"Artık dinleyici, edilgin bir konumda 'izleyen' kişi değil, müziği anlamlandıran etkin bir aktör..." İstiklal Caddesi'nde, akıp giden kalabalıklar içinde siyah bir vitrin camı üzerindeki bu cümle, bir dakikanızı rica ediyor.
Kapıdan geçtiğinizde, 10 ayrı kulaklık, 10 ayrı video görüntüsü ve 10 ayrı hikâye karşılıyor sizi. Olayın "Sesmekân: Çağdaş Müzikte Mekânsal Çalışmalar" isimli bir müzik sergisi olduğunu anladığınızda, kulaklıkları çoktan takmış oluyorsunuz başınıza. Artık bildiğiniz doğrular doğru olmaktan, duyduğunuz müzikse müzik olmaktan çok uzak kalıyor. Yani bunca yıl muhatap olduğunuz müziğin bir boyutu hep eksik kalmış, o büyülendiğiniz sesler meğer çokça indirgenmiş örneklerden ibaretmiş. Sözü geçen mekân, Garanti Galeri. Duyulan sesler ise 20. yüzyılın önde gelen bestecilerinden Varèse, Xenakis, Stockhausen, Boulez, Nono, Cage, Brümmer, Schaeffer ve Arel'in besteleri.
Küratörlüğünü Aykut Köksal'ın yaptığı "Sesmekân: Çağdaş Müzikte Mekânsal Çalışmalar" sergisinde, 1950 sonrası mekânsal müzik üretiminden seçilen besteler; çizim, metin ve video kayıtları eşliğinde sunuluyor. Biz Türklerin aslında basit anlamıyla köy düğünlerinden ve Ramazan ayında sahur vakti sokakları gümbürdeten davulculardan aşina olduğu 'mekan ile müziğin iç içeliği', bu sergide akademik bir yüzle karşımıza çıkıyor. Türkiye'de ilk kez izleyicinin karşısına çıkan bu bilgi birikiminin bütün meselesi, müziğin mekânsallık özelliğini kullanan ve bunun üzerine giden müzik yapıtları. Aykut Köksal, 20. yüzyıl müziğinin temel sorunsallarından birinin dinleyici ile ilişkiyi yitirmesi olduğu görüşünden yola çıkıyor. Bu sorunun nedenini ise gelişen kayıt teknolojilerinin dinleti imkânlarını dinleyicinin kendi yerine taşıması, yüzyıllar boyu bir sahnenin içine kapanan müziğin bu kez de plaklarda tutsak kalması olarak açıklıyor.
1950 sonrası mekânsal müzik üretiminin en önemli özelliği, dinleyiciyle doğrudan ilişkinin yeniden kurulması olmuş. Yani müziğin olmazsa olmaz iki öğesi müzisyen ve dinleyici yeniden aynı yerde -müziğin üretildiği yerde- bir araya gelmiş. Müziğin hem zamansal hem de mekânsal oluşunu, "Aynı anda iki kelimeyi okuyamayız; ama aynı anda iki sesi duyabiliriz." diyerek örnekleyen Köksal, sesin mekan içindeki yerinin keşfedilmemiş önemine vurgu yapıyor.
Serginin hikâyesi aslında biraz da verilmek istenen algı ile mekânsal yerleşimin bu algı üzerindeki etkisiyle ilintili. "Bunlar biçim oyunları değil, müziğin anlatmak istediğiyle alakalı." diyerek bu yalın hikâyeyi destekleyen küratör, "Bestecinin müzikten umduğu özel algıyı, CD'den dinlerken asla fark edemeyiz." diyor. Paul Valery'nin "Eupalinos ve Öteki Söyleşimler" kitabında Sokrates'in sorduğu "Görkemli bir şölene katıldığında, bir şölende yerini aldığında, orkestranın salonu sesler ve hayaletlerle doldurduğunu saptamadın mı? Önceki mekânın yerini anlaşılır ve değişken bir mekânın aldığını, daha doğrusu zamanın kendisinin seni her yandan çevrelediğini fark etmedin mi?" sorularına da cevap arıyor bu sergi.
Tasarımını Bülent Erkmen'in, koordinatörlüğünü Pelin Derviş'in gerçekleştirdiği sergiye, önümüzdeki günlerde bir konser ve atölye çalışması da eşlik edecek. Türk bestecilerin mekânsal müzik üretimine yer vereceği konser 26 Ekim'de İstanbul Teknik Üniversitesi Maçka G Anfisi'nde. 4 besteci ve 8 mimarın katılacağı workshop ise 14-15 Ekim'de Osmanlı Bankası Müzesi'nde gerçekleşecek. Sergi, 28 Ekim'e kadar gezilebilir.
Müzikte farklı denemeler
Garanti Galeri'de dinlenebilecek mekansal müzik örnekleri arasında John Cage'in 103 çalgının orkestra şefi olmadan seslendirdiği 90 dakikalık yapıtı, Karlheinz Stockhausen'in 108 çalgıcıdan oluşan büyük bir orkestrayı üç topluluğa bölüp her topluluğu da ayrı bir şefin yönetimine verdiği ve sesin dinleyicilerin çevresinde, farklı yönlerde hareket ettiği yapıtı ilgi çekenler arasında. Centre Georges Pompidou'nun açılışı dolayısıyla gerçekleştirilen Xenakis'in kendi tasarladığı strüktürün içinde, ışık ve müziği birleştiren kapsamlı çalışması "Diatope" ve Pierre Boulez'in canlı elektronik sisteminin kullanıldığı "Répons"u da dinlemeye, dinlemenin ötesinde algılanmaya değer.
Jülide Karahan
30 Eylül 2005/Zaman
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder