26 Nisan 2012 Perşembe

Oryantalistler Beyoğlu'na dönüyor

İstiklal Caddesi Deva Çıkmazı'ndaki Garibaldi binası, Leonardo De Mango ve Zonaro gibi oryantalist ressamların eserlerini ağırlamaya hazırlanıyor. TÜRSAB'ın himayesinde müzeye dönüşecek binanın 2013 yılı içinde hizmete girmesi planlanıyor. 2013, aynı zamanda binanın sahibi İtalyan İşçi Yardımlaşma Derneği'nin 150. kuruluş yılı.

Adını İtalyan Birliği'nin kurucusu Giuseppe Garibaldi'den alan Garibaldi binası, 1863'te İstanbul'da kurulan İtalyan İşçi Yardımlaşma Derneği'ne ait. Derneğin, "Cemiyetimizin bir mekânı bile yok, ayıp oluyor..." diyerek bir sene içinde yaptırdığı bina -Kasım 1884'ten Kasım 1885'e kadar- en son 1910'da elden geçmiş. Elden geçiren, Emek Sineması binasını da inşa eden ünlü mimar Vallury. 1900'lü yılların ilk yarısında çok sayıda konser, tiyatro ve opera ağırlayan bina, 1960'larda İstanbul'daki İtalyanların azalmasıyla sessizleşmiş. Kültür sanat etkinlikleri, butik otel ya da banka şubesi gibi taleplerle binayı kiralamak isteyen çok sayıda kurum olsa da derneğin isteği Garibaldi'nin isminin yaşaması ve kamu yararı gözetilmesi olduğu için bir türlü anlaşmaya varılamamış. Ta ki İtalyan Başkonsolosu araya girene ve derneğin 47 üyesi binayı oybirliğiyle TÜRSAB'a (Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği) 10+10 yıllığına kiralayana kadar... Oybirliğinin sebebi, TÜRSAB Başkanı Başaran Ulusoy'un kamu yararı ve halka açık müze sözü.

Binanın restorasyon sürecinin haziran itibarıyla başlaması ve bir yıl içinde bitmesi planlanıyor. Niyet; müzenin, derneğin kuruluşunun 150. yılı olan 2013'e yetişmesi. İsmi şimdilik Casa Garibaldi (Garibaldi Evi) olarak belirlenen projenin koordinatörü Sedat Bornovalı, "Şu anda Anıtlar Kurulu'ndan onay alma sürecindeyiz. Amacımız hızlıca kotarmak değil, binanın ve Deva Çıkmazı'nın en uygun şekilde değerlenmesi ve yaşaması." diyor ve ekliyor: "Binanın ait olduğu 19. yüzyılın havasını taşıması ve o dönemin ilişkilerini, sosyal yaşamını yansıtması bizim için çok önemli. Çok sayıda özel koleksiyonerin teklifiyle karşı karşıyayız ve bu durumdan son derece memnunuz. Tercihimiz, oryantalist eserlerden yana. Bilhassa İtalyan oryantalistler... Derneğin eski üyelerinden Leonardo De Mango'nun eserlerini elbette sergileyeceğiz. Zonaro'nunkileri de... Türkiye'nin hiç tanımadığı belli akımları ve sanatçıları ağırlamak da istiyoruz. Çağdaş İtalyan sanatçıların eserlerine de yer verebiliriz ama niyetimiz her zaman Türk-İtalyan ilişkilerine vurgu yapmak olacak. Türk-İtalyan ortaklığını ve dostluğunu temsil edecek sergiler bizim için çok önemli. Bir de yayınlar... Her serginin bir de kataloğunu yapacağız ki geleceğe de kalsın."


***

Dört asırlık İtalyan dergileri

Üç katlı binanın son katı, Giuseppe Garibaldi'nin kütüphanesi, mektupları, resmî yazışmaları ve belgelerinden oluşan sürekli bir koleksiyona ev sahipliği yapacak. 2000 civarında kitap bulunan kütüphanenin değerli parçaları arasında 1600, 1700 ve 1800'lerden kalma İtalyan dergileri ve kitapları yer alıyor.

Jülide Karahan

Zaman kültür 26 Nisan 2012

Belgesel günleri '5 Kırık Kamera' ile başlıyor


Amatör ve profesyonel belgeselcileri desteklemek, çeşitli ülkelerde çekilen nitelikli belgeselleri seyirciyle buluşturmak ve yerli-yabancı belgeselcileri birbiriyle kaynaştırmak amacıyla bu yıl 4. kez düzenlenen TRT Belgesel Ödülleri; 7 Mayıs akşamı Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı'nda gerçekleşecek törenle sahiplerine verilecek. Gecede, yılın Onur Ödülü sahibi Aziz Albek'e de ödülü takdim edilecek. TRT Belgesel'de canlı yayınlanacak gecede yarışacak yapımlar, 41 ülkeden başvuran 340 belgesel arasından seçildi.


Programın detayları, dün Baltalimanı'nda gerçekleşen basın toplantısında TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin ve Genel Müdür Yardımcısı Dr. Zeynel Koç tarafından açıklandı. Kamu hizmeti yayıncılığının önemine değinen Şahin; katılan ülkelerin çeşitliliği ile amatör kategoriye önem verdiklerini söyledi ve ekledi: "Amatör kategori bizim için çok önemli. Bu sebeple üniversitelerle ortak çalışmalar yürütüyoruz. Bir diğer önemli konu da vefa. Türkiye'nin ilk belgeselleri 50'li yıllarda Sabahattin Eyüboğlu ve öğrencisi Aziz Albek tarafından çekildi. Türkiye'de belgesel sinemanın ilk dönemlerini ve Albek'i konu alan bir belgesel üzerinde çalışıyoruz."


Finalist filmlerin gösterimleri 3-7 Mayıs tarihleri arasında İstanbul'da gerçekleşecek TRT Belgesel Günleri'nde yapılacak. Etkinliğin açılış filmi Filistin-İsrail yapımı '5 Kırık Kamera'. Filmin Filistinli yönetmeni Emad Burnat'ın da katılımıyla gerçekleşecek olan gösterim, 3 Mayıs Perşembe akşamı Harbiye'deki tarihi TRT İstanbul Radyosu binasında yapılacak. Radyo Binası'nın yanı sıra Notre Dame de Sion Fransız Lisesi salonlarında halka açık ve ücretsiz olarak tertiplenecek gösterimlere bir de panel eşlik edecek. Radyo Binası'nda 6 Mayıs Pazar günü saat 14.00'te başlayacak panelin başlığı, "Belgesel sinema, yakın tarihi yeniden mi üretiyor? Ya da bir tarih üreticisi olarak belgesel sinema nedir?". Geçtiğimiz yıllardaki yarışmalarda ödül alan belgeseller 3-4 Mayıs tarihleri arasında İstanbul Modern'de Aziz Albek'in 'Çini' filminin 7 Mayıs'ta Pera Müzesi'nde gösterileceği etkinlikteki filmlerin bazıları ilerleyen günlerde TRT Belgesel'de yayınlanacak.

