30 Temmuz 2012 Pazartesi

Bir galeriyi zor durumda bırakacak şeyler

 
Murat Pilevneli tarafından 2001 yılında Teşvikiye'de kurulan ve Mısır Apartmanı'na taşındıktan sonra Türkiye'deki çağdaş sanat dünyasının kalbine yerleşen Galerist 2011'de el değiştirmiş ve mimar Melkan Gürsel Tabanlıoğlu ile sanat koleksiyoncusu Taha Tatlıcı'nın yönetimine girmişti.
 
İstanbul'un Tepebaşı ve Hasköy gibi iki farklı bölgesinde hizmet vermeye devam eden galerinin sanatçıları arasında :mentalklinik, Arık Levy, Arslan Sükan, Ayça Telgeren, Elif Uras, Gavin Türk, Haluk Akakçe, Hüseyin Çağlayan, Mustafa Hulisi, Nil Yalter, Rasim Aksan, Sarkis, Serkan Özkaya, Seza Paker, Viron Erol Vert ve Youssef Nabil var. Geçtiğimiz aylarda Haluk Akakçe ve Erwin Wurm'u ağırlayan galeri, eylül itibarıyla Tepebaşı'nda Gavin Türk ve Hasköy'de Viron Erol Vert'in sergilerine ev sahipliği yapacak. Zor günleri geride bırakan Galerist'in kapalı kutusunu Melkan Gürsel Tabanlıoğlu yardımıyla açmaya çalıştık.

Destekti, devirdi, teslimdi... Nasıl oldu tüm bunlar? 

Önce Galerist'in destekçisiydik. Bir iki proje ürettik birlikte. Sonra baktık iyi gidiyor, birlikte devam edelim dedik. Murat galerici, Taha koleksiyoner, ben mimarım. Neden olmasın dedik ve ortak olduk. Bu tabii hem maddi hem fikirsel bir ortaklıktı. Zaten para için galeri işine girilmez. Bu ondan öte bir iş, biraz gönül işi. İlk başta Murat yöneticiydi. Ama zaman içinde süreçte aksaklıklar oldu; sanatçı kopuşları başladı. Şirketin genel idaresine bakışımızda ayrılıklar olduğunu fark ettik ve ayrılma kararı aldık. Biz Taha'yla yeni bir şirket kurduk ve Galerist'in isim hakkını aldık. Yani kurumu değil, ismini aldık. Sanatçılarla yeni anlaşmalar yaptık ve onları devraldık. Şimdi iyi bir isim ve iki yeni sahip olarak yola devam ediyoruz.

Çok önemli bir galeride bilmediğimiz bir sürü problem yaşanıyor, hatta galerinin sanatçıları bir bir ayrılıyor. Daha genç galerilere de yol göstermesi açısından soralım: Bir galeriyi zor durumda bırakacak şeyler neler?

Galerist'te birtakım yönetimsel hatalar vardı. Elimizdeki bir sanat kurumu da olsa kurumsal bir anlayışı olmalı. Nasıl denir, herkes işine sahip çıkmalı. Bir şefin yönetmesi değil de herkesin kendi sorumluluğu alması gerekli. Bir de eskiden Galerist piyasanın yüzde 70'ini elinde tutuyordu ama bugün öyle değil. Çünkü galerilerin sayısı arttı. Ayrıca yurtdışından gelen işletmeler var. Farklılık oluşturmak ve öne çıkmak çok zorlaştı. Tabii ki iyi sergiler yapmak ve iyi sanatçılarla çalışmak önemli ama bunların arkasında İsviçre saati gibi işleyen bir sisteminiz olmalı. Eğer bunu yapamazsanız belli bir süre iyi görünür, sonra yok olursunuz.

Galerist şimdi nasıl çalışıyor ve neler yapıyor? 

Galeriyi devralır almaz yeniden yapılanma işine giriştik ve önemli danışmanlarla çalışmaya başladık. Önce sergi programımızı oturttuk ve vizyonumuzu belirledik: Biz bir Türk galerisiyiz ama bu konuda yerel olamayız çünkü sanat evrensel bir şey. Sonra amaçlarımızı ortaya koyduk: Kendini ispatlamış Türk sanatçıları temsil etmek, kendini ispatlamış yabancı sanatçıları temsil etmek ve gelecek vaat eden gençleri temsil etmek... Zaten önümüzde bir bienal vardı; bu çok önemli bir sınavdı. O sırada yeni mekanımız Hasköy İplik Fabrikası'nda :mentalklinik'in büyük bir sergisi olacaktı. Mekânın dönüştürülmesi önemliydi. Sonuçta bir sanayi alanını bir sanat alanına dönüştürmek de sanatın bir parçası. Geçtiğimiz aylar içinde Açık Kapı Festivali ve Tiyatro Festivali'ni destekledik. Şimdi Hasköy'ün yönetimini doğru bir sisteme oturtmaya çalışıyoruz.

Bienal sırasında görünür olmak çok mu önemliydi? Böyle apar topar... 

Apar topar değil. Bir sergi en az 7 aylık bir süreçte hazırlanıyor, planlanıyor.

Yine de bienal zamanına denk getirilmeye çalışılan bir sergi, bir açılış söz konusu... Masraflar çıkarılabiliyor mu? 

Sadece tanıtım için yaptık zannediyorsunuz ama öyle değil. Hayatta her iş bir nedenden yapılır. Önemli olan sonuçta varmak istediğiniz nokta. Bir de bizim gösteri yapmaya ihtiyacımız yok ki...

Sanatçıları nasıl ikna ettiniz Galerist'le tekrar çalışmaya? 

İkna etmekten daha önemli bir şey var: Karşıdakine ikna olacağı bir ortam hazırlamak. Bir sanatçısınız diyelim. Sizi ve eserlerinizi temsil edecek bir kurum olmalı karşınızda. Kafanızdakini size sunabilmeli ve siz kendinizi rahat hissetmelisiniz. Fuara katılmak mesela... Eserleri götürmek getirmek, yer kiralamak... Çok ciddi çabalar. Ama sanatçıya verdiğiniz değer ve hizmetin içinde bunlar da var. Sergisini yaptığınız, temsil ettiğiniz sanatçının arkasında durmak... En önemlisi bu.

Önümüzdeki aylarda Galerist'te sürpriz bir ismin sergisini görebilecek miyiz? 

Önümüzdeki aylarda Tony Cragg'in sergisini yapacağız.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 30 TEMMUZ 2012 

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Anadolu bienalleri birleşebilir mi?

 
Sinop, Çanakkale ve Mardin'de bienal hazırlıkları başladı. Açılışlara az bir vaktin kaldığı şu günlerde Anadolu bienallerine sorduk: Birleşmeyi, birbirlerinden destek almayı, ortak bir manifesto yayınlamayı ya da büyük turlar düzenlemeyi düşünürler mi?
 
Sinop, Mardin, Çanakkale ve Antakya bienalleri şimdiye kadar bir işbirliğine gidebilmiş değil. Ama ayrı ayrı konuştuğumuzda neredeyse her biri buna sıcak bakıyor. En azından; maddi değilse de fikirsel anlamda...
Önce bienallerimizi hatırlayalım... İlk Anadolu bienali Prof. Melih Görgün'ün memleketinde bir şeyler yapmaya karar vermesiyle başlayan Sinopale. Bu yıl dördüncüsü 14 Ağustos'ta başlayacak bienalin üst başlığı 'Gölgenin Bilgeliği: Bozulmuş Bilgi Çağında Sanat'. Mekânları arasında tarihi Sinop Cezaevi, Lonca Kapısı, tarihi Tekel Binası, Pervane Medresesi, Sinop Müzesi ve Eski Buzhane Binası bulunan etkinliğin son tarihi 12 Eylül. Bu yıl 3. kez düzenlenecek Çanakkale Bienali'nin mekânları ise Çanakkale Eski Otogarı, Eski Kilise ve Korfmann Kütüphanesi. Çanakkale Belediyesi himayesinde Beral Madra, Fırat Arapoğlu, Fatih Balcı ve Seyhan Boztepe küratörlüğünde düzenlenecek bienalin üst başlığı 'Kurgular ve Karşı Duruşlar', tarihleri ise 28 Eylül-3 Kasım. İki yıl önce 'AbbaraKadabra' üst başlığıyla ilki gerçekleşen Mardin Bienali'nin ikincisi 21 Eylül'de başlıyor. 21 Ekim'e dek sürecek etkinliğin küratörlüğünü Paolo Colombo ve Lora Sarıaslan üstleniyor. Pek çok önemli sanatçının katılacağı bienalin mekânları arasında berberler, açık hava sinemaları ve çay bahçeleri bulunuyor. Art arda gerçekleşecek bu üç bienalin ve bu yıl düzenlenemeyen Antakya Bienali'nin yetkililerine bir işbirliği düşünüp düşünmediklerini sorduk.


Beral Madra (Çanakkale ve Sinop Bienali ekibinden)

Biz bir işbirliği için girişimlerde bulunduk. Çanakkale ve Sinop çok olumlu baktı ama mesela Mardin Bienali ekibi böyle bir şeye hiç yanaşmadı. İstanbul'da ortak bir basın toplantısı yapalım ve yerel bienallerin önemini birlikte anlatalım dedik. Ama Mardin Bienali ekibi tek bir bülten geçmeye bile yanaşmadı. Antakya zaten şu sıralar karışık, bienali iptal etti. Geriye bir tek Sinop ve Çanakkale kaldı. Onların da biri 14 Ağustos'ta biri 28 Eylül'de başlıyor. Arada çok zaman var. Çok da uzaklar. Yani bu yıl için bir ortaklık pek mümkün değil. Bir dahaki sefere artık.

Fatih Balcı (Çanakkale Bienali küratörü)

Bienaller arasında bölgesel ve organik bir bağ kurulsa çok iyi olur ama bunlar birbirinden bağımsız kaynaklara bağlı etkinlikler. Kendi bölgesel ve yerel koşulları içinde var oluyorlar. Meseleleri çok farklı. Hepsinin problemli yanları var. Örneğin Mardin şehirle ilişki kuramıyor. Sinop şehirle iç içe. Çanakkale ikisinin arasında. Sonra kiminin parası var, kiminin yok. Mardin'de valilik, Çanakkale'de belediye destekliyor; Sinop'ta ise her şey halkın desteğiyle yapılıyor. Aslında ilişki, o olmuyorsa haberleşme içinde bulunmaları daha verimli olmalarını sağlayacak ama...

Melih Görgün (Sinop Bienali ekibinden)

Biz, Sinopale olarak, işbirliğine çok sıcak bakıyoruz. Bir toplantı yapalım ve nasıl bir işbirliği geliştirebiliriz diye konuşalım, çok isterdik, ama kimse yanaşmadı. Herkes en iyisini yapmak istiyor mutlaka ama bu iş eserleri yan yana dizip duyuru yapmakla bitmiyor. Biz bütün Sinop olarak işbirliği içindeyiz. Biri yoğurt getiriyor biri yumurta; derdimiz şık olsun, popüler olsun, dünyada duyulsun değil. Derdimiz; bilgi, tecrübe ve sanat Sinop'la, Sinoplularla buluşsun. İşbirliği konusunda kimse kimseye para aktarmaz. Biz şehir merkezinde yapıyoruz ve ilçe belediyelerinden bile destek almıyoruz, alamıyoruz. Her şehir kendi tanıtımının peşinde. İşbirliği ancak fikirsel ve bilgi kaynakları açısından olur.

Arzu Yayıntaş (Bir önceki Antakya Bienali küratörü)

Biz bu sene bienal yapmıyoruz. Onun yerine bir festival hazırlıyoruz; daha üretime yönelik. Antakya ve civar sanatçılar eylülde bir araya gelecek. Bir daha bienal olmayacak diyemem ama bakalım... İşbirliğine dönersek; maddi açıdan bir şey olmaz. Çünkü herkes enerjisini görünürlüğü artıran şeylere vermek ister. Biz mesela Mardin'le komşuyduk ama hiçbir işbirliğimiz olmadı. Çünkü farklı şehirlerin farklı gereksinimleri var. Ama ortak bir tur iyi bir fikir olabilir. Bienal açılışları yakın tarihlerde yapılır ve gruplar halinde birinden diğerine geçilir. Aynı şekilde yurtdışından gelen konuk ve konuşmacılar da paylaşılabilir. Ortak sergi projeleri de düşünülebilir.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN GAZETESİ 23 TEMMUZ 2012
 

20 Temmuz 2012 Cuma

BURHAN DOĞANÇAY; BİLHASSA MERAKLI GÖZLER İÇİN…


Mavi Senfoni isimli tablosu 2009 yılında 2 milyon 200 bin lira gibi rekor bir fiyata satıldığından bu yana tüm gözler üzerinde. Burhan Doğançay’ın İstanbul Modern’deki çok kapsamlı retrospektif sergisi en çok o gözler için işte…

Vaktiyle Ankara'da hukuk, Paris'te ekonomi okuduktan sonra mutluluğu New York'ta resim yapmakta bulan Burhan Doğançay, şu anda dünyanın en pahalı ressamları arasında. Eserleri dünyanın önemli müze ve koleksiyonlarında olan sanatçı, zamanının çoğunu eşiyle birlikte Bodrum Turgutreis’te geçirse de hiç durmadan çalışmaya devam ediyor aslında. Ama bir hatırlatma: Kendisi pazarlığa tamamen kapalı. 

Biraz da bu sebeplerle Doğançay’ın yapıtlarını görmek isteyenler için - hem de şöyle enine boyuna ve doya doya – istikamet İstanbul Modern. Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı: Burhan Doğançay Retrospektifi isimli ve bir hayli kapsamlı sergide; sanatçının dünyanın önde gelen müze ve koleksiyonlarından toplanmış 120 yapıtını görmek mümkün. 23 Eylül'e kadar açık kalacak sergi için “Bir ressamın 50 senesini içine alan bir sergi bu; kolay değil. Her bir resim, başında bir kuryeyle geldi İstanbul'a; üstelik business class uçuşuyla. Bu da bir ilk." diyor Doğançay. Serginin küratörü Levent Çalıkoğlu'na göre ise sadece bir ilk değil, aynı zamanda bir dönüm noktası da: “Bu çapta bir Türk sanatçının eserlerini yurtdışındaki müzelerden talep etmek bizim için gurur vericiydi. Bir seviye atlamak demekti. Atladık…”

DOĞU 86. CADDE’DE BİR KÜÇÜK DUVAR

Sergi, Doğançay’ın 1987 yılında Askeri Müze’de yan yana dizilen Muhteşem Çağ, Madonna ve Mavi Senfoni isimli epey değerli üç eseriyle açılıyor ve 1963’te başladığı Genel Kent Duvarları serisiyle devam ediyor. Sonrasında Kapılar, Sapak, New York Metro Duvarları, Hücum, Kurdeleler, Koniler, Boyacı Duvarları, GREGO Duvarları, Formula 1, Çifte Gerçekçilik, Alexander’ın Duvarları, New York’un Mavi Duvarları ve Çerçeveli Duvarlar serileri…

Anlaşıldığı üzere sergi duvarlar üzerine. Çünkü Doğançay, 70’li yılların ortasından bugüne seyahat ettiği 114 ülkenin duvarlarının kaydını tutuyor. Peki, neredeyse 50 yıldır süren bu duvar tutkusu nasıl başlıyor? Tam olarak 1963 yılında Manhattan’da, Doğu 86. Cadde’de küçük bir duvar görmesiyle…

Ama önce bütün hikâye: Burhan Doğançay 1929 yılında İstanbul’da doğuyor ve hem ünlü bir ressam hem de Türk ordusunda harita subayı olan babası Adil Doğançay’a taşradaki iş gezilerinde eşlik ederek küçük yaşta çizimle haşır neşir oluyor. Gençliğini ise sırasıyla Gençlerbirliği’nde futbolcu, Ankara Üniversitesi’nde hukuk öğrencisi ve Paris’te ekonomi doktorası yapan biri olarak geçiriyor. 1955’te Ticaret Bakanlığı’nda başlayan çalışma hayatına 1962’de Türk Turizm ve Enformasyon Ofisi Müdürü olarak New York'ta devam ediyor. Beşinci Cadde, 500 numara, sekizinci katta geçen o uzun ve yoğun çalışma günlerinde, bir yandan ve hiç durmadan Manhattan gece manzarası resimleri yapıyor. Ve ilk sergi; üstelik de New York’taki Washington Square Galleries’de Jasper Johns, Andy Warhol ve Willem de Kooning gibi tanınmış isimlerle birlikte.

KARŞIMA ÇIKAN EN GÜZEL SOYUT RESİM 

1963’te Manhattan’da, Doğu 86. Cadde’de küçük bir duvar görmesi ve hayatının seyrinin değişmesine gelince… Doğançay’ın ağzından aynen şöyle: “O duvarın hayatımda karşıma çıkan en güzel soyut resim olduğunu düşündüm. Üzerinde bir afişin kalıntıları vardı. Küçük gölgelerle duvarın kendisi de başka türlü bir doku kazanmıştı. Rengi ağırlıklı olarak turuncuydu; biraz mavi, yeşil ve kahverengi de vardı. Ayrıca yağmur ve çamur izleri de göze çarpıyordu. Eskiz defterimi çıkardım ve birkaç metrekarelik bu duvar parçasında gördüklerimi defterime çiziktirdim. Sonra stüdyomda yaptığım eskizi bir sanat eserine dönüştürme çalışmalarına başlayarak her yırtık afiş parçasını, kiri ve lekeyi resmin yüzeyinde yeniden oluşturdum.”

Doğançay’ın dünyanın çeşitli kentlerindeki duvarlarından esinlenen çalışmalarına ve fotoğraflarına uzanan 50 yıllık sanatsal serüveni geri dönülemez şekilde işte böyle başlıyor. 1964’te Paris’e tayin edileceğini öğrenince istifa etmesi de artık geri dönemeyeceğini bilmesinden… Sonrası belli: New York’a yerleşme, hayatını sanata adama, kapılar ve şimdiki zaman…

******

ART IN AMERICA DERGİSİ EDİTÖRÜ RICHARD VINE’DAN
“Bir kentin dış duvarlarında iz bırakmak ne demektir? Ciddi bir sanatçı, bu kimi zaman ticari, kimi zaman resmi, kimi zaman da toplumsal-gerilla eylemini kolaj, çizim, baskı, resim, hatta duvar halısı tasarımı gibi yüksek sanat tarzlarında tekrarlamaya neden hayatının büyük bir bölümünü adar? Türkiye’nin önde gelen modernistlerinden Burhan Doğançay’nın yarım yüzyıllık kariyerinin gizemi buradadır. Burhan Doğançay’ın sanatı, insanoğlunun ayrılıklara karşı durabilme, dünyadaki yerleri ve insanları birbirine açma ve sanatın, üzerinde yer aldığı duvarları aşacak (ve sonunda onları ortadan kaldıracak) evrensel bir dil olabilme mücadelesine katkıda bulunur.”

