10 Mayıs 2006 Çarşamba

Ben genç bir öykücüyüm

Refik Algan, 23 yıllık suskunluğun ardından geçtiğimiz yıl yayınladığı "Saat Kulesi, Kısa Metinler ve Hikâyeler" (YKY) adlı kitabıyla 42. Sait Faik Hikâye Ödülü'nü kazandı.

Adı kısa öyküyle özdeşleşen Algan, yenilik kaygısıyla yola çıktığını söylüyor ve kendini genç bir öykücü olarak nitelendiriyor. Her yazar gibi Sait Faik'in kendisi üzerinde hakkı olduğunu dile getiren Algan ile ödülü, kısa öykülerini ve öykücülüğümüzü konuştuk. Sözü de kısa kestik vesselâm...

Sait Faik ile gönül bağınız var mıydı? Bu ödülü almak sizin için ne ifade ediyor?

Sait Faik, ilk gençlik yıllarının vazgeçilmez hikâyecisi. Bütün Türkçe öğretmenleri gibi benimki de onun öykülerini okutmuştu bize. O yıllarda okunanların etkisi hiç silinmez bilir misiniz? Gümüş Saat çıkmaz aklımdan hiç.

Hikâyelerinizde Sait Faik'in hakkı var yani...

Türkiye'de öykü yazan herkesin, hatta her yazarın üzerinde hakkı vardır diyebilirim.

Sait Faik ödülünün çizgisinde görüyor musunuz kendinizi?

Sait Faik'in önemi, Türk hikâyesine yaptığı katkıdan ileri geliyor. Hikâye de gelişen bir edebiyat türü. Yenilik kaygısı taşıyan ve bunu birazcık başaran bir şeye ödül verilir. Ben yenilik kaygısıyla çıktım yola. Hikâyenin ufkunu genişletme kaygısı taşıyor kitabım. Başardım, başarmadım o ayrı. Çok satılabilir; ama öykünün gelişimine katkısı olmaz, neyleyim ben!

78-80'de başlayan edebiyat yolculuğunuza neden 23 yıl ara verdiniz?

İnsan denizde yüzmeyi kışın, kayak yapmayı yazın öğrenir. Çaba harcadığımız, üzerinde çok çalıştığımız şeylerden biraz uzak durunca taşlar daha sağlam oturuyor yerine. Daha uzak bir noktadan bakmayı öğreniyoruz.

Edebiyata uzaktan bakma isteği miydi tek sebep?

Edebiyata kırılmıştım. Kısa metinlerim ilk yayınlandığında hiç ilgi görmedi, çok yadırgandı, alay konusu oldu hatta. Hâlbuki dünyada zaten biliniyor ve uygulanıyordu. Neyse, araya dostlar girdi, kırgınlığım geçti, barıştık şimdi. Geçen sürede kültürel mirasımızı inceledim. Tasavvuf tarihi ve varoluşla ilgilendim. Günlükler dışında da yazıp çizmedim.

Edebiyatla barışır barışmaz art arda geldi mi metinler?

Evet, kişisel uğraşlar bitti. 24 saatimi edebiyata verebilirim şimdi.

O zaman yeni kitaplar da yoldadır...

İkinci kitap hazır. Kısa metin ve hikâyeler, hatta üçüncüsü de öyle.

Adınız kısa öyküyle anılmaya devam edecek, başka türler denemeyecek misiniz?

"Az söz er yüküdür/ Çok söz eşek yüküdür/ Bu söz sana yeter/ Eğer göğer var ise" diyor, Yunus Emre. Ama başka türler de deneyebilirim, deniyorum zaten. Aslında ben kıpkısa öykücü, öykücü ya da romancı olmaktan çok edebiyatçı olmak isterim. Yeteneğe ve ilhama inanmıyorum.

Kıpkısa öykülerinizi anlatır mısınız biraz?

Kıpkısa öykü şiirle akraba. Estetik bir düzen barındırması ve bunu göstermesi gerekir. Hesaplı kitaplıdır, arkasında çok ciddi bir teorik temel vardır. Ben bu temelin yanında rahat okunabilsin de istedim yalnız. Öykü, her şeyin başıydı aslında. Ateş yakılır, başında toplanılır, hikâyeler anlatılırdı.

Şimdi?

Şimdi ateş söndü. Televizyon açılıyor, hikâyeler dinlenmiyor.

Ateşi yeniden nasıl yakmalı?

Bilmiyorum...

Bunalım edebiyatı yapmanın anlamı yok!

"Türk edebiyatındaki en önemli sorun, kendini yazar ve şair görenlerin içinde bulundukları psikolojik durum. Uzun uzun cümlelerle kendini bulamamış metinler; öteki tarafta bunları anlamayan okuyucu, daha sonra da birbirini suçlayan okur ve yazar... Türkiye'de uzmanlık isteyen edebiyat ile popüler edebiyat ayrımı var. Edebiyat ve yazar metaya dönüşüyor. Yazdıkları da tüketim malzemesi olarak görülüyor. Yazar, ürettiğinin önüne çıkmamalı. Kendini biraz geride tutmalı. Beyoğlu'nda gezersin, durmadan sıkılırsın... Bunlar geride kaldı. Hiçlik ve yalnızlık problemlerini sosyoloji ve psikoloji çözeli yıllar oluyor. Bunalım edebiyatı yapmanın anlamı yok artık. Bunalıyorsan doktora git. Bunun bir sanat malzemesi olarak kullanılması yanlış. İhtiyar edebiyatı bu. Ben, genç bir öykücüyüm. Çünkü çoğu genç gibi yaşlı öyküler anlatmıyorum. Ben matematiksel, kuramsal yaklaşıyorum."

Jülide Karahan

10 Mayıs 2006/Zaman

Hiç yorum yok: