Santralistanbul'daki 'Transfer' ekibinin Türk güncel sanatına dair izlenimleri farklı. Alman sanatçılar, işlerin çok politik olduğu görüşünde birleşirken Türk sanatçıların cevabı 'Başka nasıl olacak ki? Kişisel hikâyelerimize gelene kadar bir sürü sorun var' diyor.
İki yaşında Alman bir kız çocuğu kırmızı puanlı şapkasıyla İstanbul'da bir otobüste oturuyor. Annesi diğer çocuklarıyla uğraşırken şapkayı göz ucuyla izlemekte. Bir süre sonra kızına kardeşleriyle birlikte inmesini söylerken fark ediyor ki şapkanın altındaki çocuk başka. Kendi kızını ancak aylar sonra bulabiliyor. Almanya'da kulaktan kulağa dolaşan bu hikâyeyi bize aktaran Alman sanatçı Tatjana Doll, "Var mı bunun ötesi?" diyor ve ekliyor: "Almanya'da hangi harften sonra hangisinin geleceği bellidir. Ama burası çok olasılıklı."
Doll, Kuzey Ren Vestfalya (KRV) Kültür Sekreterliği'nin 1990'dan beri iki yılda bir başka bir ülkeyle düzenlediği 'Transfer: Uluslararası Sanat ve Sanatçı Değişim Programı' katılımcılarından biri. 2005 Aralık ayında uluslararası bir jürinin 14 kişiyi davet etmesiyle başlayan proje, Türk sanatçıların Almanya'nın Aachen, Bochum ve Münster kentlerini; Alman sanatçıların da İstanbul, Diyarbakır, İzmir Eskişehir ve Ankara'yı ziyaretleriyle devam etmiş. Bunca zaman ve mekân değişikliğinden bir sürü hikâye kalmış geriye. Türkiye'deki proje ortağı Santralistanbul'daki 'Transfer' isimli sergi, bu hikâyelerden izler taşıyor. Bu izlerin yetmediği yerlere de sanatçıların izlenimleri yetişti.
Heike Weber: Bir değişim programı çerçevesinde iki aylığına Türkiye'ye gelmekten korkuyordum ilk başta. Türkiye, geleneksel ile modern değerler arasında kalmış, AB üyeliği adaylığında ısrar eden, bir o kadar da İslam kültüründe ısrar eden yabancı bir ülke. Demokrasisi kırılgan. Ama geldikten sonra dönmek istemedim geriye. Sanat ortamına gelince, üretimler çok politik. Bize karşı şöyle suçlamalar oldu mesela: "Sanatçı mısınız? Sanat yapamayacak kadar tuzunuz kuru sizin." Sanat yapmak için acı çekilmeli diye genel bir kanı var sanırım.
Anja Jensen: Türk sanatçılar çok politik işler yapıyor. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından bizde de politik işler öne çıkmıştı. Ama sonraki kuşaklar daha global işlerle uğraştı. Türk güncel sanatında da böyle bir değişim olacaktır mutlaka.
Şener Özmen: Alman sanatçılar haklı. Türkiye'de işler daha politik. Ama başka türlü nasıl olacak ki. İki kültürü, iki kültürün sanatsal pratiklerini karşı karşıya koyduğunuzda uçurumu görüyorsunuz zaten. Türkiye'deki sanatçı özellikle 90 sonrası belirginleşen bir tavırla ironi, eleştiri ve provokasyon çıkışlı işler üretmeyi kendine görev bildi. Politik işler üretmek bir tavır, bir konumlanma burada. Sanat, fazladan bir nefes borusu açılması demek bizim için. Hakikaten nefes darlığı çekiyoruz ve yeni soluk borularına ihtiyacımız var.
Eva-Maria Kollischan: Türkiye, Almanya'dan göründüğünden çok daha farklı. Zengin ve yaşayan bir güncel sanat ortamı var. Politik ve medyaya yönelik işler öne çıkıyor ama tüm üretimi bu şekilde sınırlayamayız. Çok farklı işler de yapılıyor.
Ferhat Özgür: Almanya'da güncel sanatın her türlü eylemini kucaklayan, sahiplenen, gösteren ve tetikleyen verimli bir ortam var. Bu, sanatçılara cesaret veriyor. Her türlü eğilimin yeri var orada. Bizdeki güncel sanat ortamı çok zengin ve dinamik ama ne yazık ki bunları gösterebilecek olanaklardan yoksunuz. Türk güncel sanatının politik diye yerel bir etikete tabi tutulmasına karşıyım. Sanatçı, yaşadığı yerden beslenir. Coğrafya sorunluysa bu, işe de siner. Yeni kuşak daha politik olmaya başladı, bu yadsınamaz bir gerçek ama bu yönelim de bir ihtiyaçtan doğuyor aslında. Politik olmaktan yıllarca çekinildikten sonra normal bence.
Stephan Mörsch: Türk güncel sanatı sadece politik sorunlarla ilgilenmiyor aslında. Medyaya yansıyan, dolayısıyla bilinen işler öyle. Türkiye'de bir strateji bu. Politik işler yaparak ünlü olmak çok kolay burada. Yeterince küratör ve yer yok Türkiye'de. Eğer daha çok imkân olsa ve küratörler birbirleriyle didişmeyi bıraksa Türk güncel sanatı daha da gelişecek. Bence asıl problem bu.
Cengiz Tekin: Avrupa'da her şey o kadar rutin ki, hayatın kendisi değil de belgeseli sanki yaşanan. Sanatçılar da daha kişisel hikâyelerle uğraşıyorlar. Biz Türkiye'de kaostan besleniyoruz, biraz filozof gibi davranıyoruz. Toplumsal olaylara değiniyoruz, çünkü sorun var. Bir de sanatın bir şeyler değiştirebileceğine inanıyoruz; umutluyuz yani hâlâ.
Emre Baykal ve Başak Doğa Temur'un küratörlüğündeki Transfer isimli sergide Matthias Schamp, Burak Delier, Elif Çelebi, Aksel Zeydan Göz, Yasemin Özcan Kaya ve Max Sudhues ile birlikte 14 sanatçının çalışmaları yer alıyor. Sergi, Santralistanbul Galeri 1 ve 2'de 20 Ocak'a kadar görülebilir.
Jülide Karahan
18 Aralık 2007/Radikal
18 Aralık 2007 Salı
1 Aralık 2007 Cumartesi
'Biz hem mağdur hem gaddarız'
'Doğu'yu Tüketmek' sergisinin küratörü Prof. Edhem Eldem: 'Türkiye kendi içinde Doğulu saydığına hem oryantalizmin her türlüsünü yapıyor hem de oryantalizme karşı tavır alıp 'vay bize nasıl hakaret edersiniz' diyor.'
Bir roman kahramanı olan Enişte Efendi, berzahta kıyameti beklerken Batı ülkelerinde gördüğü resimlerin cazibesine kapıldığını hatırlar ve günah işlediğini sanarak af diler. Cevabı hisseder içinde: 'Doğu da, Batı da benimdir', 'Peki, hepsinin, bütün bunların... Bu âlemin anlamı nedir?' İçindeki ses 'sır' gibi, 'sev' gibi bir şey der ve Enişte Efendi huzura kavuşur. Dünyada kalanlarsa çeşitli bahanelerle Doğu ve Batı'yı tartışmaya devam eder. (Benim Adım Kırmızı)
Biz de Osmanlı Bankası Müzesi'ndeki 'Doğuyu Tüketmek' sergisinin küratörü Prof. Edhem Eldem'le bir kere daha tartıştık meseleyi.
Yıllardır soru aynı: Doğuluyuz. Ama Batılı olmak, yani modern olmak istiyoruz. Batı, Doğuya 'kötü'diyor. Biz kendimize ne diyeceğiz?
Bu durum aslında oryantalizmin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Batılılaşıyorsanız ya da Batılılaşmak iddiasındaysanız eninde sonunda onun bir sürü prensibini içselleştiriyor ve yeri geliyor kendi kendinize 'kötü' diyorsunuz. Ya Batı'ya göre ya Batı'ya karşı...
'Doğu'yu Tüketmek'te asıl amacınızın bu olmadığını ısrarla söyleseniz de, oryantalizmi tartışmak kaçınılmaz.
Tartışmayalım demiyorum. Derdim Edward Said'e saygı göstermek. Adam 1978'de yazmış zaten. Şimdi bunu temcit pilavı gibi yeniden keşfetmek ayıp oluyor. Edward Said'in çıkışı politikti.
Sizin yaklaşımınız, en azından bu sergide, nasıl?
Said'in derdi meselenin kökenini araştırmaktı. Ben meselenin aşağı doğru akışına, popüler kültür ürünlerine bakıyorum. Türkiye'deki objelerin çoğunu gittigidiyor.com'dan aldım mesela. Palmiyeli bir poster çizen adam, Cezayir'i tahakküm altına alacağını mı düşünüyor? Hayır. Zaten tahakküm altında ayrıca. Bunları suçlu ilan eder, 'vay pis oryantalist' derseniz eserin tadına varamazsınız. Kimse kusura bakmasın posterler çok güzel üstelik. Edward Said Batı'ya bir eleştiri getirdi.
Bu eleştiriler karşısında Doğu'nun tavrı nasıldı? Bu kez sömüren Doğu olmadı mı?
Said, tahakküm fikrinin nasıl ortaya çıktığını ve nasıl ötekileştirme politikasına dönüştüğünü damardan anlattı. 19. yüzyıl entelektüellerinin foyasını meydana çıkardı. Avrupa'ya, Batı'ya büyük bir şamar indirdi. Helali hoş olsun.
Ama şimdi Doğu bu şamarı öyle bir kullanıyor ki, Batı gık dese vay bana küfrettin diye yaygara koparıyor. Yani Doğu, Said'in gayet derin ve sofistike söylemini bir üçüncü dünyacı yaklaşıma indirgedi. Ben de tam buna sinir oluyorum.
Yani bize kızıyorsunuz...
Doğulu bizsek evet. Said, Batı'nın içinde Batı'nın eleştirisini yapmış ve son derece muvaffak olmuş. Doğulu ise armut piş ağzıma düş gibi bir tavırla vay işte Said gösterdi, Batı şeytanın ta kendisi demeye kalkıyor. Bunu çocukça buluyorum. Biz hem mağdur hem gaddarız. Türkiye kendi içinde Doğulu saydığına, ötekileştirdiğine oryantalizmin her türlüsünü yapıyor üstelik. Hem oryantalizme karşı tavır alıp, vay bize nasıl hakaret edersiniz, biz aslında Batılıyız deyip hem de işimize gelince Doğu'nun ta kendisiyiz.
Türkiye'de ipler tam olarak ne zaman koptu?
Modernleşme ile Batılılaşma bir tutulduğunda... Böyle bir durumda Batı sana Doğulusun, gerisin diyor. Ne yapacaksın? Onların yaptıklarını yapacak, eskiden sana ait olanı da defedeceksin. Cumhuriyet bunu sonuna kadar denedi. Arap geleneği diyerek Arabesk ve göbek dansını yasakladı. Kendi içindeki türbanlıyı ve Kürdü ötekileştirdi. Ama iş Ankara'da birkaç baloda tango ve vals yapmakla bitmedi. Bunun bir de tarihi boyutu var. 1923'te doğmak, öncenizin olmaması ya da Orta Asya'daki üç tane dikili taştan ibaret olması kolay değil. Kimlik krizi yaşanması kaçınılmazdı.