***** 
İLKLERLE DOLU BİR YIL: 1964
1964 yılında ABD'deki ilk kişisel sergisini New York'taki Ward Eggleston Galeri'de açan Burhan Doğançay’ın aynı yıl yaptığı Afiş Panosu isimli eseri New York Solomon R. Guggenheim Müzesi koleksiyonuna dâhil olur. Bu, sanatçının bir müze koleksiyonuna katılan ilk eseridir.

*****
DÜNYA DUVARLARI ARŞİVİ
Burhan Doğançay, 1975’teki ilk İsrail ziyaretinde ülkedeki duvarları fotoğraflar ve o kareler sanatçının Dünya Duvarları adını vereceği zengin fotoğraf arşivinin ilk örneklerini oluşturur. O günden bu güne genişlemeyi sürdüren arşivde şu anda 114 farklı ülkeden 30 bin duvar fotoğrafı var.

******
70’TEN FAZLA MÜZE KOLEKSİYONUNDA
Burhan Doğançay'ın eserleri; Boston'daki Museum of Fine Arts, Londra'daki Victoria & Albert Müzesi, Paris'teki Pompidou Center, Londra'daki British Museum, Münih'teki Pinakothek der Moderne, Stockholm'deki Moderna Museet ve New York'taki Guggenheim Müzesi gibi dünyanın önde gelen 70’ten fazla müzesinin koleksiyonunda yer alıyor.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE BUSINESS TEMMUZ 2012 

...

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Klasik sanatlara yeni mekân

 
Beş yıl önce 50 milyon lira olan hat sanatının yıllık satış hacmi bu yıl 200 milyon liraya ulaştı. Yine beş yıl önce 10 bin liraya satılan bir hat eseri bu yıl 30 bin liraya alıcı bulabiliyor. Başta hat olmak üzere geleneksel Türk ve İslam sanatlarına ilgi giderek artıyor; işletmeciler boş durmuyor. Önceki akşam açılan Kumbaracı4 Sanat Galerisi bu yolda atılan adımlardan biri.
 
İstanbul'un Tophane semtindeki Kumbaracı Yokuşu, önceki akşam yeni bir mekânın açılışına tanık oldu. Daha doğrusu, yeni bir sanat mekânına daha kavuştu. Kumbaracı4 Sanat Galerisi, 'Noktanın Ustaları' adlı ilk sergisiyle misafirlerini karşıladı. 20 sanatçının 40 kadar eserinden oluşan sergide hat başta olmak üzere tezhip, minyatür, çini ve ebru yer alıyor. Kapısına "Kur'an Mekke'de indi, Mısır'da okundu, İstanbul'da yazıldı, Tophane'de sergileniyor..." sözünü asan galerinin ilk sergisinde Fuat Başar, Abbas Bağdadi ve Gürkan Pehlivan gibi sanatçıların eserlerinin yanı sıra Tuzla Belediyesi'nin düzenlediği 'Noktanın Ustaları' isimli karma sergi ve yarışmada birinci seçilen eserler yer alıyor.

Kumbaracı Yokuşu'nun hemen girişinde bulunan galerinin kurucuları Tophaneli üç arkadaş Ebubekir Mete, Edip Sağlık ve Erhan Geyik. İşletmecilik ve emlakçılık yapan üç çocukluk arkadaşının hobi olarak başlayan geleneksel sanat merakının bir galeriyle taçlanmasının sebebi, İstanbul'da Türk ve İslam eserlerinin sergilendiği bir galeri olmadığını fark etmeleri. "Geleneksel sanatlarımızı icra eden sanatçıların sergi açacak bir yerleri, eserlerini gösterecekleri bir köşeleri, birbirleriyle ve meraklılarla tanışıp kaynaşacakları bir mekânları yok." diyor ve ekliyorlar: "Geçmiş yıllarda neredeyse bütün İslam sanatının merkezi İstanbul'du aslında. Ama bu durum uzun süre unutuldu, hatta yadsındı. Şehirdeki sanat galerilerinin sayısı yüzleri buldu ama aralarında bir tanesi bile geleneksel sanatlarımızın meraklıları, alıcıları ve sanatçılarını bir araya getirmeyi düşünmedi. Biz bunu bir sorun olarak gördük ve geleneksel sanatlarımızın merkezinin yeniden İstanbul olmasına katkımız olsun istedik."

Tüm bu iyi niyet ve dileklere ekonomik göstergeleri de eklemek gerek. Beş yıl önce 50 milyon lira olan hat sanatının yıllık satış hacmi bu yıl 200 milyon liraya ulaştı. Yine beş yıl önce 10 bin liraya satılan bir hat eseri bu yıl 30 bin liraya alıcı bulabiliyor. İşin bir de yükselen ilgi tarafı var. Örneğin 2011 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri'nden biri, usta hattat Hasan Çelebi'ye verildi. Sonra Paris'teki Louvre Müzesi, 18 bin parçalık İslam eserleri koleksiyonunu 2012 sonbaharında Visconti avlusunda sergileyeceğini duyurdu. Bir de Türkiye'nin önemli hat koleksiyonerlerinden Demet-Cengiz Çetindoğan çifti yine önümüzdeki yıl Haliç'te büyük bir müze açarak koleksiyonunu sergileyeceğinin sinyallerini verdi.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 18 TEMMUZ 2012 

16 Temmuz 2012 Pazartesi

MASUMİYET MÜZESİ’NİN ÇEKİRDEĞİNE SEYAHAT


Orhan Pamuk mutluluk kelimesinin 264 defa geçtiği Masumiyet Müzesi isimli romanında anlattığı müzeyi sonunda açtı. Romanın kahramanı Kemal Basmacı artık gerçekten mutlu olmalı!


Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk'un büyük hayallerinden biri, Masumiyet Müzesi, geçtiğimiz aylarda açıldı. Sadık okurların çok iyi bildiği gibi, burası Pamuk’un 2008 yılında yayımlanan Masumiyet Müzesi isimli romanında uzun uzadıya anlattığı müzenin ta kendisi. Çekirdeğini; roman kahramanı Kemal Basmacı’nın biricik aşkı ve uzaktan akrabası Füsun’un - Keskinler’in - evine yaptığı ziyaretler ve o ziyaretler sırasında topladığı eşyalardan alan müze, Çukurcuma Caddesi Dalgıç Çıkmazı No 2’de.

Romanın 83 bölümünü canlandıran 83 vitrinden oluşan müzede karşımıza çıkan ilk şey, Füsun'un içtiği ya da yarım bıraktığı 4 bin 213 sigara izmariti. Kemal izmaritleri 1976 ile 1984 yılları arasında ve bu ziyaretler sırasında tek tek toplamış. Son şey ise Kemal’in hayatını ve müzesini izlediği oda... Duvarda da romanın son cümlesi: “Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım.” Ayrıca Pamuk’un notları, desenleri, düzeltmeleri, romanın ilk nüshaları ve hatta yayımlanmamış bölümleri… Ortadaysa 1950’lerden 2000’lere uzanan İstanbul gündelik hayatı… Vapur sesleri, martılar, sinema biletleri, telefonlar, jetonlar, mendiller, fotoğraflar, ince belli çay bardakları; kısacası akla gelen gelmeyen türlü çeşit ayrıntı.

ROMAN KAŞIK KAŞIK YAZILIYOR

Romanın ve müzenin fikri Orhan Pamuk’un aklına ilk defa 1982 yılında bir aile toplantısında, Osmanlı Padişahı V. Murat’ın küçük torunu Şehzade Ali Vâsıb Efendi ile tanıştığında düşmüş. Pamuk’la aynı masada oturan bu seksenlik adamın Osmanlı Devleti yıkılıp hanedan İstanbul’u terk etmeden önce Ihlamur Kasrı’nda yaşamış olması Pamuk’u çok etkilemiş. Şehzadenin bir müze rehberi gibi kasrı gezdirmesi hayali de ona cesaret ve belki de mutluluk vermiş. “insanın yaşamış olduğu bir hayatı yıllar sonra, bütün eşyalarıyla birlikte başkalarına anlatmasının heyecanını böyle hissettim. Bir roman ve müze olarak Masumiyet Müzesi’nin ilk çekirdeği budur!” diyen Pamuk’a bakılırsa olay, bir gün bir roman yazdım çok sevildi sonra müzesini yaptım, değil. Yazarın ilk düşüncesi, hayalî bir hikâyenin gerçek eşyalarını bir müzede sergilemek ve bu eşyalar üzerinden müze katalogu benzeri bir roman yazmak.

Bu konudaki ciddi adımlarsa, 90’ların ortalarında, Keskin ailesinin kullanmış olabileceği eşyaların toplanmaya başlamasıyla atılmış. Pamuk tarafından ve şöyle: “Böylece… Notlandırılmış bir katalog bahanesiyle, bütün hayatımı verdiğim roman sanatı ile bütün hayatımı veremediğim için hâlâ dertlendiğim resim sanatı arasında bir ilişki kurdum. Evet, müzeyi yapacaktım; roman da içindeki eşyaların tek tek hikâyesini ve müzenin yapılışını anlatacaktı. Hikâye, eşyaları aldıkça ilerliyordu ama romanı yazabilmem için Keskinler’in evinin nerede olduğuna karar vermem gerekiyordu. Ev daha sonra müzeye dönüşeceği için bu, müzenin nerede olacağına da karar vermek demekti.”

O büyük karar 99 sonunda verildi ve Pamuk, Cihangir’deki yazıhanesine 12 dakikalık yürüme mesafesinde olan 1897 tarihli eski ahşap binayı satın aldı. Koleksiyonun en büyük, en pahalı ve en görünen parçası artık karşısındaydı. “Müzeye ve romana birlikte başladım. Romandaki dünyayı kaşık kaşık, düğme düğme, fincan fincan kurarken roman bittiğinde müzenin de açılacağını zannediyordum.” diyen Pamuk, romanı 2008’de yayımladı. Vişne çürüğü Masumiyet Müzesi ise bugün yarın derken 4 yıl sonra, geçtiğimiz aylarda, ancak açıldı. Neden? Pamuk cevaplıyor: “Tembellikten ya da eşyaları toplayamamaktan değil. Onları belirli bir nizam ve ahenk içinde vitrin ve kutulara yerleştirme sırasında taşıdığım endişelerden. Nedir bunlar? İşte güzel olsun, havası olsun!”

PEKİ, BÜTÜN BUNLARIN ANLAMI…

Yıllarca eşya biriktirdikten, vitrin kutularını tek tek hayal edip çizdikten sonra 2011 yılının bahar ve yazını tamamıyla müzeye adayan Pamuk, “5-6 aylık o zaman diliminde yazmakta olduğum romana elimi sürmedim. Benim için müzenin maliyeti işte o vakittir.” diye sitem ediyor ve ekliyor: “Ama sonunda, bittiğinde, hayatımın en mutlu zamanını yaşadığımı da anladım. En büyük mutluluksa müzenin kitaptan bağımsız bir ruhu olması...” Her ne kadar… Müzede sergilenen eşyalar romanda anlatılan eşyalara denk düşse ve aslında kitap müzenin anayasası sayılsa da Pamuk’un da belirttiği gibi; kelime başka bir şey, eşya başka. Ve kitap okunsun okunmasın; içine dalınacak bir başka âlem var orada.

Peki ya… Her şeyin, tüm bunların anlamı? Pamuk’un en kestirme cevabı: “Bilmiyorum, bilmek de istemiyorum.” Biraz dolananı, “7 ile 22 yaşlarım arasında ressam olmayı her şeyden çok istemiştim. Sonunda, ruhumun derinliklerinde bekleyen o ölü ressama izin verdim. O da resmetmek ve görmekle ilgili çeşitli düzenlemeler yaptı. Ya da daha anlaşılırı, içime Binbir Gece Masalları’ndaki gibi bir cin girdi ve beni tuhaf bir müze yapmaya zorladı.”

Bu tuhaf müzenin en heyecan verici ayrıntılarından biri de hiç bitmeyecek olması; en azından Orhan Bey yaşadığı sürece. “Yarım kalan 16 vitrini tamamlayacak, müzemin sağına soluna sürekli bir şeyler ekleyecek ve daha neler neler yapacağım.” diyen Pamuk’a soruyoruz: “Neler, neler?” Cevap: “Bundan sonra kitaplarımda da müzemde de edebiyatla resmi/sanatı daha fazla yan yana getireceğim. Şimdilik bildiğim bu.”

****

EN AZ 40 DAKİKA

Aynı anda en fazla 70 kişiyi alabilen Masumiyet Müzesi’ni hakkıyla gezmek için en az 40 dakika ayırmak gerekiyor. Müzeye ‘Masumiyet Müzesi’ kitabıyla giderseniz, kitabın içindeki bileti kullanabilirsiniz. Diğer ayrıntılar için: www.masumiyetmuzesi.org

MALİYETİ NOBEL PARASINI GEÇTİ

Müze ne kadara mal oldu sorusuna, “Size tam olarak 12 lira 15 kuruş diyemem. Çünkü bunu bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Yalnız şu var: Kimseden destek almadan bir romancı olarak kazandığım paralarla yaptım müzeyi ve rakam, Nobel parasını çok çok geçti.”

 ZAMAN VE MEKÂN BİRLEŞTİ
Kemal, romanda zaman kavramını açıklarken “Hayatı Aristo’nun Zaman’ı gibi bir ince çizgi değil de tek tek eşyaların hatırlattığı yoğun anların her biri olarak düşünmeyi öğrenirsek, sevgilimizin sofrasında 8 yıl beklemek bize alay edilecek bir tuhaflık gibi değil, Füsun’ların sofrasında geçirilmiş 1593 mutlu akşam gibi görünür.” Müzede ise eşyalar anlara, eşyaları birleştiren çizgi de hikâyeye tekabül ediyor ve müze, zaman ve mekânı birleştirmek gibi çok büyük bir şeyi başarıyor.

JÜLİDE KARAHAN 

SKYLİFE / TEMMUZ 2012  

..

Harem bir kültür merkeziydi

 
 
"Avrupa asırlardır bir Osmanlı masalı kurgulamış ve bunun merkezine de haremi koymuş, onu İmparatorluğu aşağılamak için kullanılan bir sembol haline getirmiş. İşin acı tarafı kendi aydınımızın da bu düşünceye sarılması." diyen Dr. Mehmet Kalpaklı'ya göre harem aslında bir kültür merkezi.
 
 
Topkapı Sarayı Has Ahırlar'da geçtiğimiz ay açılan 'Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i Hümâyûnu' sergisi haremin hiç bilinmeyen yönlerini anlatmayı hedeflemişti. Bu niyetle; sultanlar, eşleri ve çocukları tarafından bizzat kullanılan 300'e yakın eser ve belgeyle yetinmeyen sergi kapsamında bir dizi konferans da tertip edildi. Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı bölümündeki öğretim üyeliğinin yanı sıra Tarih bölümünün başkanlığını ve Osmanlı Araştırmaları Merkezi müdürlüğünü sürdüren Dr. Mehmet Kalpaklı'nın yarın saat 16.00'da Topkapı Sarayı'nda vereceği konferansın başlığı 'Sarayın Bir Kültür Merkezi Olarak Harem'. "Maalesef harem, Batı'nın kurguladığı haliyle, yüzlerce güzel kızın bulunduğu, daha çok masalsı ve fantezilerle dolu bir mekân olarak algılanmakta. Bilinmeyen şeyler ilgi çeker; dahası o bilinmezlikle ilgili herkes kendi kurgusunu yapar. Avrupa asırlardır bir Osmanlı masalı kurgulamış ve bunun merkezine de haremi koymuş, onu İmparatorluğu aşağılamak için kullanılan bir sembol haline getirmiş. Tabii, işin acı tarafı bizim kendi aydınımızın da bu düşünceye sarılarak Osmanlı'yı kötülemek için en çok bu harem fantezisini kullanmış olması." diyor ve ekliyor Kalpaklı: "Aslında Harem-i Hümayun kadınların bulunduğu harem kısmı ile erkeklerin bulunduğu enderun kısmını içeren daha geniş bir kavram. Enderunda devlet hizmetinde görev almak üzere erkekler eğitim alırken, Harem'de saray hizmeti için kadınlar eğitilmekteydi."

Yarın Topkapı Sarayı'nda vereceğiniz konferansın başlığı 'Sarayın Bir Kültür Merkezi Olarak Harem'. Hiç bu açıdan bakmamıştık. Harem gerçekten bir kültür merkezi miydi? 

Harem gerçekten bir nevi kültür merkeziydi. Tabii tarihi bugünün kavramlarıyla ifade etmek güç. Bugün kültür merkezi dediğinizde kafamızda oluşan düşünce ile geçmişe ait bir mekânın bu şekilde ifadesi tam tamına örtüşmeyebilir. Harem bir eğitim kurumuydu. Eğitimin olduğu yerde kültür ve sanat da vardı. Harem padişahın eviydi ve sarayın diğer kısımları gibi sanat eserleriyle doluydu. Çiniler, halılar, hatlar haremi bir sanat mekânı yapıyordu. Sadece cariyelerin yaşadığı bir yer değildi harem. Padişah kızları ve kız kardeşleri, evlenene dek haremde yaşarlar eğitimlerini burada edinirlerdi. Okuma eğitimi, Kur'an eğitimi, dini bilgiler, hat sanatı, tarih, coğrafya gibi temel dersler verilirdi. Haremde eğitim görmüş kadınların yazdıkları belgelere bakılırsa, burada çok iyi bir eğitim verilmekteydi. Saray kütüphanesinden ödünç alınan kitaplara ait kayıtlar gösteriyor ki, haremde okuma ve toplu okuma yani bir kişinin okuyup diğerlerinin dinlemeleri çok yaygındı. Cariyeler yeteneklerine göre müzik eğitimi alırlardı. Harem içinde bir sazende ve hanende, yani saz ve söz takımı mutlaka bulunurdu. Ayrıca görgü kuralları, yemek adabı, konuşma adabı gibi konularda eğitim verilirdi. Bu anlamda, eğitimli ve kültürlü kadınların yetiştirildiği bir mekandı harem. Bu eğitimlerinin sonunda cariyelerin büyük kısmı bürokrat veya üst düzey askeri sınıftan biriyle ya da bir saray görevlisi ile evlendirilir ve saray dışına çıkarılırdı. Buna 'çerağ etmek' denirdi.

Çerağ edilen kadınlar bilgi ve görgülerini saray dışında paylaşıyor muydu? Yani saray kültürü topluma yayılabiliyor muydu? 

Evet. Ve bu sosyal açıdan çok önemli. Saraydan çıkan kadınlar her şeyden önce toplumda örnek kişiler oluyorlardı. Görgüleri, tavır ve davranışları, kültürleri, eğitimleri ve imparatorluk yönetiminin kalbi olan saraydan taşıdıkları dünya görüşü ile çevrelerini çok etkilemişlerdir. Bir anlamda saray ile dış dünya arasında köprü olmuşlardır. Her ne kadar "çırak çıkarılan" kadınların çoğunluğu İstanbul'da yaşamışlarsa da, özellikle taşra yönetimine tayin edilen yöneticilerin eşleri olanlar, gittikleri yere sarayın kültürünü taşımışlardır. Bu saraylı hanımların kamu yararına inşa ettirdikleri çeşitli binalardan tutun sanat, zenaat ve eğitimi desteklemelerine kadar bütün yaptıkları aslında sarayda edindikleri kültürün küçük yansımalarıdır. İşte, Osmanlı'nın büyük şehirlerinde sıkça rastladığımız "saraylı kadın" tabiri bu eğitimli kadınlar için kullanılırdı.

Haremde sanat eseri üretimi var mıydı? 

Tabii ki. Başta el sanatı ürünlerini saymak gerekir. Kayda geçirilmemiş belki binlerce müzik eserini, sözel kültür ürünleri olan her türlü edebi eseri de ekleyelim. Bunlar arasında kayda geçmiş olanları da var. Örneğin, Hürrem Sultan'ın Kanuni Sultan Süleyman'a yazdığı mektuplar bugün Topkapı Sarayı Arşivi'nde mevcut. Üstelik bu mektuplar birer edebiyat metni olarak okunacak güzellikte.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 16 TEMMUZ 2012 

14 Temmuz 2012 Cumartesi

SARAYDAN KIZ KAÇTI!



Saraydan Kız Kaçırma Uluslararası İstanbul Opera Festivali’nin simgesi haline geldi. İlk yıl 3, ikinci yıl 5; bu yıl yine 3 temsille karşımıza çıkan Samsun Devlet Opera ve Balesi yapımı 3 perdelik operanın kadrosu o kadar kalabalık ki… Yılın herhangi bir zamanında herhangi bir mekânda izlenmesi olası değil. Olası olsa bile eseri, konusunun geçtiği Topkapı Sarayı'nda izlemenin tadı bir başka. W. A. Mozart'ın, Osmanlı İmparatorluğu'nun parlak dönemlerinde geçirdiği hikâye, Osmanlı kültürünün hoşgörüsünü anlatması bakımından manidar. Daha önce kaçıranlar ve seneye bırakmak istemeyenler için tarih 9, 10, 11 Temmuz; saat 21.00.

Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü tarafından DenizBank'ın katkılarıyla bu yıl 3.’sü düzenlenen Uluslararası İstanbul Opera Festivali, 7 – 19 Temmuz tarihleri arasında 5 opera prodüksiyonu ve 1 gala konseriyle karşımızda. Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü Başrejisörü Yekta Kara'nın Sanat Yönetmenliğinde gerçekleşen festivalin sloganı “7'den 70'e Opera”. Niyeti; opera sanatını kapalı mekânların sınırlarından çıkarıp şehirle buluşturmak. Bu buluşmanın mekânları; Topkapı Sarayı, Aya İrini, Süreyya Operası, Haliç Kongre Merkezi ve Bahçeşehir Kültür Sanat Merkezi.

MOZART’IN İKİ ESERİ

Festivalde W.A.Mozart'ın iki operası yer alıyor. Biri Saraydan Kız Kaçırma, diğeri Don Giovanni. Ankara Devlet Opera ve Balesi tarafından Yekta Kara rejisiyle sahnelenen Don Giovanni’nin temsil tarihi 7 Temmuz, yeri Haliç Kongre Merkezi. Festivalin merakla beklenen yapımı ise besteci Okan Demiriş imzalı IV. Murat Operası. Osmanlı padişahları arasında en korkusuz, en güçlü ve bir o kadar da eğitimli ve ince ruhlu Sultan Dördüncü Murat'ın trajik hayatının anlatıldığı eser, İzmir Devlet Opera ve Balesi yapımı. Festivalde bir başka Osmanlı Sultanı’nın hikâyesi daha var: Bayezid. Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid'in Timur Han'la savaşını konu edinen eser İtalyan besteci Antonio Vivaldi'nin anlatısını Süreyya Operası’na getiriyor. Son olarak da… Besteci Selman Ada'nın Halit Ziya Uşaklıgil'in ünlü romanından esinle bestelediği Aşk-ı Memnu Operası… 7’den 70’e herkes için; biri mutlaka sizin için!

JÜLİDE KARAHAN

SKYLİFE / TEMMUZ 2012 

..

13 Temmuz 2012 Cuma

AKM'de yenileme projesi başladı

Atatürk Kültür Merkezi'nin (AKM) 2008'de yenilenme umuduyla kapanan kapıları uzun süren bekleyişin ardından dün açıldı ve çalışmalar başladı. Binanın tamirat, tadilat ve güçlendirme çalışmalarını içeren ihaleyi 69 milyon lira ile Taca ve Yeni Yapı inşaat üstlendi. Çalışmalar için 540 gün süre veren taraflar, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın ricasıyla binanın teslim tarihini 29 Ekim 2013'e çekti. Dün AKM'nin önünde yapılan basın toplantısında konuşan Ertuğrul Günay, "Binayı Cumhuriyet'in 90. yılında güzel bir konserle açarsak belki de gecikmeden doğan kırgınlıkları bir nebze olsun hafifletiriz." diyerek AKM'nin yenilenme öyküsünü bir kez daha anlattı: "AKM'yi İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projeleri çerçevesinde yenilemek amacıyla yola koyulmuştuk, Tabanlıoğlu firmasıyla birlikte. Her türlü prosedür de tamamlanmıştı. Buna göre içerisi aynen korunarak yenilenecek, çatıya keyifli bir yeme içme mekânı yapılacak, fuayeye de CD ve kitap satışı yapan bir kafe yerleştirilecekti. Hem işlevsellik hem gelir için. AKM böylece 24 saat yaşayan bir yer olacaktı. Önemli konserler dışarıya yansıtılacaktı hatta ama bu pırıltılı ve çağdaş AKM fikri; Kültür, Sanat ve Turizm Emekçileri Sendikası'nı (Kültür Sanat-Sen) rahatsız etti. Kültür Sanat-Sen projenin iptali için dava açtı ve mahkeme yürütmeyi durdurdu. Gerekçeleri arasında 'Satış yeri istemiyoruz, çatıda sadece zenginlerin yararlanacağı bir yer istemiyoruz.' gibi ifadeler vardı. Projeden vazgeçtik, sadece güçlendirme yapalım dedik ama bu defa da kaynak bulamadık. Akıl veren çoktu ama para veren yoktu."


Epey zaman bu sebeplerle kapalı kalan AKM'ye destek Sabancı Topluluğu'ndan geçtiğimiz şubat ayında geldi. Sabancı Topluluğu 30 milyon lira vererek AKM'nin yenilenmesine katkıda bulunmak istedi. Buna karşılık tek beklentisi Büyük Salon'a Sabancı isminin verilmesi oldu. Bu isteğin memnuniyetle kabulü ve ihale sürecinin ardından Yeni Yapı ve Taca İnşaat tarafından çalışmalar başladı. Günay'ın iki güzel haberi daha vardı: Biri Maslak Kültür Merkezi projesinin de hızla ilerliyor olması, diğeri Ankara Konser Salonu'nun yine aynı hızla ilerlemesi. Günay'a göre bir aksilik olmasa 2013 sonunda Türkiye üç büyük kültür merkezine kavuşacak.


JÜLİDE KARAHAN


ZAMAN KÜLTÜR 13 TEMMUZ 2012


..

12 Temmuz 2012 Perşembe

Her 14 günde bir dil ölüyor, haberiniz var mı?

National Geographic'in temmuz sayısındaki Russ Rymer imzalı 'Yok olan diller' başlıklı dosyaya göre her 14 günde bir, dünya dillerinden biri yok oluyor. Önümüzdeki yüzyıla gelindiğinde yeryüzünde konuşulan 7 bin dilin yarısı ortadan kalkacak. Meksika'daki Seri halkından bir yaşlıya göre bir dilin yeniden canlanması için gerekli tek şey gurur.
Araştırmacı yazar Russ Rymer, Rusya Federasyonu'ndaki Tuva Cumhuriyeti'nin başkenti Kızıl'daki üniversite öğrencilerine İngilizce ve Rusçaya çevrilmesi mümkün olmayan Tuvaca kelimeler soruyor. Öğrenciler en çok şarkı söyleme biçimi 'hööme' ile koyun kesme yöntemi 'hoy özeri'yi öneriyor. Şefkat ve insanlıkla ilgili pek çok ince ayrıntı barındıran 'hoy özeri', hayvanın olağanüstü samimi bir şekilde kesilmesi demek. Koyunu kesecek kişi hayvanın derisinde açılan küçük bir delikten içeri eliyle giriyor ve hayat damarlardan birini koparıyor. Böylece hayvan hiç paniğe kapılmadan çarçabuk can veriyor. Zaten eğer bir Tuvalı bıçak veya silah kullanarak bir hayvanı öldürürse gaddarlıkla suçlanarak tutuklanıyor. Yine Tuva Türkçesinde iki kelime var ki... Biri 'songgaar' geri gitmek yani gelecek; diğeri 'burungaar' ileri gitmek yani geçmiş demek. Tuvalılar geçmişin önlerinde uzandığına, geleceğinse arkalarında kaldığına inanıyor. Düşününce mantıklı aslında. Eğer gelecek önümüzde uzanıyor olsaydı onu görüp bilecektik. Ne yazık ki Tuvalılar tüm bunları bize anlatamıyor çünkü dünyayla ilişki kurmak için Rusça ve Çince konuşmaları gerekiyor. Tüm bu kelimelerin karşılıkları da o dillerde yok.


Tuva Türkçesi (Tuvaca) dünyadaki pek çok küçük dilden biri. Konuşanlarının sayısı da sadece 235 bin. Bilinen dünya dillerinin yaklaşık yarısının son beş yüz yılda ortadan kalktığı düşünülürse yine de şanslı. Ama National Geographic'in temmuz sayısındaki Russ Rymer imzalı 'Yok olan diller' dosyasına bakılırsa o da risk altında. Tıpkı sayıları bini aşan diğer diller gibi... Rymer'a göre toplumlar anadillerini İngilizce ve İspanyolca gibi hâkim diller için terk ediyor ve ortalama her 14 günde bir, dünya dillerinden biri yok oluyor.
Daniel Nettle ile Suzanne Romaine'nin ortak çalışması 'Kaybolan Sesler'de yok olan dillerin son kahramanları bir bir anılmıştı. Ubıhçanın son konuşucusu Türk köylüsü Tevfik Esenç 1992'de, Güney Kaliforniya'da konuşulan Katavba Siyu dilinin son sesi Kızıl Fırtınabulutu 1996'da, Vapo dilinin son konuşucusu Laura Somersal ise 1990'da dünyadan göçmüştü mesela. Ya da Man adasında yaşayan Ned Maddrell'in 1974'te ölümüyle Man dili yeryüzünden tamamen silinmişti.


'Dillerin Katli' kitabının yazarı David Crystal'a göre ise süreç çok çok daha önce başlamıştı. Bir dil, son konuşanı vefat etmeden çok önce zaten bitmiştir. Çünkü "Eğer bir dili konuşan tek bir kişi kalmışsa o dil artık bir iletişim aracı değildi." Bir dilin son konuşanının hali ise elbette anlaşılır şey değil. Şu anda Kaliforniya'daki yerli dili Wintu ile Avustralya'nın kuzey bölgesindeki Aborjin dili Amurdak'ı konuşan sadece birer kişi var ve durumları nasıl, onu bile tam bilmiyoruz. Çünkü söylediklerini, söyleyeceklerini anlayamıyoruz.


National Geographic'teki dosyasında en çok susan bir dille birlikte yitirdiklerimiz üzerinde duruyor Russ Rymer. Ona göre, bir dilin yok olması nedeniyle yoksun kaldığımız bilginin değeri, bir türün neslinin tükenmesi sonucu üretilme ihtimali yok olup giden mucize bir ilaçtan daha az değil. Bir de küçük diller büyük dillerle kıyaslandığında doğanın gizemlerini çözecek daha fazla ipucu sunuyor insana. Çünkü bu dilleri konuşanlar çevrelerindeki hayvan ve bitkilere daha yakın yaşama eğiliminde oluyor ve konuştukları dil de gözlemledikleri farklılıkları içeriyor. Küçük toplulukların dillerini terk edip İngilizce ya da İspanyolcaya geçmelerindeki en büyük tehlikelerden biri artık eski dildeki gibi duyan, düşünen ve hisseden kimsenin kalmayacak olması. Meksika'daki Seri halkından bir yaşlının da dediği gibi: "Eğer bir çocuk seri dili Cmiique Litom, bir başkası da İspanyolca konuşarak yetişirse ortaya başka başka insanlar çıkar."


***
2724 dil tehlike altında
 
Yedi milyarlık dünya nüfusu, 7 bin civarında dil konuşuyor. Ama nüfusun yüzde 78'i en büyük 85 dili konuşuyor. 3 bin 500 küçük dile ise sadece 8,25 milyon kişi düşüyor. Önümüzdeki yüzyıla gelindiğinde yeryüzünde konuşulan 7 bin civarında dilin yarısı ortadan kalkmış olacak. UNESCO'ya göre 2.724 dil ya tehlike altında ya da nesli tükenmiş durumda. Şu anda kritik biçimde tehlikede 607 dil, yok olmuş 254 dil var. Türkiye'de ise 34 yerel dil yaşıyor. Yine UNESCO'ya göre bunların 14'ü kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya. Türkiye'nin kaybettikleri arasında ise Ubıhça, Mlahso, Kapadokya Yunancası ve Suret var.


JÜLİDE KARAHAN 12 TEMMUZ 2012


..

10 Temmuz 2012 Salı

'Ödül almak okurdan mektup almak gibi'

Sanat ve edebiyat alanındaki yapıtlarıyla öne çıkan isimlere Fransa tarafından 1957 yılından beri verilen Sanat ve Edebiyat Şövalyesi nişanı (Chevalier dans l'Ordre National des Arts et Lettres) bu yıl Elif Şafak'a verildi.
Şafak, nişanını dün akşam Fransız Sarayı'nda düzenlenen törende Fransa'nın Türkiye Büyükelçisi Laurent Bili'den aldı. Bili, yaptığı konuşmada, bu nişanın Şafak'a verilme nedenini bizzat ona ithafen şöyle açıkladı: "Bu nişanın size verilmesinin nedeni, burada bulunan tüm dostlarınız için gayet açık. Zira onlar bugün Fransa'nın, Türk kültürel ve entelektüel hayatından büyük bir şahsiyeti yücelttiğini biliyorlar."

Konuşmasına, Elif Şafak'ın hayat ve edebiyat yolculuğuna değinerek devam eden Bili, yazarın güzergâhının sufilik ve Osmanlı kültürüyle iç içe geçmiş gayretli ve hümanist bir eğitimden etkilendiğini söyledi. Bili, Şafak'ın 'Baba ve Piç' isimli eserinin Fransa'da 100 bin okurla buluştuğunu vurguladı ve ekledi: "Romanda Ermeni soykırımının unutulması konusunu büyük bir incelikle ele aldığınız bölümlerden dolayı Türklüğe hakaret ettiğiniz gerekçesiyle hakkınızda soruşturma açıldı. Ne mutludur ki bu karanlık davadan vazgeçildi. Ama yine de bu tecrübenin sizi derinden etkilediğini biliyorum. Ne mutlu ki, geçirdiğiniz bu zor zamanlar, Türk toplumunun bilinçaltı üzerine çalışmanıza devam etmek konusunda cesaretinizi kırmadı."

Konuşmasına, Türkiye'deki okurlarından bahsederek başlayan Şafak ise, "Burada duygusal ve özel bir okur kitlesi var ve onlara çok şey borçluyum. Çok fazla mektup ve mail alıyorum. Üstelik çok farklı kesim, görüş ve şehirlerden... Belki birbirine selam bile vermeyen insanlar ama aynı kitabı okuyorlar. Birbiriyle sohbet etmeyen insanların aynı kitabı okuması, aynı filmi izlemesi bence bir umut. Bu anlamda benim kitaplarımın kapıları herkese eşit şekilde açık." dedi. Şafak, sözlerine 3 farklı okurundan aldığı mektupları anlatarak devam etti: "Mektuplardan biri Anadolu'daki bir kadın sığınma merkezindendi ve kadın sığınma evlerinde neden kitap olmadığını soruyordu. 'Belki de kitaplar bizi kurtaracak' diyordu. İkinci mektup, yakın zamanda Van'dan geldi ve içinde bir fotoğraf vardı. Fotoğrafta seyyar bir satıcı elinde 'Siyah Süt' ile poz vermişti ve altına da 'Elif Şafak'a söyleyin, ben bunu enkazdan çıkardım' yazmıştı. Üçüncü mektup, türbanlı bir genç kızdandı. 'Pinhan' romanımdan söz ediyordu ve 'Sizin romanınızı okudum, hayatımda ilk defa eşcinsel bir arkadaşım oldu.' diyordu. Ben bunları çok önemsiyorum. Farklı kesimlerden gelen insanları sanatla, edebiyatla, hikâyeyle buluşturmak... Çok önemli. İnsanların hikâyelerini bilmezsek onlardan nefret etmemiz kolaylaşır. Hikâye anlatma sanatıyla uğraşanların dünyaya az da olsa empati sunacaklarına inanıyorum."

Şafak, konuşmasını yine okurlarını anarak sonlandırdı: "Ödül aldığımda bir okur mektubu almış gibi hissediyorum. Bu ödül de mektuplar ve diğer ödüller gibi beni dış dünyayla buluşturdu. Zihnime ve yüreğime enerji verdi."

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 10 TEMMUZ 2012

..

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Caz’da Kamp Zamanı


Şu anda Türkiye’de caz eğitimi veren iki üniversite var: Yaşar ve Hacettepe. Ama gençlerin caza, caz festivallerinin de gençlere olan talebi çok fazla. Bu sebeple çok yakında, hatta bu yaz, İzmir’de Türkiye’nin ilk caz kampı açılacak.


Önce olan Anadolu'da neler oluyor, bir bakalım... En son 12. Afyonkarahisar Caz Festivali’ni geride bıraktık. Afyonlu müzik öğretmeni Hüseyin Başkadem’in maddi zorluklara rağmen düzenlediği festival, uluslararası alanda iyi müzisyenleri konuk etti. 4-10 Haziran arası düzenlenen festival, Prag ve Afyon arası müzikal dostluğu devam ettirdi. Geçen yıl Kapadokya Caz Günleri’ne de ilginç bir sosyal sorumluluk projesi daha eklendi: Gençler için Caz. İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün desteğiyle sekiz yüzü aşkın ortaokul ve lise öğrencisine notaları, enstrümanları ve cazı anlatan Onur Ataman liderliğindeki ekip, proje için sahnedeydi.

Gençler için caz meselesi tüm caz festivalleri için önemli. ZAZ ve Arild Andersen Trio gibi önemli isim ve grupları ağırlayan “21. Akbank Caz Festivali”; 17 Ekim – 3 Kasım 2011 tarihleri arasında Anadolu’daki üniversiteleri bir bir dolaştı. Alp Ersönmez, Timuçin Şahin ve 123 Grubu’yla birlikte… Dolaşılan şehirler arasında; Ankara, Eskişehir, Trabzon, Erzurum, Adana, Kayseri, Konya ve Bursa vardı.

Akbank Caz Festivali’nin gençlerle ilgili tek numarası bu değildi: “JAmZZ Akbank Caz Festivali Genç Yetenekler Yarışması”, 30 yaşını aşmamış tüm amatör genç yeteneklere kapısını sonuna kadar açtı. Yarışmaya 66 aday başvurdu. Kazananlar usta cazcılarla Babylon’da sahne tozu yuttu. Söz konusu gençler olunca “İstanbul Caz Festivali”nin de eli boş durmuyor. Sekiz yılı geride bırakan “Genç Caz Konserler Dizisi” şimdiye dek 200’ün üzerinde başvuru aldı, bunların 30 kadarını dünyaca ünlü caz sanatçılarıyla buluşturdu.

Durum bu. Caz için gençler, ülke için caz önemli. “Her boyayı boyadık bir cazımız kaldı” değil mesele. Başta İstanbul, Ankara ve Afyon olmak üzere ülkenin dört bir yanında festivaller düzenlenmekte. Peki, sadece üretileni sergilemek ne kadar yeterli? İKSV Caz Direktörü Pelin Opçin’in de dediği gibi “Üretim yapılmasına önayak olmak gerekli. Hele Türkiye’nin köklü caz geçmişi düşünüldüğünde…” Yapılmazsa yazık.

HER ŞEY TAMAM AMA…

Heves, yetenek, ilgi, eğitmen tamam… Tek eksik: Okul. Eskiden Bilgi Üniversitesi’nin Caz Bölümü varmış. Hatta günümüzün pek çok başarılı ismi de orada yetişmiş. Müzisyen ve eğitmen Emre Karteri’nin verdiği bilgiye göre şu anda Türkiye’de caz eğitimi veren iki üniversite var: Yaşar ve Hacettepe. Onların caz bölümleri de daha çok yeni. Hacettepe Devlet Konservatuvarı’ndaki Caz Bölümü, eğitim-öğretim yılına 2010 Eylül’ünde başlamış. Yaşar Üniversitesi’ndeki ise 2011 Eylül’ünde... Bir de başlıbaşına bir caz bölümüne sahip olmamakla birlikte caz içerikli derslere önem veren Yıldız Teknik Üniversitesi var...

Ülkemizde caz eğitimi veren az sayıda üniversite olması sebebiyle gençler de ilk aşamada, zamanlarının bir kısmını eğitime ayırabilen az sayıdaki caz müzisyeninden ders alıyor. Sonra da dişinden tırnağından artırıp para biriktirerek iki, üç haftalık caz kamplarına gidiyor. Ama sonunda iyi haber: Bu ay İzmir’de Türkiye’nin ilk caz kampı açılıyor. Yaşar ve Hacettepe Üniversiteleri’nde ders veren dünya standartlarında caz eğitimcileri ve müzisyenlerinin yer alacağı projeye Virginia Commonwealth Üniversitesi de destek veriyor.

İYİ BİR CAZ MÜZİSYENİ OLMAK İÇİN…  (EMRE KARTARİ)
Sadece caz müzisyenliği değil yapılan tüm işlerde öncelikle, o iş için belli bir tutkuya sahip olmak gerek. Caz eğitimine şu yaşta başlanmalıdır diye bir şey diyemem çünkü mesela efsanevi caz davulcusu Tony Williams, Miles Davis’le çalmaya başladığında sadece 15 yaşındaydı. Öte yandan Dave Holland ve Jack DeJohnette gibi caz devleri enstrümanlarını ellerine 14 yaşına geldiklerinde aldı.

TÜRKİYE’DE CAZIN GELİŞİMİ  (HÜLYA TUNÇAĞ)
Türkiye’de caz, 1950’lerden sonra ilerleme gösterdi. İstanbul Radyosu’nda Erdem Buri’nin hazırladığı programların yanı sıra caz eleştirmeni, yazar, müzisyen Cüneyt Sermet’in plak dinletileri ve açıklamalı caz tarihi programları çok faydalı oldu. Davulcu Erol Pekcan şefliğinde piyanist Atilla Garai, basçı Selçuk Sun ve kornocu Melih Gürel’den kurulu topluluğun 1 Şubat 1958’de Ankara’da verdiği konser tarihe geçti.


JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET TEMMUZ 2012 

'Ebru klasik kalırsa biter gider'

Türk geleneksel sanatları, bilhassa ebru; son 10 yıldır Japonya'da epey popüler. Sebebi bundan 11 yıl önce gemileri yakıp Tokyo'ya yerleşen 5 kardeş: Nimet, Hikmet, Emre, Hatice ve Semra Ekrekli. Japonya'da geleneksel sanatları tanıtmak için çalışan kardeşler, "Ebruyu, ancak çağdaş boyutlara taşırsak yaşatabiliriz." diyor.
5 kardeş; Nimet, Hikmet, Emre, Hatice ve Semra Ekrekli; bundan tam 11 yıl önce Tokyo'ya yerleşmiş ve başta ebru olmak üzere geleneksel Türk sanatlarını tanıtma seferberliğine girişmiş. Japonlara yeni bir sanatı benimsetmek öyle pek kolay olmasa da sonunda iki ülkenin geleneksel sanatları kaynaşmış ve ortaya çeşitli işbirlikleri çıkmış.

17 yıl önce Türkiye'de ebru yapmaya başlayan kardeşlerin Tokyo'ya ilk gidişleri bir davetle aslında. Ebru yapmayı bilen bir sanatçı aranıyormuş ve Ekrekli'lerin ikisi bu niyetle yola koyulmuş. Bir kardeş, iki kardeş, üç kardeş derken hepsi birden gemileri yakmış ve Tokyo'ya yerleşmişler. Tamamen kendi imkân ve çabalarıyla... İlk gittiklerinde ebru bilen yokmuş orada. Daha önce Türkiye'den gidenler olduysa da devam etmedikleri için unutulmuş. "İlk bir yıl davet sebebiyle ama sonra kendi imkânlarımızla Tokyo'ya yerleştik. Biz Japonya'yı çok sevdik." diyor ve ekliyorlar: "Orada Ebru House Tokyo'yu açtık. Dersler, konferanslar, atölye çalışmaları ve sergiler derken; başta ebru olmak üzere geleneksel Türk sanatlarını tanıtmayı amaçladık."
Ekrekli kardeşlerin ders ve kurs dışında birtakım sanatsal denemeleri var ki belki de en önemlisi... Ebruda yeni bir teknik geliştirmişler; büyük ebatlı ve üç boyutlu. Washe kâğıdı üzerine yaptıkları ebruya tekne üzerinde üç boyutlu bir derinlik kazandırıyorlar; sonradan bir müdahale olmaksızın... Bu çalışmalara verdikleri isim Ekrekli Ebrusu; savundukları görüş de şu: "Ebru klasik kalırsa biter gider. Ebruyu; geçmişteki örneklerin izini sürerek ve klasik örnekler üzerine bir şeyler ekleyerek yaşatabiliriz ancak. Yanlış anlaşılmasın... Ne klasik ebruyu unuttuk ne ona körü körüne bağlandık. Amacımız yeni teknikler geliştirmek ve sanatımızı çağdaşlaştırmak."

Kardeşlerin yaptıkları bir yenilik de hanga, nihonga, katazome ve sumi-e gibi geleneksel Japon sanatlarını ebruyla birleştirmek. Japonya'da asıl ses getiren de bu. 2003'te düzenlenen Türk Yılı'nda iki sergi açmışlarken şu anda bu sayı Japonya genelinde 55'e yükselmiş. Ve dediklerine bakılırsa her bir sergi ciddi galeri ve müzelerde açılmış. Örneğin Mikimoto, İto-ya ve Maruzen Sanat Galerisi ile The Shoto Sanat Müzesi...
Ama Ekreklilerin işleri yeni teknikler geliştirmek, sergi açmak ve geleneksel Türk sanatlarını öğretmekle bitmemiş. En çok çabayı ebrunun İtalyan değil Türk sanatı olduğunu kabul ettirmek için göstermişler. Japonya'da ve dünyanın pek çok yerinde 'İtalyan Marbling' olarak bilinen ebrunun bir Türk geleneksel sanatı olduğunu, köklerinin Orta Asya'ya gittiğini anlatmaya hâlâ devam ediyorlar.

Japonya'da bunca yıl varlık gösterdikten sonra yeniden Türkiye ile bağlantı kurmaları ise 2010'a rastlamış. 2010'da Türkiye'de Japonya Yılı kapsamında düzenlenen 'Resm-i Dostluk, Japon-Türk Dostluk ve Sanat Sergisi'ni açmışlar ilk. Çırağan Sarayı Sanat Galerisi'nde; 6 Türk, 14 Japon sanatçının eserleriyle. Bu yıl da 'Resmen Dostluk Sergisi' ismiyle ikincisini İstanbul Deniz Müzesi'nde açtılar. Türk ve Japon sanatlarından örneklerin yer aldığı sergide Devrim Erbil, Çiğdem Erbil ve İskender Pala'nın da desteği var. Sergi için son tarih 11 Temmuz.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 9 TEMMUZ 2012

..

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Marcus Miller konseri: Çokça kapışma, bolca atışma

 
Dünyaca ünlü basçı Marcus Miller'ın 19. İstanbul Caz Festivali siparişi üzerine oluşturduğu 'The Istanbul Project'in dünya prömiyeri önceki akşam Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi'nde yapıldı. Miller'ın müzik direktörlüğünü üstlendiği projede ona Hüsnü Şenlendirici, Burhan Öcal, Okay Temiz, İmer Demirer ve Bilal Karaman eşlik etti. Ekibin diğer üyeleri ise Louis Cato, Alex Han ve Federico Gonzalez Peña idi. Miller, geçtiğimiz ay gerçekleşen basın toplantısında, birlikte çalmaya konserden sadece 3 gün önce başlayacaklarını ve bu zamanın ortak bir zemin bulmaya yeteceğini söylemişti. Aynen dediği gibi de oldu. Konserin ilk dakikalarında Hüsnü Şenlendirici ve Okay Temiz ağırlığı hissedilse de sonrasında Marcus Miller, İmer Demirer, Bilal Karaman ve Alex Han dümeni ele geçirdi. 
 
Konser boyunca ikili ve üçlü atışma ve kapışmalar eşliğinde Doğu ile Batı arasında salınıldı duruldu. Çokça konuşma da yoktu. Zaten konser öncesinde Okay Temiz uyarmıştı: "Müzikte konuşacak bir şey yok. Konuşmayacağız, gösteri yapmayacağız. Sadece hislerimizi sahneye çıkaracağız." Tek yanılgı, birdenbire selam verildiğinde ışıkların sönmesinin de etkisiyle konserin bittiğinin sanılmasıydı. Aceleciler yanıldı ve Come Together ve İstanbul İstanbul Olalı'yı kaçırdı. Marcus Miller'ın bas klarneti eline alıp Hüsnü Şenlendirici'yle atışması ve Okay Temiz'in onu kapışmaya zorlaması konserin unutulmazları arasındaydı. Her şey herkes için tam da Miller'ın anahtar kelimesi 'keyif'le bittiğinde pek çok kimsenin aklında aynı soru vardı: "Kayıt olacak mı?" Miller'ın cevabı: "Canlı bir kayıt olması çok iyi olabilir. Bir de bence bu proje işitsel olduğu kadar görsel de... İzleyenlerin 'Vay! Bu adamlar dünyanın farklı yerlerinden toplanmışlar' demesi çok önemli."

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 7 TEMMUZ 2012
..

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Kitap Fuarı'nın hedefi daha fazla çeviri

31. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'nın onur konuğu ve teması dün Hollanda Konsolosluğu bahçesinde gerçekleşen basın toplantısında açıklandı. Hollanda Başkonsolosu Onno Kervers, Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Metin Celal ve TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım AŞ Kültür Fuarları Genel Koordinatörü Deniz Kavukçuoğlu'nun katıldığı toplantıda, özellikle çeviri üzerinde duruldu. 31. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'nın onur konuğu, Türkiye ve Hollanda ilişkilerinin 400. yılı dolayısıyla Hollanda olarak belirlendi. 17-25 Kasım tarihleri arasında TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi-Büyükçekmece'de düzenlenecek fuarın Uluslararası Salon'una yerleşecek Hollanda'nın programında; söyleşiler, paneller, atölye çalışmaları, profesyonel buluşmalar ve bir de sergi yer alıyor. Modern Hollanda edebiyatının önemli isimlerinden Erik Jan Zürcher, Türk okurların Kanuni Sultan Süleyman üzerine yazdığı kitapla tanıdıkları Henk Boom ve farklı bir kültürün Hollanda'daki izlerini süren Kader Abdollah'ın katılacağı fuara Hollandalı 15 yayınevi gelecek. Türkiye'deki yayınevleriyle buluşacak yetkililer; her iki ülke edebiyatı yayınlarının birbirinin dillerine çevrilmesine olanak sağlayacak işbirlikleri gerçekleştirecek. Kitap Fuarı'nın bu yılki teması 'Çocukluğum Yurdumdur-Çocuk ve Gençlik Edebiyatı', onur yazarı ise Gülten Dayıoğlu olarak belirlendi. Fuarın temasıyla ortaklık kuran Hollanda etkinlikler boyunca çocuk ve gençlik edebiyatına odaklanacak ve önemli illüstratör Marit Tornqvist'in dört gün sürecek illüstrasyon atölyesiyle çocukların gönlünü alacak. Fuara bir de Hollanda Edebiyat Fonu tarafından hazırlanan ve 24 çocuk kitabı illüstratörünün çalışmalarından oluşan bir sergi eşlik edecek. 
JÜLİDE KARAHAN
ZAMAN KÜLTÜR 4 TEMMUZ 2012 
..

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Opera ve balede tiyatrodan önce düğmeye basıldı

 
Bu yıl 3.sü düzenlenen Uluslararası İstanbul Opera Festivali'nin niyeti, opera sanatını şehirle buluşturmak. Festivalin genel sanat yönetmeni Yekta Kara, "Devlet Opera ve Balesi düğmeye tiyatrodaki tartışmalardan çok önce bastı. Bakanlıkla birlikte yürüttüğümüz ortak çalışmalar var. Ciddi değişiklikler olacak." diyor.

İki yıl önce bu zamanlar Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü'nün telefonları kilitlenmişti. Saraydan Kız Kaçırma Operası'nda yer bulabilmek umuduyla... Uluslararası İstanbul Opera Festivali'nin simgesi Saraydan Kız Kaçırma; ilk yıl 3, ikinci yıl 5, bu yıl yine 3 temsille karşımızda. Bu defaki Samsun Devlet Opera ve Balesi yapımı. Neden telefonların kilitlendiğine gelince; 3 perdelik operanın kadrosu o kadar kalabalık ki... Yılın herhangi bir zamanında herhangi bir mekânda izlenmesi pek mümkün değil. Mümkün olsa bile eseri, hikâyenin geçtiği Topkapı Sarayı'nda izlemenin tadı bir başka. W. A. Mozart'ın Osmanlı İmparatorluğu'nun parlak dönemlerinde geçirdiği hikâye, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü Başrejisörü Yekta Kara'nın rejisinde. Ayrıntılar tabii ki onda...

Saraydan Kız Kaçırma'yı çok önemsediğiniz 5. kez yorumlamanızdan belli. Bu eser neden bu kadar önemli? 
 
Batılıların Saraydan Kız Kaçırma'ya bakışı beni öğrencilik yıllarımdan beri hep çok rahatsız etti. Mozart, eseri Topkapı Sarayı'nı düşünerek bestelemiş. Selim Paşa aslında 3. Selim. Selim Paşa eser boyunca bir erdemlilik abidesi olarak duruyor karşımızda. Hoşgörülü, yüce gönüllü, bağışlayıcı... Saraydan Kız Kaçırma'nın temel meselesi bu. Batılı yorumlarsa çok vahim. Türkleri küçük düşürücü ifadeler; barbar ve vahşi gösteren imalar... Mesela bir yapımda Selim Paşa geliyor, arkasındaki yeniçerilerin kazıklarında bebekler. Ne demek bu; Osmanlı bebekleri bile katlediyor. Batılı seyirci bunu böyle izleyip böyle kabul ediyor. Hâlbuki oyunun en erdemli kişisi Selim Paşa. Son sahnedeki Selim Paşa replikleri insanlık tarihine önemli mesajlar verir nitelikte. Ama çoğu rejisör bunu görmezden geliyor. Art niyetten ziyade bilgisizlikten... Bir yapımda sahneye Türk bayrağı çıktı mesela. Olacak şey mi? 3. Selim zamanında...

Bir yanda kilitlenen telefonlar, diğer yanda hep sorulan ama kayda geçmeyen bir soru: 'Opera ne işe yarar Allah aşkına?'
 
Operanın bize kattığı en önemli değer; kendimizi, karşımızdakini, toplumu ve dünyayı algılamamızı kolaylaştırması. Anlamam önyargısına çok karşıyım. Operanın özelliği şu: Hem metni yazılmış, kurgusu yapılmış, muazzam görselliğe sahip bir tiyatro yapıtı izliyorsunuz hem de güçlü bir müzik dinliyorsunuz. Opera hem göze hem kulağa hem akla hem yüreğe hitap ediyor. Seyirci operayı teknik olarak bilmek zorunda değil. En değerlisi hayatında hiç operaya gitmemiş seyirci. Festivalin amacı da bu zaten; 7'den 70'e herkese ulaşmak.

7'den 70'e diyorsunuz. Bilet fiyatları ne kadar makul? 
 
20 liradan başlıyor. En yüksek ücret 100 lira. O da en ön... 30 liralık bilet de var, 40 liralık da. Bir de yerleşmeye çok özen gösterdik, yükseltiler var. Yani kötü yer diye bir şey yok. Elit bir seyirci kitlesi opera izler gibi bir çağrışım olsun istemiyoruz. Amacımız bunu yıkmak. Devlet kurumuyuz, derdimiz operayı yaygınlaştırmak.

Tiyatro kurumlarında bir sürü değişiklik söz konusu. Devlet Opera ve Balesi'nde de böyle bir durum var mı? 
 
Nasıl ki opera sanatı kendini yeniliyorsa, bu gerekliyse, kurumlar da belli dönemlerde yeniden yapılanmaya gidebilir, gitmesi de gerekir. Yoksa oldukları yerde sayarlar. Devlet Opera ve Balesi düğmeye bu tartışmalardan çok önce bastı. Genel Müdürlüğümüzün Bakanlıkla birlikte yürüttüğü ortak çalışmalar var. Taslaklar hazırlandı, yeni yapılanmalar tartışılıyor. Kapıya kilit asma gibi bir şey tabii ki söz konusu değil. Ama ciddi değişiklikler olacak. Biz 1940'larda Sovyet modelini örnek almışız. Bu o dönem için doğru bir uygulama ama artık 21. yüzyıldayız. Ortada Sovyetler Birliği bile kalmadı. O zaman bizim bu sistemi de bir şekilde ıslah etmemiz gerekiyor. Ben iyi şeyler olacağına eminim.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 2 TEMMUZ 2012

..