28 Eylül 2011 Çarşamba

TÜYAP, 30. yaşında uluslararası oldu


Bu yıl 30.su gerçekleşecek İstanbul Kitap Fuarı'nın ismi büyüdü. Bunca zaman ve bunca konuktan sonra, sonunda 'uluslararası' sözcüğünü kullanmaya resmen hak kazanan fuar, bundan böyle kendini Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı olarak tanıtacak. 'Umut: Düş mü? Gerçek mi?' temasıyla kitapseverleri ağırlayacak olan fuarın bu yılki 'onur konuğu' ise Mısır.


12-20 Kasım tarihleri arasında TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi-Beylikdüzü'nde gerçekleşecek 30. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'nın detayları dün Taxim Hill Otel'de düzenlenen basın toplantısında anlatıldı. TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım AŞ Kültür Fuarları Genel Koordinatörü Deniz Kavukçuoğlu söze 'bir güzel haberle' başladı: "İstanbul Kitap Fuarı, 'uluslararası' sözcüğünü kullanma hak ve yetkisini resmen kazandı. Bundan sonra dünya fuar takvimlerindeki yerimizi layıkıyla alacağız."

'Okur fuarı' olma kimliğiyle yola çıktıklarını ısrarla vurgulayan Kavukçuoğlu'nun ikinci haberi, bu yıl fuarın onur konuğunun Mısır olmasıydı. İstanbul Kitap Fuarı'nın 'Umut: Düş mü? Gerçek mi?' isimli temasını Mısır'ın konumuyla -haklı olarak- örtüştüren Kavukçuoğlu, konuşmasına "Mısır; bir umudu, bir düşü gerçekleştirme çabasında. Değişim ve dönüşüm içindeki bu dost, kardeş ülkenin çağdaş edebiyatını, kültürünü ve sanatını tanıma olanağı elde etmekten mutluluk duyuyorum." cümleleriyle devam etti. Sözü devralan Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Metin Celal; Mısır'ın onur konuğu olmasını uluslararası ilişkiler bakımından çok önemli bulduğunu söyledi ve ekledi: "Arap dili ve edebiyatı dendiğinde dünyada sayılan iki ülkeden biri Mısır. Fuarın bu girişimi iki ülke arasında ilişkilerin gelişmesi adına atılmış önemli bir adım."

Toplantının en çok konuşan ismi Mısır Büyükelçisi Abderahman Salaheldin'di. Önce biraz yakınma: "Durum çok parlak değil. Necib Mahfuz dışında çok az yazarın çok az eseri Türkçeye çevrilmiş." Sonra da bolca inşallah: "Kasım ayı ortasında birçok Mısırlı yazar İstanbul'a gelecek ve kamuoyunda Mısır edebiyatı üzerine bir farkındalık oluşacak. Pek çok Mısırlı yayıncı başvuruda bulunuyor. Sonra başta Mısır kültür bakanı olmak üzere birçok entelektüel... Yapılacak toplantılar pek çok olumlu adımın atılmasını sağlayacak. Önümüzdeki yıllarda Arapçadan Türkçeye, Türkçeden Arapçaya bir hareketlilik olacak. İnşallah..."

Mısır edebiyatı ve sineması

30. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, Mısır'dan 5 yazar ağırlayacak: Türkçede özellikle Yakupyan Apartmanı kitabıyla çok sayıda okura ulaşan Alâ Al Asvani, Necib Mahfuz'un manevi oğlu olarak nitelendirdiği Gamal Gitani, İbrahim Aslan, Mısır Yazarlar Birliği Başkanı Muhammed Salmawy ve Yusuf Ziedan. Yazarlar, Mısır edebiyatı üzerine söyleşilere katılıp kitaplarını imzalayacaklar. Ayrıca Mısır edebiyatının değerli ismi Necib Mahfuz, 100. doğum yılı vesilesiyle kapsamlı bir etkinlikle anılacak. Mısır etkinlikleri arasında Mısır edebiyatından sinemaya uyarlanan filmlerin gösterimleri de söz konusu. Bunlar; Arazi, Bir Başlangıç ve Bir Bitiş, Bana Bir Hikâye Anlat, Al Kitkat ve Yakupyan Apartmanı.

Jülide Karahan

28.09.2011

Zaman Kültür Sanat

25 Eylül 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: Bienal bizimle baş başa kaldı

Türkiye ve uluslararası sanat çevreleri 12. İstanbul Bienali'ni saatlerce, hatta günlerce gezdi. Herkes bir şeyler yazdı, çizdi, yorumladı. Ama daha tartışmalar başlamadı. O fasıl da başlayacak ve bitecek yakında. Sonra? Bienal bizimle, yani izleyiciyle baş başa kaldığında... O zaman neler olacak?

12. İstanbul Bienali kapılarını açalı neredeyse 10 gün oldu. Resepsiyondu, özel davetti, rehberli turdu, konuk ağırlamaydı... Hepsi bitti. Uluslararası sanat çevrelerinden çok önemli isimlerin de içinde bulunduğu 4.000'e yakın konuk -bu sayı hiç değişmiyor- evine barkına döndü. Bir miktar yazıp çizecekler şimdi. Biz de onların övgü dolu olanlarını seçerek çevirecek ve yayınlayacağız. Ama sonuçta taa 13 Kasım'a kadar kaldık mı baş başa! Ya bu kadar afişi boşuna asmadılar diyerek, ya gazetelerde dergilerde görüp hakikaten merak ederek ya da öğrencilere nasılsa bedava mantığıyla... Yeri de nasılsa kolayda; Tophane Antrepo No 3 ve 5. gideceğiz bienale.

Bir 10 gün sonra ne herhangi bir isim, ne küratörler -istenilen de tam bu- ama aynı zamanda- ne Felix Gonzales Torres ne Ross hatırlanacak. Orada herkes kendi kişisel tarihinin yönlendirdiği ölçü ve şekilde; gördükleri, duydukları ve hissettikleriyle baş başa kalacak. 500'e yakın yapıttan kaçı; bize, genel olarak bize dokunacak?

Nispeten içeriden, bienal rehberlerinden Senem'e "Onu; bunu; ezberlediklerini bırak. Sen ne düşünüyorsun? Neyi sevdin?" diyoruz. Cevabı tek. Adrian Esparza'nın geleneksel bir Meksika örtüsü olan Serape'yi sökerek duvara yaptığı soyut ve geometrik çalışmayı sevmiş en çok. Renkler parlak, desenler simetrik; resimdeki Konstantinopolis'in Panoraması.

Bir öğretim görevlisi, Fatih ismi, Bienal El Kitabı'ndaki giriş yazısının ilk cümlesini gösteriyor: "12. İstanbul Bienali sanatla siyaset arasındaki zengin ilişkiyi araştırıyor ve hem biçimsel bakımdan yenilikçi hem de siyasi anlamda sözünü esirgemeyen yapıtlara odaklanıyor." "Son üç bienalde de aynı cümle hanımefendi..." diyor ve ekliyor Fatih Bey: "Sanat siyaset ilişkisi, sanat siyaset ilişkisi... Tutturmuşlar. İçeride ne olursa olsun... Bi bırakın! Birazdan da İstanbul'la ilişkilendirmekten bahsedecekler. Durun bi dakika, bulayım... Hah işte..."

Bir başkası, Gözde ismi, öğrenci; onun tüylerini diken diken eden -belki de fotoğrafla ilgilendiğinden - Yıldız Moran Arun'un gün görmemiş 16 fotoğrafı. Daha doğrusu 16 ayrı Anadolu hikâyesi... Toprak bir ev önü, dar sokaklardan geçen neşeli bir at arabası, -üzerinde o akşam gösterilecek filmlerin afişleri: Kumarbaz ve Leyla ile Mecnun- sattığı sepet kulelerinin gölgesinde kahvesini yudumlayan adam, sırtına binecek birini bekleyen deve, çölde oynaşan iki keçi...

Moran'ı hatırlattığı için küratörlere teşekkür ediyor Gözde. Bu vesileyle biz de hatırlayalım: Yıldız Moran, ilk eğitimli kadın fotoğrafçımız. 1932 İstanbul doğumlu. İngiltere'de fotoğraf eğitimi aldıktan sonra İtalya, İspanya, Avusturya, Fransa, Monaco ve Yunanistan'a fotoğraf çekmek için gidip ilk kişisel sergisini 21 yaşındayken İngiltere'de açmış. O sergide, daha ilk günden tüm yapıtlarını sattığı halde İstanbul'a dönüşünde tam 2 yıl tek bir fotoğrafı bile alıcı bulmayınca onları yılbaşı kartı yapmaya karar vermiş ve tam o noktada bütün hayatı değişmiş. Ses Dergisi'nin 25. sayısında (1983) anlattığı üzere: "İş konuşmak için Özdemir Asaf'ın matbaasına gittim. Tarihini de verebilirim: 4 Kasım 1954, saat 11.00. Kelimelerle dile getirmek zor. Duygulu, kibar, hiç görülmemiş ve bir daha göremeyeceğim bir insandı. Pırıl pırıl bir zekâ, renkli, yepyeni, bambaşka bir dünyaydı o. Olağanüstü bir insandı kısacası..."

Şair Özdemir Asaf ile 30 yaşındayken evlenen ve anne olduktan sonra sanatına bir daha hiç geri dönmeyen Moran'ın fotoğrafçılık serüveni sadece 12 yıl sürebilmiş. 1950 ile 1962 yılları arasında... Şimdi, Özdemir Asaf'la Aşiyan'da dip dibe. Bir de şiir yanlarında: "Sevgi ise, sevişeceğiz seninle/Kavga ise, dövüşeceğiz seninle/Ölümü de paylaştığımız yaşamda/Ortaklaşa bölüşeceğiz seninle." (İkilem, Özdemir Asaf)

***

Sanatçıların yastık altı

Herkes yastığının altında bir şey saklar. Sanatçılar dâhil. Ama onlarınki, her şeyleri gibi, biraz farklı. Onlar; bazen kendilerine yabancılaştıkları, bazen yakıştıramadıkları, bazen de günün birinde lazım olur, değerlendiririm diyerek; resim, heykel, video ve fotoğraf saklarlar. Arte İstanbul Sanat Merkezi, çalıştığı sanatçılardan o sakladıklarını istemiş. Onlar da sağ olsunlar, o gün galiba bugün diyerek yastık altında tuttukları eserleri getirmişler. Aralarında; Ergin İnan, Mehmet Aksoy, Mustafa Horasan, Yunus Tonkuş, Tuğrul Selçuk, Özdemir Altan, Temür Köran, İrfan Önürmen, Komet, Altan Çelem, Gül Ilgaz, Nazan Azeri, Alp Tamer Ulukılıç, Burcu Perçin ve Antonio Cosantino da var. Sanatçıların yastık altından çıkardıkları, 4 Ekim - 12 Kasım tarihleri arasında Kumbaracı Yokuşu'ndaki Arte İstanbul'da.

Cins, Wide ve Canavar

Bomonti: Sakin, huzurlu ve biraz yaşlı. Şişli'de olsa da karmaşadan uzakta; hem de bir adımda. Ama renklenecek yakında. Çünkü Buenos Aires'in ilk sokak sanatçılarından Arjantinli Chu, Avrupa'nın sayılı grafiticilerinden Rusl Lovesletters ve Türkiye'den Cins, Wide ve Canavar; Sıracevizler Sokağı'nın hemen arkasındaki Tekfen Bomonti Apartmanları'nı boyamaya hazırlanıyor. 8 ve 10 Ekim tarihleri arasında gerçekleşecek üç gün üç gecelik boyama etkinliğine sokak müzisyenleri de dâhil olunca... Hadi bakalım şenliğe.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 25.09.11

21 Eylül 2011 Çarşamba

Konumuz, sadece İstanbullaşmak değil


SALT Beyoğlu'nun aralık sonuna kadar ziyaret edilebilecek kapsamlı sergisi 'İstanbullaşmak', izleyiciyi, şehirle ilişkilendirmekle kalmıyor. Serginin niyeti, izleyicinin hayatına -tek bir kelimeyle de olsa- dokunup ona şehirle iletişim kurabilmesi, merak ettiklerini sorabilmesi, hatta bu soruları tartışabilmesi noktasında destek vermek.


"Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkım duygusu, yoksulluk ve şehri kaplayan yıkıntıların verdiği hüzün, bütün hayatım boyunca, İstanbul'u belirleyen şeyler oldu. Hayatım bu hüzünle savaşarak ya da onu, bütün İstanbullular gibi en sonunda benimseyerek geçti." der Orhan Pamuk, 'İstanbul: Hatıralar ve Şehir'de. Doğsun, büyüsün ya da çok sonradan yerleşsin, tüm İstanbullulara bir süre sonra böyle bir hüzün çöreklenir. Sürekli bir terk etme isteğiyle birlikte... Ama o istek, daha insan yerinden kalkmadan, başka bir yerde yaşayamayacak olma hissiyle anında törpülenir. Çünkü -Orhan Pamuk'un da fazla uzaklaşmadan aynı kitapta dediği üzere- "Hayat o kadar berbat olamaz, diye düşünürüm bazen. Ne de olsa, sonunda insan Boğaz'da bir yürüyüşe çıkabilir."

En mühimi bir şekilde şehirle kurulan ilişki. İyi kötü, mutlu mutsuz... İlişkisiz ve iletişimsiz olmaz. SALT Beyoğlu'nun ikinci kapsamlı sergisi 'İstanbullaşmak' tam bunu yapıyor. İzleyiciyi şehirle ilişkilendiriyor. Vaat ettiği üzere... SALT'ın Programlar Direktörü Vasıf Kortun, taa en başta verdiği bir röportajda ne demişti: "Yaptığımız işin kamusallaşması, üzerine konuşulup tartışılması lazım. Burada sadece sanatla uğraşmıyoruz. İlgilendiğimiz konular birer araç. Başka şeyler var. İki kişi arasında, işle insan arasında, işle izleyici arasında bir hikâye var. Asıl derdimiz o hikâye. Yoksa projeleri izleyicisiz de yaparsın. Her şey orada bitiyor; izleyicide, onun reaksiyonunda, onun hayatına nasıl dokunduğunda..."

Kavramsal çerçevesi Pelin Derviş, Bülent Tanju ve Uğur Tanyeli tarafından geliştirilen 'İstanbullaşmak'; bir şekilde, hatta bazen tek bir kelimeyle, izleyicinin hayatına dokunuyor. Eğer izleyici merdivenleri çıkarsa... Çeşitli kültür kurumlarının yanı sıra, birçok kişisel ve özel arşivde yer alan 400 kadar medyanın toplandığı interaktif bir veritabanından ibaret sergi; kendini, ziyaretçiye özel tasarlanmış bir arayüzle sunuyor. Veritabanında 1999'dan 2011'e kadar üretilen sanatçı videoları, fotoğraf serileri, belgesel filmler, haber klipleri, karikatürler ve mimari projeler var. Bunlar, 80 ayrı kavram altında gruplanmış.

EKRANLARDAN İSTANBUL DERYASINDA YOLCULUK

Mekândaki 12 ekranın her biri kocaman bir deniz gibi. Kulaç kulaç değil, kavram kavram ilerliyorsunuz içinde. 'Cazibe'nin üzerini tıkladınız diyelim; 20 farklı seçenek önünüzde. Birini seçtiniz, hop: Galata Kulesi Sokak, No 23'tesiniz. Mesela 'Kimlik'i tıkladınız, önünüzde 15 ayrı seçenek. Cem Dinlenmiş'in 'Her Şey Olur'ları, Murat Germen'in 'Gösterimde' serisinin fotoğrafları... 'Metalaştırma'ya geçtiniz diyelim; Galataport, Zorlu Projesi ve diğerleri...

Yalnız algı biraz farklı, hatta azıcık tersten. 'Kayıtdışı'nın tanımı Cecil Balmond'un deyişiyle şöyle örneğin: "Fırsatçıdır; yeri ve zamanı yakalar ve onları kullanır." 'Yozlaşma'nınki ise "Sıra dışının, marjinalin, vesairenin temizliğini gerekçelendiren söylemdir." şeklinde. 'Asayiş', "Patetik bir büyükşehir talebi" sergiye göre. 'Koruma' ise "Ölüyü bile öldürür."

Beyoğlu'na gidip merdivenleri çıkmak istemeyenler, Evren Yantaç'ın tasarımı ve Hüseyin Kuşçu'nun yazılımıyla oluşturulan veritabanına database.becomingistanbul.org adresinden ulaşabiliyor aslında. Ama bu durumda serginin iletişimi gözeten yan etkinlikleri kaçırılmış oluyor. Sergiye, İstanbul'la ilgili merak edilen sorulara cevap arayan iki yan etkinlik eşlik ediyor. Bunlardan 90 adını taşıyanında; katılımcılar; konuşma, gezi, sunum ve performanslardan oluşan tartışmalara katılıyor. 90 gün boyunca, 90 ayrı tartışma... Sorular arasında; "5. köprü ne zaman yapılacak, İstanbul'un yiyecek trendleri neler, Boğaz'daki akıntılardan elektrik üretilebilir mi, İstanbul güvenli mi, Çamlıca Tepesi'ndeki antenler hâlâ işlevsel mi?" gibileri var.

Sorulacak sorusu olanlar; SALT Beyoğlu'nun girişindeki 90 kutusuna ya da Facebook'taki SALT Online-Proje İstanbul sayfasına uğrayabilir. Bir diğer yan etkinlik ise Yapım Aşaması: Beyoğlu. Orada da Beyoğlu'nda gerçekleştirilmesi planlanan kentsel dönüşüm projeleri, bir kentsel tasarım oyunu aracılığıyla tartışılıyor. İzlediniz ve tartıştınız ve tabii ki hüzünlendiniz diyelim; boşverin. Orhan Pamuk'un dediği gibi: "Hayat o kadar berbat olamaz, diye düşünürüm bazen. Ne de olsa, sonunda insan Boğaz'da bir yürüyüşe çıkabilir."

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 21.09.11

19 Eylül 2011 Pazartesi

Mutlu insanları ağırlayan evler

Büyük ve kalabalık sergilerde ziyaretçi, kendi küçük kişisel tarihinin yönlendirmesine maruz kalır. Kişisel tarih ne derse o olur; onun seçtiği eserin başında dakikalarca dönüp durulur. İstanbul Modern'deki 'Hayal ve Hakikat' tam böyle bir sergi. Büyük, kalabalık ve çok zamanlı. 1900'lerin başından bugüne uzanan ve resimden videoya çeşitli sanatlara yer veren sergide 74 Türk kadın sanatçı var.

Kim bilir kim anlatmıştı: Eskiden 600 sene filan yaşanıyormuş. Lokman Hekim demiş ki bir gün annesine: "Öyle zamanlar gelecek, 60-70 yılcık yaşayabilecek insanlık." Annesinin ilk sorusu: "Onlar da ev yapacaklar mı?" Elbette yaptık. Çünkü Gaston Bachelard'ın dediği gibi, "Ev bizim ilk evrenimiz."

İlk kadın seramik sanatçılarımızdan Füreya Koral (1910-1997), Paris'te sergi açıp epey takdir görmesine rağmen İstanbul'a, evine dönmek istediğinde oradaki bir eleştirmen dostuna ne güzel anlatmış bunu: "Sapsız üzüm gibi ortada kalmaktan bıktım. Kendi yerime, kendi toprağıma ait olmak istiyorum." Öyle de yapmış. Harbiye'deki Şakir Paşa Apartmanı'nın giriş katında, iki bölmeli minicik dairesinde, uçmasalar bile özgürlük hissi veren kuşlarla her an kayıp gidiverecek balıklar üretmiş. Yıllarca. Ama kendisi 70'lere, yıllar 80'lere geldiğinde, birdenbire, kuşlardan sıkıldığından belki de, kuş evleri inşa etmeyi denemiş. Sergisini annesiyle gezen küçük bir çocuk "Aaa evlerin içine kuşlar girmiş..." deyince de içinde şimşek çakmış.

Başlamış: Uçuş uçuş perdeli, penceresi saksılı, bazılayın içine kuşların girdiği, ekseriye mutlu insanları ağırlayan minicik evler yapmaya... Ayşe Kulin, Füreya isimli romanında şöyle anlatmış durumu: "Evler, odalarında yaşayan insanlarıyla her zaman ilgisini çekmişti onun. Kentlerde olsun, köylerde olsun, ne zaman ışıklı bir pencerenin önünden geçse, hep başını uzatıp içeri bakmak geçerdi gönlünden. Acaba insanlar nasıl yaşarlardı evlerinde? ... Ürküten yüksek beton binalarda değil de; nedense tek veya iki katlı küçük evlerde, samimi mahallelerde yaşayan mutlu insanların ev halini merak ederdi. Her evin bir gizemi vardı onu çeken. Her kapının ardında bir öykü, bir roman... Önce kapıları yapmış, araladığı kapılardan yürüyerek evlerin içine girmişti Füreya. O evler ki damlarına kuşlar tünemişti, bacalarında duman tütmüştü, hep açıktı pencereleri, güneş ve hava dolsun diye odalarına, sofalarına... Rüya şehir İstanbul'da yitip gitmekte olan, o görmüş geçirmiş, zamanın boyasıyla kararmış, yaşlı, çok yaşlı evler. Sona ermekte olduğunu sezip de, dondurmak ister gibi o rüyayı, birbirlerine dostça yaslanmış evleriyle mahalleler..."

O mahallelerden biri, geçtiğimiz günlerde İstanbul Modern'de açılan 'Hayal ve Hakikat' sergisinin konuğu. 38 seramik, minik ve çatısız ev. Kapıları ekseriye aralık, pencereleri genelde açık. Kiminin üzerine başka bir küçük ev tünemiş, kiminin üzerine iki kedi yerleşmiş. Birinin penceresi güneş gibi, ötekinin duvarlarında ağaç desenleri; birinin üstünde üç baca, ötekinin tavanarası penceresinde bir kuş. Sıkışmış galiba. Birinin baklava desenli perdesi uçuş uçuş, içerisi ayan beyan; ötekinin kapısı sımsıkı.

Serginin tek misafiri Füreya değil. Adları unutulmaya yüz tutan öncü kadın sanatçılarımızdan yeniden keşfedilen modern ve artık kanıksadığımız çağdaş isimlere 74 sanatçı söz konusu.

Mihri Müşfik'in bir dostunu resmettiği 'Portre'si, Aliye Berger'in 'Güneşin Doğuşu' isimli ünlü tablosu ve İnci Eviner'in sesiyle salonun bir kısmını çın çın çınlatan 'Kızlar Avrupa'da isimli videosu; elimizdeki kişisel tarihin mimledikleri. Çın çın ses tüm kadın sanatçılarımızın sözcüsü olsun: "Bir sır verdi Rilke ölmeden önce / Sana bıraktı bu sırrı dinle / Eğer seni bu yeryüzü unutursa / De ki sessiz duran toprağa / Ben akıyorum / Hızla akan suya da / Ben varım / Ben varım..."

***

İlk Türk kadın romancı Fatma Aliye

Sanatçıların hayal ve hakikat ile kurdukları ilişkinin ve hayallerini hakikate nasıl dönüştürdüklerinin izini süren sergi, adını ilk Türk kadın romancı Fatma Aliye'nin Ahmet Mithat ile birlikte kaleme aldığı 1891 tarihli 'Hayal ve Hakikat' romanından alıyor. Bir aşk romanı olarak dönemin pek çok simgesel özelliğini bünyesinde barındıran iki bölümlü kitabın hayal olarak adlandırılan kısmını Fatma Aliye, hakikate vurgu yapan kısmını ise Ahmet Mithat yazmış.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 19.09.11

18 Eylül 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: Paris'te Türk sanatları

İstanbul'da balık ve sanat sezonu açıldı diye dünya boş duracak değil. Önümüzdeki günlerde Paris'te püfür püfür bir rüzgar esecek ve oralara geleneksel Türk sanatlarından nadide bilgi ve eserler götürecek.

Hazırlıklar tamamlandı, balık ve sanat sezonu açıldı. İstanbul, dünya çağdaş sanatını ağırlama ve Türk çağdaş sanatını cümle aleme gösterme telaşında. Dünyadaysa geleneksel Türk sanatları rüzgârının eli kulağında. İlk kıpırtı Paris'te. Şehir, hatta tam olarak Collége de France, 19-21 Eylül tarihleri arasında 14. Uluslararası Türk Sanatları Kongresi'ne ev sahipliği yapacak.

İlki, Milletlerarası Birinci Türk Sanatları Kongresi adıyla 1959'da Ankara'da gerçekleşen kongre, her dört yılda bir dünyada Türk Sanatı alanında çalışan ne kadar bilim adamı varsa, hepsini bir araya getiriyor. Niyet, Türk sanatlarının bilimsel olarak incelenmesine katkıda bulunmak. Bir de Türk kültür ve sanatını uluslararası camiada tanıtma meselesi var tabii. 1999 yılından itibaren Kültür ve Turizm Bakanlığı himayesine giren kongrede, bu sene 178 ayrı bildiri mevcut. Meraklanan ve daha ayrıntılı bilgi almak isteyenler http://blog.14thicta-parisfrance.net/ adresine bağlanabilir.

***

Vehbi Koç'tan Kenan Evren'e mektup

"Sayın Kenan Evren, Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir. Polis teşkilatını teçhiz edecek ve kuvvetlendirecek imkânlar genişletilmeli, gerekli kanunlar bir an önce çıkarılmalıdır..." cümleleriyle başlayan ve yapılması lazım gelenleri - kendince - sayıp döken mektup, "Zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim." ... İmza: Vehbi Koç, şeklinde bitiyor. 3 Ekim 1980 tarihli mektup, bienalin Perşembe günkü resmi açılış töreni ve basın toplantısı sırasında gümüş renkli bir davetiye suretinde el altından dağıtıldı. Aslında bir davetiye olmadığı da hemen anlaşıldı. Çünkü kendisi pek afili bir kazı kazan kartıydı. Kazıdıkça altından mektubun kelimeleri çıktı. Her seferinde en az bir korsan iş ve protestoya alışkın sanatseveri hafifçe gülümseterek... Bienalin sponsoru Koç Holding'in eleştirilmesine nasılsa alıştı artık herkes. Bu defaki, söylentiye göre, Kamusal Sanat Laboratuvarı adlı bir oluşumun işi. Ama imza şöyleydi: İsimsiz (12. İstanbul Bien'ali), 2011.

***

Ses, alınır satılır mı hiç

Bayramdı, Galatasaray Meydanı'ndan geçerken fark etmiştik. Upuzun, hikâyeli, neşeli bir reklam... Dev gibi. Yapı Kredi Kültür Merkezi'nin Galatasaray Lisesi'ne bakan yüzünde, boydan boya... Durup izlemiştik epeyce. Ayrılamamıştık başından. Keşke binanın bu yüzünü sanatsal işler için kullansalar diye konuşmuş, hatta hayıflanmıştık aramızda. Duyulmuş olmalı. Çünkü geçtiğimiz çarşamba günü yine oradan geçiyorduk ki bir gürültü, bir gürültü. Meydana demirleyen iki kocaman vinç hummalı bir çalışma içinde. Ne yapıyorsunuz diye sorduk. Cevap: "İstiklal Caddesi'nin sesini yerleştireceğiz binaya." Ne? Nasıl? Ses, alınır satılır mı hiç?

Olurmuş. Şöyle: Sanatçı Refik Anadol ve mimar Alper Derinboğaz, 17 Eylül'den itibaren Taksim'den Tünel'e kadar olan yolda kaydettikleri ses dalgalarını binanın 200 m2'lik dış cephesine yansıtacaklarmış. Daha sonra bu ses dalgalarından aldıkları kesiti iki boyutlu ışık huzmeleriyle üç boyutlu strüktür üzerine bindirip sergi açacaklarmış. Beyoğlu'nda gezenler, İstiklâl Caddesi'nin ses hafızasını yani akustik belleğini bir hafta boyunca görsel bir performans olarak izleyebilecekmiş. Sonra da tüm bu hikaye bir sergiye dönüşecekmiş ki ismi Aktif Strüktürler v1.1: Akustik Formasyon / İstiklâl Caddesi. 20 Eylül'de aynı binanın içinde açılacak sergi için son tarih 13 Kasım.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR 18.09.11

16 Eylül 2011 Cuma

'İnsanlığın kadın eli değmiş sanata ihtiyacı var'

İstanbul Modern'in açılışı dün akşam gerçekleşen 'Hayal ve Hakikat' sergisinde sürpriz bir konuk vardı: Emine Erdoğan. Oya ve Bülent Eczacıbaşı'nın karşıladığı Erdoğan, epey uzun ve dokunaklı bir konuşma yaptı. "Bu sergi eminim ki hepimize yeni ilhamlar verecek." cümlesiyle ve gayet şefkatli bir ses tonuyla konuşmaya başlayan Emine Hanım, önce sergiye adını veren ve ilk Türk kadın romancı Fatma Aliye'nin Ahmet Mithat ile birlikte kaleme aldığı 1891 tarihli 'Hayal ve Hakikat' isimli romanı andı. 6 sıfırdan kurtulan yeni banknotların kimilerinin arka yüzünde Fatma Aliye'nin resminin bulunduğunu hatırlatan Erdoğan sözlerini şöyle sürdürdü: "Bir uçta Fatma Aliye, diğer uçta dünyanın önemli müzelerinde eserleri bulunan ve çokça övgü toplayan kadın sanatçılarımız... Bu sergi kadınlarımızın mücadelesini anlamak için bir fırsat. İnsanın kendini tanıması, sınırlarını anlaması ve bu sınırları zorlaması ancak sanatla mümkün. Söz doğru olmakla birlikte güzel de olursa kulakları geçer ve kalplere tesir eder. İyi edebiyat, iyi müzik, iyi resim olmadan bireylerin gelişmesinden söz edemeyiz. Kadınlar her alanda olduğu gibi sanat alanında da öne çıkmalı. Eğitime önem vermemiz şart. Bu; sadece ülkemiz değil, bölgemiz için de gerekli. Dünya; adalet, barış ve iyi niyetten uzak günler yaşıyor. Gencecik çocuklarımız hain ve vicdansız saldırılarla karşılaşıyor, Gazze'deki evlatlarımızın üzerine bombalar yağıyor, Somali'deki çocuklarımız aç. Dünya bunlara seyirci. İnsani duyarlılık için sevgi, adalet ve barış gibi kavramlar güçlenmeli. Bu duyguları da ancak sanat güçlendirebilir. İnsanlığın kadın eli değmiş sanata ihtiyacı var. Serginin bu konuları düşünmemize vesile olacağına inanıyorum."

