri Işık Teşvikiye'de görülebilecek sergi zincirin bir halkası. Diğerleri; 2000 yılından bu yana üretilmiş ticari yapılara yer veren kitap ile 2012 boyunca 6 farklı ilde gerçekleşecek paneller. Ayrıntılar için: vitracagdasmimarlikdizisi.com


Jülide Karahan

Zaman Kültür / 8 Şubat 2012