31 Ekim 2011 Pazartesi

Taksim için çözüm: Bütüncül yaklaşım

Son bir yıldır, kapalı kapılar arkasında en çok tartışılan konuların başında Taksim Meydanı'nın akıbeti geliyor. Henüz herhangi bir karar ya da girişim söz konusu değil ama bu sevindirici de değil. Çünkü böyle durumlarda sessizlik, en tehlikelisi... Hatta bir oldubittinin habercisi. Sessizliği bozan nadir girişimlerden biri Yirmibir Mimarlık Tasarım Mekan Dergisi'nin ekim sayısındaki bir dosya. Murat Tabanlıoğlu, Korhan Gümüş, Murat Güvenç ve Mete Tapan'ı bir masa etrafına toplayan dosyanın başlığı 'Taksim Düğümü Nasıl Çözülür?' Yayalaştırma adı altında meydanda planlanan ve Belediye Meclisi'nden onaylandığı varsayılan projeden Topçu Kışlası'nın rekonstrüksiyonuna, AKM'nin atıl bir şekilde durmasından trafiğin yer altına alınmasına pek çok konuyu masaya yatıran dosyanın hazırlayıcısı Hülya Eraş.

Murat Güvenç'in "Meydanı asıl değiştiren 1930'lardaki Prost Planı. Kışla da 1940'larda yıkılıyor." girizgâhını Korhan Gümüş'ün "Prost'tan beklenen, Cumhuriyet'in manifestosunu bu alanda gerçekleştirmesi. Özellikle Opera önemli çünkü yapılmasındaki sorunlar, yakılması, bugün yaşadıklarımız buranın geçmişten kalan bir kutsal bagajı olduğunu gösteriyor. Taksim'in yakın geçmişten gelen bir kutsal bagajı var. Burası, Cumhuriyet programlarının hem örtüşme hem de çekişme alanı." tespiti izliyor. 28 Şubat döneminin önemli tartışmalarından birine çanak tutan Taksim Meydanı için "Ortada bir proje var ama onaylanan bir şey yok." diyen Mete Tapan'a göre fırsat -henüz- kaçmış değil. Asıl konu, genel bir yaklaşım olarak Cumhuriyet Meydanı'nın nasıl gerçek bir meydan haline geleceği. "Kamusallığın dönüşümünü ne sadece siyasilere ne de özel sektöre bırakabiliriz." diyen Gümüş'ün bu yoldaki bir diğer önerisi ise olayı AKM'de olduğu gibi bir inatlaşma haline getirmemek. Ona göre AKM bir kilitlenme yüzünden yapılamadı. Yoksa çok güzel olacaktı.

"Beni en çok Taksim projesinin sunulma biçimi etkiledi." diyen Murat Güvenç'e göre, 'Taksim Meydanı yayalara açılıyor, yayalaştırılıyor' şeklindeki imgeler Topçu Kışlası'nı projeye teyelliyor. En büyük tehlikenin Topçu Kışlası rekonstrüksiyonunun ticari bir girişime arka plan oluşturması halinde gerçekleşeceğini söyleyen Murat Tabanlıoğlu ise "Eskiden mimar her şeyi bilirdi, oysa artık çok disiplinli bir yol izlememiz lazım ve bu, Türkiye'nin bilmediği bir yol." diyor ve ekliyor: "Ben mesela tek başıma bir mimar olarak Taksim Meydanı'nı tasarlayamam. Böyle düşününce yarışma da yanlış olur."

Tabanlıoğlu'na göre yapılacak tek müdahale, buranın altyapısını düzenlemek. Tapan'ın önerisi; eldeki modeli siyasi iktidar, özel sektör ve akademik dünyayla birlikte araştırıp geliştirmek. Gümüş de aynı fikirde. İdeolojik ve sembolik yüklerle sırtı epey kamburlaşan Taksim Meydanı için tek bir ortak çözüm görülüyor. O da bütüncül bir yaklaşım.


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 31.10.11

30 Ekim 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: Reklam ve temayüz alt metinli bienal gezileri

Daha önce hiçbir bienalde rehberlere bu kadar ihtiyaç duyulmamıştı. 30 kadar rehber, sayısız tur yaptırdı/yaptırıyor. 13 Kasım'a kadar... İnsan, anlamadığı şeyi sevemediğinden ve çağdaş sanatı bir şekilde ele güne karşı sevmesi gerektiğinden koşuyor rehbere. Bienalin sayısız sponsoru da; gazeteci, önemli müşteri, eş ve dost için bir sürü rehberli tur düzenliyor.

Rehberler, ellerinde el kitapları, 12. İstanbul Bienali'ndeki eserlerin alt metinlerini anlatıyor bir bir. Geçtiğimiz perşembe bir rehberli tura daha katıldık; 3. kez... Gezimizin merkezinde -bu defa- Henkel'in özel proje sponsorluğunu üstlendiği Kanadalı sanatçı Geoffrey Farmer'ın 'Solgun Ateş Özgürlük Makinesi (Arşiv), 2005-11' isimli çalışması. Eserin yer aldığı Antrepo 3'e bienalin iPad ve akıllı telefonla gezilebileceği bilgisiyle girip iki önemli bölüm İsimsiz (Tarih) ve İsimsiz (Ateşli Silahlara Ölüm)'ü bir çırpıda gezdik ve Farmer'ın solo sergisinin başına geldik. Rehberimiz anlatmaya başladı: "12. İstanbul Bienali'nde İstanbul'dan ilham alan oldukça az iş var ve bu onlardan biri. Çalışmalarına genellikle detaylı bir araştırma süreci sonrasında başlayan Farmer, İstanbul'da yaptığı geziden sonra kişisel ve toplumsal tarihe bakışını yansıtan bu eseri oluşturdu. Araştırma esnasında İstanbul'daki Beyazıt, İcadiye ve Galata yangın kulelerini ziyaret eden ve haklarında geniş bilgi toplayan sanatçı, Haydarpaşa Garı tarihinde yer alan 3 yangınla özellikle ilgilendi. Hatta Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları Müdürlüğü'nden özel izin alarak yangınlara dair fotoğraflara baktı. Bir de sanatçının kaldığı otelde -tesadüfen- eski bir soba koleksiyonu vardı. Onlardan çok hoşlanan sanatçı, eski tip bir sobayı da yanında bir süpürge ile birlikte sergiye dahil etti."

Bir önceki rehberimiz aynı eser için aşağı yukarı şunları söylemişti: "Farmer, eserinde Marx'ın sandalye ve masaların sokaklarda dans etmesi üzerine yazdığı, eşyaların üretim süreçlerinde harcanan enerjiyi üzerlerinde taşıdıklarını anlatan yazısından ilham alıyor. 'Solgun Ateş Özgürlük Makinesi' ilk defa 2005'te yapılıyor aslında. Galeriye tıka basa doldurulan masa ve sandalyeler bir şöminede yavaş yavaş yakılıyor. Çıkan isten üretilen mürekkeple de bir not yazılıyor. Not, yakılan eski masaların birinden tesadüfen çıkmış. Aslında ilk başta burada da masa ve sandalyelerin yakılması planlanmıştı ama antrepo buna müsait olmadığı için iş değişime uğradı. Değişim, zaten sanatçının işlerinin ayrılmaz bir parçası."

Şömine ve devrim

Yeni rehberle eski rehberin anlattıkları birbirinden epey farklı olunca bienal el kitabına bir bakalım diyoruz. Evet: Solgun Ateş Özgürlük Makinesi ilk olarak 2005'te Toronto'daki Power Plant (Elektrik Santrali) adlı galeride sergilenmiş. Galerinin başlıca özelliklerinden biri kocaman bacasıymış. O sırada sanatçı 'şömine' ve 'devrim' sözcüklerini internet aramasında yanlışlıkla yan yana yazmış ve karşısına, Fransa'da Dominique Imbert tarafından tasarlanmış bir şömine çıkmış. Onu ısmarladığı sırada da elinde Vladimir Nabokov'un 'Solgun Ateş' kitabı varmış. Açıklamalarının bir yerinde yapıtın gelişim sürecinin yapıtın kendisi haline geldiğini söylüyor ve ekliyor sanatçı: "İzleyicinin oturacağı mobilyayı is oluşturmak için yaktık ve sonra o is, mürekkebe dönüştürüldü. Ardından mürekkep, basılı bir metin üretmekte kullanıldı; metin mobilyalardan birinin içinden çıkan bulunmuş bir nottan esinlenmişti. Bir ay boyunca yakacak kadar mobilya olması gerekiyordu; dolayısıyla tüm galeri ahşap mobilyayla doldu."

Gözümüzün önünde gazete ve dergi sayfalarından kesilmiş birtakım fotoğraflardan -bir fino köpek, bir anıt, bir lider, bir magazin figürü...- oluşan bir eser; elimizde Don Thompson'ın İletişim Yayınları'ndan çıkan 'Sanat Mezat' isimli kitabı. Bir sayfa açıyoruz -tesadüfen- : "... Christie's, Mayıs 2003'te Felix Gonzalez-Torres'in İsimsiz (Kısmet Kurabiyesi Köşesi) adlı eserini satışa çıkardı. Bu defaki, gene bir köşeye yığılmak üzere tasarlanmış olan ve değişken boyutlu sınırsız bir stok olarak betimlenen 10.000 kısmet kurabiyesinden oluşuyordu. ... Eser satılmadı ama 520.000 dolar gibi yüksek bir fiyatı gördü. ... Müzayede Evi, heykelin önemine ilişkin üç sütunluk tam sayfa açıklamasında, eserin meşruiyetini savunmak için, Nancy Spector'ın Guggenheim'ın hazırladığı bir Gonzalez-Torres kataloğunda yer alan şu sözlerine yer vermişti: 'Eserin yalın zarafeti insanı seyre, hatta hayale dalmaya davet ediyor. Kışkırtıcılığı, görünüşteki açık uçluluğunda, bir anlam kapanması iddiasını reddedişinde yatıyor.' İşte alıcının, ağızları bir karış açık kalan arkadaşlarının 'Şekere bu kadar para mı verdin?' diye sormalarını engelleyeceğini umduğu şey, bu hayale dalma ve kışkırtmadır." Neyse ki, artık bizim de "Koskoca bir hafta sonunu bienalde mi geçirdin?" diyeceklere verecek cevabımız var; hem de 3 tane birden. j.karahan@zaman.com.tr


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR 30.10.11

29 Ekim 2011 Cumartesi

SÖYLEŞİ: BENEDETTA TAGLIABUE

'Mimarlık, insanoğlu için büyük bir kibir aracı'

İtalyan mimar Benedetta Tagliabue, bir konferans için İstanbul'daydı. Eski kentler için gürültüsüz değişiklikler öneren mimar, "Değiştirmek iyidir bazen." dedi ve ekledi: "Birkaç gün önce Barcelona'da bir belediye görevlisiyle pencereleri tartıştık. O, pencereler kahverengi olmalı diyor. İddiası şu: Eski Barcelona'da pencereler kahverengiye boyanırdı. Ama şimdi eski Barcelona'da yaşamıyoruz ki..."

İskoçya Parlamento Binası ve Hamburg Hafencity Limanı gibi önemli projelere imza atan İtalyan mimar Benedetta Tagliabue, Yapı-Endüstri Merkezi'nin davetlisi olarak İstanbul'daydı. Önceki gün YEM Etkinlik Salonu'nda Siemens Ev Aletleri'nin desteklediği 'Zihinsel Peyzajlar' başlıklı bir konferans veren Tagliabue ile sohbet ettik. Mimarlık, güvenlik, kuleler ve eskiler üzerine...

İstanbul'a ilk gelişinizi hatırlıyor musunuz? Havaalanından şehir merkezine giderken neler gözlemlemiştiniz?

1999'da bir Karadeniz gezisine katılmak üzere gemiye binmek için İstanbul'a gelmiş ve kentte birkaç saat geçirmiştim. Sabah saat 6 civarında Boğaz kıyısına gitmiştik, ağzımız bir karış açık... İstanbul'u, Boğaz'a giderken ve dönerken görmüştüm sadece ama çok büyük ve çok güçlü bir kent olduğunu hemen anlamıştım.

Önünüze sonsuz imkânlar serilse ne yapardınız bu şehirde?

Çok utanıyorum, çünkü kenti çok iyi tanımıyorum ama dediğiniz gibi sonsuz kaynaklar diye bir şey olmaz. Öte yandan İstanbul'un buna ihtiyacı yok. Zengin kaynakları ve zengin bir mimarisi zaten var. Uzun ve zengin bir tarihe sahip. Düşünüyorum da hiçbir şeyi değiştirmezdim herhalde.

Rahmetli mimar Turgut Cansever, Ortaçağ Avrupa'sında sadece rahipler mimarlık yapardı demiş ve eklemişti bir keresinde: "Çünkü sonuçta yeryüzüyle oynuyorsunuz." Bir mimar bu oyunda nelere dikkat etmeli?

Mimarlarda güçlü bir dünyayı değiştiriyorum hissi oluyor, bu doğru. Mimarlık, insanoğlu için büyük bir kibir aracı. Çok kibirliyizdir biz. Ama kişisel olarak alçak gönüllü olmaya, yeryüzünü çok değiştirmemeye, onunla çok fazla oynamamaya dikkat ediyorum. Egemen ya da baskın olacak, her şeyi yeni baştan tanımlayacak bir mimari yaklaşımdan yana değilim. Olabildiğince alçak gönüllü, etrafa ve dünyaya uyumlu bir mimari yaklaşımın arkasında ve tarafındayım.

Turgut Cansever, yüksek bina ve kulelerin de bu kibrin sonucu olduğunu söylerdi...

Ben de yüksek kule ve binalar yapıyorum ama inanın çevresiyle uyumlu, etrafa karışmaya çalışan sevimli kuleler...

İnsanın öncelikleri, endişeleri, kısacası yaşam biçimiyle mimari arasında bir bağlantı olmalı. Son yıllarda mimariyi etkileyen sosyal dalgalar neler bu anlamda?

Örnek verecek olursam; son işlerim, kentlerin dışında bulunan sanayi bölgelerini kent merkezlerine dönüştürme üzerine... Son 50 yılda sanayi bölgeleri kentlerin yaşam alanlarını neredeyse işgal etti. Şimdi birer birer şehir merkezine dönüşüyorlar. Hamburg Limanı'nda yaptığımız iş mesela; artık orada sadece liman çalışanları değil, güneşlenmeye giden insanlar da var.

Sanayi bölgelerini sosyal alan olarak kullanmaktan bahsediyorsunuz değil mi?

Evet... Ama artık otomasyona geçildi. Eskiden yüzlerce insanın yaptığı işi artık 2-3 kişi yapıyor. Bu nedenle de alanlar bomboş. Kastettiğim, oraları sosyalleştirmek...

Önceki sosyal dalgaya dönersek; örneğin Türkiye, tahammüllerin azaldığı bir dönemden geçiyor şu sıra. Bu durum mimariye nasıl yansır? İnsanların kendine ait alan algısı, kamusal alan algısı nasıl değişir? Genel olarak sosyal değişimler mimariyi nasıl etkiler?

Tarihi açıdan düşünürsek bu gerilim, bu tahammülsüzlük hep vardı ve hep etkileyiciydi. Biz, bu yüzyılda yaşayanlar olarak aslında çok şanslıyız çünkü güvenliğimiz arttı. Eskiden kale ve surlarla çevrili kentlerde yaşarken artık açık alanlarda, meydanlarda yaşıyoruz. Serbestiz. Ama geleceği düşünürsek, insan sayısı artacak, kaynaklar azalacak ve daha küçük evlerde yaşamak zorunda kalacağız.

Eskiden kentler surlarla çevriliymiş ve yabancılar içeri giremezmiş. Şimdiyse serbest dolaşım var ve herkes her yerde. Bu daha güvensiz değil mi?

Buna katılmıyorum. Şimdi görünür surlar yok belki ama siyasi ve ekonomik ilişkilerin kurduğu küresel güvenlik duvarlarımız var. ETA Barcelona'da bindiğim metroya bomba koymuş olabilir ama... Böyle düşününce hiçbir şeyin garantisi yok. Ben, daha çok sosyal paylaşımın daha az sosyal çatışma getireceğine inanıyorum. Parklar, meydanlar, uyumlu yaşam alanları; daha dostça bir mimari medeniyete destek olabilir.

Bu uğraşı içinde aslalar var mı? İstanbul için, Barcelona için... Örneğin...

Değiştirmek iyidir bazen. İstanbul'u bilmiyorum ama Barcelona'dan örnek verebilirim. Birkaç gün önce belediyeyle bir toplantımız vardı ve bir binanın ön cephesiyle ilgili uzun tartışmalar yaptık. Çok eğitimli ve açık fikirli bir belediye görevlisiyle binanın pencerelerini tartıştık. O, pencereler kahverengi olmalı diyor. İddiası şu: Eski Barcelona'da/Eski Kent'te pencereler kahverengiye boyanırdı. Ama şimdi eski Barcelona'da yaşamıyoruz ki... Biz 2011'in Barcelona'sındayız. İstanbul'da da böyle tartışmalar oluyordur belki. Eski kentin geçmişte olduğu gibi işlevsel halde varlığını sürdürmesi mümkün değil bir kere. Bugün onu koruyabilmek ve canlı tutabilmek için güzel, estetik ve sessiz değişiklikler yapmak lazım. Şu önemli yalnız; gürültüsüz, bağırmayan değişiklikler...

Tek bir cümleyle iyi mimari nedir sizin için?

İnsanları eskiden olduklarından daha mutlu, daha iyi hissettirecek mimari iyi mimaridir. Tek bir cümleyle...


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 29.10.11

25 Ekim 2011 Salı

Eren Eyüboğlu'nun'duvara asılacak' resimleri

Ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu, 40 yıl beraber yürüdüğü hayat ve sanat arkadaşı Eren Eyüboğlu için "Eren doğuştan ressamdır, ben sonradan olmayım!" der. Eren Eyüboğlu ise resme bakışını şöyle anlatır: "Bir resim yaparsın çok iyidir, bir resim yaparsın fena değildir. Onu 'iyice' bir resim izler, 'güzel' bir resim, 'çok güzel' bir resim daha sonra... Ama çok güzel bir resmi hiçbir şey izlemez. Bir çıkmazdır resim. Her zaman bilemezsin, bir önceki mi daha iyiydi, bir sonraki mi daha iyi olacaktır. Yoksa o anda yaptığın mı en iyisi, en güzelidir? Hem ne demek 'iyi', 'güzel'? Bir duvara asılacak resim o duvarın sahibine göre güzeldir."

1936'da Bedri Rahmi Eyüboğlu ile evlenerek Türk vatandaşı olan ve Anadolu'yu kendisine anayurt bilen Eren Eyüboğlu, 1907 Romanya doğumlu. Asıl ismi Ernestine Letoni. 30 Ağustos 1988'de ardında binlerce resim, desen ve seramik bırakarak bu dünyadan göçen Eren Eyüboğlu'nu daha yakından tanıyacağımız bir sergi açılacak önümüzdeki haftalarda. İş Sanat Kibele Galerisi'nde 3 Kasım-17 Aralık tarihleri arasında ziyaret edilebilecek sergide sanatçının her döneminden olmak üzere 100'e yakın eseri yer alacak. Sanatçının torunu Sabahattin Rahmi Eyüboğlu ve Ömer Faruk Şerifoğlu'nun hazırladığı retrospektif nitelikli serginin bir sonraki durağı ise 3 Nisan-2 Haziran 2012 tarihleri arasında İş Sanat İzmir Galerisi.


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 25.10.11

Yakup Kadri'nin Depo'daki mobilyaları

Ötesi berisi kırık dökük dört sandalye, bir büyük konsol, bir heybetli büfe ve bir yuvarlak masa… Hepsi toz toprak içinde ve bir çağdaş sanat sergisinin girişinde. Dekor olsun diye ya da yer yokluğundan değil; tesadüfen de olsa, bir hikâyeleri ve hatta bir sahipleri olduğu için. Bu mobilyalar, yazar Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun.

Ne İstanbul'da doğdu, ne İstanbul'da öldü Karaosmanoğlu. İşgaline şahit olduğundan olsa gerek pek sevmezdi de şehri. 1922 tarihli ‘Kiralık Konak' isimli romanında, kültür gömleği değiştirirken yaralanmış; ne eski değerleri koruyabilmiş, ne yeni değerleri özümseyebilmiş diyerek yererdi hatta onu. Ama işte İstanbul, Karaosmanoğlu'nun üç parça mobilyasını bunca zaman bir köşesinde saklamış. O köşe Tophane'deki Tütün Deposu. O ona, bu buna vermiş zamanında ve yazar evleriyle ilgili bir projede kullanılmak üzere öylece tavanarasında durmuşlar yıllarca.

Ta ki Kore, Arjantin, Hollanda ve Türkiye'den 16 çağdaş sanatçı bir sergi için Tütün Deposu'ndaki DEPO'ya gelene dek. İlk ayağı Güney Kore'de gerçekleşen serginin ismi ‘Devinimsizlikte Devinim-Yaratıcı Siyaset'. Niyeti, dünyadaki krizlere karşı birlikte ayakta durmak. Video, çizim, yerleştirme ve fotoğraftan menkul sergide Karaosmanoğlu'nun hikâyesi ve Tütün Deposu'nun geçmişini anlatan bir video da var. Sergi ve hikâyeyi merak edenler bir yana, yazarın mobilyalarıyla temas etmek isteyenler için son tarih 26 Kasım. Sonrasında sergi, Amsterdam'a doğru yola çıkacak.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR/ 25.10.11

24 Ekim 2011 Pazartesi

SÖYLEŞİ: SEYİT ALİ KAHRAMAN


Seyahatname bitti şimdi gezme zamanı

Seyahatname'yi "Evliya Çelebi olsa acaba hangi dille konuşurdu?" düşüncesiyle günümüz Türkçesine kazandıran Seyit Ali Kahraman, "Yıllarca kapanıp çalışmaktan bir yeri gezip görmek kısmet olmadı. Bitinceye kadar ailecek nefes almadık. Şimdi çok şükür bitti, gezeceğiz artık. Evliya Çelebi'nin izinden gidip anlattıklarının sağlamasını yapacağız." diyor.


Yapı Kredi Yayınları, Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinin onuncu ve son cildini geçtiğimiz hafta yayımladı. 2003'te başlayan süreci, Seyahatname'yi günümüz Türkçesine çevirip hazırlayan Seyit Ali Kahraman anlattı.

Seyahatname'yi günümüz Türkçesine çevirmek büyük bir karar. Nasıl, ne zaman, hangi cesaretle?

Rahmetli Yücel Dağlı'yla devamlı konuşurduk bu konuyu: Biz Osmanlıcaya aşinayız, bilim dünyası da öyle. Fakat lise ve üniversite talebelerinin anlaması için günümüz Türkçesine aktarılması lazım diye... Bir de ben bir gazetenin tarih ekinde iki yıl boyunca Evliya Çelebi'nin ilginç hikâyelerini sadeleştirip yayınladım o sıra. Yankısı çok oldu. Bu biraz cesaretlendirdi bizi. Yapı Kredi Yayınları da çok istekliydi. 2003'te başladık. İlk cilt Mart 2003'te çıktı. Haziran 2006'da da üçüncüsü... O zamana dek rahmetli Yücel Dağlı'yla birlikte çalıştık. Sonra uzun bir ara oldu. 4. ciltten itibaren tek başıma devam ettim ben. Haziran 2010'da 4. cilt çıktı, 10. sonuncusu da geçen hafta.

Çok hızlı değil mi?

Zaman mefhumu yok bende. Her akşam mutlaka 4-5 saat çalıştım. Cumartesi pazar, yarım günü hanım ve çocuklara ayırdım, onun dışında hep çalıştım. Bitinceye kadar ailecek nefes almadık, bir yere gitmedik, gezmedik, tozmadık. Şimdi çok şükür bitti, gezeceğiz artık. Evliya Çelebi'nin izinden gidip anlattıklarının sağlamasını yapacağız.

Şimdiye kadar nerelere gidebildiniz?

Yıllarca kapanıp çalışmaktan bir yeri gezip görmek kısmet olmadı. Geçen sene Pec'e gidebildim. Bu sene de Saraybosna, Mostar ve Poçetel'e...

İmkânınız olsa nereden başlar, nerelere gidersiniz? İlk olarak...

İstanbul'da yaşamıyor olsam ilk İstanbul'dan başlarım. İstanbul kadar güzel anlatmamış hiçbir yeri. Birinci cilt sadece bir İstanbul envanteri değil, aynı zamanda bir İstanbul güzellemesi. Sonra terk edip gelmek zorunda kaldığımız topraklara geçerim; Balkanlar ve Kafkaslar'a... Her müminin arzusu hac yolları sonra... Aslında Evliya Çelebi'nin uzandığı her yere hevesliyim.

Tanpınar, "Ben Evliya Çelebi'yi tenkit etmek için değil, ona inanmak için okurum ve bu yüzden de daima kârlı çıkarım." diyor. Sizinki de böyle bir yaklaşım mı?

Severek, inanarak okumak lazım. O zaman hep kârlı çıkılır. Örneğin Poçetel'i tarif etmiş Evliya. Evleri, camiyi ve cami avlusundaki serviyi... Yeniden okudum. Müthiş bir şey. Fotoğrafını çekmiş, 350 yıl önce... Seyahatname pek çok milletin ortak mirası. Okuyan, tarihe ve insana nasıl bakılacağını görür. Günümüz insanının kendi zamanını ve geleceğini daha iyi anlaması, en önemlisi güven duyması için Evliya Çelebi'yi okuması lazım.

Çevirirken en çok neyde zorlandınız?

Bazı özel sanatların ve kelimelerin karşılığını bulmakta... Özellikle mimari ve süsleme konusunda. Bunları günümüz Türkçesine aktarırken cidden zorlandım, bulamadıklarım oldu, bazılarını korumak durumunda kaldım. Evliya Çelebi'nin o kadar geniş bir perspektifi var ki, bilmediği yok. Örneğin Selimiye'yi anlatıyor, kullandığı kelimeleri mimarlık tarihçileri bile bilmez belki.

Bittikten sonra bir boşluk olmadı mı?

Yok, hayır, çalışıyoruz hâlâ. Türk Dil Kurumu'nun önderliğinde yürüyen bazı faaliyetler var. 26-30 Eylül'de bir sempozyum oldu; İstanbul, Bursa ve Kütahya'ya gittik. 6-9 Ekim'de Saraybosna'da, geçtiğimiz hafta da Vatikan'daydık. Önümüzdeki günlerde yine Yunus Emre Vakıfları ve Türk Dil Kurumu işbirliğiyle Romanya'ya gideceğiz. Sonra da Mısır ve Ürdün'e...

2011 Evliya Çelebi Yılı etkinlikleri kapsamında mı bunlar?

UNESCO 2011'i Evliya Çelebi Yılı ilan etti. Biz de Türk Dil Kurumu olarak Çelebi'nin doğum tarihi olan 25 Mart'ta Topkapı Sarayı'nda bir açılış yaptık. Sonra üniversite, belediye ve birtakım özel kuruluşların etkinlikleri devam etti.

Etkinlikler tek elden ve tek bütçeden gitseydi daha iyi olmaz mıydı?

Olurdu da; bu bir kültür işi, biraz da gönül işi. Hepsini bir çatıda toplamak mümkün değil. Herkes dosyasına ben şu kültür faaliyetini yaptım diye yazmak istiyor.

Yanlış ve kötü bir şey yapıldı mı?

Fazla bir gariplik yoktu. Güzel şeyler yapıldı.

Keşke...

Keşke daha çok şey yapılsaydı ama o keşkenin içine ne girer bilmiyorum. Aslında yapılanlardan memnunum. Evliya Çelebi okura tanıtıldı. Mümkün olduğunca... Bir de çok güzel bir tesadüf demeyelim, tevafuk... Ben 2003'te niyetlensem ve 2011 Evliya Çelebi Yılı olacak, şu ciltleri tamamlasam desem; tamamlayamazdım. Tamamlandı. Bir de 2007'de çıkan 10 ciltlik özgün dilli Seyahatname var. Yapı Kredi Yayınları onları da iki cilde indirdi, kasımın ilk haftası çıkacak. Seyahatname'nin orijinal yazmasının tıpkıbasımı Tarih Kurumu Yayınları'ndan çıkacak, şu anda matbaada. Bir de ben Evliya Çelebi'yi her yönüyle anlatan bir kitap hazırladım, o da Türk Dil Kurumu Yayınları'ndan çıkacak. TRT ve Türk Dil Kurumu ortak yapımı bir Evliya Çelebi Belgeseli hazırlanıyor; onun gitme seyrine göre 10 bölüm halinde. Yapımcısı TRT'nin en eski belgeselcilerinden Daver Atabey. Çekimler başladı. 2012 ortasında tamamlanmış olacak inşaallah.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 24.10.11

23 Ekim 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: Misafirler, Resim ve Heykel Müzesi'nde değil Yıldız Sarayı'nda ağırlanacak


Sanat çevrelerinin bir hafta - 10 gündür konuştuğu bir konu var: İstanbul Resim Heykel Müzesi'ndeki eserler taşınacak ve müze tümden kapatılacak. Cumhurbaşkanlığı'na tahsis edilecek bina, Cumhurbaşkanı ve Başbakan'ın İstanbul'a gelen misafirlerini ağırlamak için kullanılacak. Parça parça bakınca hepsi doğru olabilir.


Parça bir: Cumhurbaşkanı ve Başbakan, İstanbul'a gelen misafirlerini otellerde değil Osmanlı'dan kalma gösterişli bir yapıda ağırlamak istiyor. Parça iki: Türkiye'nin ilk sanat müzesi olarak 1937'de Atatürk tarafından açılan İstanbul Resim ve Heykel Müzesi'nin binası bu ihtiyacı karşılamaya uygun; üstelik geçtiğimiz aylarda ziyaret edildi ve pek beğenildi. Ayrıca müze, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'ne bağlı olsa da binanın mülkiyeti Türkiye Büyük Millet Meclisi Milli Saraylar Daire Başkanlığı'na ait. Parça üç: Müzedeki eserlerin bir başka binaya taşınması gerçekten söz konusu.

Artık sorgu sual zamanı. Önce müze çalışanlarına soruyoruz. Cevap: "Eserler taşınacak, bu kesin, gerisine gelince, her şey olabilir... Siz en iyisi rektörlüğü arayın..." Arıyoruz. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Rektörü Prof. Yalçın Karayağız, restorasyonun başladığı 2006'dan bu yana ilk defa kaygısız: "Milli Saraylar'la uzlaştık. İyi niyet anlaşması yaptık hatta. Biz onları, onlar da bizi zora sokmayacak bundan sonra. Restorasyon sürecinde eserlerin, ki 12 bin parçadan bahsediyoruz, binada olması hem işi yavaşlatıyor hem de risk oluşturuyor. Biraz da bu sebeple restorasyon başlayalı 5 yıl olmasına rağmen işin sadece yarısı bitti. Bir 5 yıl daha kaybetmek istemiyoruz. Bunun için eserleri güvenle koyabileceğimiz bir bina istedik, tahsis edildi. Yeni ve ekstra bir mekân... İlk etapta depo olarak kullanacağız ama orası da elden geçecek ve birkaç yıl içinde müzemizin bir parçası olarak hizmet verecek. İçinde eğitim ve etkinlik salonlarının da olduğu çağdaş bir ek yapı olarak... Anahtarı aldık. Üniversitemize de yakın. Yani eski yerimizden feragat etmemiz kesinlikle söz konusu değil. Restorasyon, altyapı sorunları ve eksiklikler giderildiğinde, takriben 2 sene içinde eski binamıza geri döneceğiz."

Yeni bina, şu anda 12. İstanbul Bienali'nin bir bölümünü ağırlayan Antrepo No 5. Projelendirilmesini mimar Emre Arolat üstlenmiş. İstanbul Resim ve Heykel Müzesi'ndeki restorasyon tamamlanana kadar eserler buraya aktarılacak. Restorasyon tamamlandıktan sonra Cumhuriyet öncesi eserler İstanbul Resim ve Heykel Müzesi'ne geri giderken Cumhuriyet sonrası eserler burada kalacak. Üniversitenin eğitim alanlarının da bulunacağı binanın 2013 baharında açılması bekleniyor.

İlk parçanın cevabını ise Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay veriyor: "Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve Başbakanı misafirlerini otellerde değil, Osmanlı'dan kalmış gösterişli bir yapıda kabul etmek istiyor. Öyle de olmalı. Bunun için uzun zamandır kaderine terk edilmiş Yıldız Sarayı'nı uygun gördük. İstanbul İl Özel İdaresi'yle birlikte sarayda geniş çaplı bir restorasyon başlattık. Birkaç sene içinde bambaşka bir yer olacak orası, adeta ikinci bir Topkapı. Saraydaki Büyük Mabeyn'in restorasyonu bitti, devlet kabul salonu olarak hizmet vermesini düşündüğümüz yer orası."

***

Baharda bir Doğançay retrospektifi

İstanbul Modern'in retrospektifler dizisinin bahar konuğu Türk çağdaş resminin önemli isimlerinden Burhan Doğançay. 1987'de yaptığı 'Mavi Senfoni' adlı tablosu 2009'da 2 milyon 200 bin lira gibi rekor bir fiyatla satılan ve şu anda dünyanın en değerli 250 sanatçısı arasında gösterilen Doğançay'ın neyi var neyi yok toplanıyor şu sıralar. Ülker'in sponsor olacağı serginin mayıs sonuna doğru açılması planlanıyor.

***

Sanatçı sahneden çıktı

Bugün hava az bulutlu, çok güneşli. Sanatsever için evden çıkmanın tam zamanı. Sanatçı için de sahneden... GalataPerform'un bu yıl 7.'sini düzenlediği Görünürlük Projesi, 'Sahneden Çık!' sloganıyla sokaklarda. Giderek artan sahne problemine cevap arayan proje; Tünel Meydanı, Galata sokakları, Eski Hamursuz Fırını ve Cafe Privato'yu mekan seçmiş kendine. Dün başlayan ve bugün geç saatlere dek sürecek etkinlikte başta tiyatro olmak üzere pek çok kalem var. Detaylar için: www.galataperform.com

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 23.10.11

22 Ekim 2011 Cumartesi

Malik Aksel'den bize kalanlar


Türk resminin hak ettiği değeri bulamamış ustası Malik Aksel, Beşir Ayvazoğlu'nun çabasıyla sanat dünyasının gündemine geldi. Aksel'in kitaplarının yeniden yayımlanmasını sağlayan Ayvazoğlu, yazdığı biyografinin ardından şimdi de bir sergiyi sanatseverlerin ilgisine sundu. Taksim Sanat Galerisi'ndeki sergide Aksel'in 100 kadar suluboya ve yağlıboya eseriyle birlikte halk resimleri koleksiyonu var.


Yüksel Arslan'ın 500'ün üzerinde yapıtı ve onlara eşlik eden düşünce dünyası yan yana ve üst üste Santralistanbul'da sergilenmeseydi geçen sene... Cihat Burak'ın 50 yıllık sanat üretimi İstanbul Modern'de bundan tam 4 yıl önce bir araya getirilmeseydi... Bilir miydik, bu kadar iyi tanır mıydık onları? Niye aynı şey Malik Aksel için de geçerli olmasın? Çekirdek hazır. 1987'de kaybettiğimiz Malik Aksel, Taksim Sanat Galerisi'nde açılan 'Ressam-Yazar-Koleksiyoncu' alt başlıklı bir sergiyle anılıyor. Sergide, sanatçının oğlu Murat Aksel'in koleksiyonundaki 100 kadar suluboya ve yağlıboya resimle Malik Aksel'in Bursa Büyükşehir Belediyesi Kent Müzesi'ne bağışlanan 81 parçalık taşbaskısı halk resimleri koleksiyonu yer alıyor.

Eskiden kahvehane ve evlere asılan bu taş baskısı halk resimleri, 1910 yılından itibaren matbaalarda basılmış ve Malik Aksel tarafından toplanabildiği kadar toplanmış. Bir daha bir araya getirilmesi mümkün olmayan eserlerden oluşan ve Türk kültürü açısından epey önem taşıyan bu koleksiyon, ilk defa 1958 yılında Devlet Resim ve Heykel Müzesi'nde sergilenmiş. Sonra da kaybolup gitmiş. Uzun süre nerede olduğu bilinmeyen eserler; Beşir Ayvazoğlu, Malik Aksel'in kitaplarını yayına hazırlarken, Murat Aksel'in evinde büyük bir paketin içinde bulunmuş. Bursa Büyükşehir Belediyesi Kent Müzesi'ne bağışlanan resimler, bakım ve onarım çalışmalarının ardından çerçeveletilerek geçtiğimiz bahar Bursa'da sergilendi. Peki ses getirdi mi sergi? Aksel'in külliyatını yayına hazırlayan ve onun biyografisini de yazan Beşir Ayvazoğlu'na göre: Hayır.

AKSEL'İN KAÇ ESERİ OLDUĞU BİLİNMİYOR

Taksim Sanat Galerisi'nde sergilenen 100 kadar yağlıboya ve suluboya eser arasında, Malik Aksel'in "Anadolu Yurt Gezileri" sırasında Sivas ve Denizli'de yaptığı 20 civarında resimden sadece 3 tanesi var. Bu eserlerin çoğunun nerede olduğu bilinmiyor. Bu sergide 1939 yılında Sivas'ta yapılmış 3 yurt resmi yer alıyor: "Kale Mahallesi", "Sivaslı Genç Kız" ve "Harman Yeri", diğer adıyla "Kağnı". "Biz sadece oğlu Murat Bey'in koleksiyonundaki eserleri sergiliyoruz. O da Murat Bey'in imkânlarıyla... Sadece Bursa Büyükşehir Belediyesi resimlerin nakliye işlerini üstlendi. Hassa Mimarlık da kokteyli..." diyen Beşir Ayvazoğlu'na göre Aksel'in Devlet Resim Heykel Müzelerinde de önemli resimleri var. Tabii, özel koleksiyonlarda da... "Toplam kaç eseri olduğunu da maalesef bilmiyoruz." diyor ve ekliyor Ayvazoğlu: "Bunu bilmemize imkân da yok. Aksel'in eserleri özel koleksiyonlara dağılmış; kayıt yok, günlük yok. Varsa da elimizde değil."

Aslında hatıraları dahil, pek çok şeyi kayda geçirmiş biri Malik Aksel. Araştırmacı bir yazar. Bu noktada Ayvazoğlu'nun yayına hazırladığı ve Kapı Yayınları tarafından 5 kitap halinde yayımlanan Malik Aksel külliyatını hatırlamalı: 'Sanat Hayatı: Resim Sergisinde Otuz Gün', 'Anadolu Halk Resimleri', 'Türklerde Dini Resimler', 'İstanbul'un Ortası', 'Sanat ve Folklor'...

Bütün bunlardan önce ressam, dahası bir suluboya ustası Aksel. Beşir Ayvazoğlu'nun anlatımıyla: "Özellikle suluboyada Türk resminin en önemli isimlerinden, suluboyanın ilklerinden. Suluboyayı kimse ciddiye almazken o suluboyaya yönelmiş. Bu önemli." 1903 Selanik- Katerin doğumlu Aksel'in suluboyaya, hatta resme yönelmesinde Darülmuallimin'deki (Erkek Öğretmen Okulu) hocası Şevket Dağ'ın etkisi büyük. Hocası aracılığıyla tanıdığı Güzel Sanatlar Birliği'nin gerçekleştirdiği Galatasaray sergilerine düzenli olarak katılan Aksel'in şiarı da hocasının, "Gittiğim yol ve branşım hiçbir Avrupalı ressamın taklidi değildir, sırf kendi mahsulümdür." sözü.

Gözünü hariçten ziyade memlekete çeviren Aksel'in hiçbir akıma bağlı olmayan ve ısrarla yerli ve gündelik hayatı işleyen resimleri alabildiğine iddiasız. Küratörlüğünü Mehmet Lütfi Şen'in, danışmanlığını Beşir Ayvazoğlu'nun yaptığı ve 2 Kasım'a dek Taksim Sanat Galerisi'nde görülebilecek bu sergi, belki Malik Aksel retrospektif sergisi için adımların atılmasına da vesile olur.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 22.10.11

16 Ekim 2011 Pazar

Az daha sazan gibi atlıyorduk!

Bir yayınevi kusur işleyebilir, bir akademisyen herhangi bir araştırmayı tek başına yapmak isteyebilir, başka bir yayınevi değerli bir eser üzerinde tekel oluşturmanın hayalini kurabilir... Hepsi ve hiçbiri olabilir. Biz bir kez daha öğrendik. Neyi? Dolaylı-dolaysız hırsızlık ve intihal ne kadar tehlikeliyse; ilk duyduğuna sazan gibi atlamanın da bir o kadar tehlikeli olduğunu...

Her şey 11 Ağustos 2011 tarihli bir maille başladı. Mail, Yapı Kredi Yayınları'nın (YKY) eski halkla ilişkiler neferinden geliyordu ve şöyle diyordu: "Nurettin Gemici'nin kaleme aldığı bir yazı var ortalarda. YKY'nin yaptığı Seyahatname'den aşırılıp Yeditepe Yayınları tarafından yayımlanan bir kitap söz konusu." Altında da İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Doç. Dr. Nurettin Gemici'nin upuzun metni: "Muhterem Efendim, geçenlerde bir akademisyen dostumun haber vermesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nin IX. cildinin çakma bir adla korsanvari yapılan neşrinden haberim oldu. Adı geçen yayın (?) Ekim 2010 yılında Yeditepe Yayınları'ndan 'Evliya Çelebi Seyahatnamesi-Hac Kitabı' ismiyle neşredilmiştir. Evliya Çelebi'nin hac, Mekke ve Medine başbayii! olmam hasebiyle adı geçen müsveddat kabilinden karalamayla uzaktan yakından hiçbir ilgim yoktur. ... Tamamen özensiz, rastgele, istenilen veya çok bilinen kelimelerin sadeleştirildiği; bulunamayan, ihtisas gerektiren kelime ve kavramları aynen veya hatalı zapt eden kitch modern bir korsanlık. ... Kaliteli yayıncılık anlayışına sahip olduğu iddiasında olan Yeditepe Yayınları için tam anlamıyla rezalet, kalitesiz ve seviyesi düşük, pespaye bir çalışma olmuştur. İnşallah destursuz bağa giren bu iki terken hatunlara bir cevabımız olacaktır. Aslında burada bu rezaleti işleyen iki zavallıdan çok bunu azmettiren kimse(leri) bulmak gerekiyor. ... Selam ve saygılarımla... Nurettin Gemici."

Mailden üç beş gün sonra Yapı Kredi Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Raşit Çavaş'la karşılaştık. Şaka yollu "Ne o, haber ilginizi çekmedi galiba..." diye sordu. Biz, "İlk görüşü sizden alalım..." deyince de, "Yok, biz hiç bulaşmayalım, Yeditepe'yle, Gemici'yle halledersiniz..." oldu cevabı. Gemici'nin ortalarda dolaştığı iddia edilen metnini internet ortamında bulamayınca konunun üzerine düşmedik, hatta unuttuk gittik.

Sonra, geçen hafta bir gün (7 Ekim) www.yazarcemiyeti.org isimli taze ve güzel bir oluşumda aynı isim ve konu çıktı karşımıza; 'Yiğit düştüğü yerden kalkabilecek mi?' başlığıyla... Başlığın altında "Asiye Yılmaz Yıldırım ve Zeynep Süslü Bektaş 'Evliya Çelebi Seyahatnamesi-Hac Kitabı'nı piyasaya sürdü. Ancak Yeditepe Yayınevi'nin bastığı bu kitabın aslında YKY'nin çıkardığı Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nden 'tamamen olmasa da çoğunlukla kopyalanıp yapıştırılan' bir eser olduğu ortaya çıktı." spotu. Onun altında da Nurettin Gemici'nin 'Muhterem Efendim'le başlayan metnindeki açıklamalarının bir benzeri. Gemici'nin ağzından bir farkla: "Seyahatname'nin hac bölümünü İslami eserlerle karşılaştırarak Türkçe hazırlamak gibi bir düşüncem vardı."

Durumun aslını astarını öğrenmek için Yeditepe Yayınları'nı ve kitabı hazırlayanları aramak -artık- şarttı. Kitabın Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karagüllüoğlu, söylentileri duyduğunu ancak kendilerini ne YKY'nin ne de Gemici'nin aradığını söyledi ve ekledi: "Bir kusur işlemişsek ararlar, durumu paylaşırlar, gerekirse dava açarlar... Hatamız varsa da özür diler, gerekeni yaparız. Evliya Çelebi tekeli kırılacak diye endişeleniyorlarsa orası ayrı ama öyle bir şey de yok zannımca. Çünkü Frankfurt Kitap Fuarı'nda Raşit Bey'le karşılaştık, bizzat sorduk. Dedi ki: "Söylentilerin bizimle ilgisi yok. Ayrıca bir sorunumuz da... " Allah Allah... Ortada bir mail ve "Neden haberi yapmıyorsunuz?" sorusu var...

İntihalci eser sahibine teşekkür eder mi?

Öte yandan kitabı yayına hazırlayanlardan Asiye Yılmaz Yıldırım şaşkın: "Öyle şey olur mu? Biz kitabın başında Yapı Kredi Yayınları'ndan faydalandığımızı belirttik, ilgili isimlere teşekkür ettik." Hakikaten öyle. Aynen şöyle: "... Dipnotlar kısmen aşağıda bahsedeceğimiz bir nevi transkribe metin olan Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Mart 2005, YKY neşrinden, Derviş Mehmet Zıllî neşrinden ve çeşitli sözlüklerden yararlanılarak ilave edilmiştir. ... Elinizdeki metni sadeleştirme çabamız yolunda yardım aldığımız muhakkak ki birçok eser, kaynak ve kişiler oldu. Bunların başında, proje yöneticiliğini merhum İ. Gündağ Kayaoğlu'nun yaptığı, Seyit Ali Kahraman ve Prof. Dr. Robert Donkoff, merhum Yücel Dağlı tarafından hazırlanan ve önemli bir emeğin hâsılı 10 ciltlik Evliya Çelebi Seyahatnamesi adlı eser gelmektedir. ..."

Yeditepe Yayınları kusur işleyebilir, Nurettin Gemici Seyahatname'nin hac bölümünü hazırlamak isteyebilir, Yapı Kredi Yayınları'nın niyeti Evliya Çelebi konusunda tekel oluşturmak olabilir... Hepsi ve hiçbiri olabilir. Biz bir kez daha öğrendik. Neyi? Hırsızlık ve intihal ne kadar tehlikeliyse; ilk duyduğuna sazan gibi atlamak da bir o kadar tehlikeli. Bunu.

***

Sazan değil, lüfer...

Ama şimdi konumuz sazan değil, lüfer. Dün İstanbul'un ilk Lüfer Bayramı kutlandı. 'İstanbul Lüfer'e Hasret Kalmasın' kampanyasının devamı olan bayram, halkı 20 cm'nin altında balık satan müesseseleri 174 No'lu Tarım Bakanlığı Alo Gıda Hattı'na şikâyette bulunmaya davet etti. Fikir Sahibi Damaklar Kurucusu Defne Koryürek'e göre bu boyut 24 cm olmalı. Bakalım... İstanbul'un Lüfer Bayramı, bundan böyle her yıl ekim ayının üçüncü cumartesi günü kutlanacak. Darısı uskumru, erguvan ve fıstık çamlarının başına...

***

'Feraceli Kadınlar' ilk kez satışta

Osman Hamdi Bey'in 1904 tarihli 'Feraceli Kadınlar'ı 27 Kasım'da ilk kez satışta. Eser, Antik AŞ'nin Swissotel the Bosphorus'ta gerçekleşecek 270. Müzayede'sinde satışa sunulacak. Aynı müzayedede Şeker Ahmet Paşa'nın 1906 tarihli 'Sonbahar'da Orman' ve Hoca Ali Rıza'nın 'Göl Evi' isimli eserleri de yer alıyor.


Jülide Karahan

Zaman Pazar / 16.10.11

..

13 Ekim 2011 Perşembe

Caz'dan Zaz'a bir festival daha...

Reklamda İstanbul'un o bildik köprü görüntüsü... Yukarıdan çekimle, vızır vızır. Gün geceye dönüyor, ışıklar yanıyor ve kamera yavaş yavaş uzaklaşıyor. Biz tam dünyayı göreceğimizi sanırken elinde gitarıyla bir adam çıkıyor karşımıza: Akbank 21. Uluslararası Caz Festivali başlıyor.

Akbank 21. Uluslararası Caz Festivali 'Şehrin Caz Hali' sloganıyla bugün başlıyor. Açılışı, Avrupa'nın önde gelen kontrbasçılarından Arild Andersen'in Cemal Reşit Rey'de vereceği konserle yapacak festival, 3 Kasım'a kadar pek çok önemli ismi ağırlayacak. Mesela: Charles Lloyd New Quartet, Avishai Cohen 'Seven Seas', Maffy Falay Sextet, Dusko Goykovich Quartet, The Ray Gelato Giants, Azam Ali & Niyaz, Carmen Souza, Robert Glasper Experiment, Vijay Iyer Trio ve ZAZ... Bu programa atölye çalışmaları, paneller, yarışmalar, cazlı brunch'lar ve Kampüste Caz konserleri de dâhil. Ki sonuncusu sayesinde pek çok şehirde binlerce üniversite öğrencisinin cazla buluşması planlanıyor. Düzenlemesi Pozitif tarafından gerçekleştirilen festivalin bu yılki mekânları arasındaysa; Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı, Cemal Reşit Rey Konser Salonu, Akbank Sanat Merkezi, Babylon, Ghetto, Nardis ve The Seed var. Detaylı bilgi ve program için: www.akbankcaz.com

'Cazın güzel insanları' tablolarda

Hazır şehir cazla aydınlanıyor ve etrafa caz tınıları saçılıyorken iyi gidecek bir şey daha var: Filiz Ural'ın 'Cazın Güzel İnsanları' başlıklı sergisi. İlhamını, kendini müziğe adayan ünlü-ünsüz caz insanlarından alan sergi, 26 Ekim'e kadar Doku Sanat Galerisi'nde. Müzisyenlerin prova, doğaçlama, konser ve solo anlarının tuvallere yansıdığı sergide Filiz Hanım'ın eşinin epey katkısı var. Eşi, evde günde 8 saat filan klarnet çalmakla kalmıyor, onunla birlikte yutiçi ve yurtdışındaki caz konserlerine de gidiyormuş. Caz insanlarını ilk kez 2010 Afyon Caz Festivali sırasında sergileyen Ural'ın İstanbul sergisindeki 25 kadar tablosunun bir sonraki durağı ise Ankara Doku Sanat Galerisi olacak. Belki de tam Ankara Caz Festivali sırasında...

Jülide Karahan

Zaman kültür / 13.10.11

11 Ekim 2011 Salı

SÖYLEŞİ: ZAZ


ZAZ HAYATIN SEYRİNİ ANLATIYOR


AKBANK CAZ FESTİVALİ VESİLESİYLE 22 EKİM’DE İSTANBUL, 23 EKİM’DE İSE İZMİR’DE SAHNEYE ÇIKACAK ZAZ’IN SOLİSTİ VE HER ŞEYİ ISABELLE GEFFROY; DIŞARIDAKİ VE İÇERİDEKİ HAYATIN SEYRİNİ, YANİ MÜZİĞİNİ ANLATTI.


ZAZ’ın sosyal medyadaki canlı sokak performansları, eli klavyeye değen herkesin malumu. Kendisiyle aynı adı taşıyan albümü 2010 Mayıs’ında yayınlanınca önce ülkesi Fransa, sonra da tüm dünyada hatırı sayılır bir hayran kitlesi edinen ZAZ; yıl sonuna dek turnede. Son zamanlarda hayatının çok profesyonel ve planlı bir hale geldiğini söyleyen sanatçı; doğaçlamayı, hesapsızca yaşamayı ve mesela pastaneden çörek almayı epey özlemiş olmalı.

Değişik türlerde müzik dinleyen ve bambaşka zevkleri olan insanlar tarafından - dünyanın dört bir yanında - sevilip kabul gördünüz. Nasıl oldu bu?

Bu benim müziğim. Yorumladığım parçalar insanlar tarafından kabul görmüş görünüyor. Ben sürekli söylediğim şarkıların farklı evrenlerden ve farklı ambiyanslardan ilham almasına uğraşıyorum. Bu çeşitliliğine rağmen, müziğimin birçok insan tarafından ortak bir şekilde sevilmesi ve kabul görmesi harika bir şey. Gerçekten…

Ünlü olmadan önce takıldığınız Latin rock grubu Don Diego ile Mısır’dan Rusya’ya uzanan bir yolculuk yapmışsınız. Bu yolculuk müziğinizi nasıl etkiledi?

Karşılaşmalar ve tesadüfler… Karşılaştığım tüm insanlar benim yaratıcı sürecime farklı açılar, farklı renkler kattı.

Ya Ella Fitzgerald, Enrico Macias, Bobby McFerrin ve Richard Bona dinlemek…

Demek istediğim gibi... O kadar çok sanatçı var ve hepsi o kadar farklı evrenler ve düzlemlerden geliyor ki! Onların farklılığı, kültürlerin karışımı ve çeşitlilik… Beni en çok etkileyen faktörler bunlar.

Gerçekten mutlu ve neşeli misiniz? Yoksa biraz dertli mi? Şarkı sözleriniz çok neşeli görünse de daha adaletli bir dünya özlemi, toplumsal meseleler ve genç insanın varoluşsal sorunlarına değiniyor aslında ve düşününce epey dertli…

Ben mutlu ve pozitif biri olmaya çalışıyorum ama hiçbir şey daha zor ve üzücü konuları işlememe engel olamıyor. Herkes gibi benim de bazı diğerlerine göre daha hassas dönemlerim oldu. Zaten insanların karakterleri bu şekilde oluşuyor. Ben mutluluğun sadece bir duygu olduğunu düşünüyorum. Ama tabii insanın kendisiyle tutarlı olması da çok önemli ve gerekli.

Bir Edith Piaf şarkısı olan Dans Ma Rue’yu çok farklı yorumlamanıza ve sokakla başka türlü bir münasebetiniz olmasına rağmen eleştirmenlerce Piaf’ın tahtına aday gösteriliyorsunuz. Bu konuda ne diyorsunuz?

Bu karşılaştırmayı reddedemiyorum çünkü beni epey mutlu ediyor. Ama şu anki zaman çok daha farklı, hayat standartları çok daha farklı… Piaf ne kadar zamansız bir müzik yapsa da bir çağın içine demirlemiş biri.

2009’daki Generation Reservoir isimli yarışmada birincilik kazanmasaydınız ve sosyal medya olmasaydı… Sizi tanımamız ne kadar uzun sürerdi?

Bu şekilde bilgiler çok daha hızlı bir şekilde yayılıyor. Ama bu aynı zamanda biraz tehlikeli. Çünkü müzik keşifleri daha kolay ve hızlı ama zaman içine yerleşme süreçleri de bir o kadar karışık.

ZAZ, Isabel’in okunuşundan geliyor ve Zorro’yu çağrıştırıyor. Öyle mi? Sever miydiniz onu? Kendinize ZAZ demenizin bir nedeni de şu mu: A’dan Z’ye müziğin tüm sesleri ya da tam tersi Z’den A’ya…

Evet, bu isim aslında bir karakter ve doğru, alfabenin ilk ve son harflerinin bileşiminden oluşuyor.

Müziğin tüm türleri ve sesleriyle alakadar mısınız gerçekten?

Evet, mizaç olarak çok meraklı bir insanım o yüzden birçok şeye ilgim var. Müziğin tüm türleri de buna dâhil.

Örneğin yeni albümde swing, pop, caz ve şansonlar mı olacak? Daha fazlası mı? O albüm nasıl bir aşamada? Ne zaman raflarda olması bekleniyor?

Bu aralar duygularımı işe yansıtıyorum. Yeni albüm için çok çalışıyorum. 2012 sonunda hazır olmasını umuyorum. Önemli olan albümün ortaya çıkması. Şu anda sadece güzel, içerik olarak zengin ve çeşitlilik barındıran bir çalışma olmasını diliyorum.

İstanbul’daki konseriniz kapalı bir salonda gerçekleşecek. Siz sokakları ya da açık mekânları daha çok tercih ediyor musunuz? Var mı öyle bir durum? Yoksa fark etmez mi?

Sokakta çok şarkı söyledim. Çok para kazanmasam da… Ama yine de mutluydum. Bir mekânı canlı kılansa sadece insanlardır; insanları seviyorum. O yüzden güzel ve sıcak bir salonun da harika olacağını düşünüyorum.

****

ZAZ’IN TÜRKİYE KONSERLERİ

22 Ekim’de İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı, 23 Ekim’de ise İzmir Arena’da sahneye çıkacak ZAZ’ın İstanbul biletleri 115 ile 50, İzmir biletleri ise 50 ile 40 lira arasında. Ona gitarda Benoit Simon, kontrbas ve basta Ilan Abou, klavyede Denis Clavaizolle, davulda ise David Maurin eşlik edecek.

ZAZ’A DAİR…

Gerçek adı Isabelle Geffroy olan ZAZ, 1980 yılında Fransa'da doğdu. Beş yaşından itibaren müzik teorisi, keman ve koro şarkıcılığı dersleri alan sanatçı, Fifty Fingers isimli Blues grubuyla sahne hayatına ilk adımı attıktan sonra uzun süre sokak şarkıcılığı yaptı. Paris sokaklarında verdiği konserler sayesinde keşfedilen ZAZ, 2009'daki Generation Reservoir isimli yarışmada birincilik kazanınca 2010 tarihli çıkış albümü ZAZ’ı yayınladı ve zirveye yükseldi.

FESTİVALİN DİĞER SÜRPRİZLERİ

13 Ekim - 3 Kasım tarihleri arasında gerçekleşecek Akbank 21. Caz Festivali’nin öne çıkan isimleri arasında Arild Andersen, Charles Lloyd ve The Ray Gelato Giants da var. Festivalin bu yılki mekânları ise Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı, Cemal Reşit Rey Konser Salonu, Akbank Sanat Merkezi, Babylon, The Seed, Ghetto ve Nardis. Festival hakkında daha detaylı bilgi için: www.akbankcaz.com

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE EKİM 2011

10 Ekim 2011 Pazartesi

İstanbul'u Le Corbusier inşa edebilirdi


İsviçre doğumlu Fransız mimar Le Corbusier (1887-1965), 1933 yılında Atatürk'e bir mektup yazar ve İstanbul'un imarına talip olur. Şehri olduğu gibi korumayı tavsiye eden mektup Atatürk'e ulaşır mı ulaşmaz mı bilinmez ama sonuçta şehri o değil, Prost inşa eder. Le Corbusier'in mimari yapılarıysa ancak 100 yıl sonra, santralistanbul'daki 'Görsel Kayıt: Le Corbusier Yapıtdökümüne Bir Bakış' isimli sergi vesilesiyle karşımızda.


Asıl adı Charles Edouart Jeanneret olan Le Corbusier Türkiye'ye ilk defa 1911'de gelir. Edirne, İstanbul ve Bursa'da uzun uzun incelemeler yapar, notlar alır, resim ve krokiler çizer. Yolculuk boyunca el üstünde tutulan ve hüsn-ü kabul gören mimar, izlenimlerini "Her şey beni Türkleri ayrı bir yere koymaya götürüyor. Kibar ve ağırbaşlılardı; nesnelerin varlığına saygıları vardı. Yapıtları, kocaman, güzel ve görkemli. O ne birlik! O ne zamansızlık! O ne bilgelik!" cümleleriyle anlatır. Belki de bu ilgi ve alakadan aldığı cesaretle 1933 yılında Atatürk'e bir mektup yazar ve İstanbul'la ilgili iki öneride bulunur: Biri, tarihî yarımadayı olduğu gibi korumak, diğeri yeni yapılacak bölgeleri çağdaş şehircilik ilkeleri doğrultusunda tasarlamak. Rivayete göre Atatürk'ün haberi bile olmaz mektuptan. Bundan da Le Corbusier'in...

Atatürk'ten hiçbir cevap almadığından önerilerinin beğenilmediğini düşünen Le Corbusier, durumu 1948 yılında Şemsa Demiren'e verdiği röportajda şöyle anlatır: "Eğer hayatımın en büyük gafı ve en büyük taktik hatası Atatürk'e yazdığım mektup olmasa idi, bugün büyük rakibim Prost yerine güzel İstanbul şehrinin imarıyla ben uğraşacaktım. Bu mektupta, inkılâp yapmış bir milletin en büyük inkılâpçısına İstanbul'u eski hali ile asırların tozu toprağı ile bırakmasını tavsiye ediyordum. Ne büyük hata yaptığımı sonradan anladım."

100 YIL SONRA SERGİYLE İSTANBUL'DA

Le Corbusier; 1911 yılında gerçekleştirdiği Doğu Gezisi'nin 100. yıldönümünde, BİLGİ-Mimarlık ile Fondation Le Corbusier'in ortaklaşa düzenlediği ve Kalebodur'un destek verdiği bir konferansla anıldı. Geçtiğimiz günlerde İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi'nde gerçekleşen konferansın başlığı 'Le Corbusier Doğu Gezisi 1911: Mimarın Formasyonunda Seyahatin Rolü' idi. Ekim ve kasım aylarında Atina ve Napoli'de devam edecek konferansın İstanbul ayağında Le Corbusier'in Doğu Gezisi çeşitli yönleriyle tartışıldı. Konferansa paralel bir de sergi vardı. Mimarlık fotoğrafçısı Cemal Emden'in 'Görsel Kayıt: Le Corbusier Yapıtdökümüne Bir Bakış' isimli sergisinde Le Corbusier'in İsviçre, Fransa, Almanya ve Hindistan'daki eserlerinin güncel fotoğrafları yer alıyor. 1905 yılında İsviçre'de tasarladığı ilk binadan 1965'te projelendirdiği ve inşası 2006'da tamamlanan son kilisesine kadar...

santralistanbul Ana Galeri'de 13 Kasım'a kadar sürecek sergi, 100 yıl sonra tekrar Le Corbusier'i hatırlamamıza vesile oldu. En doğrusu onu yine onun ağzından tanımak: "71 yaşındayım. İlk evimi 17,5 yaşında inşa ettim ve 50 yıldan fazla bir süre maceralar, zorluklar, felaketler arasında ve zaman zaman da başarılarla yapı yapmaya devam ettim. Araştırmalarım, duygularım gibi yaşamdaki temel değere yönelmiştir: Şiirsellik. Şiirsellik insanın yüreğindedir ve doğanın zenginliğini inceleme yetisidir. Ben görsel bir insanım; elleri ve gözleriyle çalışan, plastik etkiler üretmeye çabalayarak hayat bulan bir insan... Gerçek mimarlığın, gerçek resmin, kent ve kasaba için gerçek planlamanın temelinde yatan da budur. Paris / 27 Ocak 1959"

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR SANAT / 10.10.2011

9 Ekim 2011 Pazar

BİENALE VİZÖRDEN BAKMAK

Mezar taşlarının üzerine yapraklar düşmeye başladı ama şiiri kapatmadılar daha. Belki ekim sonunda… Ocak 1981 ile Nisan 1995’te aramızdan ayrılan Özdemir Asaf ve eşi Yıldız Moran Arun’un mezarı Aşiyan’da yan yana. Şiir orada. Özdemir Asaf’ın ‘İkilem’i: “Sevgi ise, sevişeceğiz seninle/Kavga ise, dövüşeceğiz seninle/Ölümü de paylaştığımız yaşamda/Ortaklaşa bölüşeceğiz seninle.”

Şiirde, hayatı/hayatlarını bir çırpıda anlatıyor Asaf. Birbirlerini ilk gördükleri anı ise Yıldız Hanım: “Yaşamımı sürdürmek için para kazanmam gerekliydi. Yılbaşı kartları yapıp satmak, para kazanmamı sağlayabilir diye düşündüm. Anlaştığım matbaa çok kötü basmıştı kartlarımı. Tam umutsuzluğa düşmüşken, bir arkadaşım Özdemir Asaf’ı önerdi: ‘Hem şairdir, hem de titiz ve güzel baskılar yapar’ dedi. İş konuşmak için Özdemir Asaf’ın matbaasına gittim. Tarihini de verebilirim: 4 Kasım 1954, saat 11.00. Kelimelerle dile getirmek zor. Duygulu, kibar, hiç görülmemiş ve bir daha göremeyeceğim bir insandı. Pırıl pırıl bir zekâ, renkli, yepyeni, bambaşka bir dünyaydı o. Olağanüstü bir insandı kısacası…” (Ses Dergisi, 25. Sayı, 25 Haziran 1983)

TAM O NOKTADA BÜTÜN HAYATI DEĞİŞMİŞ

1932 İstanbul doğumlu Yıldız Moran, ilk eğitimli kadın fotoğrafçımız. İngiltere’de fotoğraf eğitimi aldıktan sonra İtalya, İspanya, Avusturya, Fransa, Monako ve Yunanistan’a fotoğraf çekmek için gidip ilk kişisel sergisini 21 yaşındayken İngiltere’de açan Moran; o sergide, daha ilk günden tüm yapıtlarını satmış. İstanbul’a döndükten sonraysa 2 yıl boyunca tek bir fotoğrafı bile alıcı bulamayınca para kazanma umuduyla onları yılbaşı kartı yapmaya karar vermiş ve tam o noktada bütün hayatı değişmiş. 30 yaşındayken şair Özdemir Asaf ile evlenen ve anne olduktan sonra fotoğraf sanatına bir daha hiç geri dönmeyen Moran’ın fotoğrafçılık serüveni sadece 12 yıl sürebilmiş. 1950 ile 1962 yılları arasında…

Moran’ın geçen yüzyılın başında çektiği kimi fotoğraflar, 12. İstanbul Bienali’nin kişisel sergilerinden biri olarak karşımıza çıkınca şaşırıp ürpermemiz ve hemen ardından sevinip şiirlenmemiz biraz da bu yüzden. Sergide, uzun yıllardır gün görmemiş 16 fotoğraf var, 16 ayrı Anadolu hikâyesi daha doğrusu. Toprak bir ev önü, dar sokaklardan geçen neşeli bir at arabası, - üzerinde o akşam gösterilecek filmlerin afişleri: Kumarbaz ve Leyla ile Mecnun - sattığı sepet kulelerinin gölgesinde kahvesini yudumlayan adam, sırtına binecek birini bekleyen deve, çölde oynaşan iki keçi… Bienal küratörlerinden Adriano Pedrosa’nun dediği gibi: “Moran’ın fotoğrafları çoğu zaman Anadolu’daki gündelik yaşamdan kasvetli sahneler gösterir, ama bir yandan da duygusal ve derinden etkileyicidir. … Şipşak fotoğrafın özelliklerini taşımalarına rağmen, dinamik ve kışkırtıcı... Bu fotoğraflar, herkes tarafından bilinmeyen ve onun içten gözlemiyle tanıdık hale gelen bir toplumun portresini çiziyor.”

“Sanatçının çalışmalarında en çok dikkatimi çeken şey dolambaçsız güzellikleri ve acımasızlıkları.” diyen diğer küratör Jens Hoffmann’a göre ise Moran, gördüklerini süzgeçten geçirmeden fotoğraflamış. Çoğu fotoğrafı Anadolu’da çekilmiş. Gittiği çoğu yer, o zamanlar bilinmeyen ve ulaşılamayan yerler. O, sağlam bir dünya görüşü olan cesur bir kadın.

TINA MODOTTI’NİN BAYRAKLI KADIN’I

Yıldız Moran’ı bize hatırlattıkları ve tüylerimizi diken diken ettikleri için İsimsiz (12. İstanbul Bienali), 2011’in küratörlerine teşekkürü borç bilip bienale vizörden baktığımızda; bolca belgesel fotoğrafla burun buruna geliyoruz. 1896 İtalya doğumlu Tina Modotti’ninkilerle mesela. “Bienale Tina Modotti’yi dâhil etme sebebimizden bahsetmeye başlamak için en doğru noktanın onun ikonik fotoğrafı ‘Bayraklı Kadın’ (1928 civarı) olduğunu düşünüyorum.” diye söze başlıyor ve fotoğrafı anlatıyor Hoffmann: “Bu resim, elinde kocaman bir bayrak tutmakta olan genç bir Meksikalı kadını gösterir. Omzundan aşağıya dökülen bayrak, o dönemde Meksika’yı saran devrimci ruhu temsil eder. Modotti pek çok başka özelliğinin yanı sıra fotoğrafçı, eylemci ve ilham perisiydi. Yakın zamanda çalışmalarına gösterilen ilgiye rağmen, yeterli ilgiyi halen görmediğini düşünüyorum. Onun yapıtları duygusal ve siyasal olduğu kadar biçimsel olarak da güzel.”

Pedrosa ise “Modotti kuşkusuz güçlü bir kadındı; 20. yüzyılın en önemli fotoğrafçılarından biriydi.” diyerek başka bir noktaya çekiyor dikkatimizi: “27 gibi genç bir yaşta diğer bir efsanevi fotoğrafçı Edward Weston ile birlikte Meksika’ya taşındı. Modotti fotoğraf eğitimini de Weston’dan aldı. Sonradan onu meşhur edecek fotoğrafları Meksika’da üretti ve bir yandan da Meksika Devrimi’nde aktif rol oynadı. Siyasi şahısları, arkadaşlarını ve işçileri konu eden portreleri kişisel ve tarihsel anları yakalarken, narin natürmortları güzellik ve mahremiyet hissini yansıtır. Bu birleşim cesur bir yapıtlar bütünü oluşturur. … Mitingleri, Diego Rivera ve José Clemente Orozco gibi arkadaşlarının duvar resimlerini, işçileri ve çevresinde tanık olduğu güzel anları fotoğraflardı. ‘İşçilerin Geçit Töreni’ (1926) isimli fotoğrafında bir beyaz şapka deryası görürüz ve yürüyenlerin içinde kayboluruz, çünkü Modotti de yürüyüşte yer almaktadır.”

İlhamını Kübalı ve Amerikalı sanatçı Felix Gonzales Torres’ten alan 12. İstanbul Bienali’nde tahmin edemeyeceğiniz kadar fotoğraf var. Üstelik deneyselden ziyade belgesel… Kırsal Güvenlik İdaresi’nin (FSA) fotoğraf koleksiyonundaki ‘ıskarta’ negatiflerden mafya cinayetleri ve Vietnam infaz fotoğraflarına, Michael Elmgreen ve Ingar Dragset’in ev içinde ve gayri resmi ortamlarda çektiği 364 siyah beyaz fotoğraftan Amerika iç savaşındaki ilk ceset görüntülere... Bienale vizörden bakmakta fayda var fakat vakit dar. Son tarih 13 Kasım, yer Antrepo No: 3 ve 5.

JÜLİDE KARAHAN

FOTOĞRAF DERGİSİ / EKİM-KASIM 2011

...

“7 YAŞINDAYDIM, ATATÜRK’Ü BİZZAT GÖRDÜM”


20 yaşından bu yana bitmek tükenmek bilmeyen bir heyecanla Atatürk’ü araştırıyor. 1930 doğumlu, yani 60 yılını Türkiye Cumhuriyeti tarihine adamış. Biz diyelim Şu Çılgın Türkler, siz deyin Turgut Özakman…

JÜLİDE KARAHAN

Üzerinden çok zaman geçmiş olsa da ciddi bir operasyon geçirmiş ve akciğerlerinin yarısı alınmış. O yüzden hep tetikte; enfeksiyon kapmaması, hatta nezle bile olmaması gerekiyor. İyi olmalı çünkü anlatacak çok şeyi var. Hele konu Atatürk ise; şimdi olduğu gibi…

1948 yılında Ankara Polatlı’dan Afyon’a yürüyerek gitmiş ve insanların anılarını birinci elden tek tek dinlemişsiniz. 2005’ten sonra da Şu Çılgın Türkler vesilesiyle yapılan pek çok Anadolu gezisi ve sohbet sözkonusu. Ne gibi farklılıklar gözlediniz?

1948’de toprak barut kokuyordu. Konuştuğum insanlar savaşa ya katılmış ya da tanık olmuştu; o günün heyecanını yaşıyorlardı. 2005’ten sonraki ziyaretlerimde ise o dönemi bilmeyen, yakın tarihimizi Şu Çılgın Türkler vesilesiyle öğrenip şaşakalan insanlarla karışlatım. Nereye gidersem gideyim anlattıklarımı su içer gibi dinliyor, çoğunu ilk defa duyuyorlardı. Biri yaşamış, birine hiç anlatılmamıştı. Aslında çok yurtseverdiler ama hiç bilgileri yoktu. Kitap teferruata girdikçe hak etten şaşırıyorlardı. Ama bu kitabın zaferi değil, bizim bu konudaki durumumuzun acı bir göstergesi. Demek ki tarihimizi, yakın tarihimizi hiç ama hiç bilmiyoruz.
Yakın tarihle ilgili bir problemimiz mi var? Hatta bir kaçış mı bu? Çünkü okullarda dönem başlıyor; ilk çağ, orta çağ, Roma, Bizans, İslam Uygarlıkları, Osmanlı… Osmanlı yıkılıyor, Cumhuriyet tam kurulacak sıcaklar basıyor, yaz geliyor ve dönem bitiyor. Seneye yine yeni baştan… Yakın tarihi bir türlü adamakallı öğrenemiyoruz.

Müfredat bunu özellikle mi yapıyor?

Zaten 11 ve 12. sınıftaki çocuklar hep kursta. O yılların derslerini görmüyorlar, görseler bile sadece sınav odaklı… İçselleştirip sindiremiyorlar. Yakın tarih birtakım kitaplarda 1980’e kadar getiriliyor ama eksik, yanlış ve zevksiz bir şekilde. İstenerek yapılıyor herhalde.

Sebebi nedir?

Karşı devrim anlayışı

Demokrat Parti’den başlayarak mı?

Evet; ve günümüze kadar geliyor. Atatürk bize çok bol geldi; şu gün bile bizden 50 yıl ileride. Dağ gibi. Yaklaştıkça büyüyor, bir süre sonra gözümüze sığmıyor. Bizim milletimiz çok dahi yetiştirmiş değil. Onun için bir dahiyi değerlendirip anlama konusunda çok acemiyiz. Bu acemilik Atatürk konusunda büsbütün ortaya çıkıyor. Dahi bir şairi daha kolay anlatırız ama hem devlet adamı hem önder hem asker hem düşünce adamı… Onu nasıl yorumlayacağımızı bir türlü bilemiyoruz. Atatürk hakkında yazılmış tüm kitapları okudum neredeyse. Onu doğru anlatan o kadar az adam var ki…

Siz de anlatmaya çalıştınız; Dersimiz Atatürk filmiyle…


Çocuklara bir bölümünü anlattım, evet. Bir insanı; bir eşya, bir olay, bir tavırla ilişkilendirmek lazım anlatırken. Atatürk medeni bir adamdı. Bizim ulaşmakta zorluk çektiğimiz çizgide bir adam… Onun rüzgarı ölümüden sonra bir sene daha sürdü ama 2. Cihan Savaşı başlayınca pek çok şey gibi o da durdu. İnönü de pek bir şey yapamadı. En büyük hamlesi savaşa girmemekti; o zaten büyük bir satrançtı. Düşünün: İthalat yok, ihracat yok, üreticiler askerde… Üretim düştü, fiyatlar yükseldi. Savaşın kızgın rüzgarı yüzümüze değmeye başladı. İstanbul yavaş yavaş boşaltıldı. Hatta babam Bakırköy’deki barut fabrikasında çalışıyordu. 1941’de o kapatıldı, Kırıkkale’ye göçtük biz.

Bakırköy’de 7 yaşındayken Atatürk’ü bizzat gördünüz siz, değil mi?

Evet. 37 yazıydı. 7 yaşındaydım, onu bizzat gördüm. Viyana Gazinosu’na geldiler. Önde; sepetli denir, bir motosiklet ve iki polis… Siyah bir arabayla gelmişlerdi, 3 arkadaş. Diğerleri kimdi, hatırlamıyorum. Üçü de beyaz giyinmişti. Ellerinde keten ya da hasır şapkalar vardı. Gazinoya girdiklerini görmedik, sadece duyduk. Biraz sonra bütün Bakırköy Viyana Gazinosu’nun kapısının karşısındaydı. Merakla, heyecanla… Dondurma istemiş olmalılar, dondumacı geldi, gazino ona ayaklı kadehler verdi. Dondurmacı elleri titreye titreye hazırladı, götürdü dondurmaları. Dönerken elinde 10 lira vardı. 10 lira, 10 lira, bunu aldım, bunu verdiler diye bağırarak çıktı. 10 lira büyük paraydı. Biraz sonra Atatürk çıktı arkadaşlarıyla. Gazinonun karşısında bir eve bakmaya gelmişlerdi. Bir yakınına, belki evlat edindiklerinden birine hediye edecekti evi. Bilmiyorum. Böyle içimizden, yanımızdan, aramızdan geçip eve girdi, çıktı; yine aramızdan, yanımızdan geçip arabaya bindi, el salladı ve gitti. Biz soluğumuzu tutmuş ona bakıyorduk. Halk kendinden geçmişti. O yılın, yani 37’nin sonlarına doğru hastalığı belirginleşti. 38’de hastaydı. Ama yine de kalkıp yürümesi yasak olduğu halde Hatay Meselesi için Mersin ve Adana’ya gitti ve geçit resmine katıldı. Bir saat süreyle ayakta askerin geçişini izledi. Çünkü cumhurbaşkanı oturarak seyredemez askeri.. Ayakta, saygıyla; kimbilir ne zorlukla… İnanılmaz bir vatanseverlik. Birkaç gün sonra İstanbul’a döndüğünde, “Artık sonbahar başladı, yaprak dökümü vakti geldi…” demiş hatta yakınlarına.


****
YAKIN TARİHİ ANLAMAK İÇİN…
“Yakın tarihi en doğru anlatan kitaplardan biri Şerafettin Tuğran’ın Türk Devrimi isimli eseri. Hap gibi değildir yalnız, 7 cilt. Bir de Sina Akşin’in her kitabını tavsiye ederim. Bunları okuyan adamın ses tonu, bakışı, hatta yürüyüşü bile değişir.

HER ŞEHRE BİR KURTULUŞ SAVAŞI MÜZESİ
“Her şehirde bir Kurtuluş Savaşı Müzesi olmalı ki Türkiye Cumhuriyeti nasıl kuruldu, ülke nasıl bu hale geldi… Herkes bilsin. Ziyaretçi; müzenin içinde bütün hikâyeyi yaşayıp anlamalı. Dışarıya şöyle Kuva-yi Milliyeci gibi çıkmalı…”

YENİ KİTABIN KONUSU KIBRIS
“Şimdi Kıbrıs’ı yazıyorum. 100 küsür yıllık bir milli mücadele tarihidir Kıbrıs. Unutuldu, bilen kalmadı. Bir belgesel roman yine; gerçek olaylar, gerçek kişiler... Herkes Kıbrıs’ı öğrenecek. Kasım’da çıkacak. İsmi Şu Çılgın Türkler 2.

TURGUT ÖZAKMAN HAKKINDA
1 Eylül 1930’da Ankara'da doğan Turgut Özakman Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra Köln Üniversitesi Tiyatro Bilimi Enstitüsü'ne devam etti. Uzun yıllar Devlet Tiyatrosu'nda çalışan Özakman’ın Şu Çılgın Türkler isimli romanı Cumhuriyet tarihinin en çok satan kitaplarındandı.


JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET/ EKİM 2011

VATAN KANATLARIMIZIN ALTINDA

Çekimleri Konya, İzmir, Ankara, Eskişehir ve İstanbul’da gerçekleşen Anadolu Kartalları filmi, “Vatan kanatlarımızın altında” sloganıyla 28 Ekim’den itibaren hem Türkiye hem de Avrupa vizyonunda.


Ağustos’un son çeyreğinde İstanbul Boğazı ve Sultanahmet semalarında 8 uçak… Çok alçak uçuyor, birbirinden şık ve tehlikeli hareketler yapıyorlar. Savaş uçakları bunlar; hatta tatbikattalar. Herkeste hafif bir telaş. O kadar gerçekçi ki… Acaba? Yok, yok. Anadolu Kartalları filminin İstanbul çekimleri yapılıyor sadece. Türk Hava Kuvvetleri’nin 100. kuruluş yılı vesilesiyle… Film, savaş uçağı pilotu olmaya hazırlanan beş gencin hayatını anlatıyor: Onur, Ayşe, Mustafa, Tunç ve Fatih… Her birinin düşleri, umutları, fedakârlıkları, hırsları, aşkları, ayrılıkları, dostlukları… Velhasıl tüm hayatları…

Kadro sağlam. Yönetmen koltuğunda; Eşkıya ve Gönül Yarası filmlerinin yapımcılığını, Her Şey Çok Güzel Olacak, İnşaat ve Kabadayı filmlerinin yönetmenliğini üstlenen Ömer Vargı var. Oyuncular arasında ise Engin Altan Düzyatan, İlhan Şeşen, Çağatay Ulusoy, Alpay Kemal Atalan, Özge Özpirinççi, Alper Saldıran, İsmail Filiz, Hande Subaşı ve Ekin Türkmen…

BİRÇOK İLK VE YENİLİK

Bizde de böyle bir film yapılabiliyormuş duygusuyla yola çıkan Ömer Vargı, animasyona çok az yer verdiğini söylüyor ve ekliyor: “Mümkün olduğunca gerçek görüntü ve hikâyeler çekmeye çalıştık. Filmin içindeki öyküler bile gerçek. Beş arkadaşın hayatlarının çok kutsal ama bir o kadar da zor ve stresli bir dönemde yaşadıklarına tanık olacağız. Film, Türk sinema tarihi için de çok önemli. Birçok ilk ve yenilik söz konusu.”

Bunlardan biri çekimler için bir Learjet 25B kiralanmış olması. 6 kişilik ekibiyle dünyada tek özel çekim jeti olan Learjet; daha önce Iron Man, Broken Arrow, Silence Of The Lambs, Hot Shots, Transformers 1 ve Air Force One gibi dünyaca ünlü Hollywood filmlerinde kullanıldı. Learjet ekibinin ifadesiyle dünya hava çekimi tarihinde yapılan en yakın plan çekimler, Anadolu Kartalları filmi için gerçekleşti. Bir diğer ilk de çekimler sırasında Konya 3. Ana Jet Üs Komutanlığı’nda bulunan dev bakım hangarına kurulan Bluebox Stüdyo. 75 metre uzunluğunda ve 20 metre yüksekliğindeki stüdyoda eğitim uçakları ve savaş uçaklarının yakın plan çekimleri yapıldı.

Türk Hava Kuvvetleri’nin gücünü beyaz perdeye yansıtmayı hedefleyen film, uçmak ve özgürlük kavramların izleyiciye hissettirecek. 28 Ekim’den itibaren…

JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET EKİM

SANAT/HAYAT: Bilge Alkor, Aliye Berger'i anlatıyor

Aliye Berger 'Güneşin Doğuşu'nu bitirdiği anda, hatta resmin Yapı Kredi'nin yarışmasına götürüldüğü sırada orada olan biri var yanımızda: Ressam Bilge Alkor. Anlatıyor: "Resmi taşıyorlar, gidiyor artık. Aliye Hanım 'Bir dakika, bir dakika; şunu da koymam lazım, bir ekleme daha yapmalıyım...' diye tablonun başında. Elinde fırça, son saniyeye dek bir renk, bir figür, bir nokta daha ekleme telaşında."

Bazı sergiler sadece sergi olmuyor. İnsan onları gezerken resim, heykel, video ve yerleştirmelerin yanı sıra bir dönemi, bir olayı, bir duyguyu; yani bir kitapta, bir derste, bir komşu ziyaretinde kolayca karşılaşamayacağı şeyleri buluyor. İstanbul Modern'de 22 Ocak'a dek sürecek 'Hayal ve Hakikat' tam da böyle bir sergi. Türkiye'deki Modern ve Çağdaş Kadın Sanatçıların 1900'lü yılların başından bugüne uzanan üretim sürecini bir bütün olarak anlatmak; serginin yola çıkış gayesi. Bu gaye vesilesiyle tam 74 kadın sanatçı karşımızda.

Kimilerine çok yakın hissediyor insan kendini, kimileriyle tanışmak istiyor. Örneğin Aliye Berger'le (1903 - 1974)... Keşke mümkün olsa! Ayşe Kulin'in 'Füreya' isimli romanında bizzat Füreya Koral'ın ağzından anlattığına göre; deli-dolu, neşeli, renk düşkünü, fular tutkunu... Her şeyi; üzüntüyü de sevinci de sonuna kadar yaşayanlardan. Eşini kaybedince sarılıyor sanata; gravüre ilk başta. Tam bir alaylı aslında ama Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı) ile Fahrelnissa Zeid'in kardeşi, Füreya Koral ile Nejad Melih Devrim'in teyzesi olduğu düşünüldüğünde bir o kadar da mektepli. Sergide; 1954'te Yapı Kredi Bankası'nın 10. kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlenen 'İş ve İstihsal' konulu resim yarışmasında birincilik kazanan 'Güneşin Doğuşu' isimli tablosu. Aliye Berger'in ilk yağlıboyası... Bu yüzden ödül alması büyük tartışma konusu. Bir de resmin renk ve biçim tekniklerinin akademik kurallara uymaması söz konusu. Berger, herhangi bir taslağa bağlı kalmadan öyle güzel bir özgürlük içinde yapmış ki tabloyu!

Başka bir şey istesek...

Olacakmış! Çünkü 'Güneşin Doğuşu' bittiği anda, hatta tam yarışmaya götürüldüğü sırada orada olan biri var yanımızda: Ressam Bilge Alkor. Anlatıyor: "Resmi taşıyorlar, gidiyor yani artık. Aliye Hanım 'Bir dakika, bir dakika; şunu da koymam lazım, bir ekleme daha yapmalıyım...' diye tablonun başında. Elinde fırça, son saniyeye dek bir renk, bir figür, bir nokta daha ekleme telaşında. Galiba hiç bitmeyecek bir eser olarak kaldı onun hayatında." Ortaokul yıllarında Aliye Hanım'dan ders alan Bilge Alkor'un aklında ise renkler: "Evini görseydiniz, hele yatağını... Kat kat, rek renk yorgan ve çarşaflar. Düğün yatağı gibi. Tam bir kadındı o; duyarlılığı, zarifliği, insanın içini okuması ve deli dolu havasıyla... O havaya rağmen öyle gerçekçiydi ki aslında. Hayaller içinde yüzmezdi hiç... Aklımda en çok 'Tren kaçıyor, atlamam lazım...' lafı kaldı."

Böyle düşününce Bilge Alkor da öyle. Müthiş bir üretim içinde. 'Hayal ve Hakikat' sergisinde 70'li yıllarda yaptığı 3 eseri var. Bir Bizans ailesi, bir kendi ailesi, bir de evrensel bir aile. Şimdi ise, gençliğinde düşünüp de yapamadıklarıyla karşımızda. "Bazı şeyler için yaş almayı, yaşamayı beklemek lazım." diyor ve ekliyor: "Hep düşünmüştüm ama yapmak için yaş almam gerekti. Çünkü sonuçta bu, bir donanım meselesi. Teknik değil, yaşantı olarak... Örneğin fotoğraf; eskiden beri tutkumdu. Fotoğraf makinesiyle dolaşan bir ressamdım hatta. Ama ilk defa 3-4 yıl önceki 'Sihirli Flüt' isimli sergimde denedim... Fotoğrafla resmi birleştirmeyi. Geçen yıl Maçka Modern'deki bir fotoğraf sergisinde de fotoğraflarımla vardım."

Alkor'un yağlıboyayla fotoğrafı birleştirdiği ve Bozcaada'da topladığı kumtaşlarından çokça yararlandığı 'Meleklerin ve Şeytanların Aynalarında/ İnsanlığın Hâlleri' isimli sergisi şu günlerde 44A Sanat Galerisi'nde. Sergideki şeytanlar tetikleyici, melekler üzgün. Sebebini anlamak için yolunuzu 30 Ekim'e dek galeriye düşürün!

***

Uluslararası mısın, değil misin?

Tüm festival ve etkinliklerin çok önemsediği bir kelime var: Uluslararası. Kimileri ölesiye peşinde, kimileri ise 'sana ihtiyacım yok artık' tribinde. Örneğin bu yıl 30. yaşını kutlayacak İstanbul Kitap Fuarı nasıl mutlu nasıl mutlu. Sebebine gelince... TÜYAP Kültür Fuarları Genel Koordinatörü Deniz Kavukçuoğlu'nun ağzından: "İstanbul Kitap Fuarı, 'uluslararası' sözcüğünü kullanma hak ve yetkisini resmen kazandı. Bundan sonra dünya fuar takvimlerindeki yerimizi layıkıyla alacağız."

'İsimsiz (12. İstanbul Bienali), 2011' şeklinde yazılmayı çok önemseyen 12. İstanbul Bienali ise uluslararası kelimesini tamamen atmış durumda. Bilerek ve isteyerek. İstanbul Bienali Direktörü Bige Örer açıklıyor: "İstanbul Kültür Sanat Vakfı olarak 2011 yılında düzenlediğimiz bienal ve festivallerin isimlerinden 'uluslararası' sözcüğünü çıkarma kararı verdik. İKSV, ilk Uluslararası İstanbul Festivali'ni bundan neredeyse 40 yıl önce, 1973 yılında düzenlediğinde, festivalin en büyük iddialarından biri olan uluslararası niteliğine vurgu yapmak amacıyla bu ismi kullanmıştı. Yıllar içinde büyüyen, çoğalan ve gelişen festivallerimiz bugün İstanbul'da düzenlenen kültür-sanat etkinlikleri arasında uluslararası niteliği en çok öne çıkanlar arasında. Biz de bir festivalin ya da bienalin uluslararası niteliğinin adında değil, içeriğinde saklı olduğunu düşünerek bu yıldan itibaren etkinliklerimizin isimlerindeki 'uluslararası' ibaresini kaldırdık. Bu bizim için pratik bir önem de taşıyor, bienalin ve festivallerin daha kolay anlaşılır ve kısa isimlere sahip olmasını önemli buluyoruz. Bir anlamda uluslararası sözcüğünü çıkararak isimlerdeki ağırlığı attık. İstanbul Bienali'nin ve İstanbul Festivalleri'nin uluslararası olup olmadığını anlamak için artık isimleri bir referans değil. Yani o kadar uluslararasılar ki artık bunu tekrar etmeye gerek yok."

JÜLİDE KARAHAN

9.10.2011 / ZAMAN PAZAR

..

4 Ekim 2011 Salı

Kapılar açıldı, buyurun gezin!

Önemli ve tarihî binaların kapıları sımsıkı kapalıdır normalde. Çalsanız açılmaz, açılsa da içeriye girip gezme imkânı olmaz. Ama şimdi, şu anda, yılda bir defa, 9 Ekim'e kadar, böyle bir imkân var! Arkitera Mimarlık Merkezi'nin bu yıl 2. kez düzenlediği Açık Kapı Mimarlık Festivali'ne dâhil olun, normal şartlarda ziyaret edilmesi mümkün olmayan tarihî ve mimarî yapıları gezin!


Hava güzeldir, vakit vardır, bayramdır, seyrandır ya da cumartesi pazardır. Her zamanki gibi bir yerden bir yere gidiyorsunuzdur, ama telaşsızsınızdır bu defa; bakınırsınız etrafa. Karşınızda bir bina... Belli ki eski, belli ki önemli. Koskocaman bir merak aldı mı şimdi sizi! İçerisi nasıldır acaba, tavanlardaki işlemeler nicedir, merdivenler döne döne mi çıkıyordur yukarı, yoksa... Dahası neler yaşanmıştır içeride, kimlere yuva olmuştur odaları, kimleri uğurlamıştır kapıları? Böyle zamanlarda gözünüz kapıdadır. İncelersiniz. Küçük, büyük, kanatlı, kanatsız, kim geldi pencereli, tepe pencereli, bezemeli, markizli, pervazlı, saçaklı, tokmaklı, hatta çıngıraklı... Olabilir o kapı. Ama yetmez verdiği ipuçları. Kapalıdır, çalsanız açılmaz, açılsa da içeriye girip gezme imkânı olmaz. Şimdi, şu anda, yılda bir defa, 9 Ekim'e kadar, böyle bir imkân var!