Hayal ve hakikat kelimelerinin birbirine tezatmış gibi durmasına rağmen bir gün hayal olanların bugün hakikate dönüştüğünü hatırlatan Erdoğan, sergiyi geçmişle bugün arasında irtibat kurması ve ülkemizin son yüzyılına dair ipuçlarını barındırması bakımından da çok önemli bulduğunu söyleyerek ekledi: "Bu eserler sadece kadınlar tarafından üretildikleri için değil, güçlü sanat eserleri oldukları için burada. Bu eserlerin özellikle gençlerin sanata olan ilgilerini artıracağını umuyorum." Sergiyi Oya ve Bülent Eczacıbaşı eşliğinde, küratör Levent Çalıkoğlu rehberliğinde ve kızı Sümeyye Erdoğan ile birlikte gezen Emine Erdoğan en çok Mühri Müşfik'in Portre'si başında vakit geçirdi. 74 kadın sanatçımızı bir araya getiren 'Hayal ve Hakikat -Türkiye'den Modern ve Çağdaş Kadın Sanatçılar' isimli sergi 22 Ocak'a dek İstanbul Modern'de görülebilir.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 16.09.11

İsmi yok cismi var



İstanbul'un isimsiz bienali cismine kavuştu. Kendisine, İsimsiz (12. İstanbul Bienali 2011), diye seslenmemizi isteyen dev etkinlik, yarın kapılarını açıyor ve ziyaretçilerini 13 Kasım'a dek bekliyor. 500'den fazla yapıtın yer aldığı bienalin mekânları Antrepo 3 ve 5.


Aylardır kendini köşe bucak saklayan 12. İstanbul Bienali, dün gerçekleşen resmî açılış töreni ve basın toplantısıyla eteğindeki taşları yavaş yavaş dökmeye başladı. Yavaş yavaş çünkü hemen öyle bir iki saatte olmuyor; güzel güzel gezmek, iyice bir anlayıp dinlemek gerekiyor.

Defne Halman'ın sunuculuğunu üstlendiği resmî açılış töreninde önce İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı konuştu: "... Bienal İstanbul'un bir kültür sanat başkenti olarak gelişimine katkıda bulunurken İstanbul da Bienal'e kucak açtı. ..." Sözü, tam olarak aynı noktadan devralan; 2016 yılına kadar İstanbul Bienali'nin sponsorluğunu üstlenen Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa V. Koç oldu: "... İstanbul ve Bienal; çok yönlülükleri, çok uluslu ve kültürlü yapıları ve toplumdaki değişim ve gelişimin yansımalarının her alanda izlenebildiği mecralar olmaları nedeniyle birbiriyle çok örtüşen iki marka. İstanbul Bienal'i, Bienal de İstanbul'u beslemektedir, derinlik ve renk katmaktadır. Bienal'e yaptığımız her katkının aynı zamanda İstanbul markasına da yansıdığını söylemek yanlış olmaz. ..."

Tüm sponsorlara tek tek teşekkür plaketleri verildikten sonra sıra İstanbul Bienali Direktörü Bige Örer ile 12. İstanbul Bienali küratörleri Jens Hoffmann ve Adriano Pedrosa'ya geldi. 12. İstanbul Bienali'nin ilham kaynağı Felix Gonzales Torres'in yâd edildiği konuşmaların merkezinde; onun "Sanat eseri isimsizdir çünkü 'anlam' zamana ve mekâna bağlı olarak değişir." sözü vardı. Anlam üretimini tamamen izleyiciye bırakmak isteyen küratörler, Torres'in herhangi bir eserine yer vermiyor olmalarını "Yapıtlarını illa da görmek gerekmiyor, zorunlu okuma söz konusu değil. Bu bir sohbet ve diyaloglar bienali. Sadece dikkatli bir şekilde bakın. Çok ayrıntı var. Çok... Keşfetmeye kesinlikle değer." sözleriyle açıkladı.

BİENAL TARİHİNDE BİR İLK

Sıra soru sormaya geldiğinde İstanbul Bienali tarihinde belki de bir ilk yaşandı. Hiç kimse hiçbir soru sormadı. Bunun galiba iki sebebi vardı. Bir, toplantı açık havada yapıldığı ve güneş bir eylül sabahına göre çok inatçı çıkıp insanları bezdirdiği için... İki, fazla naz âşık usandırdığı için... Böyle olunca, neden sanatçı listesini vermediklerini bir defa, galiba 30. defa daha açıklamak istedi küratörler: "Bu bir pazarlama stratejisi değil, basına karşı bir tavır da... Nasıl şehrin geneline dağılmış mekânları kullanmak ve İstanbul deneyimi vaat etmek yerine tek bir mekânda karar kılmış ve izleyicinin dikkatini sadece eserlere çekmek istemişsek aynı o şekilde... İsim listesi ya da başka bir bilgi vermekten de kaçındık. Sadece serginin konuşulmasını istedik."

Gün itibarıyla sergiyi sadece genel olarak konuşabiliriz: Karşı karşıya iki bina. İkisinin de kapısında ikişer tane güvenlik, sıcak ve soğuğu geçirmeyen ağır plastik perdeler... İçeride gri beyaz duvarlar... Mimar Ryue Nishizawa, ziyaretçinin karma sergileri ve kişisel sunumları birbirinden ilk bakışta ayırabilmesi için geliştirmiş onları. Buna göre karma sergilerin duvarları gri, kişisel sunumlarınki ise beyaz. Gözlerini, Vasıf Kortun ve Charles Esche'nin küratörlüğünü yaptığı 9. İstanbul Bienali'yle sanat dünyasına açanlar için epey zor koşullar.

Biraz da sayılar... Toplam yapıt sayısının 500'ü aştığı bienalde beş karma sergi ve 55 kişisel sunum var. Başlığın yanı sıra temalarda da Felix Gonzalez-Torres'in işlerinden ilham alınmış. Bu beş bölüm; İsimsiz (Soyutlama), İsimsiz (Ross), İsimsiz (Pasaport), İsimsiz (Tarih) ve İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm). Sanatçıları öğrenmek de artık serbest. Haliyle. Ama bir dakika. Aslında pek çok eserin etiketi de yerli yerinde değil daha...

***

Üniversite öğrencileri için

12. İstanbul Bienali süresince Antrepo'daki gişelerde öğrenci kimliğini gösteren bütün lisans öğrencileri bienal sergilerini, ücret ödemeden, İstanbul Bienali Sponsoru Koç Holding'in konuğu olarak gezebilecek.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 16.09.11

14 Eylül 2011 Çarşamba

Olay değil, hikâye

11 Eylül sonrasındaki gelişmeleri televizyonlarda izledik, gazetelerde okuduk, hatta onlar üzerinde enikonu konuştuk. Ama sonra, bir yerde, doğal olarak kendi biricik hayatlarımıza geri döndük. İçselleştirip manalı bir tepki geliştirmek insanoğlunun en duyarlılarından sanatçılar için bile epey zaman aldı. Yeni, yeni... Biri, Tiyatro Myth'ın yeni oyunu 'Korku İmparatorluğu'.

Beş kısa hikâyeden oluşan 2007 İspanya yapımı 'Görünmeyenler'de olaylar değil, hikâyeler vardı. Gerçek olduklarını düşünmek istemediğimiz için göremez olduğumuz hikâyeler... Dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir insanın başına gelen ama uzaktan hiç anlaşılmayan, yoktur öyle bir şey dediğimiz, doğal olarak hissetmekte zorlandığımız, sessiz sedasız hikâyeler... Onları anlatmak için olayların sıcağının geçmesi, üzerine epey zaman binmesi gerekti.

11 Eylül 2001 günü mesela; uçaklar kulelere çarpmış ve bütün dünya onların çöküşünü tekrar tekrar izlemişti. Olay çok tazeydi ve her şey çok hızlı gelişti. ABD, Afganistan'ı hedef aldı; sonra kitle imha silahları diyerek rotayı Ortadoğu'ya kırdı. Irak'a önce o silahları yok etmek için, sonra da 'özgürlük ve demokrasi götürmek' için girdi. İşgaldi, savaştı, yardımdı derken yıllar geçti. Geçerken de iki milyon sivil doğrudan şiddete maruz kalarak hayatını kaybetti; altı milyon civarında Iraklı kendi evlerini terk etmek durumunda bırakıldı ve yarısına yakını başka ülkelere sığınma talebinde bulundu.

Biz bunları nispeten sıcak evlerimizde televizyonlarda izledik, gazetelerde okuduk. Arada bir hatırlayıp konuşup, tartıştığımız da oldu tabii. Ama sonra hemencecik kendi hayatlarımıza geri döndük. Sonuçta trafik vardı, işler birikmişti, faturalar ödenecekti... Anlamaya çalışmak, anlamak, içselleştirip manalı bir tepki göstermek için çokça zaman geçmesi gerekti. İnsanoğlunun en duyarlılarından sanatçılar için bile. 5-10 yıl kadar...

ÜŞÜDÜNÜZ MÜ?

11 Eylül'ün üzerinden tam 10 yıl geçti. Birileri olayı bırakıp hikâyelere odaklanacak mı derken biz, Tiyatro Myth'tan ses geldi. Zarif bir anlama çabasının sesi... Oyunun ismi 'Korku İmparatorluğu'. Prömiyeri 11 Eylül'de Kumbaracı50'de gerçekleşti. Irak Savaşı'nı anlatan oyun, Gökhan Erarslan ve Neslihan İpek'in kaleminden çıkma. Işık tasarımında Teoman Kumbaracıbaşı, seslendirmede ise Hüseyin Avni Danyal'ın imzası var. Gökhan Erarslan'ın yönettiği oyunun dramaturgu oyuncu/yazar Zeynep Kaçar. Barış Çakmak, Coşku Cem Akkaya ve Özlem Menligil başrollerde. Menligil, yedi yaşındaki oğlunu yenice kaybeden bir anneyi canlandırırken Çakmak onun eşini, Akkaya ise bir Amerikan askerini oynuyor.

2001'in hayalleriyle 2011'in gerçekleri arasındaki uçurumu gösterme niyetiyle yazılan oyunun ilk cümlesi 'Üşüdünüz mü?' Bu cümleyi duyunca anlıyorsunuz zaten. İzleyeceğiniz; bir olay değil, bir hikâye... Soruyu soran 2 ay diye gelip 6 yıl Irak'ta kalan, kalmak durumunda kalan bir Amerikan askeri. Konu şu: Irak'ta görev yapan Amerikan askeri, terhis haberini aldığı gün birliğiyle birlikte tuzağa düşer. Şimdi, eve dönmeden önce onu son bir görev beklemektedir. "Bizi kim tuzağa düşürdü?" sorusunun cevabını bulmak... Kural ve yönetmelikler elverdiğince tabii.

Kural ve yönetmeliklere göre tehdit varsa öldürebilir gerçi, sonuçta savaş bu; özgürlük verme savaşı! Askerdeki duygu; ölümüne bir bıkkınlık, anlamsızlık, boşluk ve delirme eşiği. "Neden buradayız?" diye soruyor sık sık kendine. "Dünya bir Korku İmparatorluğu olmasın diye..." gibi, kendince de gayet manasız cevaplar veriyor sadece. Tek isteği 'bu bataklıktan' kurtulmak ve kendi hayatına dönebilmek aslında.

Hikâyelerden bakınca olaylar, tıpkı askerin bulmaya çalıştığı cevaplar gibi, manasız. Dünya, savaşın neredeyse 10. yılında ve nedeni, nasılı, ne zamanı hâlâ belirsiz. Biteceğine dair tek bir işaret bile yok. Bize düşen, yaklaşmakta olan 12. İstanbul Bienali'nin mottosundaki gibi "Bakmadan göremezsin, görmeden bilemezsin" öğüdünü tutmak ve bakıp, görüp, anlamaya çalışmak. Olayları değil, hikâyeleri...

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 14.09.11

11 Eylül 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: ZAZ konserleri iptal mi?


ZAZ'ın resmi web sitesinde hâlâ ve ısrarla İstanbul ve İzmir'e geleceğine dair bir bilgi yok. 19 Ekim'de Fransa Montlucon, 22 Ekim'de Levallois-Perret'te sahneye çıkacak sanatçı; 4 Kasım'da Almanya Aalen'de Aalener Jazzfest'e katılacak. Arası boş. Acaba diyor insan...


Akbank, Pozitif ve Strateji Tanıtım'ın telefonları hiç durmadan çalıyor. "Biraz abartıyor olabilirim ama günde 300 kişi filan arıyor." diyor bir Strateji Tanıtım çalışanı. Azıcık sitemkâr. Sebep: ZAZ konseri. Soru: Biletler ne zaman satışa çıkıyor ve ne kadar? Cevap geçtiğimiz perşembe akşamı belli oldu. 22 Ekim'de İstanbul Lütfi Kırdar, 23 Ekim'de ise İzmir Arena'da sahneye çıkacak ZAZ'ın biletleri 12 Eylül'de yani yarın sabah itibarıyla satışta. İstanbul biletleri 115 ile 50, İzmir biletleri ise 50 ile 40 lira arasında. Bu arada ZAZ'ın resmi web sitesinde hâlâ ve ısrarla İstanbul ve İzmir'e geleceğine dair bir bilgi yok. 19 Eylül Fransa Montlucon, 22 Ekim'de Levallois-Perret'te sahneye çıkacak sanatçı, 4 Ekim'de Almanya Aalen'de Aalener Jazzfest'e katılacak. Arası boş. Acaba diyor insan...

Acabaysa bile... Bu yıl 21. yaşını kutlayan Akbank Caz Festivali ZAZ konserinden ibaret değil ki. 13 Ekim-3 Kasım tarihleri arasında gerçekleşecek festivalde; Charles Lloyd New Quartet, Avishai Cohen 'Seven Seas', Arild Andersen Trio, Maffy Falay Sextet, Dusko Goykovich Quartet, The Ray Gelato Giants, Azam Ali & Niyaz, Carmen Souza, Robert Glasper Experiment ve Vijay Iyer Trio gibi pek çok değerli isim var. Atölye çalışmaları, paneller, yarışmalar, cazlı brunch'lar ve Kampüste Caz etkinliği de cabası. j.karahan@zaman.com.tr


Sakin olun, sıraya koyun!

Bir tatlı sitem de galeri çalışanlarından. Aynen şöyle diyor biri: "Bu bienal tantanasında her yerde onlarca sergi açılırken bizde de yeni sergi var demek ne kadar anlamlı bilemedim. Ama işte gece gündüz burada sergi hazırlıklarıyla uğraşınca insan duyulsun, görülsün istiyor." Bir diğer çalışan ise "Ne yapacağımızı şaşırdık. Öyle çok sergi açılıyor ki... Bir çizelge hazırladık biz kendimize; ne zaman, nerede, hangi sergi var diye... Önümüzdeki hafta salı 5, çarşamba 10, perşembe ise 6 ayrı açılış var." Gerçekten öyle. İçinde bulunduğumuz 15 günlük süre içinde açılacak sergi sayısı 100'e yaklaştı. Meraklısını epey yorucu günler bekliyor. Bu sebeple sakin olmakta, sıraya koymakta ve örneğin kapanışı yakın olan sergileri, yani kısa sürecek olanları önce gezmekte fayda var.


Ah Deniz...

Sophie Calle'in 'Son Kez, İlk Kez' isimli sergisini ağırlayacak Sakıp Sabancı Müzesi epey değişik bir yol izliyor bu konuda. Sergi 17 Eylül'de kapılarını açıyor ama sanatçının da katılacağı resmi açılış ay sonunda. Bu değişik durum bir tarafa; sergi tam da Calle'den beklendiği gibi. İçe, içe, daha da içe dokunuyor. Serginin ilk bölümünde; görme kaybıyla doğan veya görme yetisini sonradan kaybetmiş 13 kişiye hatırladıkları son görüntü soruluyor. Bir sonraki bölümde İstanbul'da yaşayan ama denizi hiç görmemiş insanların denizle ilk karşılaşmaları görüntüleniyor. Sonuncuda ise Calle'in iki cümlesi var: "Hayatta gördüğüm en güzel şey denizdi, gözün alabileceğinin çok ötesine uzanan, uçsuz bucaksız bir deniz..." ve "1986'da doğuştan görme engelli kişilerle tanıştım. Onlardan, güzelliği tasvir etmelerini istedim. İlk aldığım yanıt oldukça sarsıcıydı. Karşımda denizi anlatan kör bir adam vardı."

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR 11.09.11

10 Eylül 2011 Cumartesi

Dijital sanatın sokakla hasbihali


Önüne geçilemez denemelerin şehri İstanbul'un bu özelliğini tescilleyen bir festival başlıyor: LET'STANBUL 2011 Deneysel Sanat Festivali. Dün akşam başlayan festival, şehrin dört bir yanında pek çok etkinlik 'deneyecek'. Bunlar arasında tipografik şiir enstalasyonu, gerçek zamanlı hikâye gösterimi ve iPad, iPhone resitali gibi adını ilk kez duyduğumuz etkinlikler de var.


Denemek lazım. Onu buna katmak, şunu bununla karıştırmak... Mutfak ve sokak, mekân; yiyecek ve sanat da malzeme olarak sonsuz imkanlar denizi. Mutfakta herkes deniyor, sokakta ise pek azı. Bu anlamda Bahçeşehir Üniversitesi Yaratıcı Fikirler Enstitüsü epey cesaretli çıktı ve bir deneysel sanat festivali düzenledi. Dün akşam Tersane'de açılışı yapılan festival, 15 Eylül'e dek dur durak bilmeden deneyecek.

İstanbul'un çeşitli mekânlarında beş farklı disiplinden 12 farklı sanat uygulamasının izleyiciyle buluşacağı LET'STANBUL 2011 Deneysel Sanat Festivali, sanatın ve sanatsal etkinliklerin erişilebilir olması ilkesinden yola çıkıyor. Festivalin hedefi sanatın sınırlarını sanat için ayrılmış alanların ötesinde gündelik kamusal alanlara taşımak. Nasıl? Tipografik şiir enstalasyonu, gerçek zamanlı hikâye gösterimi ve iPad, iPhone resitali gibi denemelerle.

Örneğin bugün saat 14.00 itibarıyla Tarihi Yarımada'da Ses Alanı (Soundscape) Atölye Çalışması var. Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Nina Ergin'in aynı isimli makalesinden yola çıkılarak hazırlanan etkinlikte İstanbul'u İstanbul yapan sesler kayıt altına alınacak. Şehrin akustik ekolojisinden elde edilen bu sesler daha sonra dijital ortamda işlenerek İstanbul'un ses haritasına dönüşecek ve şehrin sesleri bir nevi envanter altına alınmış olacak. Ses alanı (soundscape) atölye çalışması, çeşitli üniversitelerden bu konu üstüne eğilen öğrenciler, akademisyenler ve ses mühendislerinin yönetiminde gerçekleşecek.

Yarın akşam saat 18.00 itibarıyla ise Caddebostan Sahili'nde tipografik şiir enstalasyonu denemesi var. Nazım Hikmet'in 'Yaşamaya Dair' şiirinin canlanacağı etkinlikte, şiir dinletisinin bir anda devasa strafor harflere dönüşüp üç boyutlu ve taşınabilir hale gelmesine tanık olacak izleyici. Şiiri elle tutulur hale getirip şiir okuma alışkanlığını tetiklemeyi hedefleyen program, Nazım Hikmet'in sevilen şiirlerinin okunduğu ve ney ile icra edildiği dinleti ve müzikal performanslarla devam edecek.

İZLEYİCİ MİSİN OYUNCU MU?

Pazartesi akşamı Galata'da gerçekleşecek gerçek zamanlı hikâye gösterimi ise projeksiyon yardımıyla yansıtılan bir hikâyeyle gayet normal ve sıradan bir şekilde başlayacak. Öyle devam etmeyecek ama. Çünkü meydanda toplanacak kalabalığı görebilecekleri bir yerde dizüstü bilgisayarlı uzman yazarlar gizleniyor olacak ve projeksiyon gösterimini izleyen rastgele izleyicileri birer birer hikâyenin bir parçası yapacak. İzleyiciler, hikâyenin bir parçası olduklarını fark ettiklerinde bakalım ortaya nasıl görüntüler çıkacak?

Bir diğer deneme de salı günü saat 14.00'te, Gebze-Haydarpaşa hattında çalışan banliyö treninin rastgele bir vagonunda. İsmi iPad, iPhone Resitali. İstanbul'un tablet bilgisayar üzerinden gerçekleşecek bu ilk konserinde tek enstrüman iPhone ve iPad. Shred, Drum Master, Pocket Guitar ve Microphone uygulamalarıyla amfi kullanılarak gerçekleşecek konserde istek parça kabul edilecek. Provalar bugün başlıyor ve tablet bilgisayarı olan ve deneysel sanat festivalinin en heyecan verici etkinliklerinden birinin parçası olmayı isteyen herkes davetli. Her türlü ayrıntı için: www.yaraticifikirlerenstitusu.com

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 10.09.11

9 Eylül 2011 Cuma

YAVAŞ VE SAKİN BİR SANAT DENEYİMİ: İSTANBUL BİENALİ



İSTANBUL, TÜRKİYE, AVRUPA VE HATTA DÜNYADA YILIN EN ÖNEMLİ SANAT ETKİNLİKLERİNDEN BİRİ OLARAK ANILAN İSTANBUL BİENALİ’NİN BU YILKİ BAŞLIĞI İSİMSİZ (12. İSTANBUL BİENALİ) 2011. 17 EYLÜL’DE KAPILARINI TEK BİR MEKÂNDA, ANTREPO’DA AÇACAK. BİENALİN KÜRATÖRLERİ ADRİANO PEDROSA VE JENS HOFFMANN. AYRINTILARI ONLAR ANLATTI.


İstanbul’da yaptığınız ilk basın toplantısında “Son yıllarda projeleşen bir sürü bienal gördük. Sergiden başka her şeye benziyor, benzemek istiyorlardı. Bu kez gerçek bir sergi yapmaya karar verdik.” demiştiniz. Gerçek bir sergiden kastınız ne?

Son yıllarda, bir sanat sergisinin çok ötesinde etkinlikler ve projeler üzerinde yoğunlaşan çok sayıda deneysel bienale şahit olduk. Performanslar, gösterimler, etkinlikler, tartışmalar, eğitim programları, konferanslar, sempozyumlar ve yayınlar gibi. O kadar ki, serginin kendisi önemini kaybetmeye başladı. 12. İstanbul Bienali’nde sergilenecek eserlerin titizlikle seçimi ve dikkatle oluşturulmuş bir ortamda yerleştirilmesi aracılığıyla, yeniden serginin kendisine odaklanmayı öneriyoruz.

9. İstanbul Bienali’nde özellikle İstanbul için üretilmiş ve sanatçıların İstanbul’da yaşayarak yarattıkları işler vardı. 10. İstanbul Bienali’nde de zira. Sergiler şehrin farklı bölgelerine dağılmıştı ve bienali görmek için küçük bir şehir turu yapmamız gerekiyordu. Şehre yayılmak yerine tek bir mekânda yoğunlaşmanızın sebebi İstanbul’u bienal dışı bırakmak istemeniz mi?

İstanbul Bienali her zaman şehrin geneline dağılmış mekânları kullandı ve ziyaretçileri bienali ziyaret etmenin yanı sıra şehri deneyimlemeye de davet etti. Bu kez serginin kendisine ve eserlerin mekândaki konumlarının birbiriyle ilişkisine odaklandığımız için çalışmalarımızı tek mekâna, Antrepo’ya yoğunlaştırdık. Bu sayede dikkatleri serginin kendisine, sergilenen eserlere çekmeyi ve ziyaretçilerin şehrin güzel sokaklarına değil, bienalin kendisine dikkat etmelerini sağlamayı umuyoruz. Böyle büyük çaplı bienallerde ziyaretçiler genellikle bir mekândan diğerine koşarken şehrin içinde dağılıyor ve bu durum sergilenen sanat eserlerine odaklanmalarını zorlaştırıyor. Diğer bienallerin maraton benzeri programlarının aksine, daha yavaş ve sakin bir sanat deneyim sunuyoruz.

Kavramsal çerçeveyi uzun uzun anlatmak yerine, üzerinde 2008 – 2010 yılları arasındaki bienallerin listesinin bulunduğu bir afiş dağıttınız. Ne çok bienal oluyor! Bu kadar çok bienal iyi bir şey mi? Bienaller en nihayetinde bir kent pazarlama modeli değil mi?

Birtakım konularda genelleme yapmak zor. İki yılda bir düzenlenen süreli bir etkinlik olması dışında bir bienalin belirli bir modeli ya da formatı olduğunu söyleyemeyiz. Aslına bakarsanız herhangi bir bienal modeli esnek olmalı ve küratörlerinin - sanatçı ve organizatörlerinin - her seferinde yeni bir şeyler icat etmelerine olanak verecek kadar açık bir yapıya sahip olmalı. Fakat ne yazık ki son zamanlarda güncel sanatın üretilmesinden ziyade şehirlerin pazarlanmasına yönelik birtakım bienaller görüyoruz.

Başlığı ‘İsimsiz’ koymak bienali bir pazarlama aracı olmaktan kurtarma adına atılmış adımlardan biri mi?

Aslında tam başlık, İsimsiz (12. İstanbul Bienali) 2011. Bugünlerde insanı şaşırtacak kadar çok sayıda bienal düzenleniyor ve bunlar genellikle akılda kalıcı ve her şeyi içeren - yani çoğunlukla hiçbir şey söylemeyecek kadar ucu açık - paketlerde; sanatçı listeleri ve küratör isimleriyle birlikte, internet duyuruları halinde sunuluyor. Bienalleri; içinde yer alan sanatçıların listelerine, başlıklarına ya da küratörlerinin isimlerine göre değerlendirmek ya da tüketmek gibi son derece yanlış bir eğilim var. Bu seneki İstanbul Bienali ile serginin kendisine yeniden odaklanarak, kendimizi bu geleneksel pazarlama stratejilerinden ve bienal tanıtımlarından uzaklaştırmak istedik. Bu bağlamda İsimsiz (12. İstanbul Bienali) 2011 aynı zamanda hem çok ucu açık hem de, Felix Gonzales Torres’in başlık stratejisine yaptığı gönderme nedeniyle çok belirgin bir başlık oldu. Torres bir mülakatında “Sanat eseri isimsizdir çünkü anlam, zamana ve mekâna bağlı olarak değişir.” demişti. Bu stratejide bir tür cömertlik söz konusu; sanki anlamın üretimi tamamen izleyiciye bırakılıyor. Sergiyi ve eserleri anlayıp yorumlamak için izleyiciden anılarını, tecrübelerini ve bilgilerini kullanması isteniyor. Tabii ki belirgin işaretler ve somut referans noktaları var: Felix Gonzales Torres’in 5 farklı işini, sergideki eserlerin seçimi ver yerleştirilmesi için yaptığımız küratörlük araştırmalarımızda başlangıç noktası olarak kullandık: İsimsiz (Pasaport), İsimsiz (Ross), İsimsiz (Tabanca ile Ölüm), İsimsiz (Soyut) ve İsimsiz (Tarih).

Sanatçılar neden sır gibi saklandı?

Sanatçılar bir sır değil sadece isimleri duyurulmuyor çünkü daha önce de söylediğimiz gibi serginin bir dijital akış duyurusundaki isimlerden ibaret olarak algılanmasını ve bu şekilde tüketilmesini istemiyoruz. Sanatçı listelerine bu derece saplantılı olmak son derece yüzeysel; insanın ilgisini sanat eserinden ve sanatı anlama deneyiminden uzaklaştırıyor ve birbirini izleyen birtakım isimlere vurgu yapıyor. Bu durum özellikle de listelerin açıklanmasının heyecanla beklendiği bienallerde, iyice can sıkıcı hale geliyor. Buna ek olarak, sanatçı listelerini önceden açıklamamak bize, sürecin ilerleyen aşamalarında da sanatçı veya sanat eserlerini dahil etme konusunda ciddi anlamda bir hareket özgürlüğü sağladı; sergiden 4 ya da 6 ay önceden tüm listeyi açıkladığınız zaman araştırmalarınızı da kısa kesmek zorunda kalıyorsunuz. Şunu a eklemeliyiz ki, sanatçıların adını gizli tuttuğumuz için, küratörlerin adlarını da açıklamak istemiyorduk ama küratör isimleri İKSV tarafından çok erken tarihlerde duyurulduğu için, bu noktada zorlandık.

****

KISA KISA…
İsim: İsimsiz (12. İstanbul Bienali) 2011
Küratörler: Adriano Pedrosa ve Jens Hoffmann
Sponsor: Koç Holding
Mekân: 3 ve 5 No’lu Antrepolar
Tarih: 17 Eylül - 13 Kasım
Ayrıntılı bilgi: bienal.iksv.org/tr

55 KİŞİSEL SERGİ
12. İstanbul Bienali, başlığının yanı sıra temalarında da Felix Gonzalez-Torres’in işlerinden ilham alıyor. Bienalde; İsimsiz (Soyutlama), İsimsiz (Ross), İsimsiz (Pasaport), İsimsiz (Tarih), İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm) olarak farklı temalar altında düzenlenecek beş karma sergiye ek olarak 55 kişisel sergi yer alıyor.

MEKANDA RYUE NISHIZAWA İMZASI
Bienal mekânlarının mimarı tasarımı Ryue Nishizawa’nın Mimari Tasarım Ofisi tarafından yapıldı. Tasarım uyarınca, neredeyse dört duvar olan 3 ve 5 numaralı Antrepolar’ın içi, çelik ve alçıpan konstrüksiyonlarla etkileyici bir sergi alanına dönüştürüldü.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / EYLÜL 2011

İstanbul'da Bir Yeni Medya Müzesi

BORUSAN HOLDİNG YÖNETİM KURULU BAŞKANI AHMET KOCABIYIK, 17 EYLÜL’DE AÇILACAK BORUSAN CONTEMPORARY İÇİN “çağdaş sanatı İstanbul’un en güzel mekanlarının birinde topluma sunacağız, merak uyandıralım, İNSANLARIN AYAĞI ALIŞSIN, İZLEYİCİ KİTLESİ OLUŞSUN…” DİYOR VE EKLİYOR: “NİHAİ HEDEFİMİZ İSTANBUL’DA BİR YENİ MEDYA MÜZESİ…

Rumelihisarı’ndaki Perili Köşk, 17 Eylül’de Türkiye’nin çağdaş sanat alanındaki ilk ofis müzesi olarak hizmet vermeye başlıyor. Borusan Contemporary isimli müze, sadece hafta sonları gezilebilecek çünkü hafta içi Borusan Holding Yönetim Merkezi olarak faaliyetlerine devam edecek. Çiçeği burnunda müzede görülebileceklerin başında Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu geliyor. Ayrıntıları Borusan Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Kocabıyık anlattı.

Ofisler müze oluyor. Çalışanlar bu duruma ne diyor?

Bazıları ilk başta tereddüt etti; çalışma ortamımız değişecek mi, düzenimiz etkilenecek mi diye… Ama şimdi çok memnun ve çok heyecanlılar. Hafta arası hiçbir etkinlik olmayacak, kimsenin çalışma düzeni de değişmeyecek. Hafta sonları ise masalarında özel eşyalarını bırakmamaya özen gösterecekler. Çünkü mekânlarla biraz oynanacak, suni duvarlar oluşturulacak ve eserler kurulacak.

600 eserlik Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’nun ne kadarı sergilenebilecek?

Eserlerin bir kısmı Salı Pazarı, Gemlik, İstinye ve Avcılar’daki ofislerde. Borusan Contemporary’de 400 eserden seçmeler olacak, dönüşümlü olarak. Ama aynı anda 150 kadarını sergileyebileceğiz.

Koleksiyonu ofislerde sergileme, sonra da binayı bir müzeye dönüştürme fikri nasıl gelişti?

Eser almaya başladıktan bir süre sonra odamda yer kalmadı ve kimilerini şirketin başka odalarına koydum. Bu durum herkesin hoşuna gidince ve şirket çalışanlarından çok olumlu tepkiler gelince motivasyonum arttı ve koleksiyonerliğe daha çok önem verir oldum. Paylaştıkça ve sergiledikçe süreç çok daha keyifli hale geldi. Sonuçta sadece Borusanlıların değil toplumun da faydalanması ve zevk alması için müze fikrini hayata geçirdik

Eserler zarar görebilir diye bir çekince olmuyor mu?

Zarar görenler oluyor, özellikle taşınırken… Ama tamiri mümkün.

Koleksiyonerlerin deposu vardır, zaman zaman eserleri dinlendirirler. Sizin yok mu?

Koleksiyonerlerin deposu vardır çünkü yeterli yeri yoktur. Bir de kendisi için alıyordur. Benim amacım eserleri saklamak değil, paylaşmak. Herkes görsün istiyorum, hatta onun için müze açıyorum. Esas gaye bu; halka açık bir koleksiyon. 1,5 yıldır bunun için çalışıyoruz. Eylül’ün 17’sinde de paylaşmaya başlıyoruz.

Müzeye giriş ücretli mi olacak?

Evet, az da olsa bir değer ödenmeli. O zaman daha çok merak uyandırır.

Perili Köşk 30 yıllığına sizde. Yani kirada. Sonra ne olacak?

Perili Köşk için sonrasını düşünmedik. Bizim nihai hedefimiz yeni medya üzerine bir müze açmak. Her şeyi planladık. Beş sene sonra inşaatı başlayacak. Yeri Salıpazarı’ndaki binamız. Borusan Contemporary ile insanların ayakları alışsın, bir izleyici kitlesi oluşsun. Sonra orada devam… 2020’de de memleketimiz Afyon’un Tazlar Köyü’nde bir açık hava müzesi açacağız.

Koleksiyonunuz yönünü yeni medyaya nasıl çevirdi? İlk baştan beri böyle miydi?

84’tü galiba. Bir arkadaşımın evinde bir resim gördüm, Kemal Önsoy’un. Beğendim. Sonra onun atölyesini ziyaret ettim. Koleksiyon gibi bir niyetim yoktu o zaman. Ofiste duvarlar süslensin diye başladım satın almaya. Sonra işin içine girdikçe hoşuma gitti, kapı kapıyı açtı, onu görüp öbürüne yöneldim. İlk yıllarda daha çok resim vardı. Ama bu bir eğitim süreci. Okuyorum, araştırıyorum, geziyorum, görüyorum, öğreniyorum. Hiç bitmiyor, sonu yok. Öğrenirken de zevklerim değişiyor. Sekiz yıl önce koleksiyonu uluslararası yapma kararı verdiğimde daha çok baskı almıştım. Şimdi yeni üretimlere merak duyuyorum. Aldığım son eserler hep yeni medya üzerine.

Vazgeçemediğiniz, her gün görmek istediğiniz bir eser var mı? Takılıp kaldığınız mesela…

Takılıp kaldığım yok da… Aldığım tüm eserleri seviyorum. Beğenmediğim bir eseri almam. Aldığım her parçayla evimde yaşayabilirim, dahası yaşamak isterim. Kriter bu zaten, alım kriterim. Evdekiler de rotasyona tabi.

İstanbul’daki sergileri geziyor musunuz?

Evet. En son İstanbul Modern’deki video sergisine gittim. Kayıp Cennet’e. Bayıldım. Sergideki her videoyu sonuna kadar izledim. Hatta iki kere gittim, toplam dört beş saat içeride kaldım.

Borusan Holding’in müzik üzerine de önemli yatırımları var. Taraflar arasında hafif bir kıskançlık oluyor mu?

Evet fazlasıyla. Ayrıca eğitime yatırımlarımız da var. 2010 bütçemiz 10 milyon dolardı. 2011’de bu rakamın çok üstüne çıktık… Her yıl farklı şekillerde harcanıyor. Yatırımlarımız bazen müzik ağırlıklı bazen sanat ağırlıklı bazen de eğitim ağırlıklı oluyor. Müzik Festivali sponsorluğumuz 10 yıldır devam ediyor mesela. 6’sı geçti, 4’ü kaldı.

Bu nasıl bir kaldı? Atlattık çok şükür mü? Hay Allah az kaldı mı?

Hay Allah, az kaldı. Devam etmek isteriz. Çok memnunuz.

***

YEDİ YENİ İŞ

Borusan Contemporary, resmi açılışını 17 Eylül’de iki sergiyle gerçekleştirecek. Sergilerden biri yedi Türk video sanatçısının bu sergiye özel ürettikleri yapıtlardan oluşuyor. Serginin ismi Yedi Yeni İş, küratörleri Mario Codognato ve Sylvia Kouvali.

Segment #1

Diğer sergi Borusan Koleksiyonu’ndan seçilen yapıtlardan oluşuyor. Küratörlüğünü Dr. Necmi Sönmez’in üstlendiği serginin ismi Segment #1. Her iki sergi de 11 Aralık’a kadar Perili Köşk’te ziyaret edilebilecek.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/ EYLÜL 2011

GELECEK KAYGIM YOK, CESARETİM VAR


Dede mesleği fotoğrafçılığın üçüncü kuşak temsilcisi Mehmet Turgut, Ankara'dan kopup İstanbul'a gelenlerden. “Bu yolculuk kaçınılmazdı.” diyor ve ekliyor: “Sadece doğru zamanda olması gerekiyordu. Yani ben iyi bir esnaf, iyi bir fotoğrafçı; doğru düzgün bir adam olduktan sonra…”




1977 Ankara doğumlu Mehmet Turgut, 30’unda geldi İstanbul’a. Şimdi sırada, onu o yapan yaşın ve fotoğrafların kaydını tutmakta; bir kitapla. Adı 30.

Fotoğraflarınıza bakan birinin ne hissetmesini istiyorsunuz? Sarsılsın, şaşırsın, özlem duysun…


İzleyiciyle alakası yok. Olay benim o dönemde nasıl bir psikolojide olduğum ve o fotoğrafı niye çektiğimde. Sert mizaçlı fotoğrafları çok keyifli olduğum anlarda çekmiyorum açıkçası. Bir deşarj olma, kendimi ifade etme aracı fotoğraf benim için. Çekmem için bin farklı duygu, yani bin farklı sebep var.

En çok tercih ettiğiniz sebep?


Benim tercihim bundan 4 sene önce Roma’da yaptığım sergideki gibi fotoğraflar çekebilmek, yani sanat fotoğrafları. Kurgu ağırlıklı, gerçek Mehmet Turgut fotoğrafları…

Gerçek Mehmet Turgut fotoğrafları derken?


Mehmet Turgut'u Mehmet Turgut yapan birtakım fotoğraflar var. Tanınmamış yüzlerin fotoğrafları onlar. Kimi insanlar; sadece 46 Dergisi’nin ve ünlülerin fotoğraflarını çekerek var olmuşum gibi, bunlar sanki hiç yokmuş gibi algılıyor beni. Hâlbuki yolda bulduğum insanları çektiğim; yalnızlığı, şiddeti, saklı insan ifadelerini ve yaşadığım travmatik dönemleri anlatan fotoğraflarım var. Onlar benim gerçek duygularım, gerçek fotoğraflarım. Bir duygum olurdu – hâlâ da öyle ama bunu yapmaya eskisi kadar fırsat bulamıyorum artık - hemen birini bulup, o duyguya sokup kafamdaki konsepti oluşturur ve çekerdim. Duygunun kendisini çekerdim. Ankara’da küçücük bir stüdyoda...

