31 Aralık 2010 Cuma

FİL VE GÜVERCİN'DEN NEŞESİZ BİR SON

Geçtiğimiz hafta Pera Müzesi'nde açılan 'Gelman Koleksiyonu'ndan Frida Kahlo ve Diego Rivera' isimli sergi oldukça hüzünlü biten bir öykünün küçük bir parçasını anlatıyor.


Frida Kahlo ve Diego Rivera'nın 40 yapıtı, Pera Müzesi'nin 3. katına yerleşti. New York'ta sıkılmış, Paris'te yalnız ve mutsuz hissetmişti kendini Frida. İstanbul'da yalnız değil, Diego yanında. Mutsuz da olmamalı... Çünkü İstanbul taktı takıştırdı ve onu rengârenk karşıladı. Hatta 'yeni yıl' gibi bir bahane bularak geçtiği yolları tam 68 bin 412 ampulle ışıklandırdı.

Pera Müzesi'ne çıkan sokakların koku ve sesleri değişti. Kestane ve simit kokusu yerini ıtır ve lavantaya, kösele sesleri ise yerini çıtı pıtı topuk tıkırtılarına bıraktı. Sergiyi en çok, kadınlar beklemişti merakla. Sebep 12 Temmuz 1953 tarihli La Prensa'nın birkaç cümlesinde gizli: "... Sanat tarihinde ilk kez bir kadın, sadece kadını ilgilendiren genel ve özel meseleleri mutlak, çiğ ve diyebiliriz ki sakin ve yırtıcı bir açık sözlülükle dile getirdi..."

KIRMIZI BİR YIĞIN İÇİNDE YEŞİL BİR NOKTA

Bu dile getirişi hazırlayan yaşamın bilinen özeti şöyle: 1907'nin 6 Temmuz'unda Meksiko'ya bağlı Coyoácan'da doğar Frida. Escuela Nacional Preparatoria'ya (Ulusal Hazırlık Okulu) devam ettiği sırada, 1925'in 17 Eylül'ünde, ağır bir otobüs kazası geçirir. Demir bir çubuğun bedenini boydan boya delip geçtiği o kazayla birlikte öğretmenlerinin birinin deyişiyle 'hayat dolu genç kız gider, hüzünlü bir kadın' gelir.

Upuzun iyileşme döneminde resim yapar o hüzünlü kadın. Yürüyebildiğinde resimlerini yıllar önce okulun toplantı salonunda duvar resmi yaparken hayranlıkla izlediği ünlü ressam Diego Rivera'ya götürür. Tek bir sorusu vardır: "Resim yapmaya devam etmeli miyim?" Cevap Diego'nun cüssesi kadar dev bir 'Evet'tir. Bir evet de evliliğe...

1929'un 21 Ağustos'unda evlendiklerinde Frida'nın ailesi yeni evli çifti 'güvercinle fil'e benzetir. Her ne kadar herkes -özellikle de Frida'nın annesi- Diego'yu çirkin, şişko ve yaşlı bulsa da 1949'da bir sergi kataloğu için yazdığı 'Diego'nun Portresi' başlıklı makalesinde şöyle anlatır onu Frida: "...Diego'yu onun yaşamının bir 'izleyicisi' olamayacak ancak bir parçası olacak şekilde seviyorum. ...Belki insanın Diego gibi bir adamla yaşarken 'ne çok sıkıntı çektiği'ne dair sızlanmalar duymayı bekliyorsunuz benden. Ama ben, nehir akıyor diye kıyılarının sıkıntı çektiğine, yağmur yağıyor diye dünyanın sıkıntı çektiğine, enerjisini salarken atomun sıkıntı çektiğine inanmıyorum... benim için her şeyin doğal bir telafisi vardır. Olağanüstü bir yaratığın müttefiki olarak üstlendiğim zor ve anlaşılması güç rolde ödülüm, kırmızı bir yığın içinde yeşil bir noktadır; 'denge'dir benim ödülüm."

ÖYKÜNÜN KÜÇÜK BİR KISMI

1944'te, kötüleşen sağlık durumu nedeniyle çelik korse giymeye ve günlük tutmaya başladığında ünlü bir ressam olmasının yanı sıra hareket etmek isteyen ama hareketsiz, anne olmak isteyen ama çocuksuz bir kadındır Frida. Sayısız ameliyata ve kıpırdayamamasına rağmen 1953 Nisan'ında ülkesindeki ilk kişisel sergisinin açılışına gider, öyle bağlıdır hayata. Bir yandan da günlüğüne "Umarım çıkış neşelidir. Bir daha asla dönmemeyi umut ediyorum." yazacak kadar yorgun. Frida, 1954'ün 13 Temmuz'unda hayattan çıkıp gittiğinde 140 tablo ve bir o kadar çizimin yanı sıra kocaman bir öykü bırakır ardında.

Pera Müzesi'nde 20 Mart'a dek görülebilecek 'Gelman Koleksiyonu'ndan Frida Kahlo ve Diego Rivera' isimli sergi; tablo, desen, fotoğraf ve bir belgesel film yardımıyla bu kocaman öykünün küçük bir kısmını anlatıyor izleyiciye. Frida'nın 'Diego Rivera'nın Portresi' isimli eseriyle başlayan sergi; Kolyeli, Saçörgülü ve Maymunlu Otoportre ile devam ediyor. Tüm bu sorgu dolu portrelerin ardından 'İçi Açılmış Yaşamı Görünce Korkan Gelin'e bakmak neşelendiriyor insanı. 76x61 cm'lik boyutlarıyla nispeten büyük olan bu yağlıboya, iki yarım karpuz parçası ve iki hindistancevizinin beraberce ying-yang oluşturması bir yana baykuş ve çekirge ile Ezop Masalları'nı hatırlatıyor. Tüm bunlardan sonra Diego'nun Kaktüslü Manzara, Ayçiçekleri ve Kala Çiçekçisi gibi yapıtları izleyiciyi öyküden uzaklaştırsa da serginin sonunda 40 dakikalık bir belgesel var ki, çıkışın neşeli olması imkânsız...

Jülide Karahan

Zaman Kültür/ 29 Aralık 2010

Hiç yorum yok: