28 Temmuz 2010 Çarşamba

YAZA CAZ YAKIŞIR

Kuzey yarımküreye yaz, İstanbul’a caz geldi. Bu yıl 17.’si düzenlenen Uluslararası İstanbul Caz Festivali 1 Temmuz’da başlıyor.

İstanbul’a hareketli günler vaad eden festival; cazın yanı sıra pop, rock, alternatif ve Latin gibi farklı müzik türlerinden sanatçı ve topluluklara kucak açıyor. Tıpkı geçtiğimiz yıllardaki gibi... 50’nin üzerinde konser ve 300’ü aşkın sanatçıyla şehrin havasını değiştirecek festival; Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi, Arkeoloji Müzesi, Aya İrini Müzesi, İstanbul Modern, İstinye Park, Salon, Sepetçiler Kasrı ve The Marmara Esma Sultan’dan ses verecek.

Yenilikleri pek seven festivalin bu yılki numarası Tünel Şenliği. 3 Temmuz Cumartesi günü sabah saatlerinde başlayacak şenlik, Tünel ve Galata meydanlarında kurulacak ana sahnelerin yanı sıra bölgedeki pek çok farklı mekândaki etkinliklerle ‘festival içinde festival’ sunacak İstanbullulara.

HEM DENİZDEN HEM KARADAN

Caz Vapuru’yla denizi, Sokak Konserleri’yle karayı fethedecek festivalin gözdelerine gelince… 15 Temmuz Perşembe akşamı Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi’nde gerçekleşecek konser bilhassa önemli. O akşam Şakir Eczacıbaşı anısına İstanbul’a ilk kez gelen bir isim var sahnede: 15 Grammy ödüllü yaşayan tarih Tony Bennett.

Mutlaka gidilmesi gerekenler arasında Stanley Clarke konseri en başta. Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinden ses verecek The Stanley Clarke Band’a festival izleyicisinin yakından tanıdığı 30 yaşındaki piyanist Hiromi eşlik ediyor. İstanbul’u komşu kapısı yapan Chick Corea ile şehrimize ilk kez teşrif eden Grace Jones da dinlemeye değer. Şimdi daha çok gençleri ilgilendirecek bir haber: Elektronik, alternatif, indie-pop ve rock tarzlarında çalışmalar yapan İngiliz müzisyen, görsel sanatçı, şarkıcı ve şarkı yazarı Imogen Heap 10 Temmuz Cumartesi akşamı İstanbul Modern’de.

20 CAZ GECESİ RÜYASI

Festivalin yıldız konuklarından biri de Seal. Son albümü ‘Soul’ ile eleştirmenlerden epey yüksek notlar alan sanatçı 19 Temmuz Pazartesi akşamı Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi’nde olacak. 1963 yılında Nijeryalı bir baba ve Brezilyalı bir anneden dünyaya gelen Seal, mimarlık eğitimi ve modellik kariyerinin ardından Nat King Cole’un kadife sesini anımsatan ses rengi ve şarkı söyleyiş biçimiyle dikkatleri çektiğinden bu yana birçok uluslararası hitin sahibi. Seal, hiçbir konserinde onu yalnız bırakmayan Alman süpermodel Heidi Klum’la olan mutlu evliliğiyle de sürekli gündemde…

Uzun sözün kısası; sponsorluğunu Garanti Bankası’nın üstlendiği 17. Uluslararası İstanbul Caz Festivali, tam 20 caz gecesi rüyası ve epey sıkışık konser trafiğiyle 20 Temmuz’a dek sanatseveri bekliyor.

JÜLİDE KARAHAN

İNFOMAG/TEMMUZ

‘ŞİMDİ’YE SIĞAN 8000 YIL

Zaman hakikaten izafi. Bazen öyle bir an geliyor ki 8000 yıllık tarih, küçücük bir ‘şimdi’ye sığıyor. O anlardan birine şahitlik etmenin ve ‘şimdi’nin içinde 8000 yıl öncesine gitmenin tarifi şöyle: Öncelikle bir tam gün gözden çıkarılır ve Emirgan’daki Sakıp Sabancı Müzesi’ne gidilir. Sonra ‘Efsane İstanbul: Bizantion'dan İstanbul'a - Bir Başkentin 8000 Yılı’ isimli sergi itinayla gezilir. İşin püf noktası, görünenden hareketle hikâyeleri hayal etmektir. Evet, 8000 yıllık yolculuk başlıyor; hem de ‘şimdi’.

Önümüzde, insanlık tarihinin bin bir türlü meselesine şahitlik etmiş bir şehrin, İstanbul'un, 8000 yıllık geçmişi duruyor. Katman katman, satır satır… Sergi, tarih öncesi çağlarda iki kıtayı birleştiren limanın oluşmasıyla başlıyor. Denizlerin yarılması, suyun dolması ve şehrin limana sahip olması devir devir karşımızda. Büyükçe ağaç tomrukları arasına yerleştirilmiş animasyon video, hem çocukça bir merakı hem de şehri ele geçirmek isteyen imparatorların ihtirasını koyuyor içimize. Hikâyenin özeti ekranda, detayları ise sergi salonlarında.

HİKÂYENİN ÖZETİ

MÖ 660 yılında kurulan Bizantion; Pers, Atina ve Sparta egemenliklerinin ardından Helenistik dönemde bağımsızlığını kazanır ama mutluluk uzun sürmez çünkü kent MÖ 146 yılında Roma vesayetine girer. Hıristiyanlığı benimseyen İmparator Constantinus, 330 yılında eski pagan kenti Bizantion’u başkent ilan eder ve şehrin adını değiştirir. 6. yüzyıla gelindiğinde Konstantinopolis, geç antik dünyanın siyasi ve ticari merkezi olmakla kalmaz; kutsal emanetlerin toplanmasıyla ‘İkinci Kudüs’ haline gelir.
Karanlık Çağlar’da (7 ve 8. yüzyıllar) karanlık günler geçirse de büyüklüğü ve zenginliğiyle harikalar şehri olmaya devam eden Konstantinopolis, tarihindeki en büyük darbeyi 1204’te Haçlı saldırılarıyla alır. Şehir yağmalanır, Hippodrom’dan sökülen altın yaldızlı bronz at heykellerine varana dek pek çok ganimet Venedik’e götürülür. (Sergide bu ganimetlerden kimi örnekler var. Atların da bire bir kopyaları… )

Hemen hemen altmış yıl süren Latin egemenliğinden sonra, 1261’de VIII. Mikhail Palaiologos’un şehri geri almasıyla Konstantinopolis bir kez daha Bizans İmparatorluğu’nun başkenti olur. Öldürücü darbe için 1453’ü beklemek gerekir. Osmanlılar’ın Konstantinopolis’i fethi her ne kadar Bizans’a son vermişse de, şehrin yeni bir kimlikle yeniden doğmasına vesile olur. (Sergide, Osmanlı kuşatması sırasında Haliç’in girişini kapatmak için kullanılan zincir de var.)

Efsaneye göre; Osmanlılar şehri almadan birkaç gün önce, Konstantinopolisliler Ayasofya’nın kubbesi üzerinde tuhaf bir ışık görür. Bunu kiliseden ayrılan Kutsal Ruh olarak yorumlayan kimi vatandaşlar şehri terk ederken pek çoğu kalmayı tercih eder. Fetihten sonra kendini Roma Kayzeri ilan eden Sultan II. Mehmed, izlediği akıllıca politika sayesinde şehri eski görkemi ve renkli kalabalığına yeniden kavuşturur. Yıllar içinde Bizans kiliselerinin mozaik bezeli kubbeleri camiye dönüşürken, yeni camilerin zarif minareleri kentin siluetine yerleşir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı, işgal, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet’in ilanı ve başkentin Ankara'ya nakli, İstanbul’un tarihinde yeni bir sayfa açar. Hâlâ açık olan o sayfada enerjisiyle herkesi kendine hayran bırakan bir şehir var. Adı İstanbul.

BİZANS MI, SELÇUKLU MU, OSMANLI MI?

Küçük bir yerleşim yeriyken imparatorluklara başkentlik yapmış bir şehrin kaydını tutan sergide İstanbul'a dair neler yok ki… Heykelden sikkeye, el yazmasından minyatüre, kaftandan sorguca, kutsal kitaplardan tablolara, tesbihlerden ikonalara 500’ü aşkın eser… Salonların birinde İstanbul'un kubbelerinin birer birer yansıtıldığı büyükçe bir canlandırma var ki tüm önemli camii ve kliselerde tek tek dolaştırıyor insanı.

Daha önce Paris'te küçük bir provası yapılan serginin en iyi tarafı kültürlerin devamlılığı ve birbirleriyle ilişkisini bir bütün halinde sunması. Müzenin her salonu İstanbul'un ayrı bir dönemini anlatsa da geçişleri görmek mümkün. Seramik sanatında öyle parçalar var ki; Bizans mı, Selçuklu mu, Osmanlı mı anlaşılmıyor. Kültürlerarası alışveriş dedikleri tam da bu olmalı. Bir şehrin içinde nelerin birbirine devredildiğini anlamak için bile gidilmeli sergiye. Yurtdışından 39, Türkiye’den 19 olmak üzere toplam 58 müzeden türlü çabayla derlenen eserlerin yerini, günümüzü anlatan bölüm itibariyle fotoğraflar alıyor. 20. yüzyılda hâlâ ülkenin dünyaya açılan penceresi olan şehir, bugün dünya için bir çekim merkezi.
8000 yıl öncesine uzanan geçmişiyle gurur duyuyor İstanbul. Onu ilk kez ziyaret edenleri, hatta yıllardır üzerinde yaşayanları şaşırtmayı da pek seviyor. Denizi ve toprağının altında uyuyan geçmişiyle hâlâ pek çok sır saklıyor şehir içinde. Keşfe açık.

Bu sırların bir kısmını keşfetmek için 4 Eylül'e kadar yolunuzu Emirgan’daki Sakıp Sabancı Müzesi'ne düşürmeli ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın desteklediği yılın belki de en önemli sergisi ‘Efsane İstanbul: Bizantion'dan İstanbul'a - Bir Başkentin 8000 Yılı’nı görmelisiniz. Bu şehre ait olmanın gururla karışık mutluluğunu hissederken İstanbul’u yeniden keşfetme arzusuyla dolacaksınız.


JÜLİDE KARAHAN

İNFOMAG/TEMMUZ

ÇOK AZ ŞEKERLİ TÜRK KAHVESİ

Çok az şekerli Türk kahvesinden bir yudum aldı ve gözlerini İstanbul’un erguvanlı tepelerine dikti. Söylenecek tek bir şey vardı: “Daha ne olsun!”

Seramik sanatçısı Alev Ebüzziya Siesbye; işi gücü, planı programı olmadığı halde İstanbul’daydı geçenlerde. Gelişinin bir tek sebebi vardı; eşi dostu ve erguvanları doyasıya görmek.

Nereden çıktı bu beklenmedik İstanbul kaçamağı?

İstanbul, erguvanlar açınca o kadar güzel ki… Kaçırmak istemedim. Geçen yıl da böyle yapmıştım. İşlerimi bahara denk getirmiş, gelmiş, görmüş, tadı damağımda Paris’e dönmüştüm. İlk defa işim, gücüm, randevum, görüşmem, herhangi bir bahanem yok. Sadece dostlarım ve İstanbul için geldim.

Nasıl geçiyor günler?

Tam istediğim gibi, çok keyifli. Hava ne sıcak, ne soğuk. Boğaz masmavi, erguvanlar pespembe; daha ne olsun! İstinye’de kardeşimin evinde kalıyorum, koruya bakıyor ev, salonun camının önünde kocaman bir erguvan ağacı var. Kahvaltıdan bir türlü kalkamıyoruz sabahları. Öyle güzel.

10. Uluslararası İstanbul Bienali dâhilinde Ali Kazma’nın videosunda izlemiştik sizi, çalışma sürecinizi. Öyle yalnız ve içe kapalıydınız ki şimdi bu neşe şaşırtıcı geliyor. Üretim sürecinde nasıl oluyorsunuz? Bir de sizden dinlesek…

Tek kelimeyle yalnız. Çok ciddi bir çalışma disiplinim var. O olmazsa bir şeyleri bitirmemin imkânı yok. Uzun saatler atölyede kalıyorum. Sabah saat 10 gibi başlıyorum. Akşam 5’e, 6’ya kadar durmamacasına çalışıyorum. Öğle yemeği falan yok. Belki acele bir kahve arada. Çok yalnız bir çalışma. Odaklanma gerekiyor. Bir büyük çanağı yapmak iki günümü alıyor. Baştan sona yoğun bir konsantreyle çalışıyorum. Çok yorucu bir iş. Elinizi attığınız her şey çok ağır. Hanım hanım yapılacak bir iş değil seramik.

Eserle iletişiminiz nasıl?

Didişme ve hatta kavga şeklinde… Toprağın bir ruhu var ve bazen size karşı çıkıyor. Gün boyu toprakla, çamurla didişiyorum. Bazen o kazanıyor, bazen ben. Uzlaşıyoruz sonuçta, deneye yanıla. Nerede duracağımı biliyorum ama meydan okumaya da bayılıyorum. O yüzden büyük parçaları tercih ediyorum. Küçük parçalara istediklerimi yaptırmam daha kolay çünkü. Eser büyüdükçe didişmenin yoğunluğu ve harcadığım fiziksel güç artıyor. Bu didişme hem çok zor, hem çok rahatlatıcı. Bütün tedirginlik, kuşku ve öfkelerim yaptığım işe akıyor. Yaşadığım hayat yaptığım işte çıkıyor ortaya. ‘Toprağın hafızası var’ demişti Amerikalı galericim. Gerçekten öyle, toprak canlı.

Nasıl canlı?

Yaptığınız her şeyi hatırlıyor toprak. Çok iyi bir belleği var. Ufak bir dalgınlığı bile yüzünüze vuruyor sonradan.

Bu yalnız ve zorlu üretim sürecinden kaçmak istediğiniz oluyor mu hiç?

Elbette. İnsan bazen durmak ve uzaklaşmak istiyor. Çok küçük bir tabana oturuyor çanaklarım, âdeta uçar gibiler. Bazen ‘uçup gitseler de ben de rahat etsem’ diyorum. Arada sırada bazı firmalara tasarım yapmak yalnızlığımdan çıkarıyor beni. Ortak çalışma eğlendirici oluyor, iyi geliyor.

Koleksiyonerler tasarım yapıyor olmanızdan olumsuz etkileniyor mu?

Yok, aynı şey değil ki. Tasarımlar kullanılmak üzere üretiliyor. Atölyede yaptıklarımsa sanat eseri, heykel gibi. Danimarka’da seramik sanatçısı değil, heykeltıraş olarak tanınıyorum. Senede ancak 35 - 40 parça çıkarabiliyorum. Her parçadan sadece bir tane oluyor.

Fransızlar Fransız, Danimarkalılar Danimarkalı, Türkler Türk diyor size. Siz ne diyorsunuz bu işe?

Türkiye’de doğdum, tüm bildiklerimi Danimarka’da öğrendim, Paris’te yaşıyorum.

Danimarka’da neler öğrendiniz, örnek verebilir misiniz?

