24 Ekim 2012 Çarşamba

Anadolu Kasabalarının Uzun Hikâyeleri



Bulgaryalı Ali ile lepiska saçlı Münire’nin sevdasını anlatan Uzun Hikâye, 12 Ekim itibariyle vizyonda. Mustafa Kutlu’nun aynı isimli eserinden uyarlanan ve Osman Sınav tarafından yönetilen filmin başrollerinde Kenan İmirzalıoğlu ile Tuğçe Kazaz var.



Filmin kahramanları o kasaba senin bu kasaba benim dolaşırken bir yandan da Anadolu’dan hayatların fotoğrafını çekiyor. Hepimizin bir kasabası, bir köyü var ve Osman Bey, sizinki Burdur Yeşilova mesela. Görüntü, daha doğrusu hayat nasıldı orada?

Osman Sınav: Hangi birini anlatayım? Harman yerinde uyudun mu hiç? Harmanın içine yatıp yıldızları sayarsın gece. Aniden çok uzaktan, yıldızların arasından bir şey geçer. Ben onu yıldız kayması zannetmiştim yıllarca. Uçak olduğunu çok sonra anladım. Uçak diye bir kavram yok ki! Torosların tepesinde tam dokuz ay kar altında kalan bir köy.

Kenan İmirzalıoğlu: Ben de köyde büyüdüm. Ankara’nın Üçem Köyü. Harman yeri baharda yemyeşil olurdu. Yeni doğmuş yüzlerce kuzu böyle kartopu gibi salınırdı. Bir tanesi bir tarafa koşunca öbürleri de kırlangıç gibi peşinden… Çocukluğumun en güzel resmidir bu. Sonra kendi bahçemizde yetişen elma ve kayısıdan yemek...

Osman Sınav: Sen hiç erik çaldın mı?

Kenan İmirzalıoğlu: Erik çalmadım da bir keresinde ayva çaldım. Onda da istemiştim sahibinden, vermemişti. Bizim köyün muhtarının çok güzel ayvası vardı. Bir gün hanımı bahçedeydi “Nazmiye Hala, Nazmiye Hala bana bir tane ayva verir misin” diye seslendim. Kovaladı beni. Annem de hep “Oğlum bir şeyi ya evde ye ya da dışarı çıktığında gören herkese ikram et. Göz hakkıdır.” derdi. Ben de mantık yürüttüm: Bahçedeki ayvayı gözüm görüyor. İstedim. Nazmiye Hala vermedi. O zaman gözümün hakkı gereği o ayva bana vacip.

Tuğçe Hanım… Sizin oralarda neler olurdu?

Tuğçe Kazaz: Benim de yedi-sekiz yılım Ayvalık ve Edremit’te geçti. Kasaba hayatını düşününce aklıma hep özgürlük gelir. Okuldan çıkıp oyun oynamaya gitmek, denize girmek, çam ormanları, çay bahçeleri…

Uzun Hikâye’ye dönelim… Bu hikâyeyi film yapmak neden bu kadar uzun sürdü?

Osman Sınav: Uzun Hikâye 11 yıldır aklımızdaydı aslında. Hatta kitabı okuması için taa o zamanlar vermiştim Kenan’a. Yıllarca kitaptaki ruhu yakalayamadık senaryoda. Bazı filmler böyledir, 8-10 yılda bir çıkar. Bu benim 10 yılda bir yapabileceğim bir film. Bu durum oyuncular için de geçerli. Bazı roller hayatta karşılarına bir kere çıkar. 11 yıl önce çekecektik diyoruz ya. Şimdi düşününce her şerde bir hayır var. İyi ki şimdi çektik. Çünkü şimdi her şey yerli yerine oturdu, nasıl denir, oldu!

Siz ikiniz anlaşmışsınız da, ya Münire?

Kenan İmirzalıoğlu: Münire kim olacak; bu bizim 11 yıllık sorumuz. Böyle büyülü bir kız olması lazım, lepiska saçlı, renkli gözlü…

Osman Sınav: Ali başından beri belli ama Münire yok.

Peki, nasıl bulundu?

Kenan İmirzalıoğlu: Osman Abi bir gün “Tuğçe Kazaz’la deneme çekimi yaptım” dedi. Ben tabii şaşırdım. Ama… Osman Abi, acele etme önce izle deyince… İzledik birlikte, gerçekten de Münire orada duruyor. Üzerinden bir gece geçti. Ertesi gün gazetede bir fotoğrafını gördüm Tuğçe’nin. Baktım, Münire orada da duruyor.

Tuğçe Hanım, işler sizin cephenizde nasıl ilerledi?

Tuğçe Kazaz: Ben en son 2007’de bir televizyon filmi yaptım. Sonrasında sadece modelliğe odaklandım. 2007-2012 yılları arasında elime yedi tane senaryo geçti ama hem ben çok kararlıydım hem de gönlümü çelen bir şey çıkmadı. Derken bir gün bir ajanstan telefon geldi, Uzun Hikâye için sizi düşünüyoruz diye. Senaryoyu okudum, heyecanlandım. Görüştük, deneme çekimi yaptık. Bir ay ses çıkmadı. Ben “Herhalde olmayacak, kısmet değilmiş” dedim. Filme iki hafta vardı, Osman Bey’in mesajı geldi: “Tebrik ederim, Münire sizin. İnşallah hepimiz için hayırlısı olur.”

 ***


UZUN HİKÂYE’NİN SENARYOSU VE MÜZİĞİ

Mustafa Kutlu’nun aynı isimli eserinden Yiğit Güralp’ın senaryolaştırdığı Uzun Hikâye’de Altan Erkekli, Güven Kıraç, Zafer Algöz, Cihat Tamer, Mahir Günşıray ve Mustafa Alabora gibi pek çok önemli oyuncu yer alıyor. Filmin müzikleri ise Ulaş Özdemir’e ait.
JÜLİDE KARAHAN 

SKYLIFE EKİM 2012 

...

23 Ekim 2012 Salı

TÜRK DİZİLERİ; HIZLI VE EMİN ADIMLARLA…



TÜRKİYE’NİN İHRAÇ ETTİĞİ ÜRÜNLER ARASINDA ARTIK DİZİLER DE VAR. ÜSTELİK DURUM; DİLİMİZE DİZİ TAKİPÇİSİ, DİZİ TURİZMİ VE DİZİ DİPLOMASİSİ GİBİ KAVRAMLAR YERLEŞTİĞİNE GÖRE HAYLİ CİDDİ. 


Türkiye’nin Ortadoğu ve Balkan ülkelerine yaptığı dizi ihracatı yılda 60 milyon doları geçmiş durumda. Üstelik iş, televizyonda birkaç bölüm izlemekle bitmiyor. Dizinin takipçileri; merak ettikleri şehri, evi ve karakterleri görebilme umuduyla yollara düşüyor. Türk dizileri yayınlanmaya başladıktan sonra Ortadoğu’dan gelen turist sayısının yüzde 350 artmış olması başka türlü nasıl açıklanabilir ki? Ya da Gümüş dizisinin çekildiği yalıyı birden bire 300 binden fazla turistin ziyaret etmesi…

Bir de işin ticari, diplomatik hatta stratejik tarafı var. Örneğin Cumhurbaşkanı, Başbakan ya da Dışişleri Bakanımız Ortadoğu ve Balkan ülkelerine adım atar atmaz sohbet hemen dizilerden açılıyor. Hatta rivayete göre işadamları toplantılarda önce dizileri konuşuyor, sonra anlaşmaları imzalıyor.

KÜLTÜREL BENZERLİK ETKİSİ

Ortadoğu, Türkî Cumhuriyetler ve Balkan ülkelerinin Türk dizilerini bu denli sevmesinin en önemli nedeni kültürel benzerlik. Türk dizilerini dünyaya pazarlayan Calinos Holding Yönetim Kurulu Başkanı Fırat Gülgen, “Biz aslında kültür ihracatı yapıyoruz.” diyor ve ekliyor: “Bizim dizilerimiz insan hikâyesi anlatıyor. İzleyen bir yerinde mutlaka, işte bu benim hikâyem diyor.” Global Agency’nin sahibi İzzet Pinto da aynı görüşte: “İzleyici diziyle, öyküyle bir yakınlık kuruyor; oyuncuları ve karakterleri kendine benzetiyor.”

Hikâyenin geçmişi öyle çok eskilere de gitmiyor. Televizyon yapımı ihracatına 1997 yılında başlayan Calinos, ilk dizi ihracatını 2001-2002 yıllarında Kazakistan’a yapmış; Deli Yürek dizisiyle… O zamanlar bölüm başına 30-50 dolar civarında paralar söz konusuyken dizilerin pazarlandığı coğrafya genişlemiş ve fiyatlar artmış. Calinos’un ihraç ettiği diziler arasında; Adını Feriha Koydum, Aliye, Dudaktan Kalbe, Yaprak Dökümü ve Yol Arkadaşım gibi yapımlar var. Şu anda ortak projeler hazırlama aşamasında olan Calinos, 68 bölümlük bir Fatih Sultan Mehmet ve İstanbul’un Fethi dizisi için Katarlı bir firma ile anlaşmış. Yayın tarihi 2013 başları olarak düşünülen dizi için çok yüksek bir bütçe söz konusu.

Global Agency ise 2006 yılında Gelinim Olur musun? isimli yarışma programının hemen ardından Gümüş ve Binbir Gece dizilerini ihraç etmiş. Binbir Gece deyim yerindeyse ortalığı kasıp kavurduktan sonra da Aşk-ı Memnu’nun senaryo haklarını dünyaya pazarlamaya başlamış. Yakın zaman önce Muhteşem Yüzyıl’ın dünya satış haklarını alan şirket, diziyi –şimdilik- 40 ülkeye satmış. Bölüm başı satış fiyatı ve toplam getirisiyle rekor kıran ve ortalama bir diziden 3 kat pahalıya satılan Muhteşem Yüzyıl’ın gittiği ülkeler arasında Afganistan, Bosna Hersek, Hırvatistan, İran ve Arnavutluk var. Şu anda yayında olan Suskunlar’ı henüz çekim aşamasında pazarlayan Global Agency, Star TV dizilerinin dünyadaki tek dağıtıcısı durumunda. Hedefi ise Asya ülkeleri.

BU BİR FIRSAT!

Türk dizilerine olan ilginin sadece Ortadoğu ülkeleriyle sınırlanamayacağını vurgulayan TRT Genel Müdür Yardımcısı Zeynel Koç da coğrafyayı genişletme taraftarı: “Balkan ve Kafkaslar yanı sıra Orta Asya ülkeleri de Türk dizilerini tercih ediyor. Çünkü Türkiye’de gerçekten çok kaliteli diziler çekiliyor. Evrensel değerleri olan, teknik açıdan gayet yeterli yapımlar. Yakın zamanda çok daha geniş bir coğrafyaya yayılmamız işten bile değil.” Yapımcı Osman Sınav da aynı fikirde: “Türk dizilerinin yurtdışına açılması uzun zamandır hayal ettiğimiz bir şeydi ve üzerinde çok çalışıldı. Bir de bizim Asya, Afrika ve Ortadoğu ülkeleriyle ortak hikâyelerimiz var. Paylaşımımızı genişletmeliyiz. Uzakdoğu’ya ve Latin Amerika ülkelerine uzanmalıyız.”

TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin ise “Yakın zaman öne Bir Zamanlar Osmanlı-Kıyam’ı çok yüksek fiyatlara sattıklarını ama bunun bir başarı olarak değerlendirilmemesi gerektiğini söylüyor ve ekliyor: “Önemli olan dizileri uzun vadede ve sürdürülebilir şekilde pazarlamak. Ortadoğu’da Türk dizileri hakkında doktora tezleri yazılıyor. Bizim de ciddi anlamda kafa yormamızın ve uzun vadeli planlar yapmamızın zamanı geldi.” Televizyon Eleştirmeni Ali Eyüboğlu da Şahin’le aynı görüşte: “Yıllık kazancın 60 milyon dolar olduğu bir pazardan bahsediyoruz. Bu rakam yakında 100 milyon dolara ulaşır. Önemli olan pazarın kendini yok etmeyecek şekilde büyümesi. Dizilerin yüksek fiyatlara satılmasındansa satışın sürekli olması hedeflenmeli. Yalnız sadece özel sektörün desteği yetmez. Kültür ve Turizm Bakanlığı da planlama noktasında sektöre destek vermeli çünkü bu konu beraberinde ciddi bir turizm hareketi de getiriyor. Örneğin bakanlık Türkiye’de tanıtmak istediği yerlerde yapılacak dizi çekimlerini teşvik edebilir. Bu büyük bir fırsat fakat sürdürülebilir planlama şart!”

…....


DİZİLERİN PAZARLANMA YOLCULUĞU

Her kanal kendi dizisini pazarlayabiliyor. Bunun yanı sıra Türk dizilerini yurtdışına pazarlayan iki üç profesyonel firma var. Kanal ya da dizinin satış hakkını alan firma, yurtdışında - genellikle fuarlarda - pazarlamayı gerçekleştiriyor ve dizinin diyalog listeleri, müzikleri ve dublajları izleneceği ülkeye göre düzenleniyor. Bir dizinin bölüm başı fiyatı en aşağı 30 bin dolar. Şimdiye kadarki en pahalı dizilerden biri Ezel, diğerleri ise Muhteşem Yüzyıl ve Bir Zamanlar Osmanlı – Kıyam. En çok izlenenler arasında yine Binbir Gece, Muhteşem Yüzyıl, Ezel, Gümüş ve Kurtlar Vadisi var. En popüler oyuncular ise Kıvanç Tatlıtuğ, Kenan İmirzalıoğlu, Tuba Büyüküstün, Songül Öden, Murat Yıldırım, Beren Saat ve Halit Ergenç.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE EKİM 2012 

 


17 Ekim 2012 Çarşamba

İşin Sırrı Efektlerde

Yazar Turgut Özakman’ın “Diriliş-Çanakkale 1915” isimli romanından uyarlanan “Çanakkale 1915”, 18 Ekim’den itibaren vizyonda.

“Çanakkale 1915”, Balkan Savaşı’ndan yenik ayrılan bir milletin silkinerek ayağa kalkışının, bir nevi yeniden dirilişinin hikâyesini Bigalı Mehmet Çavuş, Seyit Onbaşı ve daha birçok isimsiz kahramanın yaşadıkları üzerinden anlatıyor. Rusya’ya yardım etmek ve İstanbul’u işgal etmek amacıyla Çanakkale’ye tarihin gördüğü en büyük donanmalardan biriyle saldıran Müttefik Kuvvetler’in türlü olanaksızlık içinde bile nasıl püskürtüldüğünü belgeleyen filmde, bilhassa dijital efektler dikkat çekiyor.

“Çanakkale 1915” in özel efekt ekibi adına konuşan Serkan Bayındır, “Çanakkale 1915’in yeri çok ayrı” diyor ve ekliyor: “Bir savaşı, üstelik Türk tarihinin en önemli savaşını konu alan böyle önemli bir filme efekt yapmak, eminim dünyadaki tüm şirketleri heyecanlandırırdı. Endüstriyel tasarımcı, heykeltıraş ve kimyagerlerden oluşan atölye ekibimiz de heyecan içinde çalıştı ve filmdeki silahlı çarpışma, patlama, yangın, sualtı çarpışma görüntüleri ve daha pek çok sahne için gereken özel mekanizmaları hazırladı.”

ÇEKİMLER GERÇEK MEKÂNLARDA


Yapımcılığını Fida Film’in üstlendiği “Çanakkale 1915”in tamamı, Çanakkale’nin Ayvacık ilçesine bağlı Gürpınar beldesinde, savaşın gerçekten geçtiği topraklarda çekildi. Girilmesi ve çekim yapılması yasak olan bu arazilerde ve anıtsal yapılarda gerçekleşen çekimler Genelkurmay Başkanlığı’nın özel izinleriyle mümkün olabildi.


Çekimleri yaz boyunca devam eden filmin oyuncuları arasında; “Anadolu Kartalları”, “Anlat İstanbul” ve “Çakallarla Dans” gibi filmlerdeki performansıyla övgü toplayan Şevket Çoruh (Bigalı Mehmet Çavuş) ile Hanım’ın Çiftliği dizisinde Selim rolünde izlediğimiz Barış Çakmak (Binbaşı Ali) başı çekti. Onları “Nefes” filminden bildiğimiz İlker Kızmaz (Mustafa Kemal Paşa), pek çok diziden tanıdığımız Bülent Alkış (Binbaşı Mahmut Sabri) ve “Gişe Memuru” isimli filmde başrolde izlediğimiz Serkan Ercan (Yüzbaşı Mehmet Hilmi Şanlıtop) izledi. “Yumurta” ve “İklimler”den tanıdığımız Ufuk Bayraktar ise Seyit Onbaşı’yı canlandırdı.

 

EFEKT SIRLARI

Serkan Bayındır: “Savaşta kullanılan silahların orijinallerinden kalıplar alarak replikalarını yaptık. Filmde kullanılan 500 Türk mavzeri, 250 İngiliz tüfeği, 250 Anzak tüfeği ve 10 makineli tüfeğin en önemli özelliği kısmen çalışabilir olmalarıydı. Çekim mekânları, Çanakkale savaşının geçtiği tarihi değeri yüksek alanlar olduğundan çevreye zarar vermemek adına patlama sahnelerinde kullanmak üzere yüksek basınçla çalışan mekanizmalar ürettik. Görkemli patlama sahnelerine rağmen kimyasal madde kullanımını minimum düzeyde tuttuk. Kara savaşı sahneleri de yine gerçek mekânlarda çekildi. Ama sualtı sahneleri için durum biraz farklıydı. Plato ortamında hazırlanan özel cam havuz, bu görüntülerin çekim mekânı oldu.”

SON BAYRAM NAMAZI

Filmin en önemli sahnelerinden biri Çanakkale Savaşı’ndaki kahramanlıklarıyla bilinen 57. Alay’ın bayram namazıydı. Civar üniversitelerin tiyatro ve iletişim fakültesi öğrencileri, bölgenin amatör tiyatrocuları ve köylerden gelen gönüllü gençler namaz sahnesi için güneşin altında saatlerce bekledi. Genel görüntüyü alacak kamera bir vinç yardımıyla metrelerce yükseğe çıktı. Mevcut figüran görüntüsü, gelişmiş sinema teknikleri sayesinde on binlere ulaştı. Hikâyeye göre Çanakkale harbinin en çetin günlerinde bütün alay, cephede bayram namazı için saf tuttu ve hutbeyi dinledi. Namaz kılındı ve herkes huşu içinde birbiriyle bayramlaştı.

FİLM NOTLARI


• Film için 2 binden fazla  Türk, Anzak ve İngiliz  kostümü dikildi.
• Film çekimleri için tarihi dokular da kullanılarak 3 bin metrekare alana dekor  inşa edildi.
• 5 Mart 1915 günü Gelibolu Yarımadası’nı bombardımana tutan İngiliz savaş zırhlısı Kraliçe Elizabeth’in iç odaları, orijinaline uygun şekilde  inşa edildi.
• Beş İngiliz Vickers makineli tüfek, beş Türk mitralyoz makineli tüfek orijinalinden kalıp alınarak yapıldı.
• Üçü sahra topu olmak üzere döneme ait değişik modellerde toplar yapılarak kullanıldı.
• 500 mühimmat sandığı ve 10 bin kum çuvalı yapıldı.
• Aslına sadık kalınarak yaklaşık 2 bin 750 metre uzunluğunda Türk siper alanları ve mevziler oluşturuldu. Siper bölgeleri hazırlanırken günde 40 kişi  iki ay çalıştı.


JÜLİDE KARAHAN 

ANADOLUJET EKİM 2012 

...

15 Ekim 2012 Pazartesi

İSTANBUL’UN YENİ TELAŞI: TASARIM BİENALİ



İstanbul’un nur topu gibi bir telaşı daha oldu: Bu yıl ilki gerçekleşecek İstanbul Uluslararası Tasarım Bienali. Tasarım dünyasından pek çok önemli ismi ağırlayacak bu tatlı telaş 13 Ekim’de başlıyor. Uzak kalmayın!



İstanbul Uluslararası Tasarım Bienali küratörlerinden mimar Emre Arolat, geçtiğimiz yılki Dünya Mimarlık Festivali’nde kendisini epey irkilten bir soruyla karşılaşmış: “İstanbul bir tasarım bienali için hazır mı gerçekten? Yani o kadar oldu mu?”

Soruyu soran kim ve konuşma nasıl sonuçlandı bilmiyoruz ama düşündüklerini bize şöyle aktarıyor Arolat: “O kadar olmamak… Ne kadar olmamak? Sıkı bir tasarım bienali düzenleyebilmek için daha ne kadar olmalı? Hazır olmak için ne yapmalı? Evet, İstanbul bir âlem. … Evet; ilham verici, enerji dolu, evet bugünlerde herkesin gözü buralarda. Ama o çok şaşaalı, parıltılı Anglo-Sakson kentlerle ya da Latin kökenli alımlı çalımlı öncülleriyle onu aynı kefede tartmıyor tasarım guruları. Hala biraz ötekilik çekiyor öyle değilmiş gibi yapsa da son on yılda. Bu bağlamda hayli dertli, bir o kadar da karmaşık bir ruh halinden, bir kavrayıştan söz edilebilir bu coğrafyada. Tıpkı şehrin kendi karmaşıklığı gibi. Çok katmanlı, capcanlı, ele avuca gelmez bir şehir İstanbul. … Nev’i şahsına münhasır. Bir Toronto değil ya da bir Milano. Ne de şu anlı şanlı mimarlık festivaline ev sahipliği yapan Barcelona’ya benziyor dikkatle bakıldığında. İşte tam da bu nedenle, tam da damardan bir tasarım bienali yapılır İstanbul’da.”

DAMARDAN TASARIM

Biraz da böyle düşüncelerle ve İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın düzenlemesiyle yola çıkan Uluslararası İstanbul Tasarım Bienali; kentsel tasarım, mimarlık, endüstri ürünleri tasarımı, grafik tasarım, moda tasarımı ve yeni medya tasarımı gibi alanları kapsayarak 12 Aralık’a dek devam edecek. Temelde iki ana mekânda - İstanbul Modern ile Galata Özel Rum İlköğretim Okulu - ama aslında tüm şehirde… Çünkü bienalin etkinliklerinden biri Tasarım Yürüyüşleri.

İstanbul'un farklı bölgelerinden seçilen tasarım odaklı 90’ın üzerinde dükkân, atölye, imalathane ve mimari yapıyı gezme imkânı sunacak bu yürüyüşler; Kuzguncuk'taki önemli dini yapılardan Nişantaşı'ndaki ayakkabı atölyelerine, Kapalıçarşı'daki bakır dövme ustalarından Çukurcuma'daki takı tasarım dükkânlarına uzanacak. Kuzguncuk, Beyoğlu-Cihangir-Galatasaray, Şişhane-Galata, Nişantaşı-Teşvikiye, Sultanahmet, Fener-Balat ve Karaköy olmak üzere 7 ayrı rotadan oluşacak yürüyüşler; tasarımla birlikte İstanbul’un pek çok kapısını da ziyaretçilere açacak.

Bunun yanı sıra… Bienal, 46 ülkeden 200’ün üstünde tasarımcı ve mimarın; objelerden video yerleştirmelerine, maketlerden açık alan düzenlemelerine, fotoğraflardan interaktif araçlara uzanan yaklaşık 100 projesine ev sahipliği yapacak. Teması Londra Tasarım Müzesi Direktörü ve İstanbul Tasarım Bienali Danışma Kurulu Üyesi Deyan Sudjic tarafından Kusurluluk olarak belirlenen bienalin bir diğer küratörü ise Joseph Grima.


 ,,,,,,,

Küratör Joseph Grima / Sergisi Adhokrasi

Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nun tüm katlarında yaklaşık 2.300 metrekarelik alana yayılacak Adhokrasi’de (Bürokrasinin tam karşıtı demek) 120’ye yakın tasarımcı ve mimarın, mevcut ürün ve objeleri yanı sıra bienale özel hazırladığı projeler sergilenecek. “Tasarım artık her zaman her yerde ve bu haliyle neredeyse görünmezliğe bürünmüş durumda. Bulunduğu noktada gündelik hayatın içine öylesine işlemiş ki tasarımın aslında geniş bir etki alanı olan, kaçınılmaz surette politik bir aktivite olduğunu unutuyoruz.” diyen Grima’ya göre tasarım bugün, kısa ve çelişkilerle dolu tarihinin en önemli kavşaklarından birinde.

Küratör Emre Arolat/ Sergisi Musibet

Bugünün İstanbul’unu mimari tasarım ve kentsel dönüşüm çalışmaları açışından sorgulayan 95 tasarımcı ve mimarın 30’un üzerinde projesini bir araya getirecek Musibet isimli sergide; sorunlara çözüm üretmek yerine yeni soruların sorulması hedefleniyor. İstanbul Modern’de 1.400 metrekarelik bir alana kurulacak sergi; maket, video, fotoğraf ve interaktif oyun gibi çalışmalardan destek alıyor. İstanbul’da son dönemde gündemde olan kentsel dönüşüm yasası ve mutenalaştırma projelerini masaya yatıracak sergiyle yapılmak istenen, Arolat’ın deyişiyle şöyle: “Tasarımın gündelik hayattan uzak, değdiği her şeyi meşrulaştıran bir gücü olmadığı fikrinin altını çizmek.”

TASARIM YÜRÜYÜŞLERİ İÇİN

Kasım ayında başlayacak Tasarım Yürüyüşleri, bieanlin sonuna kadar Cuma ve Cumartesi günleri özel bir rehber eşliğinde 20 kişilik gruplar halinde yapılacak. Ayrıntılı bilgi, bilet fiyatları ve katılım için: designwalk@istanbuldesignbiennial.org

JÜLİDE KARAHAN 

SKYLIFE BUSINESS EKİM 2012 

...

10 Ekim 2012 Çarşamba

MONET’NİN PİPOSU, GÖZLÜĞÜ VE PALETİ



Açıldığı günden bu yana Picasso, Rodin, Dali ve Rembrandt gibi isimleri ağırlayan Sakıp Sabancı Müzesi’nin yeni konuğu Fransız Ressam Claude Monet.



Nasıl ki… Londra’ya giden ve sanatla biraz ilgilenen her turist Tate Modern’i ziyaret ediyorsa; İstanbul’a gelenler de Sabancı Müzesi’ni görmeden dönmüyor geriye. 2002’de açılan ve geçtiğimiz aylarda 10. yaşını kutlayan müze, biraz da bu vesileyle, çok konuşulacak bir sergi daha hediye ediyor sanatsevere. 9 Ekim – 6 Ocak tarihleri arasında ziyaret edilebilecek serginin ismi ‘Giverny Bahçesi’. Claude Monet'nin (1840 – 1926), yaşamının son 30 yılını adadığı bahçe resimlerinin çoğunlukta olduğu sergide; Monet ve eşi Camille'in Auguste Renoir imzalı portreleri ile kişisel eşya ve fotoğrafları yer alıyor. Üstelik kişisel eşyalar arasında onun için pek kıymetli olan piposu, gözlüğü ve paleti de bulunuyor.

Paris Marmottan Monet Müzesi işbirliğiyle İstanbul'a gelen serginin en önemli tarafı, ressamın sadece 40 kadar tablosu ve birkaç kişisel eşyasıyla değil; tüm yaşamı, sanat tarihindeki yeri ve dönemiyle anılması. Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Dr. Nazan Ölçer'in bizzat dikkat çektiği üzere, müzeleri galerilerden ayıran en mühim ayrıntı da bu zaten: “Ziyaretçinin eserleri görmesinin ötesinde onlarla, onların yapıldığı dönemle ilgili pek çok şey öğrenmesi.”

İZLENİMCİ SIFATI TUTAR VE…

Öyleyse… Biraz geçmişe dönelim önce. Fransız ressam Claude Oscar Monet, 1840 sonbaharında Paris'te doğdu ama yakınlardaki Le Havre'de büyüdü. Ressam Boudin'le tanışana dek kendi halinde karikatürler çizse de bu dostlukla birlikte en birinci meşgalesi; suları, gökyüzünü, ağaçları ve insanları açık havada izleyip resmetmek oldu. Paris'te Troyon, Pissaro, Renoir, Sisley ve Manet ile bir araya gelmesi ise tam anlamıyla kaderin bir cilvesi... 

Çünkü tarihsel ve dinsel resimlere hiç yüz vermeyen bu ressam dostlar, Akademi'nin resmi sergisi Salon'dan dışlanıp da kendi sergileri ‘Reddedilenler'i açtığında ki tarih 1874…  Sergideki bir yapıt -‘İzlenim/Gündoğumu'- bir eleştirmen tarafından tamamen küçümseme niyetiyle ‘izlenimci' sıfatıyla nitelendirildi. Ve evet, sıfat tuttu, onlar artık ‘İzlenimciler'di.

Yıllarca sürecek izlenimci-sanat eleştirmeni gerginliği de böylece başladı. İzlenimcilerin anlaşılabilmeleri, birilerinin resimlere uzaktan bakmayı akıl etmesiyle mümkün olduğunda aradan neredeyse 30 sene geçmişti. Bu zaman zarfında pek çok şehri dolaşıp resimleyen Monet, 1891'de Paris yakınlarındaki Giverny'de bir bahçe ve ev satın alarak kendini çiçek yetiştirmeye adadı. Yıllar içinde genişlettiği bahçesine yapay bir gölet yaparak içine nilüferler yerleştirdi ve galiba dünyanın tüm çiçeklerini bir araya getirdi. Bir servet ve 12 koca yıl pahasına… Ama “Belki de ressam olmayı çiçeklere borçluyum.” dediğine bakılırsa buna değdi.

1926'daki ölümüne dek sadece ve seriler halinde bahçesini, nilüferleri, kavakları, salkım söğütleri ve Japon köprüsünü resmeden Monet’nin dünyasını daha yakından keşfetmek için 6 Ocak’a dek Sabancı Müzesi’ni ziyaret etmeniz gerekli. Bir de resimlere biraz uzaktan bakmanız…


....

MUTLAKA!

Müzeye gitmişken… 200'den fazla İslam sanatı eserinin interaktif sistemler ve i-padlerle gezilebildiği ‘Kitap Sanatları ve Hat Koleksiyonu’ isimli sergi de görülmeli. Başta Kuran-ı Kerim nüshaları olmak üzere nadir elyazması kitaplar, kıta ve murakkalar, levha ve hilyeler, tuğralı ferman ve beratlar ile hattatların yazı yazmada kullandığı araçların bulunduğu sergide; artırılmış gerçeklik teknolojisi ile hazırlanmış pek çok animasyon var. Koleksiyonun sunumu Ahmet Oran'ın yazı alıştırmalarına gönderme yapan 2005 - 2006 tarihli kaligrafik kompozisyonuyla başlıyor ve Kutluğ Ataman'ın hüsnühat sanatının 'müsenna' veya 'aynalı' ismi verilen simetrik yazı kompozisyonlarını hatırlatan 2009 yapımı videosuyla bitiyor.


MÜZEDEN ÖNCE

Bahçesindeki at heykelinden dolayı Atlı Köşk diye bilinen Sakıp Sabancı Müzesi binası Mısırlı Hıdiv ailesi mensubu Prens Mehmed Ali Hasan tarafından İtalyan Mimar Edouard de Nari’ye 1925’te yaptırıldı. Köşkü, işadamı Hacı Ömer Sabancı, içindeki bazı değerli eşya ve mobilyalarla birlikte 1951'de satın aldı. Babasının ölümünün ardından ailesiyle birlikte Atlı Köşk’e yerleşen Sakıp Sabancı, 1970’lerden itibaren Osmanlı el yazmaları ve hat eserleri ile Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerine ait yağlıboya tabloları toplayarak önemli bir koleksiyon oluşturdu. Atlı Köşk, içindeki koleksiyon ve eşyalarla birlikte müzeye dönüştürülmek üzere 1998 yılında Sabancı Üniversitesi’ne tahsis edildi ve 2002’den itibaren özel müze olarak hizmet vermeye başladı.


4 AYDA 254 BİN KİŞİ

24 Kasım 2005 ile 26 Mart 2006 tarihleri arasında gerçekleşen ‘Picasso İstanbul’da’ sergisi, 4 ay gibi kısa bir sürede 254 bin kişi tarafından ziyaret edildi. Sergi boyunca müzenin kapısından kuyruk eksik olmadığı gibi sahil trafiği kilitlendi. Ayrıca Erzurum ve Ankara gibi uzak şehirlerden otobüsler kiralanarak toplu ziyaretler yapıldı. 


JÜLİDE KARAHAN 

TELGRAF EKİM 2012 

...


8 Ekim 2012 Pazartesi

GELECEĞİN TA KENDİSİ: SEYDİ MURAT KOÇ



Türkiye’nin başarılı genç sanatçılarından Seydi Murat Koç, bundan 5 sene önce gelecek vaat ediyordu; şimdiyse geleceğin ta kendisi.


Seydi Murat Koç, 2 Ekim – 2 Kasım tarihleri arasında ‘Vertigo’ isimli kişisel sergisiyle Çağla Cabaoğlu Gallery’de olacak. Akrilik ve yağlı boya kullanarak ürettiği son resimlerinde tuvalin dört kenarlı yapısının dışına çıkan sanatçı; bir yandan mimari yapılar ve kent siluetlerini yeniden yorumluyor, diğer yandan da bir sonraki serisinin ipuçlarını veriyor. İlgilisine…

Sıçramalar serinizde figür, daha doğrusu insan ve onun duygusu ön plandayken şimdi şehir ve mimari, yani mekân problemi birinci. Neden?

Sıçramalar serisi; yaşadığımız dünyanın bir rönesansa, bir sıçramaya ihtiyaç duyduğu fikrine dayanıyordu. O seride insan ön planda görünüyordu ama aslında onun bireysel ivmesi ve atağı ile toplumun geneline bir gönderme yapıyordum. ‘Vertigo’ sergimde yer alan ‘Yerden Yüksek’ serisinde ise, yine insanın toplumsal boyuttaki paylaşımını ve bireysel olarak günlük hayattaki çelişkilerini kent hayatının temelini oluşturan mimari yapılar ve kent siluetleri üzerinden aktarıyorum.

Peki insan… Şimdi sadece bir destek olarak mı var resminizde? Yani merkezden çıktı mı?

Aksine, insan olgusu her zaman işlerimin merkezinde. Mimari anlamda dünyayı yeniden kurgulayan insan, hem kentin baş döndürücü döngüsü içinde yaşayan hem metropolün çelişkileriyle yüzleşen hem de toplumsal düzenleri oluşturan faktörler olarak karşımıza çıkıyor. İnsanın iktidar ve güçle geliştirdiği gergin ilişkiyi ve bunun insan üzerindeki etkilerini, kentlerin tarihsel dokusu ve çağdaş mimarinin karşıtlığı üzerinden anlatıyorum.

Kent siluetleri ve mimari yapılarla uğraşmanız kentsel dönüşümle ilgili birtakım ciddi duyarlılıklarınız olduğunu da düşündürüyor. Öyle mi? Örneğin… Şu anda içinde yaşadığınız kent İstanbul ve yeni bir kentsel dönüşüm yasası söz konusu. Size ve sanatınıza nasıl yansıyor bu?

Yeni serideki resimler İstanbul’la birlikte dünyadaki önemli ekonomi merkezlerinin siluetlerini içeriyor. Bununla birlikte çalışmalarımda, dünyanın önde gelen mimarlarının yaptığı ve kendileri sanat eseri niteliğindeki mimari yapıları kullandım. Türkiye’de böyle tasarımlar yok, çünkü her şey ekonomiye ve para düzenine hizmet ediyor. Dünyanın gelişmiş ülkelerindeki mimari yapılaşma, sanata ve kültürel gelişime hizmet etmekte aslında. Kentsel dönüşümün en ideal hali alt yapısal dönüşüm. Eğer alt yapı sağlam değilse, üstüne ne koyarsanız koyun, durmaz! Bu dönüşüm ancak doğayı hiçe saymadan, onunla bütünleşerek ve insan faktörünü merkeze koyarak gerçekleşebilir. Öyle de olmalı. 

ON YIL ÖNCE HER ŞEY DAHA ZORDU

Sizin için dönüm noktası neydi? Tanınırlık adına… Mesela Milliyet Sanat’ın kapağına taşınmak ya da RH+Sanat Dergisi’nin düzenlediği yarışmada ‘2005 Yılı Genç Ressamı’ seçilmek… 

Bu saydıklarınız kendi ilerleyişim içinde bana çok iyi basamak oldular. Yılın Genç Ressamı seçilmek o dönem için önemliydi, basında yer almak ve bilinirliğimin artması adına da çok iyi bir gelişmeydi. Genç bir sanatçı olarak gözde sanat dergilerinden birinin kapağında yer almaksa, hedeflerim doğrultusunda attığım adımların doğruluğunu onaylamış oldu.

Yarışmaları epey iyi değerlendiren bir sanatçısınız. Önemli ve gerekli mi bu? Şimdi yarışmalara nasıl yaklaşıyorsunuz? Devam mı?

Türkiye’de genç bir sanatçı olarak çalışmalarımı çeşitli platformlarda sergileme imkânı on yıl öncesinde daha zordu. Bu yarışmalara katılmak hem sanat ortamındaki görünürlüğümü arttırdı, hem de sonraki çalışmalarım için finansal kaynak yarattı. Şimdi ise, profesyonel bir galeriyle çalışıyorum; böylelikle çalışmalarım hem yurt içinde hem de yurt dışında temsil ediliyor.

Neredeyse her yıl yeni bir kavram/seri deniyorsunuz. Nasıl karşılanıyor bu?

Şu ana kadar yaptığım tüm seriler, gündemde ve çevremde olup bitenlere verdiğim yanıtlar olarak okunabilir. Kavramsal olarak hepsi zincirin parçaları gibi birbirini takip ediyor.

Üretim sürecinizde bilgisayardan ne kadar destek alıyorsunuz?

Çalışmalarımın eskiz aşamalarında tasarım programlarını yoğunlukla kullanıyorum. Özellikle son çalışmalarımda mimari yapılanmanın sosyal ve toplumsal karşılıklarına değinirken, mimari manipülasyonun foto-kolaj tekniğiyle yeniden manipülasyonunu sağladım. Bu yöntemle var olan gerçekliği yeniden kurgulayarak kendi gerçekliğimi oluşturdum.

Eylül’de bir işinizle Kore’deydiniz. Ekim’de İstanbul’da kişisel serginiz var. Sonrası için ne planlıyorsunu?

Evet bir önceki serim ‘Teğet’ten bir çalışmamla Kore’deki ‘Encounters’ sergisinde yer aldım. Haziran 2012’de de Art Basel The Solo Project’te ‘Yerden Yüksek’ serisinden birkaç çalışmam sergilendi. Ekim 2012’de açılacak ‘Vertigo’ sergimden sonra ise daha çok yurt dışı projelerinde yer alacağım.

........

SEYDİ MURAT KOÇ

Seydi Murat Koç 1981 yılında Akşehir'de doğdu. 1998 yılında girdiği Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Resim Anasanat  dalından 2002’de mezun oldu. 2006 yılında aynı üniversitede yüksek lisans eğitimini tamamladı. RH+Sanat Dergisi’nin düzenlediği yarışmada ‘2005 Yılı Genç Ressamı’ seçilen sanatçı, resim ve özgün baskı resim çalışmalarını İstanbul Moda'da bulunan özel atölyesinde sürdürürken bir yandan da Doğuş Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışıyor.


JÜLİDE KARAHAN

TELGRAF EKİM 2012 

...