9 Eylül 2011 Cuma

GELECEK KAYGIM YOK, CESARETİM VAR


Dede mesleği fotoğrafçılığın üçüncü kuşak temsilcisi Mehmet Turgut, Ankara'dan kopup İstanbul'a gelenlerden. “Bu yolculuk kaçınılmazdı.” diyor ve ekliyor: “Sadece doğru zamanda olması gerekiyordu. Yani ben iyi bir esnaf, iyi bir fotoğrafçı; doğru düzgün bir adam olduktan sonra…”




1977 Ankara doğumlu Mehmet Turgut, 30’unda geldi İstanbul’a. Şimdi sırada, onu o yapan yaşın ve fotoğrafların kaydını tutmakta; bir kitapla. Adı 30.

Fotoğraflarınıza bakan birinin ne hissetmesini istiyorsunuz? Sarsılsın, şaşırsın, özlem duysun…


İzleyiciyle alakası yok. Olay benim o dönemde nasıl bir psikolojide olduğum ve o fotoğrafı niye çektiğimde. Sert mizaçlı fotoğrafları çok keyifli olduğum anlarda çekmiyorum açıkçası. Bir deşarj olma, kendimi ifade etme aracı fotoğraf benim için. Çekmem için bin farklı duygu, yani bin farklı sebep var.

En çok tercih ettiğiniz sebep?


Benim tercihim bundan 4 sene önce Roma’da yaptığım sergideki gibi fotoğraflar çekebilmek, yani sanat fotoğrafları. Kurgu ağırlıklı, gerçek Mehmet Turgut fotoğrafları…

Gerçek Mehmet Turgut fotoğrafları derken?


Mehmet Turgut'u Mehmet Turgut yapan birtakım fotoğraflar var. Tanınmamış yüzlerin fotoğrafları onlar. Kimi insanlar; sadece 46 Dergisi’nin ve ünlülerin fotoğraflarını çekerek var olmuşum gibi, bunlar sanki hiç yokmuş gibi algılıyor beni. Hâlbuki yolda bulduğum insanları çektiğim; yalnızlığı, şiddeti, saklı insan ifadelerini ve yaşadığım travmatik dönemleri anlatan fotoğraflarım var. Onlar benim gerçek duygularım, gerçek fotoğraflarım. Bir duygum olurdu – hâlâ da öyle ama bunu yapmaya eskisi kadar fırsat bulamıyorum artık - hemen birini bulup, o duyguya sokup kafamdaki konsepti oluşturur ve çekerdim. Duygunun kendisini çekerdim. Ankara’da küçücük bir stüdyoda...

Ankara’da babanızın stüdyosunda değil mi? Hani hayat normal normal giderken içinizden bir sesin size “Al makineyi ve çek” dediği zamanlarda…

Aynen. Her şey öyle başladı, içimdeki sesle… Askere gittim geldim, artık bir şey yapmam gerekiyor. Ama elimden gelen tek şey fotoğraf çekmek. Bundan çok da mutlu değilim. Çünkü fotoğraf denen hadise beni çok sarmıyor. Neden? Doğduğumdan beri iç içeyim çünkü. Babaannem bile fotoğrafçı; düşünün. Fotoğrafçı olmak hiç cazip gelmiyordu bana. Başka şeylere veriyordum kendimi. Resim heykel müzesine gidiyor, resim çalışıyordum mesela. Neden yapıyordum bunu; belli değil. Hani ağlamadan önce boğazınıza bir şey düğümlenir, yutkunsanız da yok olmaz. İşte öyle bir hâl içindeydim. İçimde bir sürü duygu vardı ve onları nasıl atacağımı bilmiyordum. Ama 10 yıl kadar önce bir gece - hiç unutmam - babamın stüdyosunda, yerin dört kat altında çalışıyorum. Tek başıma. Etrafa baktım, kocaman stüdyo. İstemediğim kadar ekipman. Kendi kendime, istediğim resimleri neden fotoğrafla yapmıyorum ki dedim ve başladım. Sonra güzel çirkin, kör topal demeden yakaladığımı çektim. Hiç durmadan. Hiçbir şey bilmeden. Sadece içimden geldiği gibi çektim.

Hayat öyle akıp giderken eş, dost ve aileyi bırakıp İstanbul’a gelmek niye?

Sıfır noktasına geri dönmek için. Çok önemli bu. Hatta başarımın sırrı. Sıfır noktasına geri dönmeyi kafanızda kabul edebiliyorsanız problem yoktur. Ankara’da iki stüdyom vardı; birinde ticari işler, birinde sanatsal işler yapıyor ve iyi kazanıyordum. Hiçbir sıkıntım yokken ikisini de devrettim. Beyoğlu’nda yıkık dökük bir stüdyo tuttum.

O tık nasıl oldu? Sabah yediğiniz peynir bozuk mu çıktı mesela?


Yok, kahvaltı etmiyordum o zamanlar. Bir gün otururken aniden artık gideyim dedim. Çok acayip. Böyle bir anda. Yapacak bir şey kalmamıştı. Ekiple birlikte tası tarağı topladık ve İstanbul’a geldik. Cezayir Sokağı’nda yıkık dökük bir binada bulduk kendimizi. Para kazan radyatör taktır, para kazan flaş al, para kazan lens al. İki sene boyunca her sabah kendi paspasımı kendim yaptım. Tam anlamıyla sıfır noktasına döndüm, cesaret ister bu. Yine olsa, yine yaparım. Her şeyi bırakıp New York’a ya da babamın Ankara’daki stüdyosuna gidebilirim. Hatta ömrümün geri kalanında vesikalık fotoğraf çekebilirim. Hikâye huzursa ve ben huzurun orada olduğunu düşünürsem… Neden olmasın?

Çok fena bir B planı gibi görünüyor bu.


Yok… O da bir tercih sonuçta. Akşamları sanat fotoğraflarına devam ederim; gündüzleri vesikalık, düğün, sünnet… Şu çok önemli: İsminizin çok yerde duyulması sizi ne kadar az şişirirse patlamanız o kadar zor olur. Ünlü olma hastalığı hiç nüfuz etmedi bana. Ofiste yaşıyorum, 4 tane kedimiz var; onun maması, bunun veterineri… Böyle bir hayat.

Gayet mutlusunuz ama değil mi?


Evet, keyfim gayet yerinde. Fotoğraf çekebiliyor muyum, çekiyorum. Ama nasıl derler… Ne kadar mutlu olursanız olun mutlu olmak için harcadığınız zamanlar ve ruhunuzdan giden parçalar vardır ve onlar tekrar gelip bir daha ruhunuza yapışmaz. Kopmuş gitmişlerdir ama yerleri durur, hiç geçmezler, silinmezler. İşte o yüzden benim gibi tipler her zaman üretir. Ürettikçe var olabilir çünkü. Bana çıldırdın mı, niye bu kadar çalışıyorsun derler mesela hep.

Nasıl bir tempo ki?


Dergi çıkarıyorum bir kere. Kaç kişi cebindeki bütün parayı bir dergiye yatırır? Çok iş yapıyorum ama cebimde 5 kuruş yok çünkü hepsini ideallerime yatırıyorum. Gelecek kaygım yok, cesaretim var. Geleceği düşünürsem hiçbir şey üretemem. Bankada deste deste para, cebimde gerçekleşmemiş hayaller… Ne yapayım onu?

***

YAŞ 30, 30 FOTOĞRAF

“30, uzun zamandır hayata geçirmek istediğim bir proje. Yekta Kopan editörlüğünü üstlendi. Yaş 30, 30 fotoğraf ve onların hikâyesi, benim ağzımdan. Sokak diliyle yazılmış çok samimi hikâyeler. Bazısı bir paragraf, bazısı bir satır. Benim 30 yaşına kadar çektiğim fotoğraflar var içinde. Bir dönemin özeti. Yılbaşına doğru çıkacak. 40 olmadan çıksa iyi olacak.”


ANKARALILARIN BAŞARILI OLMA HÂLİ

“Ankaralılarda bir başarılı olma hali vardır. İstanbul’da çok fazla başarılı Ankaralı vardır mesela. Çünkü Ankara’da yapacak çok fazla şey yoktur, işinizi yaparsınız. Ankara’da dostluk vardır, arkadaşlık vardır. Çünkü çok az insan vardır. Kendi kafanızda birilerini bulmanız zordur, bulunca kaçırmazsınız. Ankara’dan 30 yaşında ayrılmam büyük şans.”


ORTAÇAĞ TABLOLARI GİBİ

“Gelişimimi Ankara’da tamamladıktan sonra İstanbul’a geldim. Buraya geldiğimde ne yaptım? Kendi stilimi hiçbir şekilde bozmadım. Zaten oturttuğum bir tarz vardı. Yani dili sert, hiç bir zaman moda olmayan... Hep eski aslında. Eski dediğim; fotoğrafların tonu ve duygusu eskiydi hep, böyle ortaçağ tabloları gibi…”


BU DÖNEMİ KAPATMAK İSTİYORUM

“Bu dönemi kapatmak istiyorum artık. Yeni bir döneme başlamak, işi büyütmek ve zenginleştirmek… Daha kontrollü işler yapmak… Mesela büyük bir stüdyoya 3 - 4 gün kapanıp kafamdaki fotoğrafları çekip oradan bir sergiyle çıkmak… Niyetim bu. Yeni dönemde fotoğrafa bakış açım ve stilim elbette değişmeyecek ama çok gelişecek. Öyle istiyorum.”


JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET / EYLÜL

Hiç yorum yok: