Dans, tiyatro, opera ve biniciliği 22 yıldır sözsüz bir öyküde birleştiren Zingaro Tiyatrosu, son masalı Battuta’yı İstanbul İstinye S Uluslararası Binicilik Merkezi’ne kurulmuş dev çadırda 25 Mayıs’a kadar anlatmaya devam ediyor. Mantığı temsil eden insanla duyguları temsil eden at arasındaki ilişkiyi farklı kültürlerden beslenerek sunan bu masala iki ayrı müzik grubu eşlik ediyor. Gösteride insanlar ve atlar hızlı; çünkü Zingaro’nun kurucusu Bartabas’a göre hayat denilen masalın kendisi hızlı.
Gerçek adı Clement Marty olan Bartabas’ın 1984’te kurduğu tiyatro, 1989’da Paris’in kuzeydoğusundaki daimi mekânı Aubervilliers’e yerleşmiş. Topluluğun 45 üyesi o gün bugündür eşleri, arkadaşları ve çocuklarıyla birlikte ‘devlet içinde devlet’ gibi yaşıyor orada. “Atlarla çalışmak bir felsefe, bir yaşam tarzı.” diyen 1957 doğumlu Bartabas’ın, Mazeppa ve Şaman isimli iki de uzun metrajlı filmi var. Gösterilerin amacının izleyiciyi kendi içinde bir keşfe çıkarmak olduğunu söyleyen Bartabas’la Zingaro’yu ve son masalını keşfe çıktık.
Atları, müziği ve tiyatroyu aynı gösteride buluşturmaya nasıl karar verdiniz?
Atlarla müziği birleştirmemin tek gerekçesi, atların dili olmaması. Atlar, duygularını kelimelerle ifade edemiyorlar; onları anlatacak tek şey müzik. Başlangıçta düşüncem, atların çalışmasını müzikle daha görünür kılmaktı. Bir metin oluşturmak söz konusu değildi. Zamanla benim bile hiç tahmin edemeyeceğim boyutlara ulaştı gösteriler.
Gençliğinizde bir kaza geçirmiş ve biniciliği bırakmak zorunda kalmış olabilir misiniz?
Evet olabilirim. Biniciydim. Yarışlara katılıyordum. Kazadan sonra yarışlara katılamadım. Ama atlardan da ayrılamazdım. Tutkuluydum. Bu çok iç açıcı bir hikâye değil aslında. Anlatmayı sevmiyorum. Ayrıca neyin neye yol açtığını söylemek de çok zor. Birçok çocuk ata biniyor; ama sonra başka işlere yöneliyor. Bu, sabırla ilgili bir şey. Herkes kendi tutkusunun peşinden gider.
Zingaro’yu nasıl yönetiyorsunuz? 22 yıl, dile kolay...
Biraz özel, değişik bir işleyişi var. Karavan, çadır ve tiyatrodan ibaret olan küçük bir köyde atlarla yaşıyoruz. Yaşamımız bir felsefeye dayanıyor aslında. Biniciler her gün iki üç saat çalışıyor. Ama herkesin kendi karavanı, ailesi ve özel yaşamı var. Birlikte yiyip içmiyoruz. Çalıştığımız yerde yaşıyoruz; ama keskin kurallarımız yok. 22 yıldır sürdüğüne göre kimse şikâyetçi değil. İnsanlara da atlara yaklaştığım gibi yaklaşıyorum. Onları üzmeden, yormadan...
Ölümünüzden sonra ne olacak?
Versailles Sarayı’nın eski ahırlarında bir binicilik akademisi kurdum. Gençler orada binicilik ve dans dersleri alıyor. Akademi, sanatın devamını sağlayacak. Özel bir kurum olduğu için o devam edebilir; ama Zingaro için aynı şeyi söyleyemem. Biter. Çünkü Zingaro’nun bir repertuarı yok. Bir koreograf gerekli. Aslında koreograf olsa da benden sonra süreceğini zannetmiyorum.
Binicilerin çocukları atlarla birlikte büyüyor, muhtemelen küçük yaşta ata binmeyi öğreniyorlar. Devam ettiremezler mi Zingaro’yu?
Zingaro öyle babadan oğula geçmiyor. Benim ailem de çocuklarım da bu işi yapmıyordu. 21 ve 17 yaşında iki oğlum var, çok iyi ata biniyorlar; ama binici değiller. Biri basketbolcu, birinin ne olacağı daha belli değil. Atlarla büyüyen her çocuk profesyonel binici olacak diyemeyiz. Ayrıca gelecekte sorun gösteriyi yapacak kişinin olmaması değil, koreograf olmaması olur.
Anlaşıldı, koreografi çok önemli. Yeni gösterileri nasıl oluşturuyorsunuz?
Bir müzisyenin beste yapması, bir kemancının kemanını kullanarak değişik sesler araması gibi... Kemancı için önemli olan keman değil o kemanla müzik yapmaktır. Benim için de at bir ifade şekli, her şeyden önce kendimi ifade etme şekli. Ama atlarla ifade edebileceğim duygular sınırlı. Sürekli yeni bir ifade biçimi bulmam gerekiyor. Önceki gösteride spritüel şeyler vardı mesela. Zingaro’da beni ilgilendiren attan öte atın insanla olan ilişkisi. Bir insanın ata davranışından insanın insana davranışına giden bir çizgi var. Onu yakalamaya çalışıyorum.
İnsanın atla ilişkisini biraz açar mısınız?
Bir atla iletişim kurarken kendi içinizdekine ulaşmaya çalışırsınız. Atlar ayna gibi, soylu bir enstrüman gibidir; sizin ona sunduğunuzun karşılığını verir. Diyalog oluşturmak, birlikte şiir yazmak gibi bir şey. Gösterilerdeki binicilik becerileri bir yana, amaç öz benliğe ulaşmak. Anın öncesi ve sonrası var. Müzik, dekor, kostüm ve binicilik ana hizmet ediyor, öncesi ve sonrasındaysa at ve insan arasındaki ilişki var. İzleyicilere insan ve at arasındaki bu bağı hissettirmek istiyorum. Bu bağ giderek karşılıklı bir tutkuya, bir başkaldırıya dönüşür zaten.
Bu başkaldırı özgürlük mü?
Özgürlük, herkese göre değişen bir kavram. Bana göre, özellikle vurguluyorum, tehlikesiz özgürlük olmaz. Günümüzde insanlar özgürlükten korkuyor. Çünkü hayatlarında hep bir şeylerin garantisini istiyorlar. Özgürlük söz konusu olunca o garanti ve güven çemberinden çıkıp, kişinin kendi sınırlarını aşması gerekir. Özgürlüğe giden yolun sonu bilinmez; her zaman risk ve tehlike doludur. Zingaro’nun tüm gösterilerinde özgürlük var ve özgürlük de asla tehlikesiz bir şey değil. Atlarla çalışıyoruz sonuçta.
Peki, Zingaro’nun atları özgür mü?
Binicilere her zaman söylediğim bir şey var: “Siz buraya kendi tercihinizle geldiniz. Ama atların tercihini bilmiyoruz. Onlar seçmediler, biz getirdik. Dolayısıyla atlara insanlara gösterdiğimizin iki katı saygı göstermeliyiz.” Her atın farklı bir karakteri vardır ve her biriyle iletişim kurmak için farklı davranış şekilleri geliştirmek gerekir.
Son gösteri Battuta hangi duyguları içeriyor?
Meydan okuma, özgürlük, tehlike, endişe ve neşe... Bir besteci bestesini ortaya koyarken bir düşünce aşamasından geçer. Ben de özgürlüğün risksiz olamayacağı düşüncesini uzun zamandır içimde tutuyordum ve sonucu Battuta oldu. Balkan çingeneleriyle çalışarak müzik adına risk aldık. Müzisyenler doğaçlama yapıyor ve müzikal açıdan tehlikeli bu. Ayrıca tüm gösteri boyunca atlar dörtnala koşuyor. Yapılacak bir yanlış hareketin geri dönüşü yok.
İzleyici tepkisi nasıl?
İzleyiciler tahminimden çok daha gürültücü. Gerçi bu zaten istediğimiz bir şeydi. Zingaro’nun diğer gösterilerinde alkış yasakken Battuta’da alkışı biz teşvik ediyoruz. Atları da çalıştırırken alkışa alıştırmıştık.
İstanbul’u nasıl değerlendiriyorsunuz? Geri döndüğünüzde Türkiye’ye dair ne kalacak aklınızda?
Gördüklerim bir şehri konuşmak için yeterli değil. Çok güzel ve baştan çıkarıcı diyebilirim; ama bunlar da orijinal cümleler olmaz. Aslında ben şehirleri insanlarıyla tanımaktan yanayım. Mimari ve tarih değil ilgimi çeken. Aklımda ne kalacağına gelince “Allahım Yarabbim ya...” lafı.
İstanbul’da güneş doğarken bir gösteri yapmak istediğinizi ve Türk müzisyenlerle çalışacağınızı duymuştum...
Evet, atım Caravaggio ile tam güneş doğarken, müzik eşliğinde bir gösteri yapmak istiyorum. Ama bu İstanbul’a özgü değil. Gittiğim her şehrin gün doğumunda yapıyorum aynı şeyi. İki Türk müzisyenle çalışmam aklınızı çelmesin. Kudsi Ergüner ve Nezih Uzel benimle diğer ülkelere de geliyor. Aslında “İstanbul’da Gündoğumu” isimli gösterinin yeri ve zamanını belirleyememiş olmamızın sebebi müzisyenlerin hâlâ gelememiş olması.
Jülide Karahan
21 Mayıs 2006/Zaman Pazar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder