Telaşlı bir neşeyle konuşmaya başladı: "Bir arkadaşla hamama gittik sabah. Beyazıt'takine... Siz hiç gitmiyor musunuz? Çok ilginç; hâlbuki bu, sizin geleneğiniz..." Hep böyle oluyor. Uzak ülkelerden gelen vakti bol bir turist, bir İngilizce öğretmeni, filanca proje için araştırma yapan bir sanatçı, daha iyi yaşıyor misafir olduğu şehri. Dışarıdan gelen çok daha şanslı. Hele İstanbul'da...
Amanda Burrell, BBC'de yetişmiş bir yapımcı yönetmen. Bağımsız çalışıyor. Pek çok belgesel film yapmış, yönetmiş ve sunmuş. Özellikle BBC, Discovery ve A&E gibi kanallar için... Son çalışması bizimle; İstanbul'la, Beyoğlu'yla ilgili. Aşağı yukarı 80 dakika süren belgeselin ismi: 'Tales of Beyoglu/Beyoğlu Hikâyeleri'.
Beyoğlu'nun müziğini, sanatını, tasarımını, modasını, dansını, tiyatrosunu; kısacası gittikçe büyüyen artistik topluluğunu anlatıyor belgesel. Bir sürü müzisyen, ressam, heykeltıraş, oyuncu, tasarımcı, modacı... Hepsinin ortak noktası, Beyoğlu'ndan beslenmeleri. Galası geçtiğimiz hafta Pera Müzesi'nde yapıldı. Nisan ayı içinde İngiltere'de izleyici karşısına çıkacak. Epey uzun olmasına rağmen su gibi akıyor.
Şöyle soru işaretleri mevcut yalnız: 15 yıldır yurtdışında yaşayan ve çalışan Vahap Avşar'ın bu belgeselde işi ne? Her sorunun bir cevabı var: "Vahap Avşar, 15 yıldır burada değil. Ama şu anlamda doğru isim. Onca yıl sonra birkaç aylığına buraya geldi ve geri dönmeyi hiç istemiyor. Burada çok fırsat olduğunu düşünüyor. İstanbul'un sanat dünyası heyecanlı. New York'tan çok daha fazla..."
"Bir ayağım hep burada artık"
Amanda Burrell, İstanbul'a son anda yapılan bir tatil planıyla 15 yıl önce gelmiş. Çok sevmiş, bayılmış, ne konular çıkar buradan demiş. Geçen yıl İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Sinema Belgesel ve Animasyon Yönetmenliği çalışmaları kapsamında bir belgesel yapma imkânı bulunca da tası tarağı toplamış. Londra'daki evini kiraya verip hayatını askıya alıp Çukurcuma'ya yerleşmiş. "Dünyada başka hiçbir yerde Beyoğlu'nun enerjisi yok. İstiklal Caddesi her yerde olabilir ama Beyoğlu öyle değil." diyen Burrell, herkesle sohbet halinde. Zaten belgeseli de öyle geliştirmiş. Önce biriyle konuşmuş, ondan buna, bundan ona derken hikâyeler çoğaldıkça çoğalmış.
Şimdi her şey bitmiş ama gidecek gibi görünmüyor Amanda. "Londra'da bir hayat, burada bir hayat." diyor ve ekliyor: "4 aydır buradayım. Ya hep kalacağım ya da gidip geleceğim. Başka belgeseller yapmak istiyorum çünkü. Aklımda çok hikâye var. Kapalıçarşı ile ilgili, Antakya ile ilgili... Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, bir ayağım hep burada artık."
Beyoğlu'nu pek çok İstanbulludan çok daha iyi biliyor Burrell. Çukurcuma'daki Babil House'un bir köşesine oturunca dünyayı izliyormuş gibi hissediyor kendini. "İstiklal ayrı. Orası gibi çok cadde var dünyanın dört bir yanında. Ben tüm Beyoğlu'nu kastediyorum. Galata ve Çukurcuma dâhil..." diyor ve ekliyor Burrell: "Bir Ali var, arabayla meyve satıyor. Çok seviyorum onu. Küçük küçük bir sürü bağımsız butik var sonra. Öyle değişik şeyler üretiyorlar ki... En çok Karaköy'deki balık pazarını, Cihangir merdivenlerini, Tophane'ye inmeyi, Serdar-ı Ekrem Sokağı'nı ve Firüzağa Çay Bahçesi'ni seviyorum."
Dışarıdan bakınca her şey siyah-beyaz
"Avrupa'da her şey çok siyah-beyaz. Bilhassa gazete başlıkları..." diyor ve ekliyor Burrell: "Beyoğlu'nda çektiğim de, Yemen'de çektiğim de bambaşka dünyaları anlatan belgeseller oldu. Grinin öyle çok tonu var ki... Ben her zaman Müslüman kültürlere hayranlık besledim. Yemenli kadınların yaşamını anlattığım 'Women in Black'te kadınları olduğu gibi göstermek istedim. Öyle başka bir dünyanın kapıları aralandı ki... Hiçbir şey dışarıdan bakıldığı gibi değil."
Jülide Karahan
Zaman Cumaertesi/29.01.2011
...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder