28 Haziran 2010 Pazartesi

Başka bir dünya

JÜLİDE KARAHAN

İNFOMAG/HAZİRAN

FARKINDA OLMANIN FARKI

Sirkeci’nin hal-i pür melali mâlum. Esnaf bağırtısı, çocuk çığırtısı, araba kornası, tramvay düdüğü… Tüm bu sesleri geçip, onlarca iş merkezinden birine girip, onlarca merdiven basamağını geride bıraktık. Kapı zili ile çerçeve – baskı telaşı gibi ayrıntıları da aştık ve sonunda Uğur Varlı Fotoğraf Sanatı Galerisi’nde Ömer Serkan Bakır’ın ‘Angkor Tapınakları’ isimli sergisine ulaştık. 32 kare tekmil birden.

Üç beş yıllık bir takipçinin ilk cümlesi: “Serginin bir kısım fotoğrafları tanıdık.” Bakır’ın değişik yıllarda Kamboçya’da çektiği fotoğrafların kimileri bundan 5 yıl önce Fotoğrafevi Koç - Allianz Sanat Galerisi’nde ‘Kesit, Yaşamdan’ isimli sergiyle karşımıza çıkmıştı. Bu temiz, net, canlı ve anlık görüntüler; sergiyle aynı isimli küçücük bir albümde derlenip toplanmıştı da… Hatta kesmemiş olacak ki; 2007 başlarında ‘Yaşamdan’ ismiyle daha kapsamlı bir albüm yayınlamıştı sanatçı. Amerika'dan Kamboçya'ya 12 ülkeden 110 fotoğrafın yer aldığı…

DÜNYAYA YAŞAMDAN BAKMAK

Tüm bu ülkeleri gezip görmek değil, sadece fotoğraflamak için dolaşan Bakır’ın en birinci tercihi Doğu şehirleri. Tercihin sebebi belli: Doğu memleketleri daha sıcak, daha samimi, daha mutlu ve daha renkli... Dünyaya yaşamdan bakıp insanların yaşamlarını çekmenin iletişim kurmaktan geçtiğini ve Batılı ülkelerde bunun pek mümkün olmadığını söyleyen Bakır, “Amerika'da bir çocuğu fotoğraflamak isterseniz sorguya çekilirsiniz, İspanya'da azarlanır, Hindistan'da sevgiyle karşılanır, Kamboçya'da ise diğer çocuklar tarafından etrafınız sarılır.” diyerek açıklıyor durumu.

Üstelik Doğu’da tarihe not düşmenin cazibesi de söz konusu. Angkor’a ilk kez 2002’de giden Bakır, aynı yerleri 7 sene sonra dolaştığında fark ediyor ki; ilk çektiklerini yeniden yakalamasının imkânı yok. Siem Reap ve en önemlisi tapınaklar öyle bir değişim içinde ki… Dünyaya yaşamdan bakmakla kalmayıp tarihe not düştüğünü anlıyor ve Angkor Tapınakları’nı daha çok kişiye anlatmak istiyor sanatçı.

400 YILLIK SIR

Anlatımı devralalım… Mistik, efsanelerle dolu, tehlikeli, heyecanlı, sakin, insanı kendine çeken ve yüzyıllar boyunca kayıp kalmış bir şehir bahsi geçen. 802’den 1432’ye, tam 630 yıl hüküm süren Khmer Krallığı’nın inşa ettiği tapınaklar, 400 yıldan uzun bir süre ormanın derinliklerinde unutulmuş, kaybolmuş, sır olmuş. Düşmanla baş edemeyen ve güneye doğru kaçan krallığın ardından sadece orman sahip çıkmış tapınaklara. Hem de nasıl… Yüz yıllar içinde taşlar ve ağaçlar birbirlerine öylesine kenetlenmiş ki; Angkor Tapınakları onca zaman dış dünyanın ilgisinden uzak, ormanın derinliklerinde gizlenmiş.

Taa ki, 1863 Temmuz’unda Fransız doğa bilimci Henri Mouhot’un anıları yayınlanıncaya dek... John Thomson’ın tapınakları fotoğraflamasıyla o güne kadar sadece bir kaç maceracının bildiği yapılar, dünyanın ilgi odağı oluvermiş. Uzakdoğu Fransız Okulu’nun başlattığı restorasyon çalışmaları, UNICEF ve bazı batılı ülkelerin desteğiyle ilerleyince Kamboçya’nın kapıları dünyaya açılmış.

KAMBOÇYA DİYE BİR ÜLKE

Ülkenin kapılarının dünyaya açılması pek bir şey ifade etmiyor elbette… Fransız mandası ve Japon işgalinden ancak 1953’te kurtulabilen ve bağımsızlığını ilan eden Kamboçya, 1975 ile 1978 yılları arasında karanlık ve kayıp bir dönem daha geçiriyor. Ülke için tarihlerin adeta 0’ı gösterdiği; kitap, din, turuncu renk ve para kullanımının yasaklandığı dört yılın ardından üç milyon ölü ve yıkılmış bir ülke kalıyor geriye.

1990’lı yıllardan bu yana demokratik seçimleri benimseyen ve daha huzurlu bir yaşam süren Kamboçya hala tam anlamıyla toparlanabilmiş değil. Gerçi Angkor Tapınakları’nın görkemi biraz olsun unutturuyor kötü günleri. Son yıllarda ülkede herkes Angkor ile yatıp, Angkor ile kalkıyor. Her hane; derme çatma evini elden geçirip onları gezginler için pansiyon ve otele dönüştürme derdinde. Kimisi Khmer yemeklerinden tatlar sunan lokantalar açmış; kimisi her sokak başına bir turizm firmasının broşürünü asmış. Kısacası Angkor; Kamboçya için hem kazanç, hem de dünyaya açılma fırsatı.

‘ÇOK KISKANDIM’

400 yıl boyunca incir ve kapok ağaçlarıyla kaplanarak saklı kalmış tapınakları fotoğraflayan Bakır’ın objektifine takılanlara gelince; hüzün değil, daha ziyade huzur var ülkede. Turuncuları rahatça çekmiş din adamlarının huşu içindeki gülümseyişinden sincabın aheste revan haline; bisikletli kadından sigarasını tüttüren yaşlı amcaya… Ağaçlar tarafından her geçen gün biraz daha sarılıyor olsalar ve kimileyin yıkılma tehlikesiyle karşılaşsalar da tapınaklar bile hallerinden memnun. 400 yıl saklı kaldıktan sonra karşılaştıkları ilgi görülmeye değer. Hele böylesine ‘farkında olan’ bir ilgiyse sözü geçen…

Mayıs boyunca Uğur Varlı Fotoğraf Sanatı Galerisi’nde izlediğimiz Epson desteğiyle basılmış 32 fotoğrafın her birinde itinayla yakalanmış bir ‘doğru an’ var. Her bir kare belli ki ‘farkında olarak’ çekilmiş. Farkında olmanın farklılığını sergideki anı defterinden bir alıntıyla verelim, son söz niyetine: “10 gün önce Siem Reap’tan döndüm. Ankor’u gördüm sanıyordum ama sergiyi gezince yanıldığımı anladım. Çok kıskandım.”

JÜLİDE KARAHAN

FOTOĞRAF DERGİSİ/HAZİRAN

HERKESİN FESTİVALİ KENDİNE

Haziran; kuzey yarımküre için yaz, alerjisi olan için polen demek. Sanatsever içinse festival… Öyle bir ay ki bu; seçim yapmak gerçekten zor. ‘Zaman, mekân ve imkân’dan oluşan üç noktayı doğrusal bir çizgi üzerinde birleştirdiğinizde değmeyin keyfinize. Zaman ve mekânı anlatmak bizden; imkânı ayarlamak sizden…

Eğer yolunuz ülkenin güney kesimlerine düşecekse ki tatil sebebiyle bu pek muhtemel; 7 – 13 Haziran tarihleri arasında gerçekleşecek 17. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali tam size göre. Şu sıralar İstanbullu sinefillerin gündeminde olan Altın Koza’da 200’ü aşkın film var. Bunlar arasında; Berlin Film Festivali’nde Fipresci Ödülü alan Oscar Ruiz Navia imzalı ‘Yengeç Kapanı’, İngiliz oyuncu Samantha Morton’un ilk yönetmenlik denemesi ‘Sevilmeyen’ ve katıldığı pek çok festivalden ödülle dönen ‘Lübnan’ dikkat çekiyor.

Kaçan balık büyük olur

Yolu Avrupa’ya düşecekler; 20 – 25 Haziran tarihleri arasında İsviçre’deki Paleo ile 17- 19 Haziran tarihleri arasında Barselona’daki Sonar’a uğrayabilir. Ama asıl büyük balık İngiltere’deki Glastonbury Festivali. Haziran’ın 23’ünde başlayıp 27’sinde sona erecek festivalde sahneye çıkacak isimler arasında; U2, Muse, Stevie Wonder, Snoop Dogg, Shakira, Faithless, Fatboy Slim, Hot Chip, Editors, Phoenix, Norah Jones, Wampire Weekend, La Roux, Imogen Heap, Grizzly Bear ve Groove Armada var.
Izgaradaki balık ise Sonisphere. 2010 yazında neredeyse tüm Avrupa’yı dolaşacak festivalin Türkiye durağı İstanbul. 25 – 27 Haziran tarihleri arasında Beşiktaş İnönü Stadı’nda gerçekleşecek Sonisphere’in sahne kadrosunda; Metallica, Megadeth, Slayer, Anthrax, Rammstein, Manowar ve Alice in Chains var.

Parçaları birleştirmek çok kolay

Haziran, İstanbul, müzik, festival… Parçaları birleştirmek çok kolay. Bu yıl 38.’si gerçekleşecek Uluslararası İstanbul Müzik Festivali 3 Haziran’da başlıyor. Alışılageldiği üzere Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası konseriyle… Aralarında Arvo Pärt, Lang Lang ve Radu Lupu gibi isimlerin de bulunduğu 600’ü aşkın sanatçıyı ağırlayacak festivalin mekânları; Aya İrini Müzesi, Arkeoloji Müzesi, Çinili Köşk, Süreyya Operası ve Haliç Kongre Merkezi.

30 Haziran’a dek sürecek festivalin en popüler ismi Time Dergisi’nin ‘Dünyanın En Etkili 100 İnsanı’ listesinde yer verdiği Lang Lang. 10 Haziran’da Haliç Kongre Merkezi’nde Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası eşliğinde sahneye çıkacak sanatçı Çin’in en büyük kültür ihracı.

Klasik müzik meraklılarını epey mutlu edecek konserin tarihi ise 23 Haziran. 160 yılı aşkın tarihiyle Avrupa klasik müzik geleneği ve tarihinin mihenk taşı sayılan Viyana Filarmoni Orkestrası ilk kez İstanbul’da. Ünlü şef Riccardo Muti’nin yönetimindeki konser Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleşecek. Ve kapanış; hem haziran, hem festival bakımından... Hervé Niquet yönetimindeki Le Concert Spirituel, festivalin son konseri için 30 Haziran’da Aya İrini Müzesi’nde.

JÜLİDE KARAHAN

INFOMAG/HAZİRAN

.....

İSTANBUL MODERN’DE YENİ DÖNEM

İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı, müzenin önümüzdeki dönem sürprizlerini ilk defa açıklıyor…


Herkesin gözünün üzerinde olduğu bir müze İstanbul Modern. Önümüzdeki aylarda müzenin takipçilerini bekleyen sürprizler arasında; Hüseyin Çağlayan, Kutluğ Ataman ve Dice Kayek var. Ayrıntıları İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı’ndan dinledik.

Yıllardır sanat otoritelerinden dinlediğimiz üzere sanatın önündeki engellerden biri, belki de en önemlisi; özel sektör, yerel yönetim ve kamunun birlikte hareket edememesi. İstanbul Modern; zoru başararak, bu üçayağı nasıl bir araya getirdi?

İstanbul Modern’in en büyük gücü, çeşitli kesimlerle işbirliğinin sağlanması. Çağdaş müzeciliğin gereği olan bu işbirliğinin öncülüğünü yaptığımızı düşünüyorum. Çabamız İstanbul Modern’i topluma mal olmuş bir kurum haline getirmekti. Bunun için sponsorlar yanı sıra hem kamunun hem de özel sektörün desteğine ihtiyacımız vardı. Bu çabamızda; özel sektör, kamu yönetimi ve yerel yönetim birlikteliğini yaşadık. Uluslararası müzelerde bile görülmeyen, eşsiz ve yepyeni bir dayanışma gerçekleştirdik. Toplumsal sorumluluk taşıyan kuruluşlar İstanbul Modern’deki etkinlik ve sergileri destekliyor ve sponsor oluyor. Kişi, kurum, kuruluş ve medya sponsorlarımızın desteği bize yaşamsal bir katkı sağlıyor. Kurumsal güvenirlilik, güçlü bir koleksiyon, kamuoyunun gösterdiği güven, yerel yönetim ve sivil inisiyatiflerle kurulan yakın bağ İstanbul Modern’i güçlü kılan özelliklerden.

İstanbul Modern’in üst katında, geçen yıl açılan ve ucu açık bir biçimde hâlâ devam eden ‘Yeni Yapıtlar, Yeni Ufuklar’ sergisi; 38 yeni sanatçı ve eserin katılımıyla müzenin koleksiyon politikasının topyekûn değiştiğine işaret etmişti. Bu değişimi sizden dinleyebilir miyiz?

Bu bir süreç elbette... Bugünün çağdaş sanat ortamında bir koleksiyon oluşturmak hem ciddi bir bütçe, hem bir uzmanlık, hem de sezgiyle ilgili. Değişimin ve yeni yönelimlerin farkında olarak sanatçıların üretimlerini düzenli takip etmek zorundasınız. Bu değişim, ilk açıldığımız günden beri arzuladığımız bir yönelimdi zaten. Yavaş yavaş olgunlaştı ve sonunda belirli bir düzeye geldi. Koleksiyona katılan bu yeni sanatçılarla birlikte ciddi bir canlanma yaşadık.

Değişim doğrultusunda müze alımları nasıl ilerliyor?

Müzenin Nejat Eczacıbaşı Vakfı ile birlikte oluşturduğu bir koleksiyon havuzu var. Alımlarımızı bu iki koleksiyon çerçevesinde sürdürüyoruz. Yine özellikle son 30 yıllık süreçte belleklerde yer eden sanatçıların kilometre taşı olmuş çalışmalarına yoğunlaşıyoruz. Şahıs koleksiyonlarına girme potansiyeli çok düşük olan müze boyutunda enstalasyon, resim ve videolara ağırlık veriyoruz. Ayrıca sergisini gerçekleştirdiğimiz, prodüksiyonuna ortak olduğumuz veya desteklediğimiz çalışmaları da koleksiyona katmak bizim için çok önemli.

Müzenin sorumlulukları neler? Örneğin müze kendini, Türkiye’de çağdaş sanatın ne olduğunu göstermek zorunda hissediyor mu?

Hem Türkiyeli hem de uluslararası izleyicilere Türkiye’de çağdaş sanatın yaşadığı dönüşümü ve tarihini göstermek çok büyük bir sorumluluk olarak önümüzde duruyor. Sanatçıların son 30 yıldaki üretimlerini düşündüğümüzde şüphesiz sayıca çok yapıt söz konusu... Çağdaş sanat; sınırları aşan, büyük kitleleri ilgilendiren bir alan. Sosyo - kültürel ve politik pek çok dönüşümü içinde barındırıyor. Sosyal ve kültürel bellekte yer edinecek katılımcı ve interaktif projeleri özendirmeyi amaçlıyoruz. Geçmişe yönelik olarak da, modern sanatımızı oluşturan ve kültürel belleğimizde yer edinmiş yapıtları bütüncül olarak sahiplenecek bir yaklaşımın oluşmasını arzuluyoruz. Bu konuda İstanbul Modern önemli bir birikime sahip. Bunun çoğalması ve model olması bizim önceliklerimizden. Koleksiyonumuzu oluştururken Türk modern ve çağdaş sanat yapıtlarına sahip çıkmayı, görsel sanatların toplumun tüm kesimlerinde yayılması ve tanınmasının yolunu açmayı amaçladık. Müzemiz, bugün ülkemizde üretilen sanatın küresel dünyada evrensel bir anlam taşıdığını göstermek ve İstanbul’un uluslararası kimliğine vurgu yapan zengin bir birikim yansıtmak gibi çok önemli bir misyonu üstleniyor.

Müzenin eksikleri neler?

İstanbul Modern, açıldığından bu yana ulusal ve uluslararası sergiler, retrospektifler gerçekleştirip; aynı zamanda fotoğraf, tasarım, video sanatı, heykel ve sinema gibi disiplinlerarası sanata yer veriyor. Bugün çağdaş sanat ortamında adı geçen ve hepimizin belleğinde yer edinen önemli sanatçıların çalışmaları müze koleksiyonunda yer alıyor. Çağdaş sanata gerçek anlamda ev sahipliği yapmak, sanatçı projelerine destek olmak, çağdaş sanatın kolektif belleğin bir parçası olmasını sağlamak gibi henüz eksikliğini hissettiğimiz temel dönüşümlerde öncülüğümüzü sürdürmek istiyoruz. Öte yandan çevremizdeki ülkelerle işbirliğini çoğaltmak ama esas olarak uluslararası sanat ortamında saygın, güvenilir, çağdaş sanatın dinamik dönüşümlerine yer veren bir müze olmayı arzu ediyoruz.

‘Gelenekten Çağdaşa’ sergisini ‘Yol’ ve ‘Paslı Son’ isimli iki fotoğraf projesi izleyecek. Sonraki süreçte, daha doğrusu yeni dönemde izleyiciyi neler bekliyor?

13 Temmuz - 10 Ekim tarihleri arasında çağdaş tasarımın önde gelen isimlerinden Hüseyin Çağlayan’ın, ülkemizdeki ilk kapsamlı sergisini Londra Tasarım Müzesi işbirliğiyle açacağız. Sergi, Hüseyin Çağlayan’ın yaratıcı yaklaşımını, esin kaynaklarını ve işini etkileyen kültürel kimlik, yer değiştirme ve göç gibi pek çok temayı irdeliyor. Küratörlüğünü Donna Loveday’in yaptığı sergide, Hüseyin Çağlayan’ın deneysel projelerle geçen 1995 ile 2009 yılları arasında ürettiği moda koleksiyonları, sanat ve film projeleri de olacak. 25 Ağustos - 12 Eylül tarihleri arasında Dice Kayek’in Fransa’da Türkiye Mevsimi kapsamında açılan ‘İstanbul Contrast’ sergisi Paris’ten sonra İstanbul Modern’de yer alacak. 25 özel giysiden oluşan sergi, hem İstanbul’u hem de zıtlıkları içeriyor. 5 - 17 Ekim tarihleri arasında ‘2010 Türkiye’de Japon Yılı’ kapsamında Japonya’nın en önemli yayınevlerinden Shueisha Inc. tarafından planlanan ‘Manga Sergisi’ni (Japon Çizgi Roman Sergisi) ağırlayacağız. 26 Ekim 2010 - 30 Ocak 2011 tarihleri arasında ise Türk çağdaş sanatının uluslararası sanat ortamında en çok takip edilen isimlerinden Kutluğ Ataman’ın ülkemizdeki en kapsamlı sergisi olacak ‘Orta Kariyer’i gerçekleştireceğiz. Kutluğ Ataman’ı Türkiye’deki sanatseverle buluşturmayı ve onun daha geniş kitlelerce tanınmasını sağlamayı amaçlayan sergi; sanatçının kariyerinde kilometre taşı olan video, film ve enstalasyonları bir araya getirecek.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE BUSINESS/HAZİRAN

MURAT GÖĞEBAKAN YOLCULUK TELAŞINDA

Murat Göğebakan ile, son albüm ‘Âşıklar Yolu’nun ilk klibi ‘Kör Bıçak’ın televizyonda dönmeye başladığı gün buluştuk. Sanatçı, konser ve elbette seyahat telaşındaydı…



Yeni bir albüm, bir sürü konser ve seyahat demek… Yeni tanışıklıklar ve dostluklar bir de. Murat Göğebakan ile o pek sevdiği Anadolu yolculuklarını konuştuk…

Ama önce sanatçının dünya üzerindeki yolculuğunu hatırlayalım kısacık. 1968 Adana doğumlu Göğebakan; ilk, orta ve lise öğrenimini bu şehirde tamamlar ve 1986 itibariyle Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı’na gider. Okul bitince bir yandan Çukurova Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışır, bir yandan da dergâh eğitimi ve gitar dersleri aracılığıyla hayata karışır.

1995 yılında hayallerini gerçekleştirmek ve albüm çıkarmak için İstanbul’a gelir ve fazla geçmeden ’Ben Sana Âşık Oldum’ albümüyle karşımıza çıkar. ‘Ben Sana Âşık Oldum’ ve ‘Kara Gözlüm’ parçaları herkesin diline dolanınca ve pek sevilince ’Sen Rahatına Bak’, ’Tek Suçum Seni Sevmekmiş’ ve ’Merhaba’ albümleri peşi sıra gelir. Artık tüm Türkiye tarafından tanınmaktadır Göğebakan. 2002’de çıkardığı ’Ayyüzlüm’ü, ‘Yaralı’ ve ‘Sana Olan Aşkım Şahit’ albümleri izler.

Geçtiğimiz yıl hayranlarını üzen hastalığıyla yollarını tamamen ayıran sanatçı, şimdilerde, yeni albümü ‘Âşıklar Yolu’ için yollarda. Bir şehirde değilse diğerinde mutlaka çıkacak karşınıza.

‘Âşıklar Yolu’ nasıl bir yoldan geçerek bize ulaştı?

‘Âşıklar Yolu’ projesi geçen yıl ağustos ayında başladı. Şarkıları yazmaya o zaman başladık yani. Albümün ele avuca geliş sürecinde Anadolujet bizi epey destekledi. Şimdi emeklerimizin meyvelerini toplama zamanı. Anadolujet’le birlikte pek çok şehrimizi gezeceğiz. Kayseri’den Yozgat’a, İzmir’den Samsun’a... Tüm yıl hareket halinde olacağız.

Haziran ayında nereleri ziyaret edeceksiniz?

Henüz tam anlamıyla netleşmedi ama Kayseri, Niğde ve Aksaray’a gitmeyi planlıyoruz. Yurtdışındaki sevenlerimizi de unutmuyoruz tabii. Ayın 15’inde bir Berlin seyahatimiz var örneğin.

Siz en çok hangi şehirlere gitmeyi seviyorsunuz? Konserler için…

Aslında tüm şehirleri seviyorum. Özellikle Anadolu’da. Hakikaten. Oradaki konserler İstanbul’dakilerden çok farklı oluyor. Nasıl desem; daha bir sıcak, daha bir paylaşımcı. Geçen hafta Diyarbakır'daydık örneğin. Çok keyifliydi. Dinleyiciler keyif alınca, mutlu olunca sen de keyifleniyorsun. Çok güzel anılarla dönüyoruz oralardan.

Tatil için nerelere gitmeyi tercih ediyorsunuz?

Hasankeyf. Her şeyiyle çok güzel bir yer. Dinlenmeye gittim, iş için gittim… Çok seviyorum orayı. O kadar güzel ki... Sonra Mardin ve Midyat. Sohbetleri, insanları, yöresel tatları çok seviyorum. Aynı şey Trabzon için de geçerli. Çok seviyorum orayı. Sohbet ve muhabbeti; sonra kahvede oturup çay kahve içmeyi… Sofralarına otururum, yemeklerini paylaşırım ve bundan büyük keyif alırım çünkü her şey inanılmaz samimidir orada. Yöresel konuşmaları dinlerim. Bir de Diyarbakır’ı çok severim. Herkes mutlaka gitmeli oraya. Eski Diyarbakır’ın 4 girişi var. Kapılarını kapattığı an dünya ile ilişkisini kesiyor şehir. Kendi içine dönüyor… Her kapının yanında bir hamam var ayrıca, arınıp giriyorsun şehre. Çok özel bir yer orası. Sonra Urfa...

‘Âşıklar Yolu’ albümünün çok satmasını istiyorsunuz. Geliriyle ilgili özel projeleriniz mi var?

Geçtiğimiz Aralık’ta Adana’da ‘Murat Göğebakan Altın Çocuk Okuma Salonları’nı açtım. Çocukluğumun geçtiği fakir bir mahallede... Orada, okumak isteyen çocukları gördüm. ‘Allahım lütfen bu albüm çok satsın!’ dedim kendi kendime. Hayatımda ilk defa bir albümün satmasını bu kadar çok istiyorum. Çünkü okul yaptıracağım. Bir çocuğu daha bu memlekete kazandırmak, bir tuğla daha koymak için elimden gelen her şeyi yapacağım. Bir tane albüm de sen satın al, o okulda senin de tuğlan olsun.

Okul nerede olacak?

Hiç fark eder mi? Yer önemli mi? Hiç değil. Önemli olan yaptırmaya niyetimizin olması. Var mı? Evet var. Her yol bizim, okuyacak çocuklar bizim. İhtiyacı olan herhangi bir yerde olabilir, niye olmasın? Nereye nasipse oraya yapacağız okulumuzu.

Albüm satışları nasıl gidiyor?

Şimdilik iyi gidiyor çok şükür.

Bundan sonra?

Yeni bir albüm düşünmüyorum. Eski şarkılardan oluşan bir ‘The best of’ yapacağım. ‘Ben Sana Âşık Oldum’ ve ‘Kara Gözlüm’ gibi sevilen şarkıların akustik versiyonlarını o albüme koyacağım.

JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET/HAZİRAN

Bekleyiş Sona Eriyor

Hangi aydı? Mart galiba. Kulaktan dolma, internetten bakma bilgilerle; henüz çoğu isim netleşmemişken İzin istedi hemen işten. 25, 26 ve 27 Haziran için. Koskoca bir cuma, cumartesi ve pazarı Beşiktaş İnönü Stadında geçirmekti niyeti. Biletler alındı, geri sayım başladı. Bu macerada tek başına değil elbette. İşyerinden arkadaşlar, eski işyerindekiler, yurttan oda arkadaşları Liste günden güne uzadı. 2008deki Metallica konserine de böyle cümbür cemaat gitmişlerdi. Ama bu defa farklı.

Tarih tekerrürden ibaret değil. Çünkü Metallica sahnede yalnız değil.
Geçtiğimiz yıl Hollanda, Almanya, İspanya, İsveç, Finlandiya ve İngiltereyi sarsan ve o hızla bu yaz İngiltere, Polonya, İsviçre, Çek Cumhuriyeti, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, İspanya, İsveç ve Finlandiya dâhil 11 ülkeyi dolaşmayı planlayan Sonisphere Festival, üç gün boyunca İstanbulda. Metallicanın çalacağı pazar günü bilhassa önemli. Şöyle ki; Metallica ile beraber eski Metallica gitaristi Dave Mustainein liderliğindeki Megadeth, iki Grammy ödüllü thrash metal devi Slayer ve Türkiyede ilk defa çalacak.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/HAZİRAN

Golfe Açılan Kapı: Belek

Geçtiğimiz ay iki önemli organizasyona ev sahipliği yapan Belek, golf turizmi konusunda kelimenin tam anlamıyla atakta.


Antalya’nın Serik İlçesi’ne bağlı Belek Beldesi, Mayıs ayında iki önemli organizasyona ev sahipliği yaptı. Biri Avrupa Bayanlar Golf Turnuvası’nın Türkiye ayağı ‘Turkish Airlines Ladies Open’, diğeri European Challenge Tour’un Türkiye ayağı ‘Turkish Airlines Challenge 2010’… Geçtiğimiz yıl golf turizminden 130 milyon 230 bin 914 Euro kazanan ve 2010 yılı sonunda bu rakamı 155 milyon Euro’ya çıkarmayı planlayan belde; 2012’de Dünya Amatör Golf Şampiyonası’na ev sahipliği yapacak. Tüm bunları birleştirdiğimizde Belek’in golf konusunda kısa zamanda ne kadar yol kat ettiğini görüyoruz.

Türkiye’de golf sporuna her ne kadar 1895 yılında başlanmış olsa da Belek için hikâyenin geçmişi pek o kadar da eski değil. Şöyle ki; Türkiye eski cumhurbaşkanlarından rahmetli Turgut Özal bir gün helikopterle Antalya’dan Side’ye giderken aşağıya bakar ve ‘Burası neresi?’ diye sorar. ‘Belek’ der ve ekler yanındakiler: ‘İşe yaramaz, bataklık bir yer…’ ‘Burayı golf turizmine açalım.’ der Özal. Yanındakiler birbirlerine şaşkın şaşkın bakar...Özal’ın isteği, Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda (1990 – 1994) kendine yer bulunca; Belek’in talihi döner. Beldenin ilk golf sahası National Golf Club, 18 Kasım 1994’te 920 dönümlük arazisiyle hizmet vermeye başlar. Şimdilerde 15 kilometrelik sahil şeridinde 14 golf sahasına ve 52 beş yıldızlı otele sahip olan belde, 2008’de IAGTO (Uluslararası Golf Tur Operatörleri Birliği) tarafından ‘Avrupa’nın En iyi Golf Destinasyonu’ seçilerek rüştünü ispatlar.

DEĞMEYİN GOLF TUTKUNLARININ KEYFİNE!

Yılın neredeyse tamamını yüksek doluluk oranlarıyla kapatan Belek sahalarının tercih edilirliği herkesin malumu. Bu tescilli gerçeğin en temel sebeplerinden biri, bölgenin sahip olduğu mükemmel iklim koşulları. Doğa ve kültürel zenginlik avantajlarına Antalya’nın dinamizmi de eklenince… Değmeyin golf tutkunlarının keyfine.

Ama Belek’in asıl farkı; sürprizli ve zorlu sahaları. Turkish Airlines Ladies Open oyuncularına göre sahalar gerek tasarım, gerek planlama, gerek kondisyon bakımından tek kelimeyle ‘harika’. Oldukça zorlu ve macera dolu hatta. Sporcuyu oyun içinde farklı stratejiler geliştirmeye iten ve vuruş kaçırmayı kesinlikle affetmeyen Belek sahaları, fazla değil bundan 3 – 5 yıl sonra dünyanın tüm profesyonellerinin ilk tercihi olursa kimse şaşırmasın!

BİRGÜN HERKES GOLF OYNAYACAK

Küçük beyaz bir top, aheste revan 4 – 5 saat ve 7 – 8 kilometrelik uzun bir yol… İlk başta biraz garip geliyor insana ama sonrası malum. Bir kere sahaya çıktınız mı dönüşü yok. Yeşil, beyaz, sessiz, sakin bir dünya. Amerika’da her üç kişiden birinin golfle ilgilenmesi boşuna değil. Çok kişisel ama bir o kadar da sosyal bir spor golf. Çok umutlu sonra. Her defasında yeni bir başlangıç. Çok kötü bir vuruş yapsanız bile bir sonrakinin iyi olacağı umudu daima içinizde.

Eskiden zamanı ve parası olanların sporu olarak bilinirdi golf; şimdi o devir bitti. Bir ayakkabı, bir eldiven... 1000 – 1500 Dolara en iyi takımı alıyorsunuz zaten. Kulüp üyelik ücretleri hâlâ biraz fazla ama o da saha sayısı arttıkça aşılacak. Carya Golf Club Başkanı Fikret Öztürk’ün deyişiyle; “Yatırımcılar görevini yaptı. Şimdi sıra belediyelerde. Golfün halk sporu olması için belediyelere çok iş düşüyor.


KUTU:

PEKİ YA ELDİVENİN TEKİ!

Ahmet Ağaoğlu (Türkiye Golf Federasyonu Başkanı)

“Golfçüyle avcının anısı bitmez. Her defasında yeni bir macera... Zaten golfün uzun yıllar oynanmasının ardında yatan nedenlerden biri de budur. Yaşlı sporu derler. Öyle değil, yaşlıların da yapabildiği spor... Federasyonun 4500 faal lisanslı oyuncusundan 3500'ü 18 yaşın altında. Ben 1987'de tanıştım golfle. Bir iş için Dubai'ye gitmiştim. Bir golf sahasının açılışı televizyondan naklen veriliyordu; zümrüt yeşili bir saha, çöl ortasında vaha… Çok ilgimi çekti, sahayı gezmeye gittim ve ben bu sporu yapacağım dedim. Türkiye’de var mı, yok mu; bilmeden. Malzemeleri de bilmeden aldım. Eve gittim, paketleri açıyorum hararetle. Eldivenin tekini bulamayınca alışveriş yaptığım mağazaya geri gittim ertesi gün. Meğer tek eldiven lazımmış. Böyle bir başlangıç işte. Şimdi olayı çözdüm ama en önemli şey eksik hâlâ. Golfte; bir önceki ne kadar kötü olursa olsun, onu unutup bir sonraki vuruşa yoğunlaşmak gerekiyor. Ben 1996’daki Türkiye Amatör Şampiyonası’nda oynadım, o zamanlar fazla oyuncu da yoktu. Neyse; birinci günün sonunda kendi kategorimde liderdim. Klasis Golf Kulübü'nün 4 vuruşluk 8.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/HAZİRAN

.......

KEŞFİ BİTMEYEN ŞEHİR: İSTANBUL

İmparatorluklar Başkenti İstanbul’u bir kez daha keşfetmeye ne dersiniz?


Galata Kulesini yaşlı balıkçının rast giden tebessümünden yeniden keşfetmemizi salık veren reklamı bilmeyen kaldı mı? Ya da güzel kızın gülüşünden Haydarpaşa Garı’nı… Şehir; İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın reklamı tarafından çepeçevre sarılmıştı ki; yeni bir haber geldi. Kentin dili olsa ‘Bu kadarını ben bile beklemiyordum’ diyeceği cinsten. Dile kolay; 8000 yıllık bir tarih ve 58 farklı müzeden toplanan 500’den fazla eser bir arada. Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nde 5 Haziran’da açılacak ‘Bizantion’dan İstanbul’a: Bir Başkentin 8000 Yılı’ başlıklı sergi kapsamında...

Şehrin tarihine hiç bu kadar yaklaşmamıştık. İstanbul’un, Marmaray Projesi dâhilindeki Yenikapı kazılarıyla daha da geriye giden tarihini derleyip toplayan sergi; yurtdışından 39, Türkiye’den 19 müzeyle işbirliği içinde. Varoluşlarından bu yana ilk defa bir araya gelen eserler; İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Vatikan, Macaristan, Yunanistan, Avusturya, Belçika, Hollanda, İrlanda, Katar, Portekiz ve Rusya gibi ülkelerden seçildi. Bir araya gelenler arasında ticaret, hediye ve 4. Haçlı Seferi’nde olduğu gibi yağma yoluyla çeşitli ülkelere dağılmış hazineler var.

GARNİZONDAN BAŞKENTE

Bir Roma garnizonuyken Doğu ve Batı Roma’nın ayrılmasından sonra başkente dönüşen; Bizans İmparatorluğu’nun gelişme, duraklama ve çöküş evrelerinden sonra 1453’te Osmanlılar tarafından fethedilen bir şehir bahsi geçen. Bizantion’dan Nea Roma’ya, Constantinopolis’ten İstanbul’a; Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarına başkentlik yapmış üstelik…

Türkiye’deki devlet müzeleri ile özel müze ve koleksiyonların da katkı yaptığı sergide; İstanbul’un Avrupa tarihiyle özdeşleşen geçmişinin parlak ve çalkantılı evreleri tüm gerçekliğiyle karşımızda. Müzede; yabancı ve Türk 20 akademisyenin makalelerini içeren ve zengin görsellerle donatılmış kapsamlı sergi katalogu da mevcut. İstanbul’la ilgilenenler için; sergi 4 Eylül’e dek açık, kitap baki.

……………
‘Bizantion’dan İstanbul’a: Bir Başkentin 8000 Yılı’, 5 Haziran – 4 Eylül tarihleri arasında Sakıp Sabancı Müzesi’nde görülebilir. Bilgi için: muze.sabanciuniv.edu

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/HAZİRAN