Jülide Karahan Zaman TV

23 Nisan 2012 Pazartesi

Türk çizerler dünyayla işbirliğinde

İstanbul Fransız Kültür Merkezi, mayıs ayında Fransa ve Belçika çizgi romanında Türk insanını araştıran bir sergiye ev sahipliği yapacak. Sergi, Türk çizerlerin dünya çizgi roman piyasasıyla girdiği yakın ilişkilerin devamı niteliğinde. Türkiye çizgi roman piyasasında hatırı sayılır bir hareketlenme yaşanıyor. Bunda Fransız Kültür Merkezi'nin desteğiyle açılan sergilerin, Türk çizerlerin Uluslararası Angoulême Çizgi Roman Festivali'yle yakın ilişki kurmasının ve Murat Mıhçıoğlu önderliğindeki Studio Rodeo'nun uluslararası çalışmalarının payı var. Murat Mıhçıoğlu tarafından kurulan Studio Rodeo, geçtiğimiz yıl Totem isimli bir çizgi roman yıllığı çıkarmış ve dünyanın en büyük çizgi roman etkinliği sayılan Uluslararası Angoulême Çizgi Roman Festivali'ne katılmıştı. Dünya çizgi romancılarının Türkiye'yi sadece 'telif satılan bir yer' gibi algılamasından rahatsızlık duyan Mıhçıoğlu, farklı ülkelerden sekiz usta çizeri İstanbul'da ağırlayarak onların İstanbul için ürettiği eserleri Çiztanbul isimli yıllıkta topladı. Nisan itibarıyla satışa çıkan yıllık, uluslararası arenada Comicstanbul ismiyle satışa çıkacak. Yıllık, İstanbul'u merkeze alan uzun soluklu bir çizgi roman projesinin ilk ayağı. Bu ilk ayakta, ustalıklarıyla nam salmış kıdemli isimler yer alıyor: 'Mister No' ve 'Tex' ile tanınan İtalyan Roberto Diso, Belçikalı Dany Henrotin, Amerikalı Charles Vess, Makedonyalı Aleksandar Sotirovski, İspanyol Alberto Jimenez Albuquerque, Sırp Aleksandar Zograf, Bosnalı Esmir Prlja ve Enis Cisic. Önümüzdeki ay ise İstanbul Fransız Kültür Merkezi, 2. Uluslararası İstanbul Çizgi Roman Festivali İstanbulles kapsamında Fransa ve Belçika çizgi romanında Türk imgesini araştıran bir sergiye ev sahipliği yapacak. 'Fransız-Belçikalı ve Türk Çizgi Romanlarına Çapraz Bakış' isimli sergi, İstanbul ya da daha genel olarak Türkiye ve Türkleri resimleyen Fransızca çizgi romanlardan alınmış kırk kadar çizime yer verecek. 24 Mayıs'ta açılacak sergide gösterilecek çizimler, Fransa ve Belçika çizgi romanının Türkiye'ye bakışının zaman içindeki gelişimine de ışık tutacak. Ziyaretçiler, sergide, Türk çizgi romanının desenleri aracılığıyla frankofon dünyasına bakışı da yakından görebilecek. Ağustos sonuna dek açık kalacak sergi kapsamında 25-27 Mayıs tarihleri arasında bir de kitap köşesi kurulacak. Köşeye davet edilen yazarlar arasında Rachid Alik, Yılmaz Aslantürk, Gwen de Bonneval, Paul Gravett, Jean-David Morvan, Micol, Fabrice Parme, Sergio Salma ve Herr Seele yer alıyor. Jülide Karahan Zaman Kültür 23.04.2012 ..

20 Nisan 2012 Cuma

Zamanının umutsuz tanığı Goya


Pera Müzesi'nin yeni konuğu İspanyol ressam Francisco de Goya. İspanya ve İtalya'nın önde gelen müze ve özel koleksiyonlarından derlenen 230 parça eserin yer aldığı serginin adı 'Goya, Zamanının Tanığı, Gravürler ve Resimler'. Pera Müzesi'nin üç katına misafir olan sergi, 29 Temmuz'a kadar görülebilir.


Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi'nin üç katına yayılan sergi; İspanya ve Avrupa'nın çalkantılı dönemlerine tanıklık eden Goya'nın (1746-1828) gravür ve yağlıboyalarından oluşuyor. Sergide yer alan yapıtların her biri -çocuk resimleri dâhil- karanlık bir dönemin tüm ürkütücü ifadelerine sahip. Bunu anlamak için; Goya'nın 1782-85 yılları arasında yaptığı sokakta oynayan çocuklar serisindeki tabloların isimlerine bakmak yeterli: 'Birdirbir ya da Sokakgezen Oynayan Çocuklar', 'Boğa Güreşçiliği Oynayan Çocuklar', 'Kestane İçin Kavga Eden Çocuklar', 'Kavga Eden ve Tahterevalliye Binen Çocuklar', 'Harabelerde Kuş Yuvası Arayan Çocuklar', 'Askercilik Oynayan Çocuklar'... Çocukların her birinin ifadesinde bir saldırganlık, bir kıskançlık, bir huysuzluk, bir dedikoduculuk...

Küratörlüğünü Marisa Oropesa ve Maria Toral'ın yaptığı serginin en umutlu tablosu 'Martín Zapater'in Portresi'. 1752-1757 yılları arasında Zaragoza Escuelas Pías okulunda Goya'yla birlikte okuyan Zapater, ressamın biricik dostu. Söz konusu tablo da sipariş üzerine değil, bizzat Zapater'i mutlu etmek için yapılmış. Hatta arkasına ressam tarafından bir de not düşülmüş: "Yazamıyorum, parmaklarım yoruluyor. Bu tabloyla seni yanıma çağırıyorum." Serginin diğer önemli yağlıboyaları arasında Camilo de Goya ile Kral IV. Carlos ve Kraliçe María Luisa'nın portreleri var.

Goya'nın insanlık durumlarını adeta bir psikolog, sosyolog ve antropolog gibi betimlediği gravür serileri ise serginin en önemli bölümünü oluşturuyor. 4 seri mevcut: Gülünçlük Malzemesi Kapriçyolar, Savaşın Felaketleri, Boğa Güreşi, Atasözleri ya da Zırvalar. Seksen baskıdan oluşan Kapriçyolar'da insanlığa dair ne kadar kötü, saçma ve gülünç hal varsa hepsi bir arada. Savaşın Felaketleri'nde de bir savaşın sebep ve sonuçlarına dair her şey zira. Sergi 29 Temmuz'a kadar açık.

***

İspanya'nın saray ressamı
Tezhipçi José Goya'yla Gracia Lucientes'in dördüncü oğlu Francisco, 30 Mart 1746'da, Zaragoza'nın Fuendetodos kasabasında doğdu. Kısa bir süre sonra Aragon'un başkentindeki Peder Joaquín okulunda ilköğretimine ve babasının yönlendirmesiyle sanat eğitimine başladı. San Fernando Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi'ne bir türlü kabul edilmedi ve 1773'te María Josefa Bayeu'yla evlendi. 1775'te kayınbiraderi Francisco Bayeu'nun tavsiyesiyle Saray Başressamı tarafından Madrid'e çağrıldı ve Santa Bárbara Kraliyet Halı Fabrikası için çalışmaya başladı. 1780 yılının 5 Mayıs'ında, sonunda, San Fernando Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi kadrosuna alındı. Sonrasında, 1786'da kraliyet ressamlığına, 1789'da ise uzun zamandır beklediği saray ressamlığına atandı. 1792'de geçirdiği ağır bir hastalık sebebiyle sağır kaldı ve 1815'ten başlayarak yavaş yavaş çöküşe geçti. 1826'da kraldan emekliliğini isteyerek Bordeaux'ya gitti ve 16 Nisan 1828'de vefat etti.


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 20 NİSAN 2012

18 Nisan 2012 Çarşamba

Itrî övgüleri hoş ama bilimle alâkası yok!

'Aşk Olmayınca Meşk Olmaz' adlı kitabının yeni basımı geçtiğimiz günlerde yapılan müzikolog Cem Behar, büyük Türk bestekârı Itrî ile ilgili çalışmaların uluslararası boyutunun eksik olduğunu söylüyor ve ekliyor: "Nostaljik nutuklar bize bir şey katmaz. Itrî yılından daha akademik şeyler bekliyorum."

Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi ve müzikolog Cem Behar ile buluşurken amacımız, yenilerde dördüncü basımını yapan 'Aşk Olmayınca Meşk Olmaz' (YKY) kitabını, dolayısıyla Türk musikisinin seyrini konuşmaktı. Fakat müziğin tabiatından mıdır bilinmez, konu birden başka alanlara kaydı. Gündemde, 'O şafak vaktinin cihangiri' Itrî vardı ve sohbet ister istemez onun üzerinde yürüdü. Cem Behar ile, 100 TL'nin üzerindeki hayalî resmi ve kayıtlara geçen 42 bestesi dışında hakkında pek az şey bilinen Itrî için yapılması gerekenleri ve Türk müziğinin yüzlerce yıllık geleneğini konuştuk.

2012 UNESCO tarafından Itrî yılı ilan edildi. Neler yapılıyor, neler planlanıyor?

Bir iki sempozyum haberi aldım ama çok ciddi ve anlamlı çalışmalar oldukları kanaatine varamadım. Aslında Itrî yılı için neler yapılabilir, o da bir problem. Itrî hakkında çok az şey biliyoruz ve yeni şeyler keşfedilmesi de pek mümkün değil. Asıl adı 'Buhûrîzâde Mustafa Itrî'nin doğum tarihi bilinmiyor. Edirnekapı'da yol kenarındaki bir mezarı Itrî'nin diye gösterirler ama mezarı orası değildir. Ölüm tarihi de tartışmalıdır. Bazıları 1711 der, bazıları 1712. Nerede yaşamıştır, nasıl bir hayat sürmüştür, hiç belli değil.

Sempozyumlardan ne beklemeli?

Bir konferans ya da sempozyum düzenlenecekse bunun uluslararası bir yankısı olması beklenir. Çünkü Türk musikisi hakkında en ciddi araştırmaları Amerikan, İngiliz ve Alman araştırmacılar yaptı. Onlar daha anlamlı şeyler söyleyebilir. Itrî'yi sözlü olarak yüceltmenin ötesinde analitik ve bilimsel şeyler...

Itrî'nin 42 eseri biliniyor. Bilmediklerimiz var mı, onları bulmak mümkün mü? Niye Osmanlı döneminin bu kadar önemli bir müzisyeni hakkında bu kadar az şey biliyoruz?

Ve niye bu kadar az şey bilmemize rağmen bu kadar kocaman balonlar inşa etme ihtiyacı hissediyoruz, değil mi? Itrî çok büyüktü, ne muhteşem besteciydi... Böyle nostaljik nutuklar bize bir şey katmaz. Itrî yılından daha akademik, daha ciddi, daha kalıcı şeyler bekliyorum. Övgü, hasret, güzelleme... Bunlar hoş şeyler ama ilimle, bilimle alakaları yok.

'Itrî aslında çok önemli biri değil' demeye mi çalışıyorsunuz?

Hayır, onu demeye çalışmıyorum. Bizim için tabii ki büyük. Bestelerinin her biri önemli. Aralarında kötü olan yok.

Itrî'nin bir güfte defteri tuttuğu biliniyor..

O defter Topkapı Sarayı'nda Revan Yazmaları 1723'te. Ben gördüm. Ama güfte var, beste yok...

Başka bir kütüphanede, arşivde... Herhangi başka bir bilgi, belge...

Yok. Size imkânsız gibi geliyor ama kişilerin hayat hikâyeleri ve izledikleri güzergâhla ilgili Osmanlı döneminde çok az bilgi var. Bu yılı iyi değerlendirebilirsek bazı araştırmacılar daha ciddi çalışmalara yönelir belki. Ama açıkçası çok fazla şey bulunabileceği konusunda ümidim yok.

Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan 'Aşk Olmayınca Meşk Olmaz' isimli kitabınız geçtiğimiz günlerde 4. baskısını yaptı. Nedir kitabı aranılır kılan?

3. baskısı tükendikten sonra kitap çok arandı. Bu belki, Türk musikisine Türkiye'de birazcık daha bilimsel ve akademik bakılmaya başlandığının bir göstergesi. Çünkü benim gerek bu, gerek diğer kitaplarım Türk musikisi konservatuarlarında ders kitabı olarak okutuluyor. Yoksa musiki ile ilgili bir kitap nasıl yapacak 4. baskıyı? Ama bu son baskı diğerlerinden farklı. Kitabın hacmi iki misline çıktı. Çok da iyi oldu. Çünkü Türk musikisi Osmanlı sanatları arasında en az araştırılmış alan.

***

Türk musikisinin kaderi başörtüsü gibi

Türk musikisinde koro yoktur. Koro kavramı Türk musikisine geleneksel olarak yabancıdır. 1925'te Türk musikisi aleyhine birtakım cereyanlar oldu, Türk musikisi öğrenimi konservatuvarlarda yasaklandı... İstanbul Türk Musikisi Devlet Konservatuarı 1976'da kuruldu. O zamana kadar resmi kurumlarda öğretim yasak. Sonra 'Radyolar Türk musikisi mektebi değildir' diye bir genelge çıktı ve oralarda da yasaklandı. Dolayısıyla uzun yıllar bu musikinin öğrenimi sadece özel cemiyet ve kurumlarda yapılabildi. Biraz başörtüsü gibi... Türk musikisini icra edenler de bir savunma mekanizması olarak 'Avrupa'da büyük korolar var, bizde de büyük korolar var' dediler. Daha önce koro diye bir kavram yoktu. Katiyen! Niye olsun ki? Koro, Türk musikisi icra biçimine uygun değil.


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR, 18 NİSAN 2012

16 Nisan 2012 Pazartesi

Zonaro'nun 'Bayram'ı İzmir'de ortaya çıktı

Fausto Zonaro'nun 6 başyapıtından biri sayılan 'Bayram' tablosu, Arkas Sanat Merkezi'ndeki 'Batılının Fırçasından Ege'nin Bu Yakası' isimli sergide görücüye çıktı. 50 yıldır İstanbul'da bir aile koleksiyonunda saklanan tablo, Ramazan Bayramı'nda Tatavla'da kurulan bir panayırı anlatıyor.

İtalyan asıllı saray ressamı Fausto Zonaro'nun 6 başyapıtından biri sayılan 'Bayram' isimli tablosu İzmir'de ortaya çıktı. 50 yıldır İstanbul'da bir aile koleksiyonunda saklanan tablo, bir ay önce Arkas Holding koleksiyonuna katıldı ve ayağının tozuyla Arkas Sanat Merkezi'nde önceki akşam açılan 'Batılının Fırçasından Ege'nin Bu Yakası' isimli sergide görücüye çıktı.

Tabloda, Ramazan Bayramı'nda Tatavla'da (şimdiki Kurtuluş) kurulan bir panayır alanı resmediliyor. Zonaro'ya poz verenler, ressamın kayıp eseri 'Tulumbacılar'daki tulumbacıların bizzat kendileri. Kalabalığın içine, tuvalin sağ köşesine kendisini de yerleştiren ressam, anılarında o günü şöyle anlatıyor: "Davul geliyor, ardından zurnayı çok iyi çalan Ermeni... Tulumbacılar birer birer kol kola bağlanarak diziliyor. Davulun tokmağının vurmasını bekliyorlar. Ve işte küçük küçük adımlar, küçük küçük eğilmeler başlıyor." Sergide, Zonaro'nun Türkiye'de yaptığı son otoportresi (1908 tarihli) dâhil 25 eseri yer alıyor.

Sergide; Zonaro, De Mango, Preziosi, Brest, Ziem, Curtovich, Warnia-Zarzecki, Boulanger ve Ernst gibi 52 oryantalist sanatçının Boğaz, mesire yerleri, harem, gündelik yaşam ve kent görüntüleri temalı 109 eseri yer alıyor. Bir küçük Ege Odası da bulunan serginin açılışı önceki akşam Arkas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Lucien Arkas tarafından yapıldı. "İzmir'in en önemli eksiği ciddi bir sergi alanının olmaması." diyen Arkas, Alsancak'taki Fransa Fahri Konsolosluk binasını 20 yıllığına kiralayarak bu açığı kapatmaya çalıştıklarını söyledi. Mekânın Kasım 2011'de açılan ilk sergisi 'Arkas Koleksiyonu'nda Post Empresyonizm' 12 bin kişi tarafından ziyaret edildi. Proje yönetmenliğini Erol Makzume'nin yaptığı 'Batılının Fırçasından Ege'nin Bu Yakası' 3 ay boyunca pazar hariç 10.00-18.00 saatleri arasında görülebilir.

***

ÜÇ AYRI KOLEKSİYON

Koleksiyonunda 1000'e yakın tablo bulunan Arkas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Lucien Arkas, neredeyse her hafta yeni bir eser satın alıyor. Koleksiyonerliğe kızının resim sevgisi sayesinde başlayan Arkas, elindeki hazineyi 3 ayda bir belli bir tema çerçevesinde Alsancak'taki Arkas Sanat Merkezi'nde sergileyecek. Müze açmayı da planlayan Arkas'ın iki ayrı koleksiyonu daha var. Biri, el yapımı gemi maketleri. 300 parçadan oluşan koleksiyonun 80 kadarı 17 Mayıs'ta Bornova'daki aile evinde sergilenecek. Bir diğeri ise sayısı 20 bini bulan kitap koleksiyonu. Bu koleksiyonda 1500'lü yıllardan kalma el yazmaları da var.

***

Zonaro'nun 6 başyapıtı

10 Muharrem (Erol Makzume Koleksiyonu- İstanbul Modern'de sergileniyor)

Ertuğrul Süvari Alayı (Dolmabahçe Saray Koleksiyonu)

Dervişler (Bir özel koleksiyonda)

Dömeke Harbi (Dolmabahçe Saray Koleksiyonu)

Bayram (Arkas Holding Koleksiyonu)

Tulumbacılar (Nerede olduğu bilinmiyor, yandığı düşünülüyor)

Jülide Karahan

Zaman Kültür, 16 Nisan 2012

14 Nisan 2012 Cumartesi

Masumiyet Müzesi gün sayıyor


Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk'un 2008'de yayımladığı aynı adlı romandan esinlenerek bizzat elleriyle kurduğu Masumiyet Müzesi, 28 Nisan'da açılıyor. "Her şey Füsun ile Kemal'in hikâyesine yakışır şekilde oldu." diyen Pamuk'un heyecanını anlatan en güzel ayrıntı, ayakkabılarını boyayıp kurumalarını bile beklemeden müzeyi gezdirmeye gelmiş olması.



Tam 4 yıldır müzenin bitmesini bekleyen Orhan Pamuk, "Sürecin bu kadar uzaması kesinlikle tembellikten değil." diyor ve ekliyor: "Eşyaları tek tek topladım. Düzenleme için bir sürü insanla görüştüm. Ama sonunda pek çok şeyi kendim yaptım. Eşyaları belli bir nizam ve ahenk içinde vitrinlere yerleştirdim. Güzel olsun, havası olsun istedim. Zaman geçtikçe geçti ama şikâyetçi değilim. Çünkü sonunda her şey hikâyeye yakışır şekilde oldu."

Kemal ile Füsun'un aşk hikâyesinin görselleştiği Masumiyet Müzesi, Çukurcuma Caddesi üzerindeki tarihî bir binada yer alıyor. Kapıdan girince ziyaretçileri roman kahramanı Füsun'un içtiği 4.213 sigaranın izmariti karşılıyor. Ahşap merdivenlerle birbirine bağlanan üç ayrı katta, romanın 83 bölümünün her birine karşılık gelen 83 ayrı vitrinde 1970'lerin İstanbul'una ait pek çok ayrıntı mevcut. Çatı katında roman kahramanı Kemal'in hayatının son yıllarını geçirdiği oda, romanın el yazma müsveddesi ve Pamuk'un müze için yaptığı çizimler var.

7 ile 22 yaş arasında ressam olmak isteyen Pamuk, Masumiyet Müzesi sayesinde içindeki ölü ressamı serbest bırakmış. "Bir roman yazdım, müzesini yaptım. Niye yaptım cevabını bilmiyorum, zaten bilmek de istemiyorum." diyen Pamuk'un bu konudaki tek açıklaması şu: "Bir romanı okuyoruz, 600 sayfa; aklımızda sadece 6 sayfa kalıyor bir süre sonra. Ama duygusu, deneyimi, okuma anının hissi dolu dolu 600 sayfa... Müzeyle işte o duyguyu vermek istedim. Gerçi bir yerden itibaren müzenin hikâyesiyle romanın hikâyesi farklılaşmaya başlıyor. Görmek ile okumak arasındaki fark ortaya çıkıyor ama bu da çok iyi. Çünkü Masumiyet Müzesi, kitaptan bağımsız bir müze oldu sonunda. Kitabı okumayanların da keyifle gezeceği bir müze... Bununla gurur duyuyorum."

Masumiyet Müzesi, tarihte bir romandan esinlenerek hayata geçirilen ilk müze. Gezmek isteyenler, romanın 574. sayfasındaki bileti kullanabilir ya da web sitesinden bir bilet alabilir. www.masumiyetmuzesi.org

***

Maliyeti, Nobel parasını geçti

Masumiyet Müzesi'ni dün sabah küçük bir gruba bizzat gezdiren Pamuk, müzenin maliyeti için "Nobel parasından çok daha fazla. Ama tam olarak 12 lira 25 kuruş gibi bir rakam veremem. Zaten bilmek de istemedim bir noktadan sonra. Ama asıl masraf para değil, benim romancılık vaktim. Geçen sene mart ile eylül arasında 6 ay şu masada oturdum ve romana elimi sürmedim. Müzenin maliyeti işte o vakit. Bu istediğim gibi olmadı, şu zamanında gelmedi, beriki günlerce düzelmedi. Ama her şey bittiğinde hayatımın en mutlu 6 ayını geçirdiğimi anladım."


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN GÜNDEM, 14 Nisan 2012

12 Nisan 2012 Perşembe

Yaz mevsiminin sürprizlerinden biri Feist

Türkiye'de hatırı sayılır bir hayran kitlesine sahip 1976 doğumlu Kanadalı şarkıcı ve söz yazarı Leslie Feist İstanbul'da konser vermeye hazırlanıyor.

Son albümü Metals'ten parçalarla hayranlarını sevindirecek Feist'i İstanbul'a davet eden kurum İKSV. Konserin detayları önümüzdeki hafta başında açıklanacak.

İKSV'nin İstanbul'a getireceği bir diğer önemli isimse alternatif rock müziğin efsanelerinden Morrissey. 3-19 Temmuz tarihleri arasında gerçekleşecek 19. İstanbul Caz Festivali'nin kapanış konseri için İstanbul'da olacak sanatçı, Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi'nde hayranlarıyla buluşacak.

Festivalin detaylı programı 26 Nisan'dan itibaren caz.iksv.org adresinde yayınlanacak.

Jülide Karahan

Zaman kültür, 12 Nisan 2012

8 Nisan 2012 Pazar

SANAT/HAYAT: 'Bize gereken su ısıtıcı değil küvet'

Şehrin ortasına kurulan ortak bahçelerden su ısıtıcı yerine küvet tercih edilen toplu konutlara... Dünyanın dört bir yanından derlenip toplanan onlarca kentsel dönüşüm öyküsü... İstanbul Film Festivali kapsamındaki 'Kentleşmiş' isimli belgesel vesilesiyle karşımızdaydı. Neler yapılabildiğini görmek, umudumuzu gelinlik gibi kabarttı.

Bir bir kapanan fabrikalar nedeniyle göç veren ve nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit'te bir genç... "Bir şeyler yapmak gerek..." diyor. Özellikle de sokağındaki evlerin önünde atılmak için bekleyen eşya ve giysileri gördükçe... Konuşuyor herkesle. Öğreniyor ki insanlar yiyeceği, eşya ve giysiye tercih ediyor. Öyle bir zor durum... Derken ortak bahçe fikrini geliştiriyor. Canla başla çalışıp boş alanlarda küçük küçük bahçeler yapıyor. İçlerinde havuç, sarımsak, belki yerelması... Sonra diyor ki: "Eğer sen kendi başının çaresine bakarsan gerisi gelir..." Kendiliğinden gelişen kent duyarlılığı böyle bir şey olmalı...

Az bir destekle gelişeni ise şöyle: Brighton'da bir sokak... Birtakım gönüllüler sokağın ortasına orada yaşayanların elektrik tüketimini gösteren bir grafik çiziyor ve grafiği gün be gün işliyor. Sokak sakinleri önce olan biteni anlamaya çalışıyor, sonra işin farkına varıyor, sonra da grafiği olumlu etkilemek için neler yapabilirim diye düşünüyor. Yaşlıca bir kadın "Teknolojiyle aram pek iyi değil ama sokak ortalamasını aşağı çekmek için nelerin daha çok elektrik harcadığına dikkat eder oldum." diyor. Gençten bir bey ekliyor: "Daha az çay içmek lazım. Çünkü cattle fena... Hele halojen lambalar.. Aman aman.."

Anahtar kelime: Dönüştürme

Şili'nin bir şehri, Santiago ya da Los Ríos olabilir... Konu, toplu konutlar. Yetkililer daha yolun başındayken muhtemel sakinlere danışıyor: "Banyolar çok küçük. Ya su ısıtıcı ya küvet ancak sığacak; ne yapsak..." Mimarlara göre su ısıtıcı küvetten kesinlikle çok daha önemli ve gerekli. Ama muhtemel sakinler hiç de öyle düşünmüyor; su ısıtıcı yerine küveti tercih ediyor. Nedeni, küvetin verdiği mahremiyet duygusu...

Sonuçta; yeryüzündeki bütün evler, yukarıdan güzel görünsün diye değil; aileler içinde güzel güzel yaşayabilsin diye yapılıyor. Tam da bu noktada Amanda Burden, Jane Jakops'u hatırlatıyor ve onun, planların göremediği ayrıntıları nasıl bir bir yazdığını anlatıyor: "Kente yukarıdan değil aşağıdan, sokağın gözleriyle bakardı ve birlik duygusunu vurgulardı." Derken sözü Brezilyalı bir belediye başkanı alıyor: "Brezilya yukarıdan çok güzel görünüyor ama içinde yaşamak... Bir yerden bir yere gitmek sadece arabayla yapılıyorsa orada hızlı ulaşım mümkün değil. Trafik sorununa yol açan da araç sayısı değil yolların uzunluğu... Bir de tabii park etmek anayasal bir hak sanılıyor, öyle şey olur mu?"

Uzmanların da eklediği gibi: "İyi kent coşkulu bir kutlamaya benziyor; zamanı ve mekânı unuttuğumuz... Kaç kişinin kentin içinde eğlenecek bir şeyler bulduğu o kadar önemli ki... Burada anahtar kelime dönüştürme. Yok etme ya da koruma değil. Bir de sormak lazım, sanat aracılığıyla neler öldürülecek, kaybedilecek diye..."

İnsan ihtiyaçları penceresinden

Tüm bunları ve daha fazlasını, Gary Hustwit imzalı 'Kentleşmiş' isimli belgeselde 85 dakika içinde peş peşe izliyoruz. Öyle çok soru var ki: "Şehirlerimize şekil verme yetkisi kimlerde ve bunu nasıl yapıyorlar ya da şehirlerimizin tasarımı hayatımızı nasıl etkiliyor?" Cevap vermeye çalışanlar arasında; Sör Norman Foster, Rem Koolhass, Jan Gehl, Oscar Niemeyer, Amanda Burden ve Enrique Penalosa gibi mimarlar, şehir planlamacıları ve siyasetçiler yanı sıra duyarlı vatandaşlar var.

Belgeselin başında da söylendiği gibi, kenti sevenlerin yüzyılındayız ve kentleri büyülü yapan bize sunduğu fırsatlar... Fırsatla kastedilen; an be an çoğalan fikirler, parlak projeler, büyük kararlar ya da yeni yasalar değil galiba. Tarlabaşı, Taksim, Sulukule, Haydarpaşa Garı, AKM ve Emek Sineması... Her birine aşağıdan ve insan ihtiyaçları penceresinden bakmalı. Şilili ekonomist Manfred Max Neef'e göre zaman ve kültür ayrılığı gözetmeyen dokuz temel insan ihtiyacı var. Hatırlarsak: Mevcudiyet, korunma, muhabbet, anlayış, katılım, boş vakit geçirme, üretme, kimlik ve özgürlük...

'Kentleşmiş' bugün saat 11.00'de Beyoğlu Sineması'nda... Daha sonra da ekim ayında gerçekleşecek 1. İstanbul Tasarım Bienali kapsamında, üstelik de üçlemenin diğer iki filmiyle birlikte...

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 8 NİSAN 2012

5 Nisan 2012 Perşembe

Modern akıl, bir Hitler Almanya'sı doğurabilir

Galeri Manâ, 28 Nisan'a kadar Murat Akagündüz'ün 'Cehennem-Cennet' isimli sergisini ağırlıyor. 1938-44 yılları arasındaki Yurt Gezileri üzerine araştırmalar yapan Akagündüz, yaşananlar için 'modernleşme muhafazakârlığı' diyor.

'Cehennem-Cennet'le hangi soru işaretleriniz kapanıyor?

2007 yılında Ankara Galeri Nev'den davet aldığımda başladı proje. Türkiye'nin modernist kültür politikaları için önemli bir dönemeç olarak gördüğüm 1938-44 yılları arasında yapılan Yurt Gezileri projesinin uygulanışı ve sonuçlarıyla çok ilgilendim. Hâlâ da ilgileniyorum. Bir akademisyen olarak ve geleneğe bakmak anlamında...

O resimlerle herkes ilgileniyor. Neden çok uğraşıyoruz onlarla?

Merkezî kararla şekillenmiş bir estetik tercihten bahsediyoruz. Büyük bir toplum mühendisliği aynı zamanda...

Hatırlayalım mı?

Şöyle oluyor: İlk iki yıl içinde sanatçılar son derece serbest seçimlerle yollanıyor Anadolu'ya. Fakat gelen resimlerin büyük bir kısmı engelleniyor, reddediliyor, gösterilmek istenmiyor. Ve sonra istenilen resimleri getirecek sanatçılar seçiliyor. Çünkü Cumhuriyet, kendi kültür mirasını oluşturabilmek için Cumhuriyet'i ve devrim sonrasındaki Anadolu imgesini idealize eden görüntüler istiyor. Hatta Boğaz tadında Anadolu manzaraları deniyor... Ama tabii 2. Dünya Savaşı yıllarında Anadolu'nun pek çok yeri çok mağdur durumda... Yani gerçek başka.

Gerçeğe karşı çok büyük bir baskı...

Bu baskıyı aslında iki yönlü okumak lazım. Hem merkezin baskısı hem de sanatçıların bu konuya yaklaşımları açısından... Sanatçıların gerçekle temas kurma konusundaki kişisel tercihleri ve iradeleri hem ideolojik hem estetik açıdan çok farklı. Sanatçıların bir kısmı Cumhuriyet'i idealize etmek istiyor. Ama sanatın gerçekle kurduğu ilişki düşünülürse aradaki mesafe gayri ihtiyari bir şekilde açılıyor. Gerçi sansürlenen ve bugüne ulaşamayan resimlerle ilgili hiçbir fikrimiz yok. Bu, büyük bir bellek kaybı.

Çok büyük bir muhafazakârlık mı söz konusu? Yenilik ve modernleşme muhafazakârlığı...

Modern akıl adına evet... Büyük bir modernleşme muhafazakârlığı söz konusu ama biz Türkiye olarak genelde çağdaşlaşma dediğimiz şeyin açılımlarını oluşturmaya çalıştığımızda bunun hemen yanına Batılılaşmayı da koyduğumuzdan... Bakın... Çağdaşlaşma ya da modernleşme dediğimiz kavramın kendisi Avrupa'da postmodernizmle beraber değişmeye başladı. Nedeni de şu: Avrupa modernizmin muhafazakârlaştığını düşünüyor ve postmodern yaklaşım aslında bununla uğraşıyor. Yani Batı aklının içinde tecrübe edilmiş modern fikri yavaş yavaş eksiklerini ve gediklerini görmeye başlıyor ve kendince ona karşı bir fikirsel örgütlenmeyle postmodern bir döneme geçiyor. Bu geçişin pek çok gerekçesi olabilir ama bence en önemlisi, modern yaklaşımın sınıflamacılığı. Hayatın içindeki pek çok şeyi hiyerarşik bir katman içinde sınıflamak, hatta anlam dünyasını bile sınıflamak... Buna toplum mühendisliği de dahil. O yüzden modern akıl bir Hitler Almanya'sı da doğurabilir. Dolayısıyla postmodernizm bu anlamda yaklaşım olarak çok doğru bir argüman üzerine çalışıyor ve sınıflamacı yaklaşımın tam tersi bir alan arıyor.

****

Geleceğe bakarken kaybolan kültür mirasını görmüyoruz

Jacques Derrida ve Doğan Kuban, sosyolojik ve tarihsel bir çalışma yapmıştı: Bir kenti deneyimlemek üzerine...Ayasofya'nın yanından geçerken tarihle ilişki kurar; biraz yol alınca bir ATM görür ve bu yüzyıla döneriz. Metropolde yatay yolculuk yapmak, mesela metroyla... Toprağın altına indiğimizde sağımızda solumuzda tarihi binaların devamı vardır. Benim Anadolu'ya yaptığım yolculuklar da buna benziyor. Antropoloji Anadolu'yu neolitiğin son dönemini yaşayan bölge olarak tarif ediyor. Biz moderne, geleceğe ve batılılaşmaya bakarken... Arkada ne tür bir kültür mirası kayboluyor, onu bilmiyor, görmeye çalışmıyoruz.

Jülide Karahan

Zaman Kültür / 5 Nİsan 2012

CANIN ‘ANADOLU İNSANI TEBESSÜMÜ’ ÇEKİNCE…

Yaşıyorsun, yaşıyorsun, yaşıyorsun… Sonra bir gün o yaşadıklarını hatırlamaya çalışınca; bir film izliyor gibi oluyorsun.

İstanbul’a yeni gelmişsin… Tarih 17 Aralık 2004’ü gösteriyor; tam da Avrupa Birliği Zirvesi günü. Zirveden dört gün önce Tophane’deki 4 No’lu Antrepo bir müzeye dönüşmüş; alelacele. Ama ne müze… Gazeteler anlatmış günlerce: O akşam; gencinden yaşlısına, hippisinden kelli fellisine tüm sanat camiası Tophane’nin engebesiz ve geniş kaldırımlarından geçerek İstanbul Modern’in açılışına gitmiş. Falanca da varmış, filanca da…

Üç beş gün sonra gelinlik gibi kabaran merakına engel olmayıp gidiyorsun müzeye; bir fotoğraf sergisi… İsmi ‘Biz’den Görünenler: Cumhuriyet Sonrası Türk Fotoğrafından Bir Seçki’. Seviyorsun. Sonra, bir bahar akşamüstü, canın ‘Anadolu insanı tebessümü’ çekiyor. Kalkıp gidiyorsun. Kapanmış sergi, yerinde bir başkası. İsmi ‘Buluşma’. Sadece portreler bu defa; tebessümlü tebessümsüz... Yani, başka bir şey istesen olacakmış! Kimler yok ki; Âşık Veysel, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Orhan Veli, Aliye Berger, Abidin Dino... Hatta Pablo Picasso, Dustin Hoffman, Salvador Dali... Bir sonraki ziyaretin iş için. İstanbul’da bilmem kaçıncı Dünya Mimarlık Kongresi yapılıyor ve sen görevlisin. Kongreye eşlik eden sergi İstanbul Modern’de: ‘Cityrama’.

BÜTÜN SERGİLER SENİN İÇİN AÇILIYOR

Sonunda ayağın iyice alışıyor; artık bütün sergiler senin için... Bir sürü fotoğrafçı tanıyorsun; henüz bizzat değil ama yakında o da olacak. Özenip küçük bir makine alıyorsun. Sonra; gençlik işte; olaylar, olaylar... Derken makine kayıp. Hâlâ…

O sırada hikâyesi kocaman bir sergi açılıyor. Tutuluyorsun. İsmi ‘Cumhuriyet'in Işığında Othmar Pferschy Fotoğrafları’. Hikâye şu: 1898’de Avusturya’da doğan Othmar Pferschy, 9 Ekim 1926'da, gençliğin verdiği serüven arzusuyla Viyana garından bindiği Şark Ekspresi’yle İstanbul'a geliyor. Niyeti, birkaç hafta turistçilik oynamak. Ama tesadüf, bir gazete ilanı çıkıyor karşısına. Pera'nın tanınmış fotoğrafçılarından Jean Weinberg bir yardımcı arıyor yanına. Sonrası sergide: Okullar, sokaklar, caddeler, stadyumlar, parklar, meydanlar, törenler, köylü çocuklar, işçiler, ata binenler, tenis oynayanlar, piyano çalanlar... Taa 12 Ekim 1950’nin öğleüstüne kadar. O gün Ankaralı fotoğrafçılar bir masa başına toplanıyor ve “Sayın Bay” hitabıyla başlayan şu mektubu yazıyor: “… Eğer bu yıl da Ankara’ya el atarsanız buradaki fotoğrafçılar vesikalarla Emniyet Umum Müdürlüğü ve hükümette bu işle alakalı olanlar nezdinde teşebbüste bulunacak ve sizi Türkiye’de kalamayacak vaziyete düşürecek. Aklımıza bile getiremeyeceğimiz hadiselerden kurtulmak için dikkatli olmanızı tavsiye ederiz.”

Pferschy’nin cevabı: “... Anadolu yolculuklarımda çoğu kez hayatım üzerine kumar oynayıp kendimi felaketle sonuçlanacak derecede yordum. Çoğu kez hasta hasta ve ateşim varken çalıştım. Bunu da hesaba katın, benim gibi bir adamı incitme hakkını o zaman elde edersiniz. Hükümetin iyi para ödediği doğrudur; ama bu işin parayla ölçülecek yanı da yoktur ve sadece yararlı bir insan olma idealizmi ve bilinciyle yapılabilir. Herhalde benim para içinde yüzdüğümü sanıyorsunuz. Büyük yanılgı beyler. İdealistler gereğinden fazlasına asla sahip olmazlar...”

Ama işte… Çalışma izni iptal edilip ticari fotoğraf çekmesi yasaklanınca ülkemizi mecburen terk ediyor Pferschy, 1969’da… Dünyayı da 1984’te… Bak şimdi, gözlerin doldu. O gün de böyle olmuştu. Tarık Dursun K.’nın dediği gibi “Hiçbir şey değişmemişti, doğruydu; hiçbir şey değişmiyordu, doğruydu; hiçbir şey değişmeyecekti, o da doğruydu.” Ama sonra Pferschy’nin kızı Astrid von Schell, babasının 1.714 negatif ve 1.293 basılmış fotoğraftan oluşan arşivini İstanbul Modern’e bağışlamıştı ve senin içinde kelebekler uçuşmuştu. Aynı uçuşma, Gökşin Sipahioğlu Paris’ten kart attığında da olmuştu. Kartta onun 1964’te İstanbul Fulya Deresi Memleket Tiyatrosu’nda çektiği dans eden kısa saçlı kız vardı. O fotoğrafı da ilk defa yine İstanbul Modern’de, ‘Doğru Yerde Doğru Zamanda’ başlıklı sergide görmüştün.

26 SERGİ, 220 SANATÇI VE 2364 FOTOĞRAF

Bir süre sonra İstanbul Modern’de gördüğün fotoğraf sergilerinin sayısına parmakların yetmez oldu. Şimdi tekrar sayıyorsun; 26 sergi, 220 sanatçı ve 2364 fotoğraf… İçlerinde André Kertész de var, Magnum Fotoğrafçıları da, Andreas Gursky de. Hani geçtiğimiz aylarda 'Rhein II' isimli fotoğrafı 4 milyon 338 bin dolara satılarak 'dünyanın en pahalı fotoğrafı' mertebesine yükseldi ya… İşte o.

Ama doğruya doğru… Bu sergilerin kimileri sana hiç değmedi, kimileri de içine çiçekler dikti. Mesela Camera Obscura ilkesine sıkı sıkı bağlı ‘İğne Deliği Fotoğrafları’. 29 Nisan’ın ‘Dünya İğne Deliği Günü’ olduğunu bile unutmadın. Hâlâ… Böyle şeyleri seviyorsun. Steve McCurry’nin üretim bandından çıkan son Kodachrome filmiyle - sadece 36 kare - çektiği ve bir dönemin kapanışına tanıklık eden ‘Son Kodachrome Filmi’ isimli sergiyi de, sırf bu yüzden, hikâyesinden sevdin. Yoksa fotoğraflar iyi bile değildi…

Düşününce; hayatının bir dönemi İstanbul Modern’deki fotoğraf sergileriyle geçti; onlara paralel… Şimdi durduk yere filmi başa sardıran yine bir sergi: ‘Dünden Sonra’. İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi’yle birlikte müzenin tüm alt katına yayılan sergide, 53 sanatçının 179 yapıtı var. 66 sanatçının 213 çalışması da dijital ortamda… Bu, çok geniş bir seçki: Fotoğrafın Osmanlı’daki ilk adımlarından Cumhuriyet dönemi belgesel eğilimine, 1932’de açılan halkevleri çalışmalarından 1950, 60 ve 70’lerin artistik çekimlerine, kavramsal yaklaşımlardan dijital denemelere… Serginin küratörlüğünü, açılışından bu yana İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi’nin yöneticiliğini yapan ve bugün 7311 fotoğrafa ulaşan koleksiyonun kimliğini biçimlendiren Engin Özendes yapıyor.

Canı ‘Anadolu insanı tebessümü’ çekenler, yani sergiyi görmek isteyenler için son tarih 3 Haziran..

JÜLİDE KARAHAN

FOTOĞRAF DERGİSİ / NİSAN -MAYIS 2012

..

2 Nisan 2012 Pazartesi

Festivallerin keşfettiği mekânlar

İKSV'nin düzenlediği festival ve bienaller kentin pek çok unutulmuş yapısını keşfedip sanat dünyasına kazandırıyor. Bunlardan biri İstanbul Modern olarak hizmet veren Antrepo 4, diğeri İstanbul Resim ve Heykel Müzesi olarak hizmet verecek Antrepo 5. Bu mekânlar arasında Bulgar Kilisesi, santralistanbul Kıyı Amfi, Camialtı Tersanesi ve Şehir Hatları vapurları da var.

İstanbul Tasarım Bienali'nin basın toplantısı geçtiğimiz günlerde Galata Rum İlköğretim Okulu'nda yapıldı. Bu vesileyle 2007 yılından beri kapalı kalan okulun kocaman demir kapısından geçtik, mermer merdivenlerini aştık, çini zeminine ulaştık. Tam o günlerde bir de mucize yaşandı: Yıllardır kendisine ve gelir kaynaklarına Hazine tarafından el konulan okul, asıl sahiplerine yani Türkiyeli Rumlara iade edildi. Bundan böyle çeşitli kültürel etkinliklere ev sahipliği yapacak mekânın ilk misafiri 18. İstanbul Tiyatro Festivali. Onu İstanbul Müzik Festivali ve Tasarım Bienali izleyecek. Tüm bunlar okul için çok yeni.

Ama bu olanlar yeni değil. Çünkü geride bıraktığı 40 yıl boyunca 130'a yakın mekânda etkinlik düzenleyen İKSV, kentin öyle yerlerini keşfedip sanat dünyasına kazandırdı ki... Kapısının önünden birçok kez geçtiğimiz ama fark etmediğimiz eski, dışlanmış, yok sayılmış, terk edilmiş ve unutulmuş bir sürü yapı şimdi içinde en çok vakit geçirdiklerimizden. En başta da Antrepo binaları, yani eski gümrük depoları...

Dan Cameron'un küratörlüğündeki 8. İstanbul Bienali'nde kullanılan Antrepo 4, birkaç yıl içinde İstanbul Modern Müzesi olarak karşımıza çıktı. Şimdi sıra, Charles Esche ve Vasıf Kortun küratörlüğündeki 9. İstanbul Bienali'nin mekânı Antrepo 5'te. Mekânın, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi'nin bir bölümü olarak hizmet vermesi ve Türk resminin Cumhuriyet sonrası dönemine ev sahipliği yapması bekleniyor. Projelendirilmesini mimar Emre Arolat'ın üstlendiği yapının açılışı için belirlenen tarih ise 2013 baharı. Bir diğer 9. İstanbul Bienali mekânı Şişhane'deki Deniz Palas Apartmanı da İKSV'nin binası oldu. Yine aynı bienalde kullanılan Tophane'deki Tütün Deposu ise bir çağdaş sanat mekanı olarak karşımızda. İsmi manidar: Depo. İstanbul Bienalleri'nin dikkat çektiği ve sanat dünyasının ayağını alıştırdığı diğer yapılar arasında Haliç'teki Feshane, İMÇ blokları ve Feriköy Rum Okulu da var.

***

MÜZİK FESTİVALİNİN KEŞİFLERİ

İlk defa İstanbul Festivali'nde bir klasik müzik konseri için kullanılan Aya İrini Müzesi bugün İstanbul Müzik Festivali'yle adeta özdeşleşti. Topkapı Sarayı avlusu da yine ilk defa İstanbul Festivali sırasında Mozart'ın 'Saraydan Kız Kaçırma'sı için kullanıldı. Arkeoloji Müzesi Bahçesi de Müzik Festivali'nin keşifleri arasında. Festivalin İstanbul'a bir konser mekanı olarak kazandırdığı bir diğer yer ise Haliç kıyısındaki Bulgar (Stefan) Kilisesi. İlk kez 2005 yılında 33. İstanbul Müzik Festivali'nde kullanılan kilisenin en ilginç özelliği tümüyle demir malzemeden yapılmış olması. Festival ayrıca 2011 yılında Galata Mevlevihanesi, İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası ve santralistanbul Enerji Müzesi'ni de konser mekânı olarak kullandı.

***

CAZ FESTİVALİNİN KEŞİFLERİ

İstanbul Caz Festivali de normalde konser mekânı olarak kullanılmayan pek çok yer keşfetti. Bunlardan biri santralistanbul içindeki Kıyı Amfi. Daha önce sadece mezuniyet törenlerinde kullanılan mekan ilk kez 18. İstanbul Caz Festivali'nde Jamie Cullum ve Joss Stone konserlerine ev sahipliği yaptı ve çok beğenildi. Yine 18. İstanbul Caz Festivali'nde ilk kez kullanılan bir diğer mekân tarihi özellikleriyle dikkat çeken Camialtı Tersanesi. Bir diğer farklı caz konseri mekanı ise Şehir Hatları vapurları.

***

TİYATRO FESTİVALİNİNKİ MECBURİYETTEN

İstanbul Tiyatro Festivali de kendisine alternatif mekân arayanlardan. Ama onunki AKM'nin yıllardır kapalı olması sebebiyle biraz da mecburiyetten. Örneğin, bu yıl İngiliz Theatre du Complicite'nin 'Usta ve Margarita' adlı oyununu İstanbul'a getirmek için çok uğraşmışlar. Ama teknik altyapıda bir mekân bulunamadığı için başaramamışlar. Bu yıl kullanılacak alternatif mekanlar arasında Galata Rum İlköğretim Okulu, Hasköy İplik Fabrikası, Eminönü'ndeki Ali Paşa Han ve Hamursuz Fırını var. Daha önceki yılarda da Bayrampaşa Eski Cezaevi ve Tarlabaşı sokaklarında çeşitli projeler gerçekleşmişti. İlk defa kullanılan yerlerden biri de 2006'da henüz inşaat halindeyken keşfedilen Garajistanbul.


Jülide Karahan

Zaman Kültür / 2 Nisan 2012

1 Nisan 2012 Pazar

Gittiğiniz Bir Eviniz, Gittiğiniz Bir İnsanınız Yoksa


Tolga Çevik’le hem geçtiğimiz günlerde vizyona giren filmi “Sen Kimsin”i hem de dünyanın geri kalanını huzurlu bir şekilde izlemenin inceliklerini konuştuk… O incelikler tek cümleyle şöyle: “Hangi mesleği yaparsanız yapın; gittiğiniz bir eviniz, gittiğiniz bir insanınız yoksa bir yalpalanma vardır.”


Sen Kimsin, parça parça komik sahnelerden mi oluşuyor?

Yok. Çok ciddi bir senaryosu var. Hollywood’lu bir senaryo profesörüne danışarak, gerçek ve doğru bir senaryo nasıl yazılır diye tartışarak yazdık. Kafamızda bir hikâye vardı, karakterler vardı. En doğru hikâye kurma sistemini araştırdık. Yani öyle oturup “ah çok komik olsun” diye çay içerek yazmadık.

Filmin bir derdi, bir meselesi var mı?

Bir şey anlatalım, yüreklere dokunsun gibi bir derdimiz yok. Bu işin ismi eğlence. Derdimiz, seyirciye “1,5 saat boyunca ne güzel eğlendim” dedirtmek.

Eğlence neşeye dönüşebiliyor mu?

Tabii ki efendim. Ben hiç üzdüm mü? Valla ben 157 defa falan seyrettim, neşe hissediyorum. Rencide etmeden, rahatsız etmeden yaptığımız komediyi; bir seviye daha yukarı taşıyarak yazdık bu hikâyeyi. Tarihteki ilk dedektif, Tekin değil tabii ki… Ama bizim derdimiz herkesin iki milyon defa izlediği bir hikâyeyi iki milyon birinci defa izletmek... Senaryo okuyanlar bilir; dünyada altı tane konu vardır. İşin matematiği bu. Yedincisi yok. Shakespeare yazmış bitirmiş zaten hepsini.

Ya eleştiriler…

Eleştiri değil efendim onlar… Fikir. Benle ilgili eleştiriyi bir tek ben yaparım.

Beğenilmeyince bir can sıkıntısı, bir hayata küsme durumu olmuyor mu?

Ben biraz etkilenen bir insanım aslında ama etkilenmemem gerektiğini öğretiyor dostlarım bana. Hayatınız bir kumanda tuşuna bağlı… Sizin o işe altı ay emek sarf ettiğinizi düşünmüyor kimse. Bakıyor, daha birinci dakikada “ben bunu beğenmedim” deyip kanalı değiştiriyor. Bunlara hazırlıklı olmak lazım. Kendini köprüden atacak hale gelmemek lazım. Sevecek adam kadar sevmeyecek adam da olabilir. Bu seni daha çok kamçılamalı… Sevmeyenlere nasıl sevdireceğim diyerek delirip daha çok çalışmalı. Hayata küsmek pek bize göre değil. Ben “Komedi Dükkânı”na başlarken de “saçmalama ya, böyle bir şey tutar mı hiç” demişlerdi…

Hâlâ kabul etmek istemeyenler için; “Komedi Dükkânı”…

“Komedi Dükkânı” benim eğitim aşamamdı. Nedir sınırlarım, ne kadar delirebilirim dedim ve gördüm. Sonuna kadar delirebilirmişim. Ama bitti. Hâlâ soranlar var. “Film hayırlı olsun da Komedi Dükkânı ne zaman başlıyor abi?” diye... Twitter’a “Film güzel ama Komedi Dükkânı gibi değil…” yazıyorlar mesela. E değil tabii; biri başka, biri başka. Bizim böyle bir hastalığımız var; alakasız şeyleri birbiriyle mukayese etmek gibi... Olmaz ki.

Bir özdeşleşme var tabii; ancak yeni projelerle kırılabilecek… Onlar neler?

Bir sürü şey var kafamda. Ama şimdi “şöyle bir şey yapacağım” diyorsun, yapmayınca ya da süre uzayınca “aaa yapamadı” oluyor. O yüzden şu anda söylemiyorum. Öyle enteresan bir dünya ki haftaya ne olacağını bilmiyoruz. Beş sene sonrası için kesin yapıyoruz diyemezsiniz. Ama tabii hiçbir şey ters gitmezse beş sene sonra ne yapacağım var kafamda. Çünkü beş sene sonra kaç yaşında olacağımı, neler yapmam gerektiğini, nelerin daha güzel olacağını biliyorum.

Ama sonucu bilmiyorsunuz…

Bilemeyiz. Bilmediğimiz çok şey var. Mesela konservatuarı burada okumak nasıl olurdu bilmiyorum, hiçbir zaman da bilemeyeceğim.

Ukte değil ama değil mi?

Neden olmasın... Her akşam annenizin dolmasını yemek var, bir de yıllarca yiyememek var. Yurtdışında okuduğum için şanslıyım ama burada olmadığım için şanssızım. Nasıl değerlendirdiğinize bağlı. Ben evcimen bir insanım. O yüzden yıllarımı uzakta geçirmek benim için önemliydi. Ölüyorum deseniz birinin yanınıza gelmesi en iyi şartlarda bir gün... Ayrı kalmak, nerede ayrı kaldığınla da ilgili.

Evcimenlik… 17 yaşından beri evlenip çocuk sahibi olmayı istemek… Nasıl bir şey bu?

Şimdi bakın. Bazı değerlerimiz var… Yaşadığınız ülkede o değerleri elinizin tersiyle itemezsiniz. Bir de hangi mesleği yaparsanız yapın; gittiğiniz bir eviniz, gittiğiniz bir insanınız yoksa yalpalanma vardır. Biz böyle büyüdük. Biz ailenin güzel bir şey olduğu mefhumuyla büyüdük. Benim eşim 23 yaşındayken ikinci çocuğunu doğurmuştu. Hayatından hiç de muzdarip değil. Değil çünkü hayat ne istediğinizle ilgili karşılıklar verir. Biz bunu istiyorduk. Ben oyuncuyum; sahneye çıkarım, sonra da evime giderim. Bunda anormal bir şey yok. Bunu konuşmak garip… Ne kadar güzel bir aile... Hayat kimseye farklı davranmıyor. Hayatın size davranışı sizin onu nasıl algıladığınızla ilgili. Kendini farklı gören farklı kalır.

****

Çevre Sizden Kalabalık

Şimdi bizim kadar eğlenen iki çocuğumuz var. Eğlenen bireyler yetiştiriyoruz. Kendileri eğlenen… Amaç çevreyi eğlendirmek olursa kendinize yetemezsiniz. Çevre sizden kalabalıktır. Çevreyi beslerken kendinizi ihmal edersiniz, başka bir insan olursunuz, siz olmazsınız.

Biz Evlenelim Ya…

Eşimle flört etmeye başladığımız andan itibaren ayrılacağımızı hiç düşünmedik. Sanki şey denmişti: “Siz evleneceksiniz ama 20 yaşında tanışacaksınız.” O anı çok iyi hatırlıyorum; ilişkimizin birinci ayıydı, durup dururken “biz evlenelim Özge ya” dedim. O da “evet ya, evlenmemiz lazım bizim” dedi.

Millet Finale, Ben Oyuna…

Ben İlkokul ikide izin alıp, dersi bölüp, çıkıp oynuyormuşum. Öğretmenlerim anlatıyor, ben hatırlamıyorum. Karar verdiğimi de hatırlamıyorum ama millet finale hazırlanırdı, ben oyun yazardım. Zaten ben başka bir şey olacağımı hiç düşünmedim.

Sen Kimsin

12 Mayıs 1974 İstanbul doğumlu Tolga Çevik, yurtdışında aldığı tiyatro eğitiminin ardından önce Hadi Çaman Tiyatrosu sonra BKM’de çalıştı. Hikâyesini yazdığı Sen Kimsin isimli filmde ona; Zeynep Özder, Köksal Engür, Toprak Sergen ve Pelin Körmükçü eşlik etti. Filmin yönetmeni ise Ozan Açıktan.


Jülide Karahan

Anadolujet Nisan 2012

Çok tatlı bir kandırılma hikâyesi

Meğer yüzüğün taşı camdanmış, kendisi de değersiz metalden. Ne pırlanta, ne altın... Meğer kandırmışlar beyefendiyi. Ne iyi! En güzeli de kimse yüzüğün değerini öğrenmeye kalkmamış. Sonsuz bir güven içinde, öylece yaşayıp gitmişler... Hikâyenin boşlukları, 8 Mayıs itibarıyla Caddebostan Kültür Merkezi'nde...

Maddi durumları pek iyi değil ama beyefendi eşine, o çok kıymetli yüzüğü alıyor. Yıllarca taksit ödeme pahasına... Bir ömür süren evliliklerinin en havalı anısı bu. Hanımefendi yıllar yıllar boyunca eşe dosta, konuya komşuya göz süze süze anlatıyor: "O yoklukta yemedi içmedi bana bu yüzüğü aldı. Canım benim..."

Günün birinde, ikisi de vefat edince kızları kuyumcuya gösteriyor yüzüğü. Satmak değil, değerini öğrenmek için... Kuyumcu eviriyor, çeviriyor, inceliyor ve: "Ablacım bu taş camdan, yüzüğün kendisi de altın değil. Hiçbir değeri yok yani..." diyor. Kızları, anne ve babasının hiçbir maddi değeri olmayan bir yüzüğü bahane edip kıymetlendirdikçe kıymetlendirdikleri evliliklerini düşünüp daha bir mutlu oluyor. Nasıl denir, babasını kim kandırdıysa, iyi ki kandırmış!

O yüzük... Önümüzdeki günlerde, hatta tam olarak 8 Mayıs itibarıyla Caddebostan Kültür Merkezi'nde sergilenecek. Hikâyesi ve bir sürü başka hikâyeli eşyayla birlikte... Evet, bir 'Hisseli Harikalar Kumpanyası: Meraklısından Sıra Dışı Objeler' sergisiyle daha karşı karşıyayız. Hani ilki 2002 baharında Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi'nde açılmış ve Abdülhamit'in iç çamaşırından hastalıkları iyileştirmekten yamru yumru olmuş bir derviş sopasına bin bir çeşit eşyayı bir araya getirmişti. İşte onun ikincisi. Tek fark; o zamanki öte beri eş dost ve sanatçılardan toplanmıştı; bu defa Yapı Kredi Bankası özel müşterilerinden... Sergi niyetiyle 30 bin müşteriye mektup gönderilmiş ve onlardan, hikâyesi ve manevi değeri olan eşyalar istenmiş. Şimdilerde; müşteriler arasında tatlı bir telaş, hatta gizemli bir rekabet... Sergide ise 150-200 parça. Bir o kadar da hikâye...

***

Facebook 'like'tan taşlı savaşlara...

31. İstanbul Film Festivali önceki akşam görkemli açılışını yaptı. Bir sürü gala, film, atölye çalışması, sohbet... Bir yana; yeni bir bölüm var: 'Devrimin Filmini Çekmek'. Dünyadaki halk hareketlerini sinema üzerinden sorgulayan bölüm, bir devrimin filme çekilmesinin ipuçları yanı sıra Facebook 'like'tan taşlı savaşlara geçişin ipuçlarını da veriyor.

Bölümde; Tunus, Mısır, Cezayir, Yemen ve Ukrayna'dan öyküler anlatan patlamaya hazır sekiz uzun metrajlı ve bir kısa metrajlı film var. Bir de devrimin filmini çekmenin zorluklarını masaya yatıran panel... Festivalin belgesel sinema danışma kurulu üyesi Alisa Lebow'un moderatörlüğündeki panelin konuşmacıları; Kahire'den tarihçi Khaled Fahmy ile sinemacı Hanan Abdalla, Şam'dan sinemacı, yapımcı ve arşivci Orwa Nyrabia, Fransa'dan İran sineması uzmanı Agnès Devictor, Tunus'tan sinemacı Mourad Ben Cheikh ve Ukrayna'dan sinemacı Andrei Zagdansky. İlgilisi için tarih 11 Nisan Çarşamba saat 16.00, yer Pera Müzesi.


Jülide Karahan

Zaman Pazar