Ankara’da babanızın stüdyosunda değil mi? Hani hayat normal normal giderken içinizden bir sesin size “Al makineyi ve çek” dediği zamanlarda…

Aynen. Her şey öyle başladı, içimdeki sesle… Askere gittim geldim, artık bir şey yapmam gerekiyor. Ama elimden gelen tek şey fotoğraf çekmek. Bundan çok da mutlu değilim. Çünkü fotoğraf denen hadise beni çok sarmıyor. Neden? Doğduğumdan beri iç içeyim çünkü. Babaannem bile fotoğrafçı; düşünün. Fotoğrafçı olmak hiç cazip gelmiyordu bana. Başka şeylere veriyordum kendimi. Resim heykel müzesine gidiyor, resim çalışıyordum mesela. Neden yapıyordum bunu; belli değil. Hani ağlamadan önce boğazınıza bir şey düğümlenir, yutkunsanız da yok olmaz. İşte öyle bir hâl içindeydim. İçimde bir sürü duygu vardı ve onları nasıl atacağımı bilmiyordum. Ama 10 yıl kadar önce bir gece - hiç unutmam - babamın stüdyosunda, yerin dört kat altında çalışıyorum. Tek başıma. Etrafa baktım, kocaman stüdyo. İstemediğim kadar ekipman. Kendi kendime, istediğim resimleri neden fotoğrafla yapmıyorum ki dedim ve başladım. Sonra güzel çirkin, kör topal demeden yakaladığımı çektim. Hiç durmadan. Hiçbir şey bilmeden. Sadece içimden geldiği gibi çektim.

Hayat öyle akıp giderken eş, dost ve aileyi bırakıp İstanbul’a gelmek niye?

Sıfır noktasına geri dönmek için. Çok önemli bu. Hatta başarımın sırrı. Sıfır noktasına geri dönmeyi kafanızda kabul edebiliyorsanız problem yoktur. Ankara’da iki stüdyom vardı; birinde ticari işler, birinde sanatsal işler yapıyor ve iyi kazanıyordum. Hiçbir sıkıntım yokken ikisini de devrettim. Beyoğlu’nda yıkık dökük bir stüdyo tuttum.

O tık nasıl oldu? Sabah yediğiniz peynir bozuk mu çıktı mesela?


Yok, kahvaltı etmiyordum o zamanlar. Bir gün otururken aniden artık gideyim dedim. Çok acayip. Böyle bir anda. Yapacak bir şey kalmamıştı. Ekiple birlikte tası tarağı topladık ve İstanbul’a geldik. Cezayir Sokağı’nda yıkık dökük bir binada bulduk kendimizi. Para kazan radyatör taktır, para kazan flaş al, para kazan lens al. İki sene boyunca her sabah kendi paspasımı kendim yaptım. Tam anlamıyla sıfır noktasına döndüm, cesaret ister bu. Yine olsa, yine yaparım. Her şeyi bırakıp New York’a ya da babamın Ankara’daki stüdyosuna gidebilirim. Hatta ömrümün geri kalanında vesikalık fotoğraf çekebilirim. Hikâye huzursa ve ben huzurun orada olduğunu düşünürsem… Neden olmasın?

Çok fena bir B planı gibi görünüyor bu.


Yok… O da bir tercih sonuçta. Akşamları sanat fotoğraflarına devam ederim; gündüzleri vesikalık, düğün, sünnet… Şu çok önemli: İsminizin çok yerde duyulması sizi ne kadar az şişirirse patlamanız o kadar zor olur. Ünlü olma hastalığı hiç nüfuz etmedi bana. Ofiste yaşıyorum, 4 tane kedimiz var; onun maması, bunun veterineri… Böyle bir hayat.

Gayet mutlusunuz ama değil mi?


Evet, keyfim gayet yerinde. Fotoğraf çekebiliyor muyum, çekiyorum. Ama nasıl derler… Ne kadar mutlu olursanız olun mutlu olmak için harcadığınız zamanlar ve ruhunuzdan giden parçalar vardır ve onlar tekrar gelip bir daha ruhunuza yapışmaz. Kopmuş gitmişlerdir ama yerleri durur, hiç geçmezler, silinmezler. İşte o yüzden benim gibi tipler her zaman üretir. Ürettikçe var olabilir çünkü. Bana çıldırdın mı, niye bu kadar çalışıyorsun derler mesela hep.

Nasıl bir tempo ki?


Dergi çıkarıyorum bir kere. Kaç kişi cebindeki bütün parayı bir dergiye yatırır? Çok iş yapıyorum ama cebimde 5 kuruş yok çünkü hepsini ideallerime yatırıyorum. Gelecek kaygım yok, cesaretim var. Geleceği düşünürsem hiçbir şey üretemem. Bankada deste deste para, cebimde gerçekleşmemiş hayaller… Ne yapayım onu?

***

YAŞ 30, 30 FOTOĞRAF

“30, uzun zamandır hayata geçirmek istediğim bir proje. Yekta Kopan editörlüğünü üstlendi. Yaş 30, 30 fotoğraf ve onların hikâyesi, benim ağzımdan. Sokak diliyle yazılmış çok samimi hikâyeler. Bazısı bir paragraf, bazısı bir satır. Benim 30 yaşına kadar çektiğim fotoğraflar var içinde. Bir dönemin özeti. Yılbaşına doğru çıkacak. 40 olmadan çıksa iyi olacak.”


ANKARALILARIN BAŞARILI OLMA HÂLİ

“Ankaralılarda bir başarılı olma hali vardır. İstanbul’da çok fazla başarılı Ankaralı vardır mesela. Çünkü Ankara’da yapacak çok fazla şey yoktur, işinizi yaparsınız. Ankara’da dostluk vardır, arkadaşlık vardır. Çünkü çok az insan vardır. Kendi kafanızda birilerini bulmanız zordur, bulunca kaçırmazsınız. Ankara’dan 30 yaşında ayrılmam büyük şans.”


ORTAÇAĞ TABLOLARI GİBİ

“Gelişimimi Ankara’da tamamladıktan sonra İstanbul’a geldim. Buraya geldiğimde ne yaptım? Kendi stilimi hiçbir şekilde bozmadım. Zaten oturttuğum bir tarz vardı. Yani dili sert, hiç bir zaman moda olmayan... Hep eski aslında. Eski dediğim; fotoğrafların tonu ve duygusu eskiydi hep, böyle ortaçağ tabloları gibi…”


BU DÖNEMİ KAPATMAK İSTİYORUM

“Bu dönemi kapatmak istiyorum artık. Yeni bir döneme başlamak, işi büyütmek ve zenginleştirmek… Daha kontrollü işler yapmak… Mesela büyük bir stüdyoya 3 - 4 gün kapanıp kafamdaki fotoğrafları çekip oradan bir sergiyle çıkmak… Niyetim bu. Yeni dönemde fotoğrafa bakış açım ve stilim elbette değişmeyecek ama çok gelişecek. Öyle istiyorum.”


JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET / EYLÜL

4 Eylül 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: Aktörler fani, Korku İmparatorluğu bâki

Önümüzdeki hafta bugün; 11 Eylül'ün, yani Dünya Ticaret Merkezi'ne yapılan saldırı ve binlerce insanın ölümünün 10. yılı. Bir de tabii rotanın Ortadoğu'ya çevrilmesinin... Ne olmuştu? ABD askerleri, El Kaide lideri Üsame bin Ladin'i yakalamak için önce Afganistan'a girmiş, sonra da kitle imha silahlarını yok etme niyetiyle yönünü Irak'a çevirmişti. Aranan silahlar bulunamayınca amaç, Irak halkına özgürlük ve demokrasi götürmek olarak değişmiş ve iki milyon sivil hayatını kaybetmişti. Altı milyon civarında Iraklının evlerini terk etmek durumunda kalması da cabası. Tüm bunları neredeyse unutuyorduk ki Myth'in yeni oyunu Korku İmparatorluğu'nun haberi geldi. 2001'in hayalleriyle 2011'in gerçeklerini yan yana koyan oyunun prömiyeri haftaya bugün saat 15.00'te Kumbaracı50'de.

Gökhan Erarslan ve Neslihan İpek'in yazdığı Korku İmparatorluğu'nun kadrosunda Hüseyin Avni Danyal, Zeynep Kaçar, Teoman Kumbaracıbaşı, Barış Çakmak ve Coşku Cem Akkaya gibi isimler var. Konu şu: Irak'ta görev yapan Amerikan askeri, terhis haberini aldığı gün birliğiyle tuzağa düşer. Şimdi eve dönmeden önce onu son bir görev beklemektedir: "Bizi kim tuzağa düşürdü?" sorusunun cevabını bulmak...

İzleyiciyi Irak Savaşı'nın göbeğine götürmeyi planlayan oyunun ekibi hatırlatıyor: "Dünya, bir savaşın onuncu yılını yaşıyor ve görünürde bu savaşın sona ereceğine dair bir işaret yok. Machiavelli'nin dediği gibi: Savaşlar siz istediğinizde başlar, ancak siz istediğinizde bitmez."

İstanbul'a yepyeni bir Topkapı Sarayı geliyor

Biraz da, İstanbul merkezli ve gelecek zaman kipli iyi haberler... Ankara'dan. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay "Topkapı Sarayı'nda Osmanlı'nın son dönemindeki gibi, iş yapmaktan çok laf yapmaya yönelik bir eğilim söz konusu. Buna rağmen epey mesafe aldık, iki sene içinde her şey yerli yerine oturacak." dedikten sonra yeni projelerini anlatıyor heyecanla: "İstanbul İl Özel İdaresi'yle birlikte Yıldız Sarayı'nı ele aldık. Saray, bahçesi dâhil her şeyiyle, birkaç yıl içinde -birkaç yıl derken 4 yılı bulur- iddialı ve gezilebilir bir mekâna dönüşecek. Yani İstanbul, yepyeni bir Topkapı Sarayı kazanacak. Hemen ardından Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi'ni büyüteceğiz. En az bir misli daha... Süleymaniye Külliyesi'ndeki şifahaneyi kitap şifahanesi yapacağız. Doğumevi de mekâna dâhil olacak. Kısacası kütüphane, küllerinden doğacak. Sonra ver elini Rami Kışlası. Orada da bir kültür merkezi... Bir de Eyüp... Eyüp Camii ve çevresinde büyük bir proje söz konusu. Sayın başbakan, Eyüp'ün ana caddeden görüleceği bir düzenleme istiyor. Ben de aynı görüşteyim. Bunların hepsi bugünden başlayıp önümüzdeki 10 yıl içinde gerçekleşecek. Bir de Yassıada'daki 27 Mayıs mahkemeleri, koğuşlar, karşılama merkezleri, ziyaretçi salonları 1960'taki haliyle ortaya çıkacak ki onun, yani Demokrasi Müzesi'nin 2015'e kadar bitmesi lazım."

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 04.09.11