28 Temmuz 2010 Çarşamba

ÇOK AZ ŞEKERLİ TÜRK KAHVESİ

Çok az şekerli Türk kahvesinden bir yudum aldı ve gözlerini İstanbul’un erguvanlı tepelerine dikti. Söylenecek tek bir şey vardı: “Daha ne olsun!”

Seramik sanatçısı Alev Ebüzziya Siesbye; işi gücü, planı programı olmadığı halde İstanbul’daydı geçenlerde. Gelişinin bir tek sebebi vardı; eşi dostu ve erguvanları doyasıya görmek.

Nereden çıktı bu beklenmedik İstanbul kaçamağı?

İstanbul, erguvanlar açınca o kadar güzel ki… Kaçırmak istemedim. Geçen yıl da böyle yapmıştım. İşlerimi bahara denk getirmiş, gelmiş, görmüş, tadı damağımda Paris’e dönmüştüm. İlk defa işim, gücüm, randevum, görüşmem, herhangi bir bahanem yok. Sadece dostlarım ve İstanbul için geldim.

Nasıl geçiyor günler?

Tam istediğim gibi, çok keyifli. Hava ne sıcak, ne soğuk. Boğaz masmavi, erguvanlar pespembe; daha ne olsun! İstinye’de kardeşimin evinde kalıyorum, koruya bakıyor ev, salonun camının önünde kocaman bir erguvan ağacı var. Kahvaltıdan bir türlü kalkamıyoruz sabahları. Öyle güzel.

10. Uluslararası İstanbul Bienali dâhilinde Ali Kazma’nın videosunda izlemiştik sizi, çalışma sürecinizi. Öyle yalnız ve içe kapalıydınız ki şimdi bu neşe şaşırtıcı geliyor. Üretim sürecinde nasıl oluyorsunuz? Bir de sizden dinlesek…

Tek kelimeyle yalnız. Çok ciddi bir çalışma disiplinim var. O olmazsa bir şeyleri bitirmemin imkânı yok. Uzun saatler atölyede kalıyorum. Sabah saat 10 gibi başlıyorum. Akşam 5’e, 6’ya kadar durmamacasına çalışıyorum. Öğle yemeği falan yok. Belki acele bir kahve arada. Çok yalnız bir çalışma. Odaklanma gerekiyor. Bir büyük çanağı yapmak iki günümü alıyor. Baştan sona yoğun bir konsantreyle çalışıyorum. Çok yorucu bir iş. Elinizi attığınız her şey çok ağır. Hanım hanım yapılacak bir iş değil seramik.

Eserle iletişiminiz nasıl?

Didişme ve hatta kavga şeklinde… Toprağın bir ruhu var ve bazen size karşı çıkıyor. Gün boyu toprakla, çamurla didişiyorum. Bazen o kazanıyor, bazen ben. Uzlaşıyoruz sonuçta, deneye yanıla. Nerede duracağımı biliyorum ama meydan okumaya da bayılıyorum. O yüzden büyük parçaları tercih ediyorum. Küçük parçalara istediklerimi yaptırmam daha kolay çünkü. Eser büyüdükçe didişmenin yoğunluğu ve harcadığım fiziksel güç artıyor. Bu didişme hem çok zor, hem çok rahatlatıcı. Bütün tedirginlik, kuşku ve öfkelerim yaptığım işe akıyor. Yaşadığım hayat yaptığım işte çıkıyor ortaya. ‘Toprağın hafızası var’ demişti Amerikalı galericim. Gerçekten öyle, toprak canlı.

Nasıl canlı?

Yaptığınız her şeyi hatırlıyor toprak. Çok iyi bir belleği var. Ufak bir dalgınlığı bile yüzünüze vuruyor sonradan.

Bu yalnız ve zorlu üretim sürecinden kaçmak istediğiniz oluyor mu hiç?

Elbette. İnsan bazen durmak ve uzaklaşmak istiyor. Çok küçük bir tabana oturuyor çanaklarım, âdeta uçar gibiler. Bazen ‘uçup gitseler de ben de rahat etsem’ diyorum. Arada sırada bazı firmalara tasarım yapmak yalnızlığımdan çıkarıyor beni. Ortak çalışma eğlendirici oluyor, iyi geliyor.

Koleksiyonerler tasarım yapıyor olmanızdan olumsuz etkileniyor mu?

Yok, aynı şey değil ki. Tasarımlar kullanılmak üzere üretiliyor. Atölyede yaptıklarımsa sanat eseri, heykel gibi. Danimarka’da seramik sanatçısı değil, heykeltıraş olarak tanınıyorum. Senede ancak 35 - 40 parça çıkarabiliyorum. Her parçadan sadece bir tane oluyor.

Fransızlar Fransız, Danimarkalılar Danimarkalı, Türkler Türk diyor size. Siz ne diyorsunuz bu işe?

Türkiye’de doğdum, tüm bildiklerimi Danimarka’da öğrendim, Paris’te yaşıyorum.

Danimarka’da neler öğrendiniz, örnek verebilir misiniz?

Danimarka maddeyi çok iyi tanıyan bir ülke. Maddenin değerini biliyor. Öğrendiğim en önemli şey görmek. Görmeyi öğrendim orada. İnsan bakar ama göremez. Kalitenin ne olduğunu öğrendim sonra. Danimarka bilginin yuvası. İstediğim toprağı bulmak için 2 sene kadar toprak araştırması yaptım. Her toprağın kendi dili var. Hangi toprağa hangi sır gider… Ben yüksek pişirimli seramik yapıyorum. 1300 derecede pişiyor işlerim. O sıcaklıkta renk azalıyor, eğrilmeler başlıyor. Öte yandan toprak taşlaşıyor. Bir de yüksek pişirimli toprak her bölgede bulunmuyor. Türkiye’de yok mesela. En erken Polonyo'da başlıyor. Türkiye’de 900 derecede falan pişiriliyor seramikler.

900 ile 1300’ün farkı ne?

Yüksek pişirimli seramiği sırsız olarak bile fırınlasanız pürüzsüz olur. Dilinizi dokundurduğunuzda yapışmaz.

Yeni formlar denemeyi düşünüyor musunuz? Yoksa her zamanki gibi çanağa devam mı?

Çanak benim vazgeçemediğim bir form. Yapabildiğim sürece çanak yapacağım. Ama günün birinde özel bir divan çizebilmek isterdim. Bütün tasarımcıların, iç mimarların rüyasında sandalye vardır; kendine ait bir sandalye… Çok da zordur. Divan daha zor olmalı. Öyle düşününce çanak da zor. Binlerce sandalye, binlerce çanak yapılıyor. Biri evrensel oluyor.

Kendinize sakladığınız çanaklarınız var mı?

Şimdiye dek 3000 çanak yapmışımdır. Aralarında çok sevdiğim, kendimce vazgeçemediğim işler elbette var. Hatta ufak bir koleksiyonum bile var. En ama en sevdiğim çanak ise şu anda evimde.

O çanak neden özel?

Bu işler biraz büyü meselesi. O evdeki çanağı pek severim. Nedenini de hiç bilmem.

‘Tamam’ diyebiliyor musunuz? Yoksa kuşku hep var mı?

Hep kuşku içinde çalışıyorum. En iyi işimi yaptığımı hiçbir zaman düşünmedim. Her zaman tek istediğim bir önceki çalışmamın ötesine geçebilmek. Şöyle yapsaydım nasıl olurdu kuşkusu hep var olmuştur. Tam olarak istediğimi yapabilmiş olsaydım yeni bir şey yapabilmem için bir sebep kalmazdı. Kuşku varsa çok iş var daha ve kuşku hep var. Yaptığım iş iyi mi değil mi? İnsan kendini eleştirebilmeli. Kuşku; gerçekten iyi mi, daha iyi olabilir mi, bir dahaki sefere nasıl yapsam şeklindeyse ne ala... Ama kuşku; satar mı, beğenilir mi, moda olur mu ise fena. Kötü iş başka, binlerce var. Ama kuşkusu kötü iş daha bir başka.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE BUSINESS/TEMMUZ

Hiç yorum yok: