29 Ağustos 2012 Çarşamba

Fikri olan çocuklar gelsin!

 
 
Bu yıl ikincisi düzenlenen İstanbul Çocuk ve Gençlik Bienali, 6 Kasım'da başlayacak ama başvurular için son tarih 24 Eylül. 39 ilçenin özel ve kamu okullarında öğrenim görenlerin yanı sıra sokakta çalışan, cezaevinde bulunan ve cezaevinde doğmak zorunda kalan çocuklara da kapılarını açan bienalin detaylarını Gazi Selçuk'tan dinledik. 
 
 
İstanbul Çocuk ve Gençlik Bienali Direktörü Gazi Selçuk, buluştuğumuz sabahın gecesinde gördüğü rüyayı anlatıyor önce: "Bir olaylar olmuş, çatışmalar çıkmış, biz evi ailecek terk etmişiz. Sonra ben artık ne içinse geri dönmüşüm. Binada asansörler çalışmıyor. Merdivenlerden çıkıyorum. Her yer duman içinde. Yerlerdeki ahşaplar sökülmüş, dolaplar parçalanmış. Evimiz adeta 2. Dünya Savaşı'ndan kalmış. Nasıl desem; böyle evsizlerin yaşadığı metruk bir yere dönüşmüş... Uyandığından beri neden böyle bir rüya gördüm diye düşünüyorum. Sebebi açık aslında: Her gün bir patlama, bir çatışma, bir kaza... Tüm bunlar bir şekilde kaydediliyor bilinçaltımıza. Normalleşmek hayati bir ihtiyaç. Sanat da bunun için var; hayatımızı normalleştirip bizi inceltmek için..." 

İstanbul Çocuk ve Gençlik Bienali'nin hiç bilmediğimiz niyetleri mi var? 

Tabii. Sadece sanat eserleri sergilensin diye yapmıyoruz. Öncelikli isteğimiz hayatın normalleşmesine katkı sağlamak. Sanat hayatı normalleştirir, insanı inceltir çünkü. Çocukları da inceltir, onların hayatla bağlarını güçlendirir, bakış açılarını genişletir. İlla sanatçı olacaklar diye bir şey yok. Ama insanın sanatla küçük yaşlarda tanışması çok önemli. İlköğretimin birinci kademesine kadar çocuklarımızı sanatla buluşturduk, buluşturduk. Sonrasında aynı etkiyi yapmaz. 

Bienalin birincisi İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın desteğiyle gerçekleşmişti. İkincisi nasıl yapılacak? 

20 yıldır kültür sanat ve çocuk eğitimi üzerinde çalışan biri olarak en büyük hayalim bir çocuk bienali düzenlemekti. Olur mu, olmaz mı derken 2010 sonunda yaptık gerçekten. Üstelik 5.000 öğrencinin katılımı ve 65 bin kişinin ziyaretiyle. Bu senenin başından beri de herkes sormaya başladı; ikincisi ne zaman diye. Nasıl yapalım, nasıl edelim derken önce bir danışma kurulu oluşturduk ve herkesin kendi olanakları çerçevesinde destek olmasını istedik. Milli Eğitim Bakanlığı, valilik, özel girişimler... Yürütme için de bir dernek kurduk: Palet Kültür Sanat Derneği. Böylece yola koyulduk. 

Süreç nasıl işliyor? Çocuklar kendi iradeleriyle başvurabiliyorlar mı? 

Bienal, 1-18 yaş aralığındaki herkesin; öğretmen, veli veya sanatçı eşliğindeki sanatsal üretimine açık. Bir kavramsal çerçevemiz var tabii ki. Geçen seneki "Değişiyorum Farkında mısın?" idi. Bu seneki "Düş Çocuk, Gerçek Çocuk". Biz okullara duyurduk; öğretmenler öğrencilere anlatıyor. Öğrenciler de fikirlerini veli ya da öğretmenleri aracılığıyla bize iletiyor. Son aşamada; küratörlerimizce onaylanan fikirler, yani projeler iş olarak bize ulaştırılacak ve sergilenecek. 

Başvurular ne zamana kadar? Bir de gerçekten İstanbul'daki bütün okullarda duyuru yapabildiniz mi? 

Bütün okullara yazı gitti. Tek tek hepsine. Üstelik şartname ve başvuru formuyla birlikte. Şimdi okullar açılınca öğretmenler çocuklara duyuracak. Çocuklar bir iki hafta düşünüp taşınacak; sonra da fikirler bize gelmeye başlayacak. Başvuru için son tarih 24 Eylül ama bunu bir iki hafta daha uzatabiliriz. 

Cezaevindeki çocuklar için nasıl bir süreç işleyecek? 

Cezaevleriyle ilgili bir dernek var: CİSST (Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği). Onların desteğiyle duyurularımızı yaptık ve cezaevlerindeki çocuklar için atölye çalışmaları yapılmasını talep ettik. Çocukların kendileri değilse de eserleri dışarı çıkabilecek. Hatta belki kendilerini de özel izinlerle çıkarabiliriz; bienal kapsamında ve birkaç saatliğine... İstanbul'da şu anda, suçsuz olduğu halde anne bakımına muhtaç olduğu için cezaevinde yaşayan 300 kadar çocuk var. 

'Uçurtmayı Vurmasınlar'daki Barış gibi mi? 

Aynen öyle. Hiç dışarıyı görmemiş çocuklar. Çok dramatik tabii... Zaten Türkiye'de nereye dokunsak dramatik bir hikâye çıkıyor karşımıza. 

Sergi ve etkinlikler bu yıl hangi mekânlarda yapılacak? 
 
Türkiye Deniz İşletmeleri ile yaptığımız işbirliği neticesinde 10 Şehir Hatları vapuru ve Kadıköy'deki Karaköy iskelesinde olacağız. Ayrıca Şirketi Hayriye Sanat Galerisi ve Taksim Meydanı'nda... Bir de Hasköy İplik Fabrikası'yla görüşüyoruz ama daha neticelenmedi. Bakalım... 

JÜLİDE KARAHAN 

ZAMAN KÜLTÜR 29 AĞUSTOS 2012

...

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Sinop'un üzerindeki gölge

4. Uluslararası Sinop Bienali Sinopale'nin açılışı, balkonunda çamaşır asarken keşfedilen Zehra teyzenin mini konseriyle 24 Ağustos Cuma akşamı tarihî Sinop Cezaevi'nde yapıldı. Bienale katılan sanatçılar, "Gölgenin Bilgeliği: Bozulmuş Bilgi Çağında Sanat" başlıklı temadan hareketle şehrin üzerine çöken gölgeleri tartıştı.

Ortada daha ne halley var, ne çokoprens... O zamanlar Sinop'ta çocuklar akşamüstüleri prenses yiyorlar. Yerini hiçbir şey tutmuyor. Kalınca iki bisküvi arasına sürülen kremadan oluşan prensesin üzeri çikolata kaplı, kenarları fıstıklı. Tavsiye üzerine girdiğimiz Dolunay Pastanesi'nde (Arkeoloji Müzesi'nin karşısındaki) hem 'prenses'i hem Sinopale'yi konuşuyoruz. Önce bir muhabbet girizgâhı olarak "Ne işe yarayacak bu bienal?" sorusu. Elbette şaka yollu. Çünkü bu yıl 4.sü gerçekleşen uluslararası Sinop Bienali Sinopale'nin her bir şeyi topluca Sinopça yapılıyor. 1 Ağustos'tan bu yana atölye çalışmaları, film gösterimleri, çekimler ve röportaj yağmurları altındaki şehirde; o bunun ucundan, bu şunun ucundan tutuyor. Bu imece hâli 24 Ağustos Cuma akşamı tarihî Sinop Cezaevi'nde gerçekleşen bienal açılışında kendini gösterdi: Sayısız teşekkür konuşmasını balkonunda çamaşır asarken keşfedilen Zehra teyzenin mini konseri izledi. 

12 kişilik bir küratör ekibin yön verdiği 4. Sinopale'nin kavramsal çerçevesi yine Sinop'tan. Çünkü küratörlerden Işın Önol'un belirlediği "Gölgenin Bilgeliği: Bozulmuş Bilgi Çağında Sanat" başlıklı temanın ilham vereni Sinoplu felsefeci Diyojen. En meşhur hikâyesi şöyle: Günün birinde Diyojen güneşe karşı oturmuş dinlenirken Büyük İskender yanına gelir ve ona ne isterse yerine getirebileceğini söyler. Diyojen'in Büyük İskender'e cevabı, "Gölge etme başka ihsan istemem." olur. 

Küratör Önol, Diyojen'in otoriteye karşı çıkışını; "Senden hiçbir şey istemiyorum, yeter ki bana engel olma yerine; güneşle ve doğayla bağlantımı kesip bana gündelik hayata dair arzulamadığım ve ihtiyaç duymadığım lüksü boşu boşuna önerme." biçiminde yorumluyor ve çorabı Japon edebiyatının önemli yazarlarından Jun'ichiro Tanizaki'nin "Gölgeye Övgü" kitabından bir alıntı yaparak söküyor: "Biz Doğulular tatminimizi çevremizi oluşturan etmenlerde ararız ve şeylerin oldukları haliyle mutlu oluruz. Böylece karanlık bizim için bir mutsuzluk nedeni olmaz, biz kaçınılmaz olarak kendimizi ona bırakırız. Eğer ışık azsa azdır; biz karanlığın içine dalar ve orada onun kendine has güzelliğini keşfederiz."
Yine Önol'un hatırlatmasıyla; Tanizaki'nin 1933 yılında yazdığı "Gölgeye Övgü" 1977'de İngilizceye çevrildiğinde elektrik enerjisi çoktan nükleer enerji ile elde edilmeye başlamış, atom hızlandırıldıkça hızlandırılmış, Japonya, Hiroşima ve Nagazaki'de ışığın en parlağını çoktan deneyimlemişti. Bu noktada Sinop'a, günümüze, hatta Dolunay Pastanesi'ndeki sohbete dönersek; 4000 yıllık bir geçmiş üzerinde yükselen Sinop, bir şeylerin gölgesi altında. Ama bu gölge.. Hani biri görünmeyen bir yerden eliyle tavşan ya da kuş yapar da o şekiller duvarda büyüdükçe büyür ya... Aynen öyle. Gerçekten büyükler mi yoksa el kadarlar mı belli değil. Bir de o elin sahibi... Kimsenin bir fikri yok. Pastanede ve her bir köşede konuşulanlara göre; Radar Tepesi'nde bir Rus füze rampası var ve 4 deneme atışı yaptı. Termik santral durdu galiba ama nükleer santrale devam. Bir de bir kanal projesi var.
Sanatçılar kentle birlikte tüm bunları tartışıyor da tartışıyor; estetikten asla ödün vermeden elbette. Küratörlerden Elke Falat; hapishane, nükleer enerji santrali ve füzelerle ilgili bir video seçkisi sunuyor izleyiciye. Tam da nükleer enerjinin halihazırda tarih olduğunu ve geleceğin teknolojisi olarak sunulmasının büyük bir hata olacağını örnekleyen... 100 kadar Sinopluyla birlikte "Deniz artık uyanıyor" isimli bir belgesel hazırlayan mimar Bahanur Nasya, bizzat denize dikkat çekme derdinde. Yine pastanedeki o ilk soru: "Ne işe yarayacak bu bienal?" Galiba artık geçerli bir cevabımız var: "Hangimiz kendi kentimizi bu kadar tartıştık; bunca sanatçı, profesör, kültür yöneticisi ve gazeteci..." 


Sinop Cezaevi, kültür merkezi oluyor 
 
Sinopale kapsamında önceki gün gerçekleşen forumda Sinop Cezaevi'nin akıbeti tartışıldı. Önce tersane, sonra hapishane olarak kullanılan ve yıllardır boş duran cezaevi, önümüzdeki 4 yıl içinde uluslararası bir kültür sanat merkezine dönüşecek. Bu niyetle büyük bölümü Avrupa Birliği Komisyonu'ndan olmak üzere 9,2 milyon Euro'luk bir bütçe çıkarıldı. 20 Temmuz'da açılan ihale Aralık 2012'de sonuçlanacak ve restorasyon süreci başlayacak.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 27 AĞUSTOS 2012 

...

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Itrî Yılı'nda sempozyumlar çakıştı

 
 
Ölümünün 300. yılı sebebiyle 2012, UNESCO tarafından Itrî Yılı ilan edildi. Yapılanları ve yapılması planlananları, Medeniyetler İttifakı Enstitüsü Itrî Türk Mûsikîsi Araştırmaları Merkezi sorumlusu Yalçın Çetinkaya'yla konuştuk ve Itrî'yle ilgili aynı bakış açısına sahip iki ayrı sempozyumun yapılacağını öğrendik. 
 
Itrî Türk Mûsikîsi Araştırmaları Merkezi olarak 2012 Itrî yılı için neler yaptınız? 
 
Fatih Sultan Mehmed Üniversitesi Medeniyetler İttifakı Enstitüsü (MEDİT) Itrî Türk Mûsikîsi Araştırmaları Merkezi olarak 25-30 proje geliştirdik. Bunların 10 kadarını UNESCO Türkiye Milli Komitesi Başkanlığı'na ve Yönetim Kurulu'na sunduk. Başkanlık 5 proje seçti.

Neler onlar? 
 
Birincisi İstanbul'da gerçekleşecek ve Paris'te tekrarlanacak uluslararası bir Itrî Sempozyumu ve ona bağlı bir konser. Bu projeye tebliğlerin yer aldığı ve İngilizce, Fransızca ve Arapça gibi dillere çevrilecek bir kitap da dâhil. İkincisi Itrî'nin hocası Hafız Post'un güfte mecmuasının hem tıpkıbasımı hem de günümüz Türkçesine çevrilmiş halinin yayımlanması. Bir nüshası Topkapı Sarayı'nda bulunan mecmuada Itrî'nin de güfteleri var. İTÜ Türk Mûsikîsi Devlet Konservatuarı Müzikoloji Bölümü'nden bir arkadaşımız mecmua üzerinde çalıştı ve Itrî'nin güftelerini tespit etti. Üçüncüsü bugünkü tarihçi, müzikolog ve siyasetçilerin yazılarından oluşacak bir Itrî armağanı. Dördüncüsü bir Itrî belgeseli, beşincisi ise Türkiye ve dünyadaki önemli konservatuarların bestecilik bölümü son sınıf öğrencilerinin katılacağı Itrî atölyeleri. UNESCO Türkiye Milli Komitesi Başkanlığı bu projeleri destekleyici firmaya sundu. Onlar sempozyumu kabul ettiler. 

Bu durumda sadece sempozyum mu hayata geçecek? 
 
Evet. UNESCO Türkiye Milli Komitesi Başkanlığı'yla birlikte sempozyum, konser ve tebliği kitabı hayata geçecek. Bir de İTÜ Türk Mûsikîsi Devlet Konservatuarı ve Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi Medeniyetler İttifakı Enstitüsü işbirliğiyle Hafız Post güfte mecmuasının yayımlanması var. 

Sempozyum ne zaman ve ne çapta olacak? 
 
Sempozyum, 23, 24 ve 25 Kasım tarihlerinde 30 yerli ve yabancı bilim adamının katılımıyla Cumhurbaşkanlığı himayesinde İstanbul'da yapılacak. 

Itrî'yle ilgili bilgilerimiz hem az hem de muğlâk... Bu anlamda sempozyumda yeni bilgi, belge ya da bulgular yer alacak mı? 
 
Bizim isteğimiz de bu. Itrî ile ilgili muğlaklığı azaltıp ortaya net bir profil koyabilmek. Bunun için elimizden geleni yapıyoruz ve konuyla ilgili kişi, kurum ve kuruluşları işbirliğine davet ediyoruz. Ortak ve doğru bir Itrî profilinin oluşması için dayanışma şart. 

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) da bir sempozyum düzenliyor; 3 Aralık'ta. Neden birleşmediniz? 
 
Biz İKSV ile görüştük ve onlara birlikte çalışmayı teklif ettik aslında. Ama İKSV kendi başına ve daha küçük boyutta bir şeyler yapmayı tercih etti. Yapabilirler tabii ki ve bu memnuniyet verici. Ama biz Itrî'yi disiplinlerarası bir bakış açısıyla, döneminin tüm dinamikleriyle anlatıp doğru bir profil ortaya koymayı planlıyoruz. 

Tesadüfe bakın... İKSV'nin düzenlediği sempozyumun başlığı da 'Itrî'ye Döneminde Disiplinlerarası Bakış'. Yakın tarihlerde, aynı konuda ve hatta aynı başlıkta iki ayrı sempozyum mu olacak bu durumda? 
 
Yanlış anlaşılmasın. Bir anlaşmazlık kesinlikle söz konusu değil. Yalnız fikri temelin Medeniyetler İttifakı Enstitüsü tarafından atıldığını söylemeliyim. 

Konuşmacıları paylaşamama gibi bir şey söz konusu olur mu? Ya da bir konuşmacı iki ayrı sempozyuma da katılabilir mi? 
 
Eğer konuşmacı için bir sakıncası yoksa bizim için de yok. Yalnız bir tebliğin iki tarafta da sunulması gibi bir şey tabii ki söz konusu olamaz. Zaten mevcut bilgi üzerine yeni bir şey koymayacak bir tebliğin kıymeti de yok. 

Itrî Yılı bitmeden yapılacaklar arasında başka neler var? 
 
Bir kere Itrî Yılı 1 Ocak 2012'de başladı, 31 Aralık 2012'de bitecek diye bir şey yok. Itrî'nin besteleri 300 yıldır söyleniyor. Ama bu yıl tabii ki bir dönüm noktası olmalı; en azından 300 yılık birikim geleceğe doğru şekilde aktarılmalı. Amacımız Itrî'yi önce Türkiye'de doğru tanıtmak sonra yurtdışına açmak. Itrî'yle ilgili çalışmalarımız Yunus Emre Enstitüsü'nün yurtdışındaki merkezlerinde devam edecek. Yine Fatih Sultan Mehmed Üniversitesi ve Zeytinburnu Belediye Başkanlığı'nın Itrî için temsîlî bir mezar taşı yapma projesi var. Bir de Itrî'nin bazı melodilerini caz müziğine uyarlamak gibi bir fikrimiz var. Bakalım... 


JÜLİDE KARAHAN 

ZAMAN KÜLTÜR 20 AĞUSTOS 2012 

14 Ağustos 2012 Salı

HAT SANATINI KEŞFEDİYORUZ


BÜYÜK BİR KEŞİF SÜRECİNDEYİZ: GENEL ANLAMDA İSLAM SANATLARINI, ÖZEL ANLAMDA İSE HAT SANATINI YENİDEN KEŞFEDİYORUZ. DURUMUN EN GÖSTERİŞLİ GÖSTERGESİ BEŞ YIL ÖNCE 50 MİLYON LİRA OLAN HAT SANATININ YILLIK SATIŞ HACMİNİN BU YIL 200 MİLYON LİRAYA YÜKSELMESİ. 


Çağdaş sanatçı Haluk Akakçe ile son resimlerini yaptığı günlerden birinde sohbetteyiz. Geçmişle geleceğin bizim kontrolümüzde olmayan bağlantısından, geçmişin şimdimizi ve geleceğimizi etkilemesinden ama geleceğin de boş durmayarak geçmişimizi yönlendirmesinden bahsederken birden, “Batı'da zaman neden düz bir çizgide akar? Hiç düşündünüz mü?” diye soruyor ve ekliyor Akakçe: “Hâlbuki Doğu'da, İslami sanat anlayışında, zaman çok yönlüdür…” Elbette düşündük. Hat sanatının geniş zamanlılığını ve verdiği sonsuzluk hissini… Bunun üzerine, “Ben artık sanatıma bir his vermek istiyorum. Yani sadece bir çerçeve içinde kısıtlı kalsın istemiyorum. Aynı hat gibi...” diyor ve ekliyor Akakçe: “Ama insan unutamıyor tabii; 1.70'lik bir boyla evrene bakıyor ve ihtişamın içindeki minikliğini... Unutamıyor.”

Bu sohbetin tadı damağımızdan silinmeden Rembrandt ve Çağdaşları-Hollanda Sanatının Altın Çağı isimli serginin detaylarını konuşmak üzere Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Dr. Nazan Ölçer'in yanına gidiyoruz. Rembrandt, İnci Küpeli Kız ve Türk-Hollanda İlişkileri derken konu, müzenin 10. yılının nasıl ve ne şekilde kutlayacağına geliyor. Ölçer, Sabancı Ailesi’nin Osmanlı hat sanatı koleksiyonunu hiç yapılmamış bir biçimde sergileyeceklerini anlatıyor: “Müthiş bir interaktif sistem… Gezenler artırılmış gerçeklik teknolojisi ve hazırlanan animasyonlar sayesinde eski harflerle oynayacak, değişik yazı tekniklerini ve kitap sanatının inceliklerini izleyip ayrıntıları i-pad yardımıyla takip edecek.”

Koleksiyonun ve sergileme tekniklerinin detaylarını dinlerken elbette heyecanlanıyoruz ama asıl; Ölçer, "Hattın nasıl çağdaş, sonsuz ve ilham verici bir sanat olduğunu göstereceğiz herkese.” dediğinde salıncakta sallanır gibi bir hisle kaplanıyoruz. Bu mutlu hissin bir de ürpertili tarafı var tabii; hani salıncağın arkaya doğru gittiği zamandaki gibi… Yanaklarımızı kızartan itiraf şu ki: Ne kadar uzun uzun baksak ve anlamaya çalışsak da vaad edilen derinliği yakalayamıyoruz! Ölçer su serpiyor içimize: "Anlamını bilseniz de bilmeseniz de; o harfler, çizgiler, kıvrımlar sonsuzluğa doğru bir ufuk açıyor zihninizde.”

İşte… Sakıp Sabancı Müzesi, o ufku ve hissi sonsuza dek yaşatmaya niyetlenerek 9 Mayıs itibarıyla Kitap Sanatları ve Hat Koleksiyonunu ziyarete açtı. İslam sanatının 14. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar uzanan dönemine ait 200’den fazla eser var karşımızda: Başta Kuran-ı Kerim nüshaları olmak üzere kıta ve murakkalar, levha ve hilyeler, tuğralı ferman ve beratlar, nadir elyazması kitaplar ve hattatların yazı yazmada kullandığı araçlar... Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’yle birlikte hazırlanan Kitap Sanatları konulu belgeselde ise kâğıdın aharlanması, mürekkebin hazırlanması, farklı hat üsluplarıyla yazılan sayfaların tezhiplenmesi, altın varakların ezilerek kullanıma hazır hale getirilmesi, metinlerin resimlenmesi ve sayfaların dikilerek kitap haline getirilip ciltlenmesi; yani kitap üretiminin tüm aşamaları… Yazının anlamını bilsek de bilmesek de derinliklere dalıp gitsek de gitmesek de çok şey öğreneceğimiz/hissedeceğimiz bir sergi bu!

Ama tek değil! Çünkü bir büyük müze daha var yolda: Türkiye'nin önemli hat koleksiyonerlerinden Demet-Cengiz Çetindoğan çifti önümüzdeki yıl Haliç'te büyük bir müze açarak koleksiyonunu sergileme hazırlığında. Bir gelişme de Fransa’dan… Paris’teki Louvre Müzesi, 18 bin parçalık İslam eserleri koleksiyonunu 2012 sonbaharında Visconti avlusunda yükselen modern yapısı içinde sergileyecek. Müzenin genişleyen İslam eserleri koleksiyonunu sığdırabilmek için hazırladığı 3 bin metrekarelik yeni binada 7. yüzyıldan 19. yüzyıla İslam uygarlığının tüm kültürel gelişimi izlenebilecek.

Uzatmayalım! Bir keşif sürecindeyiz: Genel anlamda İslam Sanatlarını, özel anlamda ise hat sanatını yeniden keşfediyoruz. Geçen yıl Vatikan ve Londra'da açılan iki büyük hat sergisi ve 2011 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri'nden birinin hattat Hasan Çelebi’ye verilmesi de durumun iki önemli göstergesi. Bir de göz kamaştıran ekonomik göstergeler var tabii: Beş yıl önce 50 milyon lira olan hat sanatının yıllık satış hacmi bu yıl 200 milyon lira. Yine beş yıl önce 10 bin liraya satılan bir hat eseri bu yıl 30 bin liraya gidiyor. Milat, Kazasker Mustafa İzzet'in bir hilye-i şerifinin 2010 yılında 1 milyon 150 bin liraya satılması.

Klasik İslam sanatları konusunda Türkiye’nin sayılı koleksiyonerlerinden Mehmet Çebi şöyle değerlendiriyor bu durumu: “Hat sanatı yıllarca hak ettiği ilgiyi göremedi ama artık dengeler değişti; hat koleksiyonu bir prestij simgesi. Yakın bir gelecekte fiyatlar epey yükselecek.Osmanlı sanatı uzmanlarından Serdar Gülgün de aynı fikirde: “İleriki yıllarda çok daha yüksek fiyatlar telaffuz edilecek. Çünkü piyasadaki Osmanlı dönemi klasik hatları gün geçtikçe azalıyor.” Hattat Hasan Çelebi de epey umutlu: “Biz yıllarca dergide, radyoda, yani medyada bu sanattan konuşulsun diye bekledik. Sanat denince kulak kesilirdik; belki hattan bahsederler diye. Tiyatroyu, müziği, resmi ve karikatürü sayarlardı da hattın adı geçmezdi. Ama şimdi her şey değişti. Yetişen ustalar ve halkın iltifatı sayesinde hat sanatı artık geriye gitmez.”

***
17. YÜZYILDA ZİRVEDE
Resme uzak duran sanatkârların maharetlerini yazıya görsel bir zenginlik kazandırarak göstermek istemelerinden doğan hat sanatı, 17. yüzyılda yaşayan Hafız Osman'dan itibaren Osmanlı'da zirveye çıktı.
***
HİLYE-İ ŞERİF
Hz. Muhammed'i konu edinen hat eserlerine hilye-i şerif deniyor. Hilye metni ağırlıklı olarak Hz. Ali’nin Hz. Muhammed’le ilgili rivayetlerinden oluşuyor.
***
HAT ALIRKEN
Geleneksel Türk sanatları uzmanı Nilgün Şensoy’a göre hat alırken dikkat edilecekler:  
1.    Kamışla çekilen hat daha değerlidir. Altınla çekilenden bile…
2.    Doldurularak yapılan hat daha gösterişli görünür ama değerlisi kalemle çekilendir.
3.    Hat tek başına çıplaktır. Kenarındaki tezhip çok önemlidir. Tezhibin sonradan yapılması fiyatı 3’te bir oranında düşürür.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE, AĞUSTOS 2012 

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Otobüs çarptı, festival yaptı

 
Çeşitli doğa sporları yaparak büyüyen Brendt Barbur'un New York'ta bisiklete binerken geçirdiği kazanın ardından olumlu bir şeyler yapmaya karar vermesiyle 2001'de başlattığı Bisiklet Film Festivali'nin 11.sinin durakları arasında İstanbul da var. Festival, 13-16 Eylül tarihleri arasında özel gösterimler, fotoğraf sergileri, bisiklet gezileri, panel ve konserlerle İstanbul'da olacak.
 
Kaliforniya'da çeşitli doğa sporları yaparak büyüyen Brendt Barbur, bundan 10-15 yıl kadar önce güneşli ve neşeli bir günde New York sokaklarında bisikletiyle mutlu mesut dolaşırken... Bir otobüsün hızla kendisine doğru geldiğini fark eder. İş işten geçmiştir çoktan. Kazanın hemen ardından, Barbur'un hem otobüs şoföründen hem yoldan geçenlerden hem de ambulâns görevlilerinden duydukları, kazanın kendisinden daha vahimdir: "Ne işin var; hem de bisikletle hem de ana caddelerden birinde hem de..." Barbur'un o anda tek hissettiği ise bacaklarının hareket etmediği, dahası hissizleştiği...

Hani hep deriz ya; her şerde bir hayır vardır diye... İnsan bazen kendisi bulup çıkarabiliyor o hayrı. Tıpkı Barbur gibi. Brent Barbur, karalar bağlayacağına bisikletle ilgili, bisiklet sevenler ve ondan vazgeçemeyenlerle ilgili olumlu ne yapabilirim, kendimi kurban psikolojisinden kurtarıp bu kötü olaya nasıl pozitif yaklaşabilirim diye düşünür. Ve ortaya Bisiklet Film Festivali'ni (BFF) çıkarır.

KÜRESEL BİR BİSİKLET HAREKETİ'NE DOĞRU

2001 yılından bu yana Moskova, Paris, Londra, Milano, San Francisco ve New York gibi onlarca şehirde düzenlenerek uluslararası bir etkinliğe dönüşen ve dünyanın her yerinde yoğun ilgiyle karşılanan Bisiklet Film Festivali; bisiklet tutkusunu moda, müzik ve sinema gibi farklı disiplinlerle birleştiriyor. Sporu seven şehirli insanları ve her türlü bisiklet topluluğunu bir araya getiren festivalin takipçileri arasında yol bisikleti, dağ bisikleti, Fixed Gear, BMX, Cyclocross ve Downhill kullananlar bulunuyor, daha doğrusu buluşuyor.
Barbur'ın New York'ta bisiklete binerken yaşadığı otobüs kazasının etkilerini olumlu bir etkinliğe dönüştürmek istemesiyle başlayan festivalin 11. yılının durakları arasında İstanbul da bulunuyor. İstanbul'da ilk defa yapılacak festival; 13-16 Eylül tarihleri arasında sanat ve sporla dolu dört gün yaşatmayı planlıyor.

Festivalin İstanbul programında; aralarında Spike Jonze ve Amelia Shaw gibi yönetmenlerin kısa metraj bisiklet filmlerinin yer aldığı özel gösterimler, fotoğraf sergileri, bisiklet gezileri, panel ve geçmiş yıllarda Blonde Redhead, Roisin Murphy, Metronomy ve Glass Candy gibi sanatçıların sahne aldığı bir kapanış konseri var. Dünyadaki kültür başkentlerinde hızla büyüyen festival, şehir merkezli küresel bir Bisiklet Hareketi'ne de dönüşme yolunda. "Eskiden öğrenciler ve durumu pek de iyi olmayanlarca kullanılan bisiklet artık şehirli ve yüksek kazançlı kişilerin de tercihi." diyen Barbur'a göre bisiklet bilhassa şehir merkezinde en rahat ulaşım aracı.

Bu işe ilk kalkıştığında "Zaten sanatla, filmle ilgiliyim.. Neden olmasın" diyen Barbur, film yapımı ve gösterimlerinden büyük bir festivale hatta Bisiklet Hareketi'ne dönüşen etkinliğin bir başka yönüne daha dikkat çekiyor ve ekliyor: "Bisiklet çok yalnız bir eylem. Bir başına. Ama festival pek çok etkinlik sayesinde bisiklet severleri bir araya getiriyor ve bu durumu hafifletiyor."

Sanat ve bisikleti birleştirmekse elbette pek kolay olmamış. Barbur "Öyle çok fazla Hollywood yapımı yok." diyor ama yine de bisiklet konulu pek çok belgesel mevcut. Örneğin Lüksemburg doğumlu Andy ve Fränk Schleck kardeşlerin Lüksemburg kökenli Leopard-Trek takımının 2011 Fransa Turu hazırlıklarını konu alan bir belgeseli var: The Road Uphill (Yokuş Yukarı). Konusu bisiklet olan diğer filmler arasında ise 1976 yapımı A Sunday in Hell (Cehennemde Bir Pazar Günü), 1974 yapımı The Stars and the Water Carriers (Yıldızlar ve Su Taşıyıcılar), 2006 yapımı The Flying Scotsman (Uçan İskoçyalı) ve 2004 yapımı Hell on Wheels (Tekerlekler Üzerinde Cehennem) bulunuyor.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 13 AĞUSTOS 2012
 

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Genç sanatçılar şiddete meyyal

Yaz aylarını genç sanatçılara ve sanat eğitimi veren kurumlara ayıran Pera Müzesi'nin bu yılki konuğu İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi. Müzenin üç katına birden yayılan 'Deneyimin Ötesi'; fakültenin 85 genç sanatçısının 150'yi aşkın eserini sergilemekle kalmıyor, sanat eğitimi alan gençlerin eğilimleri ve deneyimleri hakkında fikir de veriyor.
 
Üniversiteden Resim Bölümü Başkanı Prof. Mümtaz Sağlam gençlerin eğilimlerini, "Öğrenciler, lisans eğitiminin ikinci yarısından itibaren bağımsız proje üretmeye başlıyor ve şiddet içeren, mesaj kaygılı ve aykırı görsellere yöneliyor. İşler aşırı anlatımcı oluyor. İdeolojik yaklaşımlar ve dünyayı kurtarmak isteyen mesajlar göze çarpıyor." sözleriyle anlatıyor.

Sanat eğitimi veren kurumların işte tam bu noktada devreye girmesi gerektiğini söyleyen Sağlam, çıkarılması gereken sonucu şöyle özetliyor: "Dünyada olan bitenler, hassasiyetler ve gündem elbette üretimleri belirleyecek ama sanat kurumlarının bu durumu estetik çözümlerle dengelemesi şart. Salt mesaja düğümlenen kurgusal işlerin, üretim coşkusunu yok etmeden daha rafine bir dil ve anlatım biçimine dönüşmesi gerekiyor. Çözüm üreten bir yaklaşımla öğrencinin isteklerini reddetmeden plastik dile çevirmek; işte bu çok önemli. Mesaj-sanat ağırlığı dengeli gitmeli. Bu anlamda... Sanat özgürlük demek değil."

'Deneyimin Ötesi', 2011-2012 öğrenim yılında üretilmiş eserlerden oluşan tipik bir fakülte sergisi olmak yerine resim, heykel, seramik, geleneksel Türk sanatları, tekstil ve moda tasarımı, sahne tasarımı, grafik, fotoğraf ve sinema gibi farklı dalları bir araya getiriyor ve öğrencilerin eğilimlerini tartışmaya açıyor. Sergi kapsamındaki etkinlikler de bu tartışmayı beslemeyi hedefliyor. Bu anlamda 5 Eylül Çarşamba günü saat 17.00'de Pera Müzesi Oditoryumu'nda 'Türkiye Güncel Sanat Ortamında Sanatçı ve Galeri İlişkisi; Bir Deneyim Olarak Kişisel Sergi' konulu bir söyleşi gerçekleşecek. Yine 8 Eylül Cumartesi günü 14.00-18.00 saatleri arasında 'İnteraktif Medya, Reklam ve Tasarım' konulu bir panel... Sergiyi görmek için son tarih 30 Eylül.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 11 AĞUSTOS 2012 

9 Ağustos 2012 Perşembe

Itrî yılında bir yaprak kıpırdadı

 
 
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV), 3 Aralık'ta geniş katılımlı bir sempozyum düzenliyor. 'Itrî'ye Döneminde Disiplinlerarası Bakış' başlıklı sempozyumun küratöryal çalışmasını yapan Gönül Paçacı, "Belki yepyeni bilgi ve belgelere ulaşılmayacak, yoktan bir şey var edilmeyecek ama her türlü malzeme fakirliğine rağmen ciddi bir program hazırlıyoruz." diyor.
 
 
Büyük Türk bestekârı Itrî'yle ilgili beklentilerin yüksek olduğu bir yıl içindeyiz. Çünkü ölümünün 300. yılı sebebiyle 2012, UNESCO tarafından Itrî yılı ilan edildi. 100 TL'nin üzerindeki hayalî resmi ve kayıtlara geçen 42 bestesi dışında hakkında pek az şey bildiğimiz Itrî için yapılacaklar merak konusu. Asıl adı Buhûrîzâde Mustafa olan Itrî'nin doğum ve hatta ölüm tarihi muallâkken... Edirnekapı'daki bir mezar Itrî'nin diye gösterilse de gerçeğinin yeri bilinmezken... Nerede yaşadığı, nasıl bir hayat sürdüğü, eğitimi ve kendisi; her biri merak konusuyken... Itrî yılından yeni bilgi, bakış açısı ve yorum getirecek etkinlik ve yayınlar beklenmesi gayet doğal.

Yıl içinde yapılan ve yapılacaklara gelince... Pek çok etkinlik, özellikle de konser ve CD çalışması yapıldı, yapılıyor. Ama özellikle ilgililerinin beklediği akademik çalışmalardan henüz çıt yok. Sadece... İKSV'nin düzenlediği ve küratöryal çalışması İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Türk Musikisi İcra Heyeti Şefi ve Osmanlı Dönemi Müziği Uygulama ve Araştırma Merkezi (OMAR) Müdürü Gönül Paçacı'nın yaptığı bir sempozyum var. 'Itrî'ye Döneminde Disiplinlerarası Bakış' ana başlığını taşıyan sempozyumda, 17. yüzyıl dönemine dair edebiyat, tarih ve diğer disiplinlerin konuşulması, bu sayede disiplinlerarası ve dönemsel bir çalışma gerçekleştirilmesi planlanıyor. 3 Aralık'ta gerçekleşecek sempozyumda sunulacak tebliğlerin kitap haline gelecek olması meraklıları heyecanlandırıyor. Ama... Galiba beklenen bu değil.

ÖNEMLİ TEBLİĞLER VE KONSERLER VAR

Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi ve müzikolog Cem Behar, yeni bir bilgi, yorum ya da bakış açısı sunmayacak etkinliklere mesafeli yaklaşma taraftarı. Itrî'yle ilgili çalışmaların uluslararası boyutunun ve bilimsel niteliğinin eksik olduğunu söyleyen Behar'a göre övgü, hasret, güzelleme; bunlar hoş şeyler ama ilimle, bilimle alakaları yok! "Itrî yılından daha akademik şeyler bekliyorum. Bir konferans ya da sempozyum düzenlenecekse bunun uluslararası bir yankısı olmalı." diyen Behar, araştırmacıları daha ciddi çalışmalara yöneltecek etkinliklerden yana.

Sempozyumun küratöryal çalışmasını yapan Gönül Paçacı ise hızlıca geliştiği halde epey yol aldıklarını düşündüğü sempozyum için, "Belki yepyeni bilgi ve belgelere ulaşılmayacak, yoktan bir şey var edilmeyecek ama her türlü malzeme fakirliğine rağmen özellikle düşünsel boyutta ciddi bir program hazırlıyoruz. Böyle bakınca yarısı boş yarısı dolu." diyor ve ekliyor: "Atılan her adım kapalı devre konuşmalardan daha iyidir."
Niyetlerinin başka alanları da araştırarak dönemle ilgili geniş bir perspektif edinmek ve tarih, edebiyat, ilahiyat gibi farklı alanlardaki kısa oturumlarda müzik tebliğleri sunmak olduğunu söyleyen Paçacı; Türkiye'nin mevcut en eski Türk müziği topluluğu olan ve günümüzde İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nın bünyesinde çalışan Türk Müziği İcra Heyeti'nin günün sonunda vereceği konseri epey önemsiyor. 17. yüzyıla ait farklı bestekârların değişik formlardaki, bazıları çok nadir icra edilen eserlerinden örnekleri içerecek dönem konserine önemli solistlerin katılması bekleniyor. Kudsi Erguner'in Itrî'nin Batı'da nasıl algılandığı üzerine bir tebliğ sunmasının planlandığı sempozyumda, 17. yüzyıl sosyal yaşantısı üzerine Mehmet Genç, dönemin müzik formları üzerine ise Walter Feldman konuşacak.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR/ 9 Ağustos 2012

 

3 Ağustos 2012 Cuma

Kuruçeşme Arena'ya otel haberi müzik organizatörlerini üzdü

İstanbul'un değerli arsalarından Kuruçeşme Arena geçtiğimiz günlerde el değiştirdi ve mekânın yeni sahibi Astaş Holding orada epey lüks bir otel yapmaya niyetlendi. Hatta bu niyetle Mandarin Oriental Hotel Group ile ortak projeler geliştirmeye bile başladı. Ama tüm bunlar başta organizasyon şirketleri olmak üzere pek çok sanatçı ve sanatseveri epey üzdü. Çünkü Kuruçeşme Arena geride bıraktığı 6 yılda 250'den fazla gösteriye ev sahipliği yaparak yaklaşık 2 milyon izleyiciyi ağırlamış bir mekân. 17 bin kişi kapasiteli Arena'da yılda ortalama 50 etkinlik ve 450 bin seyirci ağırlanıyor. Hatta içinde bulunduğumuz yazın konukları arasında Lenny Kravizt, Tom Jones, Macy Gray, Enrico Macias ve Jill Scott bulunuyor. 
 
Ayrıca mekânın kapanacak olması akla İstanbul'da uzun zamandır şikâyet konusu olan büyük kapasiteli konser ve eğlence merkezi sıkıntısını getiriyor. Stadyumları saymazsak İstanbul'da Kuruçeşme Arena dışında KüçükÇiftlik Park ve Harbiye Açıkhava Tiyatrosu var. Bir de son yıllarda keşfedilen Haliç Camialtı Tersanesi ve Santralistanbul Kıyı Amfi... Yıllardır Kuruçeşme Arena'nın işletmesini yapan BKM taraf olmamak adına bir şey söylemek istemiyor ama Türkiye'nin önde gelen organizasyon şirketlerinden Pozitif, bu sıkıntıya binaen 7 bin kişi kapasiteli yeni bir Arena açma hazırlığında olduğunu çıtlatıyor. Ayazağa'da yaklaşık 12 bin metrekare inşaat alanı bulunan mekânın 2013 sonunda hizmete girmesi bekleniyor.

İstanbul Caz Festivali Direktör Yardımcısı Harun İzer ise "Biz İstanbul Caz Festivali olarak mekân sorununu uzun yıllardır yaşıyoruz ve Sepetçiler Kasrı, Arkeoloji Müzesi, Camialtı Tersanesi gibi sıra dışı mekanları konser alanı olarak kullanmaya çalışıyoruz ama zamanla bunların kullanım amaçları değişebiliyor. Kuruçeşme Arena da bu anlamda kaybedilen bir yer. Geçireceği dönüşüm tabii ki tamamen hukuka uygun ancak şehir sakinlerinin de düşünülmesi gerekli." diyor.

 JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN GAZETESİ / 2 AĞUSTOS 2012 

Nasıl çekip gidileceğini ve nasıl kalınacağını bilmek



Josephine Powell tıpkı yıldızlı gök gibi. Hani şu, dünyaya binlerce göz aracılığıyla bakanlardan; baktığını görenlerden ve bir de nasıl çekip gideceğiyle nasıl kalacağını bilenlerden… Nereye bakmış ve ne görmüş? Nereden gitmiş ve nerede kalmış? Aslında her şey bir Bizans mozaiğinin fotoğrafını çekmesiyle başlamış. Josephine bu fotoğraftan sonra İstanbul'a gelmiş ve Anadolu’da kalmış.

İlaç gibi bir öykü onunki. 15 Mayıs 1919’da Manhattan’da başlıyor ve şöyle gelişiyor: Zooloji mezunu ve sosyal hizmetler uzmanı Josephine, genç yaşta yollara düşüyor. Önce Avrupa’daki mültecilerin ülkelerine dönmelerine yardımcı oluyor, sonra Amerika’ya iltica eden savaş bitkinlerini yeni yurtlarına yerleştiriyor. Bu işte öyle başarılı oluyor ki Batı Moğolistan aşireti Kalmıkların Amerika’ya mülteci olarak kabul edilmesi için yürüttüğü çalışmalar sebebiyle aşiret ona ‘Kalmıkların Anası’ unvanını veriyor.

Bizans saraylarının mozaiklerini fotoğraflar mısınız?

Derken ver elini bir sürü ülke ve 1952’de Roma’ya yerleşme. Ama artık serbest fotoğrafçı etiketiyle… Önce sanat ve mimari, sonra insan öyküleri derken Afganistan, Pakistan, İran, Kuzey Afrika, Yugoslavya, Yunanistan, Makedonya ve Türkiye; artık önüne ne gelirse: Bozkırları aşmak, göçebelerle karşılaşmak, kasabalarda konaklamak ve harabeleri adımlamak…

İşte tam o günlerde bir teklif: “Bizans saraylarının mozaiklerini fotoğraflar mısınız?” El cevap: “Elbette”. Böylece 1955’te Bizans mozaiklerini fotoğraflamak üzere doğru Türkiye’ye. Ver elini Anadolu. Ama beklenmedik bir gelişme: Anadolu’nun kilim ve dokumalarına tutulma kabilinde. Belki de bu coğrafyanın göçebelerine. Kim bilir? Ama şu kesin; ciddi bir adanma onunki.

Kilimlere renklerini geri vermek için çıkılan bu yolculukta Doğal Boya Araştırma ve Geliştirme Projesi isimli kooperatifin kurulmasına yardım etmek de, el sanatlarıyla ilgili bilgileri doğrudan Türk göçebelerinden almak için uğraşıp didinmek de, dokumaların hangi amaçlara hizmet edip hangi malzemelerden yapıldıklarını araştırmak da var. Üstelik bunlar sonraki 20 yıl boyunca Josephine’in tek derdi. 

Kilimler, çuvallar, heybeler, çantalar…

Josephine’e topladığı bu yırtık pırtık kilimlerde ne gördüğü sorulduğunda verdiği vereceği tek cevap var: “Renklerin ve desenlerin birleşimini. Herkes bu kadınların sadece başka şeyleri kopyalayabildiklerini ve aynı şeyin tekrar tekrar kopyalandığını söylüyordu. Ama her kilimde pek çok çeşitleme vardı ve bu kilimler benim ilginçlik ve güzellik anlayışıma tamı tamına denk düşüyordu.”
Paramparça olmuş kilimler, çuvallar, heybeler, çantalar, kök boya çıkarmakta kullanılan türlü çeşit el aletleri… Artık ne bulursa birer ikişer toplayan Josephine’in bu uğraşı 196 kilim, 124 çuval, 31 heybe ve çanta, 119 farklı dokuma örneği ve 350 dokuma araç gerecine dayanınca… Yani fotoğrafçının İstanbul Cihangir’deki evi, baş edemediği bir müzeye dönüşünce… 

Yapacak tek bir şey vardı: O da Anadolu’nun kırsal bölgelerinde dokumacılığın rolünü ve önemini yansıtan bu büyük koleksiyonu bağışlamak. Nereye? Mesela Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’ne. Aynen öyle. Josephine, 19 Ocak 2007’deki ölümünden üç ay önce tüm koleksiyonunu Vehbi Koç Vakfı Sadberk Hanım Müzesi’ne bağışladı.

Josephine’in derdi, göçebeleri doğal hallerini belgelemek 

Peki ya fotoğraflar? Onlar Vehbi Koç Vakfı'na... Ve şimdi 30 bin karelik fotoğraf arasından seçilen özel kareler, ‘Josephine’in Gördüğü: 20. Yüzyılda Anadolu’nun Kırsal Yörelerine Fotoğrafik Bakışlar’ adıyla Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nde sergilenmekte. 21 Ekim’e kadar… Sergide Josephine’in 80 kadar fotoğrafı var ama daha fazlası mekândaki projeksiyonlarda. Daha da fazlası Koç Üniversitesi Kütüphanesi’nin internet adresinde. 

Fotoğraflardan anlaşılan şu ki Josephine’in derdi, göçebeleri doğal halleriyle belgelemek. Yani onları konuşurken, çalışırken, şarkı söylerken, şakalaşırken, dans ederken, yün eğirirken, artık ne yapıyorlarsa tam da onları yaparken fotoğraflamak. Yün eğiren, kilim dokuyan, cicimlerini gösteren, çadırları kuran ve yükleri taşıyan kadınlar, gelinler, genç kızlar, amcalar ve dedeler ise pek aynı fikirde değil nedense. Çünkü onlar en güzel kıyafetlerini giyip, en renkli takılarını takıp, en besili hayvanlarını yamaçlarına alarak; bir de üstüne gururla poz vermişler adeta. 

Yine de sergideki ve hatta arşivdeki tüm fotoğraflar köklü bir değişimden geçen Anadolu coğrafyasını anlatmakta. Hem de ne coğrafya; Uşak, Maraş, Konya, Malatya, Manisa, Muğla, Mersin, Niğde, Kayseri, Adana, Çanakkale, Sivas… Neredeyse Türkiye’nin tüm dağ ve yaylaları. Josephine, gerçekten de nasıl ve nerede kalacağını bilmiş. İyi ki de Türkiye’ye gelmiş. 


JÜLİDE KARAHAN 

FOTOĞRAF DERGİSİ // AĞUSTOS EYLÜL 2012 

...

2 Ağustos 2012 Perşembe

Hem Genç Hem de Yetenekliler


Türkiye’de saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok, genç ve yetenekli oyuncu var. Üstelik de hem sinema perdesi hem tiyatro sahnesi hem de televizyon ekranında…

Türkiye’nin genç ve bir o kadar da yetenekli oyuncuları karşımıza en çok; gençlik dizileri, yeni yönetmenlerin ilk filmleri ve bağımsız tiyatro sahnelerinde çıkıyor. Bu genç yaşta nasıl bu kadar başarılı oldular, nerede eğitim aldılar ve oyuncu olmak isteyenlere neler tavsiye ederler… Merak ettik, öğrendik.

Onur Ünsal: “Karar verirken heyecanıma bakarım”

Tolga Örnek’in yönettiği “Devrim Arabaları”nın ardından Yeşim Ustaoğlu’nun yönettiği “Pandora’nın Kutusu”nda dikkat çeken Onur Ünsal, 1985 İzmir doğumlu. İstanbul Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü mezunu ama en büyük avantajı oyunu olsun olmasın zamanının büyük bölümünü Oyun Atölyesi’nde çalışarak geçirmesi. Gerek yönetmen Kemal Aydoğan, gerekse oyuncu Haluk Bilginer’in üzerinde büyük emeği var. “Azrail’in Gözyaşları”, “Hırçın Kız”, “Testosteron” ve “Antonius ile Cleopatra” rol aldığı oyunlar arasında. Film mi, oyun mu; dizi mi, reklam mı… Tercih yaparken en önemli ölçütü heyecanının seviyesi.

Sedef Şahin: “En büyük şansım Yıldız Kenter”

“Adını Feriha Koydum” isimli televizyon dizisindeki Cansu rolüyle tanınan Sedef Şahin’in asıl başarısı Kenter Tiyatrosu yapımı “Kraliçe Lear”da canlandırdığı Heather karekterindeki performansı. İki kişilik tek perde ve 90 dakikalık bir oyunda Yıldız Kenter’in karşısında bir kere bile teklemeyen Şahin 1992 doğumlu. Pera Güzel Sanatlar Lisesi mezunu ve ilk tecrübesini dokuz yaşında bir reklam filminde yaşamış. Kenter Tiyatrosu’yla yolunun kesişmesi, seçmelere katılması ve 148 kişi arasından sıyrılmasıyla gerçekleşmiş. En büyük şansının Yıldız Kenter’le oynamak ve ondan bir şeyler öğrenmek olduğunu düşünüyor.

Bartu Küçükçağlayan: “Sinema seti bir oyuncu için çok önemli”

“Yalan Dünya” isimli dizide canlandırdığı Orçun karakteriyle hatırı sayılır bir izleyici kitlesinin dikkatini çeken 1983 doğumlu Bartu Küçükçağlayan, oyuncu olmaya çok küçük yaşta karar vermiş. Eskişehir’de büyüyen ve 2001 yılında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nı kazanarak İstanbul’a gelen Küçükçağlayan, ilk sahne deneyimini Kenter Tiyatrosu’nda yaşamış. 2006 yılında rol aldığı “Kumarbazın Seçimi” ile dört ödül birden kazanan Küçükçağlayan tiyatro hayatına Krek Tiyatro Topluluğu ile devam ediyor. Seren Yüce’nin yönettiği “Çoğunluk” ise ilk filmi ve onunla da en iyi erkek oyuncu olarak Altın Portakal’ı kucakladı. Dediğine bakılırsa, sinema seti bir oyuncunun kendini geliştirebileceği önemli yerlerden biri.

Merve Engin: “Hâlâ oyunlarımın broşürlerini dağıtıyorum”

1984 Bursa doğumlu Merve Engin, henüz 10 yaşındayken Bursa Devlet Tiyatrosu’nun kurs kayıtlarımız başlamıştır afişi sayesinde tiyatroyla tanışıyor. 2001 yılında Ankara Hacettepe Tiyatro Bölümü’nü kazanıyor ve 2004’te komedi ustası Antonio Fava’nın atölyesine katılıyor. Sonra Fava’nın davetiyle İtalya’ya gidiyor ve Commedia dell’Arte’de çalışıyor. Bu olayı bir şans olarak görmüyor. Çünkü o kadar yüksek bir performansla ve o kadar düzenli çalışmış ki… 2010’un 27 Ekim’inde her şeyini tek başına kotardığı “Kıyıya Oturmanın Böylesi”yle sahneye çıkıyor. Devlet Tiyatroları’nın oyun çıkışlarında broşür dağıtarak kendini tanıtmaya çalışıyor. Bunu başarıyor ve ismi kulaktan kulağa yayılıyor. “Kıyıya Oturmanın Böylesi”ni “Kaplumbağalar Şişmanlamaz Çünkü Kabukları Vardır” izliyor. “Yaka Beyaz” isimli oyunla İstanbul Tiyatro Festivali’ne de katılan Engin’in şimdiki hedefi Mine Söğüt’ün “Deli Kadın Hikâyeleri”ndeki “Naz Neden Derine Gömmemişti Kediyi?” isimli öyküsünü oyunlaştırmak.

*****


HALUK BİLGİNER: “İnsanla ilgili her şeyi merak edeceksiniz”
 
Oyuncu olmak isteyenler kesinlikle sosyoloji ve felsefe gibi kendilerini besleyebilecekleri bölümlerde okusunlar. Çünkü örneğin “Antonius ile Cleopatra”yı anlamak için felsefe biliyor olmak lazım. Oyunculuk kendimize öğrettiğimiz bir meslektir. Bisiklete binmek gibi. Bunu başkası size ne kadar anlatırsa anlatsın ancak kendiniz deneye yanıla doğrusunu bulursunuz. Oyunculuk da öyle ve onu besleyecek yan unsurlar gerekiyor. Bunlardan biri de merak! Hayatı anlamaya çalışmak, kendini anlamaya çalışmak, felsefeyi anlamaya çalışmak... İnsanlar bugüne kadar neleri merak etmiş, neleri sorgulamış? Bütün bunları merak edeceksiniz.

JÜLİDE KARAHAN 

ANADOLUJET AĞUSTOS 2012 

..

1 Ağustos 2012 Çarşamba

UNESCO'nun dilinden anlıyor!

 
Geçtiğimiz günlerde 'ailecek' sevindiğimiz bir haber gördük gazetelerde: UNESCO Dünya Mirası Komitesi Çatalhöyük Neolitik Kenti'nin Dünya Mirası Listesi'ne girmesini oybirliğiyle kabul etti... Böylece 7 bin 500 yıl önce insanların toplu halde yaşadığı tarım kenti Çatalhöyük, Dünya Mirası Listesi'ne giren 11. varlığımız oldu. 2013 yılı için sırada Alanya Kaleiçi var. Geçen yıl, Edirne Selimiye Camii ve Külliyesi listeye eklendi.

Aslında her şey o zaman başladı. 2000'den beri bekleyen Edirne Selimiye Camii ve Külliyesi aniden listeye girince... Herkes sevinmekle birlikte şaşırdı. Nasıl olmuştu da onca zaman geçici listede bekleyen cami ve külliye birdenbire asıl listeye girmişti? Nasıl olmuştu da UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne 1998'de dâhil olan Truva Antik Kenti'nden sonra hiçbir yer bunu başaramamıştı? Ayrıca 1998 ile 2011 arası neden bu konuda hiçbir gelişme yaşanmamıştı?

Sebebi UNESCO'nun 2000 yılında yaptığı birtakım değişikliklerde saklı. Şöyle ki: 80'lerde UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne girmek çok kolayken, hatta bunun için 10 - 15 sayfalık bilgi metniyle 3-5 fotoğraftan oluşan bir dosya hazırlamak yeterliyken... (Truva Antik Kenti'nin dosyası 30 sayfa mesela) 2000'den itibaren kallavi dosyalar hazırlamak, ayrıca bir ülke olarak en fazla iki yerle başvurabilmek gibi şartlar çıktı karşımıza.

AYAĞINI İNCİTİP LONDRA'YA GİDEMEYİNCE

Böyle olunca ve Türkiye'de kimse dosya hazırlamayı ve bu işin yönetim planını bilmeyince... Seneler geçti. Fakat sonunda, bir gün bir kahraman çıkageldi ve tam 1278 sayfalık başvuru dosyasını hazırlayıp Edirne Selimiye Camii ve Külliyesi'nin UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne girmesini sağladı. O kişi 1977 Edirne doğumlu Yaşagül Ekinci idi...

Hikâye şöyle gelişti: Kamu Yönetimi mezunu Yaşagül Ekinci, üniversitenin ardından Londra'ya gitti ve önce işletme, sonra kültürel koruma alanında yüksek lisans yapmaya başladı. Diplomasını almasına iki ay kala babası vefat edince Edirne'deki aile evine döndü. 15 günlüğüne... Ama cenazenin üçüncü günü talihsiz bir şekilde düşüp ayağını incitince ve bir ay hiç kıpırdamaması gerekince... İznini uzattı. Sonra baktı ki Londra'ya dönerse annesi yalnız kalacak, kendisi rahat edemeyecek; bir diploma daha almış olmak da tüm bunlara değmeyecek!.. Vazgeçti ve Edirne'de aile evinde kaldı. Gerçi bu sefer de Edirne'de neler yapabilirim diye aranmaya başladı.

Aradığını buldu da: Trakya Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü'nde Kültürel Korumanın Yönetsel Boyutu Üzerine bir yüksek lisans daha. Sıfırdan... Böylece hem annesinin dizi dibinde oturup akşam yemekleri için salatalar hazırladı hem de UNESCO, uluslararası hukuk ve Birleşmiş Milletler üzerine makaleler okuyup tezini yazdı. O da yine UNESCO projeleri üzerine... Hatta dünya mirasları nasıl korunur, nasıl yönetilir, kamu kurum ve kuruluşları bu iş için nasıl bir araya gelir diye... Sonunda hocalarından biri 'sen bu işlere epey kafa yoruyorsun' diyerek Ekinci'yi Belediye Başkan vekiliyle tanıştırdı. Sonrası, ver elini Edirne Selimiye Camii ve Külliyesi'ni UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne dâhil etme projesi! 2009 Nisan'ında işe başlayan Ekinci, tam 1278 sayfalık dosyayı 2010 Ocak ayında UNESCO'ya teslim etti ve 1,5 yıl süren inceleme başladı. Sonucu biliyoruz.

Ekinci şimdi Bergama'nın dosyasını hazırlıyor ve en güzel sonucun, Edirne Selimiye Camii ve Külliyesi'nin listeye girmesinin verdiği heyecan, cesaret ve tecrübeyle ülkenin dört bir yanında başlayan çalışmalar olduğunu düşünüyor. Selimiye'nin ardından bu yıl listeye Çatalhöyük Neolitik Kenti girdi. Seneye inşallah Alanya Kaleiçi... Sonrasında her yıl bir yer; Bergama, Efes, Odunpazarı, Afrodisias, Bursa ve Cumalıkızık... Şu anda UNESCO Dünya Mirası geçici listesinde Türkiye'den 38 yer var. Hedef, her yıl bir yeri asıl listeye eklemek.

***
Bilinmeyen iki isim daha var
 
UNESCO Dünya Mirası geçici listesi çok önemli. Çünkü bir yerin UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne girmesi için önce geçici listeye alınması gerekiyor. 19 Nisan 2012 itibarıyla geçici listede 38 yerimiz var. Bunu 1994 ve 2000 yıllarında geçici listeye epey aday gönderen bir ya da iki kahramana borçluyuz. O yıllarda muhtemelen Kültür ve Turizm Bakanlığı'nda çalışan bu kahramanlar iyi ki başvuru yapmış.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 1 AĞUSTOS 2012

...