Danimarka maddeyi çok iyi tanıyan bir ülke. Maddenin değerini biliyor. Öğrendiğim en önemli şey görmek. Görmeyi öğrendim orada. İnsan bakar ama göremez. Kalitenin ne olduğunu öğrendim sonra. Danimarka bilginin yuvası. İstediğim toprağı bulmak için 2 sene kadar toprak araştırması yaptım. Her toprağın kendi dili var. Hangi toprağa hangi sır gider… Ben yüksek pişirimli seramik yapıyorum. 1300 derecede pişiyor işlerim. O sıcaklıkta renk azalıyor, eğrilmeler başlıyor. Öte yandan toprak taşlaşıyor. Bir de yüksek pişirimli toprak her bölgede bulunmuyor. Türkiye’de yok mesela. En erken Polonyo'da başlıyor. Türkiye’de 900 derecede falan pişiriliyor seramikler.

900 ile 1300’ün farkı ne?

Yüksek pişirimli seramiği sırsız olarak bile fırınlasanız pürüzsüz olur. Dilinizi dokundurduğunuzda yapışmaz.

Yeni formlar denemeyi düşünüyor musunuz? Yoksa her zamanki gibi çanağa devam mı?

Çanak benim vazgeçemediğim bir form. Yapabildiğim sürece çanak yapacağım. Ama günün birinde özel bir divan çizebilmek isterdim. Bütün tasarımcıların, iç mimarların rüyasında sandalye vardır; kendine ait bir sandalye… Çok da zordur. Divan daha zor olmalı. Öyle düşününce çanak da zor. Binlerce sandalye, binlerce çanak yapılıyor. Biri evrensel oluyor.

Kendinize sakladığınız çanaklarınız var mı?

Şimdiye dek 3000 çanak yapmışımdır. Aralarında çok sevdiğim, kendimce vazgeçemediğim işler elbette var. Hatta ufak bir koleksiyonum bile var. En ama en sevdiğim çanak ise şu anda evimde.

O çanak neden özel?

Bu işler biraz büyü meselesi. O evdeki çanağı pek severim. Nedenini de hiç bilmem.

‘Tamam’ diyebiliyor musunuz? Yoksa kuşku hep var mı?

Hep kuşku içinde çalışıyorum. En iyi işimi yaptığımı hiçbir zaman düşünmedim. Her zaman tek istediğim bir önceki çalışmamın ötesine geçebilmek. Şöyle yapsaydım nasıl olurdu kuşkusu hep var olmuştur. Tam olarak istediğimi yapabilmiş olsaydım yeni bir şey yapabilmem için bir sebep kalmazdı. Kuşku varsa çok iş var daha ve kuşku hep var. Yaptığım iş iyi mi değil mi? İnsan kendini eleştirebilmeli. Kuşku; gerçekten iyi mi, daha iyi olabilir mi, bir dahaki sefere nasıl yapsam şeklindeyse ne ala... Ama kuşku; satar mı, beğenilir mi, moda olur mu ise fena. Kötü iş başka, binlerce var. Ama kuşkusu kötü iş daha bir başka.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE BUSINESS/TEMMUZ

DENEMELERİN ERTESİNDE

Dalgıç Yasemin Dalkılıç, rekor denemeleri ertesinde ve Miami’ye dönüş arifesinde hem sorularımızı cevapladı hem de dalış sporuyla ilgilenenlere kimi tüyolar verdi.


Geçtiğimiz Mayıs’ta 125 metreye dalmayı deneyecektiniz. Hayati bir tehlike atlatınca 106 metrede kaldınız. Vardıysa da geçmiş olmalı hayal kırıklıkları… Şimdi neler planlıyorsunuz?

22 Nisan'da 106 metreye daldım, daha sonra bu derinliği 125 metreye çıkarmak istedim ama talihsiz bir kaza yaşadım. En üzücü tarafı, fiziksel olarak bu rekora hazır olmam ve yapacak güçte olmam ama sebebin yüksek derinlikte gerçekleşen bir burun kanaması olmasıydı. Sinüslerdeki hasar sebebiyle tekrar etme şansı bulamadım. Ancak yıllardır tüm dünyada uygulatmaya çalıştığımız yepyeni bir güvenlik sistemi ve ilk defa tamamı Türk dalgıçlardan oluşan güvenlik ekibimizin bu sistemi başarıyla uygulaması sayesinde bugün hayattayım. Bu güvenlik sistemi ve kurtarma çalışması yurtdışında büyük ses getirdi. Hem 106 metrelik rekor ile hem de 125 metrelik rekor değilse de daima çok önemli bir örnek olacak bu güvenlik çalışmasıyla Türkiye'nin adını duyurduğum için mutluyum.

Sizin için başarının ölçüsü ne? Kapasitenizi ne kadar zorladığınız mı? Hayatı sağlıklı şekilde koruyup sürdürmeniz mi?

Benim için başarı; daima kendi derecelerimi geliştirmek, sadece serbest dalış değil her konuda gurur duyacağım ve en iyisinin ötesinde sonuçlara ulaşacağım işlere imza atmak. Ancak yaşamayı çok seviyorum ve hem kendim hem başkaları için daha yapabileceğim pek çok şey olduğuna inanıyorum. İnsan sınırlarını zorladığım bu ekstrem sporda başarı; öncelikle sahip olduğumuz en yüksek değer olan ‘hayat’ı korumak. Limitleri zorlamak ikinci planda...

Peki, şimdi amaç ne? Yasemin Dalkılıç’ı ‘hayat’ta heyecanlı tutan şey…

Genelde birbirine paralel de olsa pek çok tutkum var, bunları dolu dolu yaşayabileceğim bir hayat daima dileğim. Amaçlarım her zamanki gibi bol spor yaparak sağlıklı ve güçlü olmak, elimden geldiğince yeni yerler görmek, yeni yerlerde dalmak.

Türkiye’de dalış için en uygun yerler nereler?

Türkiye'de çok sayıda dalışa uygun yer var. Tüm Ege ve Akdeniz sahilleri uygun. Ama sualtı yapısı ve sualtı canlılığı açısından bence en güzel yer Kaş. Balıkçılık konusunda yıllardır çok hassas olmalarının sonucunu hâlâ var olan canlılık ile geri alıyorlar.

Serbest dalışla amatör olarak ilgilenen biri ne yapmalı? Dalış meraklılarına tavsiye ve tüyolar verebilir misiniz?

En doğru şey eğitim almak olacaktır. Zaman zaman, pek çok dünya rekortmeninin antrenörü olan eşim Rudi Castineyra ile Türkiye'de kurslar veriyoruz. Bunlar www.yasemindalkilic.com adlı web sitemden takip edilebilir. Ayrıca sitede kursa katılma şansı olmayanlar için kimi yardımcı makaleler de var. Bunun dışında derinlikleri veya sualtındaki süreyi çok yavaş yavaş artırmayı ve kendinizi çok rahat hissettiğiniz ekipmanlarla, rahat hissettiğiniz bir yerde dalmayı öneririm. Örneğin yaz mevsiminde güney sahillerinde...

Dalmak için çok iyi yüzmek şart mı? Yüzme konusunda iddialı olmayanlar dalabilir mi?

Serbest dalış için belli derecelere ulaşacak bir yüzme kondisyonu gerekmiyorsa da suda çok rahat olduğunuz, çok rahat bir şekilde hareket edebildiğiniz bir yüzme düzeyine sahip olmak gerekli. Tüplü dalış için daha başlangıç seviyesi bir yüzme yeterli olabiliyor.

Sigaranın etkisi ne boyutta?

Sigara bu sporun en büyük düşmanı diyebilirim. Akciğerlerin çok sağlıklı ve çok iyi bir formda olması gerekiyor, sigara içilince de bu mümkün olmuyor. Ben şahsen asla sigara içilen bir ortamda açık hava bile olsa bulunamıyorum. Akciğerlerimi bu kadar sağlıklı bir forma getirdiğim için çok etkileniyorum.

Dalmak size neler kattı? Dalmasaydınız şimdiki sizden ne farkınız olurdu?

Dalmasaydım hayat boyu büyük bir eksiklik duyardım. Sualtının sessizliğine, büyülü ortamına ve orada fiziksel limitlerimi zorlamaya olan tutkum daima vardı. Bu tutkumu keşfedip gerçekleştirebilmem kişiliğimin çok önemli bir tarafının gelişmesini sağladı. Bu sayede kendimi hem dingin, huzurlu ve tatmin olmuş biri gibi hissederken hem de ulaşılması zor derinliklere ulaşan güçlü ve kendine güvenen biri oldum.

8 rekor söz konusu. Bunlar sizin kendi rekorlarınız mı? Dünya rekoru mu? Dünya rekoru olanlar hâlâ geçerli mi? Yani aynı kategoride biri henüz bu rakamları aşmış değil mi?

Bunların tümü tescil edilmiş dünya rekorlarıdır. Rekorlarım: 1999'da palet gücüyle 68 metre, 2000 yılında Limitli Değişken Ağırlık disiplininde önce 96 metre, daha sonra 100 metre, ardından Limitsiz Değişken Ağırlık ile 120 metre, 2001 yılında Limitli Değişken Ağırlık ile 105 metre, aynı yılın sonunda hiçbir malzeme kullanmadan dalınan Desteksiz Sabit Ağırlık disiplininde 40 metre, daha sonra da 2004 yılında aynı kategoride 43 metre ve 46 metre. Bu rekorlar kimi zaman kendim tarafından kimi zaman rakiplerim tarafından kırıldı. Bunlar serbest dalış tarihinde dünya rekorları olarak daima yer alıyor fakat sadece bir tanesi halen geçerli.

6 diskalifiye bilgisine rastlıyoruz. Hangi koşulları sağlayamadığınızda diskalifiye oluyorsunuz?

Bu 8 rekorun dışında 6 ayrı dünya rekoru denemesinde diskalifiye edildim. Rekorun geçerli olabilmesi için kategoriye göre yüzeye döndüğünüzde tamamlamanız gereken farklı protokoller var. Dipten aldığınız bir etiketi hakeme teslim etmek, okey vermek gibi… Limitleri çok zorladığınız bu sporda protokolü doğru tamamlayacak güçte yüzeye dönemeyebiliyorsunuz, diskalifiye sebeplerinin başında bu geliyor. Bunun dışında iki kez ipe temas etmemem gereken kategorilerde temas etmem sebebiyle diskalifiye oldum.


JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET/TEMMUZ

IŞIĞINIZ BOL OLSUN!

İstanbul’u vizörden keşfetmenin püf noktalarını; yıllardır bu şehri fotoğraflayan İzzet Keribar, Merih Akoğul, Arif Aşçı, İbrahim Zaman ve Timurtaş Onan gibi usta fotoğrafçılara sorduk. İstanbul’a gelmişken fotoğraflamadan dönülmeyecek yerler, şehrin bir haftalık fotoğraf rotası, kimselerin bilmediği köşeler, belli başlı görüntüler için en uygun saat ve açılar… Işığınız bol olsun!

İZZET KERİBAR: İLLA Kİ ŞEHİR HATLARI

İstanbul’a bir iki günlüğüne gelenler klasik rotadan uzaklaşamaz. Topkapı Müzesi, Sultanahmet, Ayasofya ve Yerebatan Sarnıcı… Bunlar zaten bir gün sürer; ikinci günün yarısı da Kapalı Çarşı, Mısır Çarşısı ve Eminönü civarında geçer. Öğleden sonra Ortaköy Meydanı, akşamüstü ise Galata Kulesi ve günbatımı…

Bir hafta olunca iş değişir. Yukarıdakiler tadına varılarak gezilir. Gidilecek diğer yerler ise şöyledir: Eyüp ve civarı (sabah da akşam da şahane), Balat ve Rum Okulu civarı, Edirnekapı’da Kariye ile Çarşamba… (Fethiye Camii’nin yanındaki şapelde bulunan eşsiz mozaikler atlanmamalı) Haliç’in çeşitli iskelelerinden kalkan ve Üsküdar’a uğrayan ufak gemileri bilhassa öneririm. (Özellikle güneşli günlerin sabah saatlerinde) Bir sabahı Kuzguncuk ve Beylerbeyi’ne ayırmalı; Beylerbeyi İskelesi yanındaki restoranlarda öğle yemeğiyle birlikte… Sabah saatlerinde Avrupa, akşam saatlerinde Asya Yakası’nın ışık aldığını göz önünde bulundurarak Boğaziçi turu yapmalı.

Sonra adalarda bir gün: Tüm adalar güzel ama turistler için en ilginci Büyükada. Kabataş’tan kalkan Şehir Hatları Vapurları’yla (Deniz Otobüsü değil) gitmeli ve kısmen at arabasıyla kısmen yürüyerek tur yapmalı. (Küçük tur yeterli) Eski konak ve at arabalarını görüntüledikten sonra deniz kıyısındaki restoranlarda yemek iyi gider.

Beyoğlu’nda Tünel’den Taksim’e boydan boya yürümek, ara sokaklara girmek ve akşam yemeğini ya Nevizade Sokağı ya Çiçek Pasajı ya da Cezayir Sokağı’nda yemek iyi fikir. Fotoğraf için en güzel vakit ışıkların yanmaya başladığı akşam saatleridir. Programa Çemberlitaş Nargile Kahvesi’ni de eklemek isterim. Özellikle öğleden sonra dolup taşan kahve, mimarisi ve dokusuyla bir harika.

Kimselerin bilmediği yerler pek kalmadı ama fotoğrafçı yetenekli ve meraklıysa, Tarlabaşı’nın arka sokakları ya da Samatya’daki tren yoluna paralel eski evlerde şahane kareler çekebilir. Havanın kapalı olması bu gibi yerlerde avantaj sağlar çünkü sert gölgeler fotoğrafların algılanmasını zorlaştırır.

MERİH AKOĞUL: BEKLENMEDİK ANLARIN MAHARETİ

İstanbul, iki kıtayı birleştirmenin yanında, tarifsiz bir karmaşayı da bünyesinde barındırıyor. Rota neresi olursa olsun, bu karmaşanın içinden beklenmedik anlarda inanılmaz fotoğraflar çıkarmak mümkün. Farklı mevsimler ve günün değişik saatlerinde bu mekânlarda bulunmak farklı fotoğraflar çekmek anlamına gelir.

Önereceğim ilk rota Yenikapı, Kumkapı, Sultanahmet, Cağaloğlu, Eminönü, Galata Köprüsü, Karaköy, Salıpazarı ve Beşiktaş üzerinden Rumeli Kavağı’na kadar giden yol… Haliç’in çevresi, Karaköy, Galata, Beyoğlu ve İstiklal Caddesi üzerinden Taksim de mükemmel bir fotoğraf rotasıdır. Bu rotalar, mümkünse, hiç bir araç kullanmadan yürüyerek tamamlanmalıdır.

ARİF AŞÇI: HERKES KENDİ MACERASINI ARAR

İki günlüğüne İstanbul'a gelmiş bir fotoğraf meraklısı için, Ayasofya ve Sultan Ahmet Meydanı dışında; Eminönü’nde akşamüzeri, Galata Köprüsü’nde günbatımı ve Tarihi Yarımada silueti ilk fotoğraflar olacaktır. Galata Köprüsü’nün Eminönü yakasındaki balık ekmekçiler ile Perşembe Pazarı yakasındaki Karaköy balıkçıları mutlaka fotoğraflanmalıdır. Akşamın belli bir saatinde balıkçılar balık artıklarını sandıklar içinde köprünün hemen kenarına koyar; binlerce martı çığlık çığlığa bu artıklara üşüşür… Balıkçıların tenteleri üzerinde bekleyen martılara kediler eşlik eder. Ayrıca suya dökülen balık parçaları için martılarla karabataklar adeta bir meydan savaşı verir. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan bu görüntüler için akşam saatlerinde Galata Köprüsü civarında olmak gerekir.

Bir haftanız varsa bunlara ek olarak; Beyazıt Meydanı, Sahaflar Çarşısı, Kapalı Çarşı, Mahmutpaşa'dan Tahtakale’ye inen yokuş, Haliç kıyısı, Fener, Balat, Eyüp ve Ayvansaray… Üsküdar Meydanı, Camisi, iskele ve çarşısı; öğle yemeğiyle birlikte bir güne değer. Beşiktaş, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek ve Rumelihisarı; İstinye Koyu’na kadar başka bir günü hak eder. Boğaz turu mutlaka yapılmalı. Her gün 10.35'te Eminönü’nden kalkan bir vapur var. Bir buçuk saatte Anadolu Kavağı’na ulaşıyor; öğle yemeğinden sonra geri dönüyor. Karaköy'den Galata Kuledibi’ne, Galip Dede Yokuşu’ndan Tünel'e ve İstiklal Caddesi’nden Taksim Meydanı’na kadarki yol, Balık Pazarı’nda yemek dâhil, bir güne değer. Bir gün daha varsa; Fatih Camii, Süleymaniye ve Zeyrek (Kariye Müzesi dâhil) harika bir yürüyüş güzergâhıdır. Kariye yakınlarında şık lokantalar var ama benim tercihim Süleymaniye önündeki kuru fasulyeciler. (Turşu ve pilav unutulmamalı)

İnsan hikâyesi için önereceklerim; Rumeli Kavağı’ndaki midyecilerin çevresi, tekne tamircileri, Sirkeci - Halkalı Banliyö treni hattındaki Menekşe İstasyonu’ndaki balıkçı kahveleri, Büyük Valide Han civarındaki bazı atölye ve avlular, Yedikule'den Ayvansaray'a kadarki bütün sur dibi. Ayrıca Beykoz'da Dalyan kurulmuşsa bir kayık kiralayıp (saati 5 – 10 lira) dalyancılarla su üzerinde sohbet edilebilir. İstanbul bunun gibi yüzlerce hikâyeye sahip, herkes kendi macerasını arayabilir.

İBRAHİM ZAMAN: SİLUET ÇEKİMLERİ İÇİN…

Siluet için Moda, Harem, Üsküdar, Anadolu Hisarı, Haliç, Pier Loti, Ulus Parkı, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü üzerindeki Teknik Üniversite Sosyal Tesisleri, Ortaköy, Hidiv Kasrı, Galata Kulesi, Tepebaşı ve Eminönü Köprüsü… Bahsi geçen yerler gündoğumundan saat 11.00'e ve saat 15.00’ten 18.00'e kadar normal çekimler için; saat 18.00’den 20.30’a kadar ise siluet çekimleri için uygundur. Siluet çekimlerinde Moda, Harem, Üsküdar, Hidiv Kasrı (avlusundan Avrupa yakası ve tarihi yarımadaya bakışlar) çok güzel sonuçlar verecektir. Pek kimselerin bilmediği ama çok güzel kareler veren yerler ise Yeşilköy Çarşamba Pazarı, Kadıköy Salıpazarı ve Beyazıt Bitpazarı’dır.

TİMURTAŞ ONAN: FOTOĞRAFIN AFRODİZYAK ROTASI

İstanbul’un fotoğraflanması gereken yerleri; Tarihi Yarımada, Haliç ve eski adı Pera olan Beyoğlu’dur. Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı, Tokatlıyan Han, Narmanlı Yurdu, Hazopulo Geçidi, St. Antoine Kilisesi ve Suriye Pasajı gibi anılarla dolu mekânlar önemlidir. Ön planda Taksim -Tünel arası işleyen tarihi tramvay ile arka planda Beyoğlu dokusu her turistin evine götürmek istediği görüntülerdendir. Beyoğlu’nun alt kısmında Galata kulesi, Azapkapı ve Tophane arasında kalan bölge harika mimarisiyle (Doğan Apartmanı ile Rum, Gürcü ve Ermeni kiliseleri) fotoğraflanmaya değer. Galata kulesine günün ilk saatleri ile akşamüzeri gün batmadan bir saat kadar önce çıkıp panorama çekebilirsiniz.

Tarihi Yarımada ve Haliç başlı başına bir olay. Haliç boyunda ön planda tekneler, arkada Galata özellikle günün ilk ışıklarında çok güzel görüntüler verir. Fener ve Balat bölgesinde, çok kültürlülükten kaynaklanan farklı mimari yapılar ile Anadolu’dan göç etmiş Türk halkının mahalle yaşantısını görüntüleyebilirsiniz. Tarihi Yarımada’da turistik yerlerin dışındaki ara sokaklar; mesela Vefa ve çevresi ile Samatya ve Kadırga gibi semtler hikâye arayanlar için bulunmaz nimettir. Galata ve Unkapanı köprüleri; balık tutanları, martıları, İstanbul’u hayranlıkla seyreden insanları, tarihi fon ve genel planlarıyla bir fotoğrafçı için özellikle akşamüzeri vazgeçilmezdir.

Boğaziçi; yalıları, kasırları, çay bahçeleri ve tekneleriyle muhteşem manzaralar çekebileceğiniz bir bölge. Benim en sevdiğim şey Beylerbeyi ve Çengelköy’de kayıkçılarla tanışıp onları fotoğraflamak ya da küçük vapur iskelelerinde konuşlanıp deniz ve tarihi doku arka planlı insan manzaraları çekmek. Manzara çalışanlar için sabahın ilk ışıkları ve gün batımı uygundur. Ortaköy veya Beykoz sırtlarından yapılacak çekimler köprüyle birlikte iyi görüntüler verir. Gün batımı deyince Kız Kulesi’ni de unutmamalı…

Fotoğrafın afrodizyağı olan rota içinse Unkapanı’ndan geçip Zeyrek Camii ve çevresinden başlayarak Cibali, Fener ve Balat üzerinden Eyüp’e uzanmak gerekir. İnsan hikâyeleri, manzaralar, belgesel kareler… Hepsi günün her saatinde farklı ışıklarda çekilebilir.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/TEMMUZ

Bir Bahane Daha

İstanbul’da yaşıyor ve biraz da fotoğrafla ilgileniyorsanız Balat vazgeçilmez mekânınızdır. Her okul, her ders, her kurs en azından bir kez olsun Balat’a götürür öğrencilerini. Top peşinde koşan çocukları, evinin kapısı önünde çekirdek çitleyen teyzeleri, pencereden sarkıp çamaşır asan genç kızları çekinmeden fotoğraflayabilirsiniz orada. Kimse ses etmez size, dahası herkes gülümser objektife. Hele akşamüstü çöktüğünde eski semtin dar sokaklarına öyle bir ışık düşer ki… Ders olmasa bile yarın yine gidersiniz.

Yakın zamana kadar kendi haline terk edilmiş bir yerdi Balat. Altın boynuz Haliç’in güney kıyılarında Fener ile Ayvansaray arasında… Son yıllarda gerçekleşen restorasyon çalışmalarıyla pek çok kültür sanat mekânına kucak açıyor şimdi semt. Bunlardan biri de geçen ay kapılarını açan Balat Kültür Evi. Türkiye Soroptimist Kulüpleri Federasyonu’nun (İş ve Meslek Kadınları Derneği); İstanbul Valiliği, İl Özel İdaresi Genel Sekreterliği ve Fatih Belediyesi desteğiyle hayata geçirdiği mekân, semt sakinlerine ve ziyaretçilerine pek çok etkinlik yanı sıra uygulamalı eğitim hizmetleri de sunuyor.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/TEMMUZ

SERAMİKTEN BAKIRA, MERMERDEN CAMA

Denizli'nin Tavas ilçesinin Medet köyünde yaşayan sırsız seramik ustası Necip Savcı’yı tanıyanlar bilir. Usta; derme çatma köy evinde yumurta kabuğu inceliğindeki çömlek, sürahi, vazo ve testilerini üretir. Tornanın başına oturur, pedalına basar, dönen hamuru uzatır, kısaltır, ne yaparsa yapar ve incecik hale getirir. Ardından yere, bin bir desenli eski kilimlerine oturur ve kili kille karıştırıp, toprağı toprakla boyar. Yaptıklarının üzerlerine desenler çizer sonra, ama ne desenler… Tarihten süzülmüş türlü hayatlar, en çok da Hititler. Bu ritüelin ardından başta oğlu olmak üzere aile fertlerinin de desteğiyle fırına dizer eserlerini. Hatta şimdilerde biraz rahatsız olduğundan daha çok yardım alıyor oğlundan.

Fırından çıkanlara gelince işte orada durmalı. Ya yolu Tavas’a düşürüp görmeli onları ya da Türkiye’nin çeşitli müzelerini dolaşıp müze mağazalarının raflarına daha dikkatli bakmalı. Çünkü o raflarda Necip Savcı’nın çömlek, sürahi, vazo ve testileri yanı sıra Türkiye’nin dört bir yanında kendi yağıyla kavrulan nice ustanın el emeği göz nuru var.

DİYAR DİYAR GEZMEDEN

Türkiye’de 3000 kadar geleneksel el sanatları ustası bulunuyor. Ama onların el emeği göz nurlarına ulaşmak pek kolay değil. Her şeyden önce diyar diyar gezmek gerekiyor. Sonunda bu işi birileri yaptı: Bilkent Kültür Girişimi ile Kültür ve Turizm Bakanlığı Döner Sermaye İşletmesi Merkez Müdürlüğü. Proje şöyle: Türkiye’nin kültürel değerlerini yerli ve yabancı turistlere tanıtmak amacıyla 2010 yılı sonuna kadar 19 ilde, 55 müzede; 62’si müze mağazası, 33’ü müze kahvesi olmak üzere toplam 95 mağaza açmak ve oralarda geleneksel el sanatları ustalarının eserlerine yer vermek.

İlk mağaza Topkapı Sarayı’nda Kasım ayında açıldı. Onu Ayasofya, Türk İslam Eserleri Müzesi, Kariye ve Efes Müzesi izledi. Şimdiye dek hizmete giren 30 müze mağazasında; seramikten bakıra, camdan dokumaya geleneksel Türk el sanatı ürünleri yanı sıra; çeşitli yayınlar, replikalar ve bulundukları müzelerdeki eserlerden esinlenen tasarımlar yer alıyor. Müze deneyimini bütünleyen tasarımlar arasında; saray koleksiyonlarından ilhamlı cam eşyalar, minyatürlerdekilere benzer tesbihler, kaftanlardan esinli çantalar, mozaiklerle bir örnek yelpazeler var. Biri mutlaka ilginizi çekecek…


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/TEMMUZ