Vakt-i zamanında içinizde ufak da olsa bir merak biriktirdiyseniz üşenmeyin. Hemen, Arkitera Mimarlık Merkezi'nin bu yıl 2. kez düzenlediği Açık Kapı Mimarlık Festivali'ne dâhil olun. Olağan koşullarda ziyaret edilmesi mümkün olmayan tarihî ve mimarî öneme sahip bina ve mekânları ziyaret etmenin keyfini sürün! Kapısı açılan yapılar arasında Heybeliada Ruhban Okulu, Yenikapı Mevlevihanesi, Marmaray Kazıları, Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi, Huber Köşkü, Bab-ı Ali Osmanlı Arşivleri Binası, Beylikdüzü Anten Kulesi, Cumhurbaşkanlığı Yazlık Köşkü, Doğan Apartmanı, Kuleli Askerî Lisesi ve Yıldız Çini Fabrika-i Hümâyûnu var. Tam sayı 47.

Gelecek yıl ankara'ya da taşınıyor

Arkitera Mimarlık Merkezi Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Yılmaz, gezilebilecek bina sayısının önümüzdeki yıl 100'e çıkacağını söylüyor ve ekliyor: "Bir dahaki seneye Serbest Mimarlar Derneği ile yapacağımız işbirliği kapsamında Ankara'da da 100 binanın mevcut gezi kapsamına alınmasını planlıyoruz. Bu yıl binaları Bülent Tanju, Murat Germen, Ömer Kanıpak ve Korhan Gümüş'ten oluşan 5 kişilik bir Değerlendirme Kurulu'yla belirledik. Amacımız, içine hemen hiç girilemeyen mekânların kapısını halka açmak. Listemizde sinagoglar, kiliseler ve konsolosluklar gibi izin alınması çok zor olan yapılar da var."

Festival; tarihî ya da yakın tarihte inşa edilmiş, ziyaret için özel izin alınması gereken bina ve mekânların yanı sıra Türkiye'nin önemli mimarlık ofislerine de geziler düzenliyor. Niyet, mimarlık pratiğinin İstanbul'daki ofislerde ne şekilde işlediğini anlatmak. Genel olarak mimarî bilinç oluşturmak, kentin kültürel ve mimarî dokusunu yakından tanıma imkânı sunmak. Bu imkânı/fırsatı kaçırmayın!

VitrA'nın desteğiyle 9 Ekim'e kadar sürecek Açık Kapı Mimarlık Festivali'ne katılmak ve ayrıntılı bilgi almak isteyenler www.acikkapi.gen.tr adresini ziyaret edebilir.

Jülide Karahan

Zaman Kültür sanat / 04.10.2011

..

2 Ekim 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: Kültür Merkezi gitti, yerine Zara geliyor

Yapı Kredi Kültür Merkezi'nin büyük bölümü, iki galerisiyle birlikte, kapısına kilit vurduğunda işkillenmiştik aslında. Genel Müdür Tülay Güngen, "Binanın bir bölümü satıldı ama taşınma yok.Daha çağdaş salonları olan bir yapıya dönüşeceğiz." deyince rahat bir nefes almıştık. Meğer o daha çağdaş salonlarda kıyafetler sergilenecekmiş bundan sonra. Hem de ZARA etiketli...

Bahar başıydı. İstiklal Caddesi'nin gözdesi Kâzım Taşkent Sanat Galerisi ve Sermet Çifter Salonu kapı duvardı. "Neler oluyor burada?" diye sormuştuk güvenlik görevlisine. "Bitti işte!" demiş ve eklemişti: "Bilmiyor musunuz, galeri kapandı tamamen. Binanın bu tarafını boşalttık, tadilat var. Bu da galiba son sergi..." Serginin ismi nispeten manidar: 'Sessizlik Bozulmasın Diye Çiçekler Kokularını Salmadı'.

Bu üzüntülü günden kısa bir süre önce Zaman Pazar'dan Murat Tokay'a verdiği röportajda "Kurum olarak küçülmemiz söz konusu değil. Sergi salonlarının da bulunduğu binamızda tadilat yapılacak, biz yerimizde kalıyoruz. Binanın bir bölümü satıldı ama taşınma yok. Daha çağdaş salonları olan bir yapıya dönüşeceğiz." demişti Tülay Güngen -Yapı Kredi Kültür Sanat'ın başındaki isim-. Rahat ve derin bir nefes almış, beklemeye başlamıştık. Meğer o daha çağdaş salonlarda kıyafetler sergilenecekmiş bundan sonra. Hem de Zara etiketli... İnanılır gibi değil. Evet, kültür merkezinin yerine ZARA Mağazası açılıyor yakında. Sevinen olacaktır elbette buna... Ama güvenlik görevlileri gayet üzgün.

***

Ordu'da konuşan kitaplar

Geçtiğimiz çarşamba, Hayrünnisa Gül'ün deyişiyle Ordu için sonbaharın çok güzel günlerinden biriydi. Hava hem ışıl ışıl güneşli hem de püfür püfür rüzgârlı. Gün, Ordu Kültür Sanat Merkezi'nin önünde az bir kalabalık ve bolca neşeyle başladı. Okuma bilincini geliştirmek ve çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmak amacıyla Hayrünnisa Hanım'ın himayelerinde bundan 4 yıl önce başlayan Konuşan Kitap Şenliği Ordu'daydı bu defa. İstanbul, Kayseri ve Urfa'nın ardından...

Kim var kim yoksa -yazar, çizer, entelektüel- 1.200 öğrenci ve 200 öğretmenle buluşmak için hazır ve nazırdı. Rıdvan Dilmen, Salih Memecan, Mario Levi, İpek ve Oral Çalışlar gibi isimler öğrencilerle buluştu ve seçtikleri parçaları onlara okudu. Herkes çok mutlu oldu. Aralarında Nazlı Eray, İhsan Deniz, Ömer Erdem, Gonca Özmen, Kemal Varol, Haydar Ergülen ve Enver Ercan gibi edebiyatçıların bulunduğu grup ise biraz mahzundu çünkü hiçbir etkinlikte adları geçmiyordu. "Biz niye geldik ki?" gibi hafif bir sitem rüzgârı estiyse de Ordu'yu daha yakından tanımış oldular sonuçta.

Konukları karşılayan Ordu Valisi Orhan Düzgün ne güzel anlatmıştı: "Dünyadaki her 4 fındıktan 3'ü Türkiye'den, biri Ordu'dan. Fındığın ardından bal, yayla turizmi ve golf sahaları da geliyor..." Valinin lafını balla kesmiş ve sormuştu Ömer Erdem: "En son ne zaman Ordu'daki bir kitapçıdan kitap satın aldınız?" Vali tabii ki elini kolunu sallaya sallaya alışverişe çıkamıyordu ama en son 2 ay önce Ankara'da kitapçılara gitmiş ve bir miktar kitap almıştı. En son okuduğu kitap mı? Sema Maraşlı'nın "Eşimin Eşi Yok"u.

Konuşan Kitap Şenliği'nin asıl yıldızı Durugöl İlköğretim Okulu 5. sınıf öğrencisi Şefika Güney ise Namık Kemal'in 'İntibah'ını okumuştu en son. Bir yılda 285 kitap okuyarak rekor kıran ve rakamın açıklanması ile ödül töreni arasındaki zaman diliminde buna bir 100 kitap daha ekleyen Güney, ödülünü Gül'ün elinden alırken "Kitap okurken odaklanıyor, başka bir şey düşünemiyorum." demiş ve eklemişti: "Kitaplar beni tamamen içine alıyor." Kitaplar, bir sonraki Konuşan Kitap Şenliği'ni tamamen içine alabilir inşallah!

***

Yüzyıllardır kapalı duran kapılar açılırsa...

İstanbul'da, olağan koşullarda ziyaret edilmesi mümkün olmayan tarihi ve mimari bakımdan önemli yapıların kapıları açılırsa... Mesela; Yenikapı Marmaray Kazıları, Avusturya Başkonsolosluğu, Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi, Huber Köşkü, Bab-ı Ali Osmanlı Arşiv Binası, Cumhurbaşkanlığı Yazlık Köşkü, Fener Rum Patrikhanesi, Heybeliada Ruhban Okulu ve Doğan Apartmanı'nınki... Gitmez misiniz? Gitmek isterseniz www.acikkapi.gen.tr adresini ziyaret edip randevu alabilirsiniz. 1-9 Ekim tarihleri arasında, Açık Kapı Mimarlık Festivali'nin ikincisi kapsamında... j.karahan@zaman.com.tr

JÜLİDE KARAHAN

02.10.2011 / ZAMAN PAZAR

...

1 Ekim 2011 Cumartesi

Denizi ilk kez gördüklerinde...

En önemli projelerinden birini Paul Auster ile gerçekleştiren Fransız çağdaş sanatçı Sophie Calle, 'Son Kez, İlk Kez' isimli sergisiyle Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi'nin konuğu. Günün birinde Orhan Pamuk'la da bir çalışma yapmayı planlayan Calle'in sergisinin bir bölümü İstanbul'da denizi ilk kez görenlerin hikâyesini anlatıyor.

Ufaklı büyüklü bir sürü hikâye. 13'ü, ismi 'Son Kez' olan ilk bölümde. Her biri; bir kazayla aniden kör olup dünya gözüyle son gördüğünü nadir bir hazine gibi hafızasında saklayan ya da yavaş yavaş kör olduğu için bir son görüntüsü olmayan ya da kör doğdukları için hiç görüntüsü olmayanlar hakkında. Bir hikâyede; kahraman, uzun saçlı mutlu/âşık bir kadın: "... Her şeyi unuttum. Çocuklarımın yüzlerini bile. Kocamın fındık rengi gözleri, birbiriyle bitişen kaşları, yüzüne göre biraz büyük burnu, çenesindeki yara izi, -hangi tarafta olduğunu bilmiyorum çünkü göze çarpan bir iz değil.- Kızgın bir adamın yüz ifadesi, katı bir duruşu, iyi bir bakışı var. Gerçek bir Türk. Korkunç yakışıklı. Şakaklarına aklar düştüğünü söylüyorlar ama benim kafamdaki görüntüde hâlâ esmer saçları var..." Bir diğeri ilk gençliğindeki bir delikanlı: "Son görüntü yok, hiç görüntü yok. Ben kör doğdum. Fakat rüyalarımı süsleyen bir görüntü var. Üstü açık bir araba. Ben direksiyondayım; siyah güneş gözlükleri, kot pantolon, tişort..."

Calle'in yazıyı fotoğrafın hizmetine sunduğu hikâyeler bunlar. İstanbul'un kuruluş mitinden esinli: Efsaneye göre, şehir milattan önce 7. yüzyılda bir Yunan kolonisi olarak kurulmuş ve kolonistlerin ilk gördükleri yer, bugünün Kadıköy'ü olmuş. Karşı kıyının çok daha verimli toprakları yerine Kadıköy'e yerleşmeyi seçen kentlilerden ötürü, bölgeye 'körler şehri' denmiş. Calle'in İstanbul'daki çıkış noktasını bu mit oluştursa da olayın mazisi başka: Calle, görme ve izleme odaklı çalışmalarının temelini 1986'da atmış. O zaman yaptığı, kör insanlara güzellik kavramını tanımlatmakmış.

"Gördüğüm en güzel şey, denizdir"

Serginin 'Denizi Görmek' isimli 2. bölümünde, İstanbul'da yaşayan ve denizi hiç görmemiş insanların denizle ilk karşılaşma anları var. Görüntü yönetmeni Caroline Champetier'in yakın plan çekimlerinin yer aldığı 10 sessiz videoda önce gözlerini kapayıp şöyle derin bir nefes alıyor insanlar. Denizin görüntüsü ve sesi televizyondan tanıdık nasılsa ama kokusu başka. Çocuklarsa doğrudan ıslanırız diye düşünmeden dokunuyor ona.

Serginin 3. bölümünde, Calle'in 1986'ya uzanan projesinden alınan anlamlı 2 cümle var. Biri, "Gördüğüm en güzel şey denizdir, öyle uzaklara uzanır ki görmez olursunuz..." diğeri, "1986'da doğuştan kör insanlar tanıdım. Güzelliğe dair imgelerinin ne olduğunu sordum onlara. İlk yanıt veren, bana denizi anlatan adamdı..."

Serginin her bir tarafı kalın perdelerle çevrili. Sadece pencerelerden birinin bir köşesinden görünüyor dışarısı. Dışarıda deniz, tam o noktada bir koltuk... Orhan Pamuk'un 'İstanbul: Hatıralar ve Şehir'deki "Hayat o kadar berbat olamaz, diye düşünürüm bazen. Ne de olsa, sonunda insan Boğaz'da bir yürüyüşe çıkabilir." cümlesinden hareketle; Boğaz'a şöyle bir bakalım diye... Sergi 31 Aralık'a dek açık.

**

Onu Venedik'ten hatırlıyoruz

1953 doğumlu Fransız sanatçı Sophie Calle, aldığı sosyoloji eğitimi boyunca Jean Baudrillard'ın öğrencisi olmuş ve ondan epey etkilenmiş. Kariyerinin en önemli çalışmalarından biri, 2007 yılında 52. Venedik Bienali Fransa Pavyonu'ndaki 'Kendine İyi Bak' projesi. Proje, sanatçının bizzat kendisine gelen ve 'Kendine dikkat et' cümlesiyle biten mektubu; dişi bir papağana, iki kuklaya ve 107 kadına okutması sonucu belgelediği ifade ve davranışları içeriyordu.

Jülide Karahan


01.10.2011 / Zaman kültür sanat