Oryantalizm, 1826'da 'Batılı insanların kökenlerini, dillerini, bilimlerini Doğu'ya borçlu olduklarını iddia edenlerin sistemi,' 1840'ta 'Doğu incelemeleri', 1846'da 'Doğulu olan her şeye düşkünlük.' Övgü dolu bir anlamla ortaya çıkan kelimenin manası nasıl bu kadar değişti?
Kırılma 60-70'lerde özellikle Edward Said ile. Said, bunlar oryantalizm adı altında bilim yaptıklarını iddia ediyor ama aslında, bir tahakküm sistemini geliştirdiler deyince kelimenin manası da altüst oluyor. Öyle bir durum ki Doğu'yla ilgilendiğiniz anda suçlu sayılıyorsunuz.
Türkiye'deki oryantalizm süreci nasıl gelişti?
Turizm zoruyla. Batılı turist cami, hamam ve fes gibi klişeleri görmek istedi. Biz 80'lere kadar buna izin vermedik. Mesela Kapalıçarşı'da satılması yasaktı. Turizm patlayınca hamamlar kuruldu, nargile geri geldi, üstelik Türk genci de keşfetti bunları. 1930'da 'dâhi' çocuklarımızla anılmak isterken şimdi 'satıyorsa' Doğulu olabiliyoruz.
Bu olanların geleneksel değerlerin keşfedilmesi anlamında iyi bir tarafı yok mu?
Osmanlı kültürü öyle korkunç eserlerle keşfedilmeye çalışılıyor ki. Donmuş kalmış bir formatı alıp ah ne güzel bunları tekrar yaşatalım, ne cevherler var demek ne kadar mantıklı? Onlara birer egzotik obje gibi yaklaşıyoruz ayrıca. Geliştirmek, yeni bir şey eklemek gibi bir derdimiz yok. Yine oryantalist bakış açısı yani.
Batılı teknikleri denedik ama olmadı, yaranamadık, özümüze dönelim gibi bir yaklaşım olabilir mi?
Onun da etkisi olabilir. Batı'nın koyduğu setler de var. Ağzınızla kuş tutsanız da Türk piyanistsiniz. Bir bezginlik oldu tabii. Tepkisel bir boyut var, bunu yadsıyamayız. Ama bütün hayatı tepkisel yaşayamazsınız ki. Ayrıca tepkisel olunca da güdülüyorsunuz. Komplekslerden arınmak, ne diyecekler baskısından kurtulmak lazım.
Olmadığımız bir şeyi göstermek, göstermediğimiz bir şeyi olmaktan vazgeçmek lazım. Değişen, iyiye giden hiç mi bir şey yok?
Mesela AKP değişti. İslami hassasiyetleri olan bir partiydi, Avrupa'yla ilişkilerini geliştirdi, yeni tipte bir modernite denedi. Bunlar belli bir cendereden çıktığımızın işareti olabilir. Diğeri çok sert bir kalıptı yalnız. Kemalist, laik, seküler... İşlemedi de. Olmak istediğinizi olamıyorsunuz, gerçekten olmak istemiyorsunuz falan. AKP Batı'nın reddinden geldi; en Batıcı, en modernci oldu. Bunun karşısında Kemalizm ya da Kemalizm'in son ürünleri belki kendilerini tekrar tanımlama ihtiyacı duyacak.
Bir yere gidiliyor olabilir ama bilmiyorum. Bir sıkıntı var Türkiye'de. Daha önce de vardı ama bu kadar hissedilmiyordu. Medya yoktu, devlet hemen hemen her şeye hâkimdi, Türkiye kapalı kutuydu. 80'lerden sonra Türkiye açıldı ve ortalık kaynamaya başladı. Ortalık kaynayınca kaos olur ama ilginç şeyler de çıkabilir. Bakalım, bekliyoruz.
'Doğu'yu Tüketmek' sergisi 2 Mart 2008'ye dek Osmanlı Bankası Müzesi'nde.
Jülide Karahan
1 Aralık 2007/Radikal
Bir roman kahramanı olan Enişte Efendi, berzahta kıyameti beklerken Batı ülkelerinde gördüğü resimlerin cazibesine kapıldığını hatırlar ve günah işlediğini sanarak af diler. Cevabı hisseder içinde: 'Doğu da, Batı da benimdir', 'Peki, hepsinin, bütün bunların... Bu âlemin anlamı nedir?' İçindeki ses 'sır' gibi, 'sev' gibi bir şey der ve Enişte Efendi huzura kavuşur. Dünyada kalanlarsa çeşitli bahanelerle Doğu ve Batı'yı tartışmaya devam eder. (Benim Adım Kırmızı)
Biz de Osmanlı Bankası Müzesi'ndeki 'Doğuyu Tüketmek' sergisinin küratörü Prof. Edhem Eldem'le bir kere daha tartıştık meseleyi.
Yıllardır soru aynı: Doğuluyuz. Ama Batılı olmak, yani modern olmak istiyoruz. Batı, Doğuya 'kötü'diyor. Biz kendimize ne diyeceğiz?
Bu durum aslında oryantalizmin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Batılılaşıyorsanız ya da Batılılaşmak iddiasındaysanız eninde sonunda onun bir sürü prensibini içselleştiriyor ve yeri geliyor kendi kendinize 'kötü' diyorsunuz. Ya Batı'ya göre ya Batı'ya karşı...
'Doğu'yu Tüketmek'te asıl amacınızın bu olmadığını ısrarla söyleseniz de, oryantalizmi tartışmak kaçınılmaz.
Tartışmayalım demiyorum. Derdim Edward Said'e saygı göstermek. Adam 1978'de yazmış zaten. Şimdi bunu temcit pilavı gibi yeniden keşfetmek ayıp oluyor. Edward Said'in çıkışı politikti.
Sizin yaklaşımınız, en azından bu sergide, nasıl?
Said'in derdi meselenin kökenini araştırmaktı. Ben meselenin aşağı doğru akışına, popüler kültür ürünlerine bakıyorum. Türkiye'deki objelerin çoğunu gittigidiyor.com'dan aldım mesela. Palmiyeli bir poster çizen adam, Cezayir'i tahakküm altına alacağını mı düşünüyor? Hayır. Zaten tahakküm altında ayrıca. Bunları suçlu ilan eder, 'vay pis oryantalist' derseniz eserin tadına varamazsınız. Kimse kusura bakmasın posterler çok güzel üstelik. Edward Said Batı'ya bir eleştiri getirdi.
Bu eleştiriler karşısında Doğu'nun tavrı nasıldı? Bu kez sömüren Doğu olmadı mı?
Said, tahakküm fikrinin nasıl ortaya çıktığını ve nasıl ötekileştirme politikasına dönüştüğünü damardan anlattı. 19. yüzyıl entelektüellerinin foyasını meydana çıkardı. Avrupa'ya, Batı'ya büyük bir şamar indirdi. Helali hoş olsun.
Ama şimdi Doğu bu şamarı öyle bir kullanıyor ki, Batı gık dese vay bana küfrettin diye yaygara koparıyor. Yani Doğu, Said'in gayet derin ve sofistike söylemini bir üçüncü dünyacı yaklaşıma indirgedi. Ben de tam buna sinir oluyorum.
Yani bize kızıyorsunuz...
Doğulu bizsek evet. Said, Batı'nın içinde Batı'nın eleştirisini yapmış ve son derece muvaffak olmuş. Doğulu ise armut piş ağzıma düş gibi bir tavırla vay işte Said gösterdi, Batı şeytanın ta kendisi demeye kalkıyor. Bunu çocukça buluyorum. Biz hem mağdur hem gaddarız. Türkiye kendi içinde Doğulu saydığına, ötekileştirdiğine oryantalizmin her türlüsünü yapıyor üstelik. Hem oryantalizme karşı tavır alıp, vay bize nasıl hakaret edersiniz, biz aslında Batılıyız deyip hem de işimize gelince Doğu'nun ta kendisiyiz.
Türkiye'de ipler tam olarak ne zaman koptu?
Modernleşme ile Batılılaşma bir tutulduğunda... Böyle bir durumda Batı sana Doğulusun, gerisin diyor. Ne yapacaksın? Onların yaptıklarını yapacak, eskiden sana ait olanı da defedeceksin. Cumhuriyet bunu sonuna kadar denedi. Arap geleneği diyerek Arabesk ve göbek dansını yasakladı. Kendi içindeki türbanlıyı ve Kürdü ötekileştirdi. Ama iş Ankara'da birkaç baloda tango ve vals yapmakla bitmedi. Bunun bir de tarihi boyutu var. 1923'te doğmak, öncenizin olmaması ya da Orta Asya'daki üç tane dikili taştan ibaret olması kolay değil. Kimlik krizi yaşanması kaçınılmazdı.
Oryantalizm, 1826'da 'Batılı insanların kökenlerini, dillerini, bilimlerini Doğu'ya borçlu olduklarını iddia edenlerin sistemi,' 1840'ta 'Doğu incelemeleri', 1846'da 'Doğulu olan her şeye düşkünlük.' Övgü dolu bir anlamla ortaya çıkan kelimenin manası nasıl bu kadar değişti?
Kırılma 60-70'lerde özellikle Edward Said ile. Said, bunlar oryantalizm adı altında bilim yaptıklarını iddia ediyor ama aslında, bir tahakküm sistemini geliştirdiler deyince kelimenin manası da altüst oluyor. Öyle bir durum ki Doğu'yla ilgilendiğiniz anda suçlu sayılıyorsunuz.
Türkiye'deki oryantalizm süreci nasıl gelişti?
Turizm zoruyla. Batılı turist cami, hamam ve fes gibi klişeleri görmek istedi. Biz 80'lere kadar buna izin vermedik. Mesela Kapalıçarşı'da satılması yasaktı. Turizm patlayınca hamamlar kuruldu, nargile geri geldi, üstelik Türk genci de keşfetti bunları. 1930'da 'dâhi' çocuklarımızla anılmak isterken şimdi 'satıyorsa' Doğulu olabiliyoruz.
Bu olanların geleneksel değerlerin keşfedilmesi anlamında iyi bir tarafı yok mu?
Osmanlı kültürü öyle korkunç eserlerle keşfedilmeye çalışılıyor ki. Donmuş kalmış bir formatı alıp ah ne güzel bunları tekrar yaşatalım, ne cevherler var demek ne kadar mantıklı? Onlara birer egzotik obje gibi yaklaşıyoruz ayrıca. Geliştirmek, yeni bir şey eklemek gibi bir derdimiz yok. Yine oryantalist bakış açısı yani.
Batılı teknikleri denedik ama olmadı, yaranamadık, özümüze dönelim gibi bir yaklaşım olabilir mi?
Onun da etkisi olabilir. Batı'nın koyduğu setler de var. Ağzınızla kuş tutsanız da Türk piyanistsiniz. Bir bezginlik oldu tabii. Tepkisel bir boyut var, bunu yadsıyamayız. Ama bütün hayatı tepkisel yaşayamazsınız ki. Ayrıca tepkisel olunca da güdülüyorsunuz. Komplekslerden arınmak, ne diyecekler baskısından kurtulmak lazım.
Olmadığımız bir şeyi göstermek, göstermediğimiz bir şeyi olmaktan vazgeçmek lazım. Değişen, iyiye giden hiç mi bir şey yok?
Mesela AKP değişti. İslami hassasiyetleri olan bir partiydi, Avrupa'yla ilişkilerini geliştirdi, yeni tipte bir modernite denedi. Bunlar belli bir cendereden çıktığımızın işareti olabilir. Diğeri çok sert bir kalıptı yalnız. Kemalist, laik, seküler... İşlemedi de. Olmak istediğinizi olamıyorsunuz, gerçekten olmak istemiyorsunuz falan. AKP Batı'nın reddinden geldi; en Batıcı, en modernci oldu. Bunun karşısında Kemalizm ya da Kemalizm'in son ürünleri belki kendilerini tekrar tanımlama ihtiyacı duyacak.
Bir yere gidiliyor olabilir ama bilmiyorum. Bir sıkıntı var Türkiye'de. Daha önce de vardı ama bu kadar hissedilmiyordu. Medya yoktu, devlet hemen hemen her şeye hâkimdi, Türkiye kapalı kutuydu. 80'lerden sonra Türkiye açıldı ve ortalık kaynamaya başladı. Ortalık kaynayınca kaos olur ama ilginç şeyler de çıkabilir. Bakalım, bekliyoruz.
'Doğu'yu Tüketmek' sergisi 2 Mart 2008'ye dek Osmanlı Bankası Müzesi'nde.
Jülide Karahan
1 Aralık 2007/Radikal
29 Kasım 2007 Perşembe
Performansı nasıl satın alabilirim?
Bu yıl ikincisi düzenlenen Contemporary İstanbul fuarı yarın başlıyor. Fuarın direktörü Orhan Taner geçen yıl 'İddiamız 10 yıl sonra dünyadaki ilk 10 sanatsal etkinlik arasında yer almak' diyordu. Taner bu yıl daha da iddialı: 10 mu, çok demişiz. Çekingenlik etmişiz. Beş yıl. 2010'da en önemli 10 sanat fuarı arasına gireceğiz. Hatta beş ya da altı...
Adını ilk kez geçen yıl bu zamanlarda duyduğumuz uluslararası çağdaş sanat fuarı Contemporary İstanbul'un ikincisi bugün başlıyor. İlk basın toplantısında, Levent Çalıkoğlu ve Mahmut Hamsici ile işbirliği yaparak hazırladığımız sivri uçlu soruları Contemporary İstanbul direktörü Orhan Taner'e özellikle toplantı sırasında sormuştuk ki iyice köşeye sıkışsın.
Ama vakit gelip de fuarın kapısından içeri girdiğimizde köşeye sıkışan biz olduk. Mekânın kurgusu, yenilenen ışıklandırma ve yeşil elmalar bir tarafa, pek çok eseri izlemenin cazibesine kapılarak epey zaman harcadık içeride. Ön izlemeyle birlikte Lütfi Kırdar'da geçirilen beş günün ertesinde herkes fuarın başarısını anlattı birbirine. Contemporary İstanbul, nasıl olmuş da, Türkiye çağdaş sanat ortamını ortak bir beğenide toplayabilmişti? Bu kayıtsız şartsız başarının sırrı neydi? Geçen yıl bizi "Bu daha başlangıç" diye uyaran Orhan Taner, bu yıl en çok 'uluslararası' kelimesini kullandı konuşmasında. Gerisini varın siz düşünün...
İlk basın toplantısında danışma kurulunun koleksiyonerlerden ve işadamlarından oluşmasını eleştirmiş; sanatçı ve küratörlerin nerede olduğunu sormuştuk. Sonra fuara gidip, tabir yerindeyse, ağzımızın payını aldık.
Gazeteciler bir tarafa, hiçbir zaman birbiriyle aynı fikirde olmayan Türkiye çağdaş sanat ortamından tam not almayı nasıl başardınız?
O basın toplantısını hatırlıyorum. Levent Çalıkoğlu ilk başta bize tepkisel yaklaşan isimlerden biriydi. Ama bu sene küratörlüğünü yaptığı bir sergiyle fuarımızda yer alıyor. Birkaç istisna dışında herkesi aynı çatı altında topladık. Başarımızın ardında onca eleştiriye rağmen değiştirmediğimiz vizyonumuz yatıyor. Berlin'in doğusu ile Şanghay'ın batısındaki coğrafyanın bir sanatsal başkente ihtiyacı var. Atina, Viyana, Abu Dabi gibi merkez olmaya soyunanların İstanbul'un yanında hiç şansı yok. Bunu idrak etmek ve kendimizin farkına varıp hedefi büyütmek çok önemli. Yabancılara gösteriş olsun, turizm ve ekonomi güçlensin diye değil, kendimizi bu bölgenin merkezinde hissetmek için yapmalıyız bunu. O zaman başarı kaçınılmaz oluyor.
Geçen yılki iddianız 10 yıl sonra dünyadaki ilk 10 sanatsal etkinlik arasında yer almaktı...
10 mu, çok demişiz. Çekingenlik etmişiz. beş yıl. 2010'da dünyanın en önemli 10 sanat fuarı arasına gireceğiz. Hatta ilk beş ya da altıya...
Contemporary İstanbul'da bu yıla özgü beklentileriniz neler?
Bu yıl iki yeni hedef belirledik. Biri eserle izleyiciyi barıştırmak. Yani hem mevcut izleyiciyle çağdaş sanat eserini barıştırmak, hem de daha geniş bir izleyici kitlesine ulaşmak. Yani yeni koleksiyonerler kazanmak. İkinci hedefse fuarı uluslararasılaştırmak. 76 galerinin 35'inin yurtdışından olduğunu düşününce o da oldu sayılır.
Geçen yıl galerilerin yüzde 15'i yabancıydı. Bu yıl yüzde 50'si. Yurtdışı galerileri artacak, bir zaman gelecek ve hiç Türk galeri olmayacak mı?
Uluslararası galeriden kastım onun başka bir ülkede olması değil. Türkiye'de olmak uluslararası olmaya engel teşkil etmez. Bir galerinin uluslararası sanatçılarla çalışması, uluslararası fuarlara katılması, uluslararası koleksiyoner ağı oluşturması yani uluslararası düşünmesi gerek.
Yabancı koleksiyonerlere Türk çağdaş sanatını tanıtıp pazarlamak birinci, Türk koleksiyonerlere yabancı sanatçıları tanıtmak ikinci ayak. Bu ikisi atbaşı mı gidecek?
Sizin tabirinizle atbaşı gidecek. Türkiye'de çağdaş sanatın öne çıkmasını istiyorsak eserleri yabancı koleksiyonerlere de satmamız lazım. Bu bir. Yerli koleksiyonerler yabancı galerilerdeki eserleri görüp Türk sanatçıların eserleriyle karşılaştıracak. Bu iki. Ayrıca Türkiye'deki sanatçı ve galericinin üzerinde uluslararası standartları yakalama, uluslararası temaları işleme, uluslararası teknikleri kullanma gibi bir baskı, bir yönelme de olacak. Türk çağdaş sanatı da tüm bu faktörlerden beslenecek.
Türk çağdaş/güncel sanatı galerilerde ne kadar temsil ediliyor?
Türkiye'deki galericiler biz çağdaş sanatı destekliyoruz diyor ama aslında çağdaş sanatla uğraşan çoğu sanatçımız temsil edilmiyor. Galericilerimizin çoğu modern ile çağdaş sanat arasındaki ince uzun ipte cambazlık yapan sanatçıları destekliyor aslında. Bunu anlayışla karşılamak lazım, çünkü ticari olarak daha eminler. Bizim en büyük arzularımızdan biri Türk koleksiyonerlerin güncel sanata ilgi göstermesi. Resmin ötesinde heykel, video, yerleştirme ve fotoğraf satın almaları ve hatta performans sanatı nasıl alınır diye sormaları.
Beral Madra, geçen yıl yazdığı 'Türkiye kendini sorgulayamıyor' başlıklı bir yazısında Berlin'de irkilerek gezdiği birkaç sergiyi anlatmış ve Türkiye'deki sanat fuarlarının tecimsel sanatı göstermeye devam ettiğinden yakınmıştı. Contemporary İstanbul bu eleştiriye cevap verecek kadar cesaretli davranabilecek, yeni denemelere açık olabilecek mi?
Beral hanım eleştirisinde çok haklı ama bunu bir gecede yapamazsınız. Bizim yapmaya çalıştığımız modern sanat koleksiyonerini kapıdan sokup sonra onun karşısına sorgulayıcı sanatın örneklerini koymak. Beklediğimiz 50 bin ziyaretçinin hepsi dünya çağdaş sanat piyasasını çok yakından takip eden insanlar değil ki. Modern Türk sanatının koleksiyonerleri de var. Onlar içeride sorgulayıcı sanatı gördüklerinde kendi galerilerini de sorgulamaya başlayacaklar.
Türkiye'nin içsel dinamiklerinden kaynaklanan eleştirilere göğüs gerebilecek misiniz? Ne kadar cesursunuz?
Geçen sene de cesurduk. Basın toplantısında eleştiri yağmuruna tutulduk ama yılmadık. Bu sene yaptığımız pek çok şey için de geçerli bu. Bazı kesimler 35 yabancı galerinin Türkiye'de aynı anda bir araya gelmesinden hiç memnun değil. Çünkü buradaki bir çok koleksiyonerin yepyeni eserler göreceğinin farkındalar. Bizde senelerdir içe kapalı bir sanat ticareti vardı. Türkiye'deki galeriler bu güne kadar hep emin ticareti yeğlediği için açılım yapamadı. Artık yapacak.
Contemporary İstanbul'un ikincisi 5-9 Eylül'de, bienalle eşzamanlı açılmayı planlamıştı. Neden vazgeçildi?
Birincisi, bienalle karşılıklı gölgeleşmek istemedik. İstanbul bienali'nin açılış haftası çok yoğundu. Kimse bienalin şovunu çalamaz ama pek çok yan etkinlik gerçekleşti. İkincisi, biz geçen sene bu tarihi ilan ettiğimizde İstanbul'daki bir çağdaş sanat fuarının ancak bienal gibi çok önemli uluslararası bir etkinlikle aynı zamanda yapılırsa büyüyebileceği yönündeki telkinlerin etkisindeydik. Fakat fuarın sonunda gördük ki aslında tahminimizden de hızlı ilerliyoruz.
Deutsche Bank sadece maddi anlamda değil, çağdaş sanat koleksiyonu referansıyla da arkanızdaydı ve arkanızda kalması öngörülüyordu. Neden bu sene çekildi?
Onların genel politikasından kaynaklandı bu. Bölgede şube bankacılığına girmeme kararı aldı ve Türkiye'deki sosyal sorumluluk programlarında da değişiklik yaptı. İşbirliğimizi karşılıklı anlaşarak bitirdik.
Ama banka birkaç ay önce Türkiye'deki sponsorluk ilişkilerine devam ediyordu. Sakıp Sabancı Müzesi ile ortak bir sergi yaptılar...
Evet, çok da güzel bir sergi oldu. Bankanın Türkiye'deki diğer sponsorlukları devam edebilir. Bizim fuarımız için belki ileride ve başka formatlarda işbirliğine de gidilir. Ama bu yıl biz Akbank Private Banking ile çalışıyoruz.
Geçen yıl eserlerin yüzde 74'ü satıldı ve 5 milyon avro civarında bir para döndü. Bu miktar sizi tatmin etti mi? Bu yılki hedef nedir?
Basel'de 2 milyar dolarlık aktivite oluyor. 5 milyon avro dünya standartlarının altında. Ama merdiveni hızlıca ve nefesimiz kesilmeden tırmanıp o rakamlara ulaşacağız. Bu yıl iki, belki de üçe katlamayı düşünüyoruz.
Jülide Karahan
29 Kasım 2007/Radikal
Adını ilk kez geçen yıl bu zamanlarda duyduğumuz uluslararası çağdaş sanat fuarı Contemporary İstanbul'un ikincisi bugün başlıyor. İlk basın toplantısında, Levent Çalıkoğlu ve Mahmut Hamsici ile işbirliği yaparak hazırladığımız sivri uçlu soruları Contemporary İstanbul direktörü Orhan Taner'e özellikle toplantı sırasında sormuştuk ki iyice köşeye sıkışsın.
Ama vakit gelip de fuarın kapısından içeri girdiğimizde köşeye sıkışan biz olduk. Mekânın kurgusu, yenilenen ışıklandırma ve yeşil elmalar bir tarafa, pek çok eseri izlemenin cazibesine kapılarak epey zaman harcadık içeride. Ön izlemeyle birlikte Lütfi Kırdar'da geçirilen beş günün ertesinde herkes fuarın başarısını anlattı birbirine. Contemporary İstanbul, nasıl olmuş da, Türkiye çağdaş sanat ortamını ortak bir beğenide toplayabilmişti? Bu kayıtsız şartsız başarının sırrı neydi? Geçen yıl bizi "Bu daha başlangıç" diye uyaran Orhan Taner, bu yıl en çok 'uluslararası' kelimesini kullandı konuşmasında. Gerisini varın siz düşünün...
İlk basın toplantısında danışma kurulunun koleksiyonerlerden ve işadamlarından oluşmasını eleştirmiş; sanatçı ve küratörlerin nerede olduğunu sormuştuk. Sonra fuara gidip, tabir yerindeyse, ağzımızın payını aldık.
Gazeteciler bir tarafa, hiçbir zaman birbiriyle aynı fikirde olmayan Türkiye çağdaş sanat ortamından tam not almayı nasıl başardınız?
O basın toplantısını hatırlıyorum. Levent Çalıkoğlu ilk başta bize tepkisel yaklaşan isimlerden biriydi. Ama bu sene küratörlüğünü yaptığı bir sergiyle fuarımızda yer alıyor. Birkaç istisna dışında herkesi aynı çatı altında topladık. Başarımızın ardında onca eleştiriye rağmen değiştirmediğimiz vizyonumuz yatıyor. Berlin'in doğusu ile Şanghay'ın batısındaki coğrafyanın bir sanatsal başkente ihtiyacı var. Atina, Viyana, Abu Dabi gibi merkez olmaya soyunanların İstanbul'un yanında hiç şansı yok. Bunu idrak etmek ve kendimizin farkına varıp hedefi büyütmek çok önemli. Yabancılara gösteriş olsun, turizm ve ekonomi güçlensin diye değil, kendimizi bu bölgenin merkezinde hissetmek için yapmalıyız bunu. O zaman başarı kaçınılmaz oluyor.
Geçen yılki iddianız 10 yıl sonra dünyadaki ilk 10 sanatsal etkinlik arasında yer almaktı...
10 mu, çok demişiz. Çekingenlik etmişiz. beş yıl. 2010'da dünyanın en önemli 10 sanat fuarı arasına gireceğiz. Hatta ilk beş ya da altıya...
Contemporary İstanbul'da bu yıla özgü beklentileriniz neler?
Bu yıl iki yeni hedef belirledik. Biri eserle izleyiciyi barıştırmak. Yani hem mevcut izleyiciyle çağdaş sanat eserini barıştırmak, hem de daha geniş bir izleyici kitlesine ulaşmak. Yani yeni koleksiyonerler kazanmak. İkinci hedefse fuarı uluslararasılaştırmak. 76 galerinin 35'inin yurtdışından olduğunu düşününce o da oldu sayılır.
Geçen yıl galerilerin yüzde 15'i yabancıydı. Bu yıl yüzde 50'si. Yurtdışı galerileri artacak, bir zaman gelecek ve hiç Türk galeri olmayacak mı?
Uluslararası galeriden kastım onun başka bir ülkede olması değil. Türkiye'de olmak uluslararası olmaya engel teşkil etmez. Bir galerinin uluslararası sanatçılarla çalışması, uluslararası fuarlara katılması, uluslararası koleksiyoner ağı oluşturması yani uluslararası düşünmesi gerek.
Yabancı koleksiyonerlere Türk çağdaş sanatını tanıtıp pazarlamak birinci, Türk koleksiyonerlere yabancı sanatçıları tanıtmak ikinci ayak. Bu ikisi atbaşı mı gidecek?
Sizin tabirinizle atbaşı gidecek. Türkiye'de çağdaş sanatın öne çıkmasını istiyorsak eserleri yabancı koleksiyonerlere de satmamız lazım. Bu bir. Yerli koleksiyonerler yabancı galerilerdeki eserleri görüp Türk sanatçıların eserleriyle karşılaştıracak. Bu iki. Ayrıca Türkiye'deki sanatçı ve galericinin üzerinde uluslararası standartları yakalama, uluslararası temaları işleme, uluslararası teknikleri kullanma gibi bir baskı, bir yönelme de olacak. Türk çağdaş sanatı da tüm bu faktörlerden beslenecek.
Türk çağdaş/güncel sanatı galerilerde ne kadar temsil ediliyor?
Türkiye'deki galericiler biz çağdaş sanatı destekliyoruz diyor ama aslında çağdaş sanatla uğraşan çoğu sanatçımız temsil edilmiyor. Galericilerimizin çoğu modern ile çağdaş sanat arasındaki ince uzun ipte cambazlık yapan sanatçıları destekliyor aslında. Bunu anlayışla karşılamak lazım, çünkü ticari olarak daha eminler. Bizim en büyük arzularımızdan biri Türk koleksiyonerlerin güncel sanata ilgi göstermesi. Resmin ötesinde heykel, video, yerleştirme ve fotoğraf satın almaları ve hatta performans sanatı nasıl alınır diye sormaları.
Beral Madra, geçen yıl yazdığı 'Türkiye kendini sorgulayamıyor' başlıklı bir yazısında Berlin'de irkilerek gezdiği birkaç sergiyi anlatmış ve Türkiye'deki sanat fuarlarının tecimsel sanatı göstermeye devam ettiğinden yakınmıştı. Contemporary İstanbul bu eleştiriye cevap verecek kadar cesaretli davranabilecek, yeni denemelere açık olabilecek mi?
Beral hanım eleştirisinde çok haklı ama bunu bir gecede yapamazsınız. Bizim yapmaya çalıştığımız modern sanat koleksiyonerini kapıdan sokup sonra onun karşısına sorgulayıcı sanatın örneklerini koymak. Beklediğimiz 50 bin ziyaretçinin hepsi dünya çağdaş sanat piyasasını çok yakından takip eden insanlar değil ki. Modern Türk sanatının koleksiyonerleri de var. Onlar içeride sorgulayıcı sanatı gördüklerinde kendi galerilerini de sorgulamaya başlayacaklar.
Türkiye'nin içsel dinamiklerinden kaynaklanan eleştirilere göğüs gerebilecek misiniz? Ne kadar cesursunuz?
Geçen sene de cesurduk. Basın toplantısında eleştiri yağmuruna tutulduk ama yılmadık. Bu sene yaptığımız pek çok şey için de geçerli bu. Bazı kesimler 35 yabancı galerinin Türkiye'de aynı anda bir araya gelmesinden hiç memnun değil. Çünkü buradaki bir çok koleksiyonerin yepyeni eserler göreceğinin farkındalar. Bizde senelerdir içe kapalı bir sanat ticareti vardı. Türkiye'deki galeriler bu güne kadar hep emin ticareti yeğlediği için açılım yapamadı. Artık yapacak.
Contemporary İstanbul'un ikincisi 5-9 Eylül'de, bienalle eşzamanlı açılmayı planlamıştı. Neden vazgeçildi?
Birincisi, bienalle karşılıklı gölgeleşmek istemedik. İstanbul bienali'nin açılış haftası çok yoğundu. Kimse bienalin şovunu çalamaz ama pek çok yan etkinlik gerçekleşti. İkincisi, biz geçen sene bu tarihi ilan ettiğimizde İstanbul'daki bir çağdaş sanat fuarının ancak bienal gibi çok önemli uluslararası bir etkinlikle aynı zamanda yapılırsa büyüyebileceği yönündeki telkinlerin etkisindeydik. Fakat fuarın sonunda gördük ki aslında tahminimizden de hızlı ilerliyoruz.
Deutsche Bank sadece maddi anlamda değil, çağdaş sanat koleksiyonu referansıyla da arkanızdaydı ve arkanızda kalması öngörülüyordu. Neden bu sene çekildi?
Onların genel politikasından kaynaklandı bu. Bölgede şube bankacılığına girmeme kararı aldı ve Türkiye'deki sosyal sorumluluk programlarında da değişiklik yaptı. İşbirliğimizi karşılıklı anlaşarak bitirdik.
Ama banka birkaç ay önce Türkiye'deki sponsorluk ilişkilerine devam ediyordu. Sakıp Sabancı Müzesi ile ortak bir sergi yaptılar...
Evet, çok da güzel bir sergi oldu. Bankanın Türkiye'deki diğer sponsorlukları devam edebilir. Bizim fuarımız için belki ileride ve başka formatlarda işbirliğine de gidilir. Ama bu yıl biz Akbank Private Banking ile çalışıyoruz.
Geçen yıl eserlerin yüzde 74'ü satıldı ve 5 milyon avro civarında bir para döndü. Bu miktar sizi tatmin etti mi? Bu yılki hedef nedir?
Basel'de 2 milyar dolarlık aktivite oluyor. 5 milyon avro dünya standartlarının altında. Ama merdiveni hızlıca ve nefesimiz kesilmeden tırmanıp o rakamlara ulaşacağız. Bu yıl iki, belki de üçe katlamayı düşünüyoruz.
Jülide Karahan
29 Kasım 2007/Radikal
13 Kasım 2007 Salı
'Hayat birçok oyunu bozar'
Murat Morova, Galeri Nev'deki sergisinde annesinin küçük bir çocukken 'bakarak yapmaya çalış' diye önüne koyduğu Matrakçı Nasuh'un minyatürlerine dönüyor.
Aslında hacca gitmektir genç adamın niyeti. Yol üstündeki bir ağaç gönlüne hoş gelince, nihai amacı erteler ve orada kalır. Hacca giden bir ihtiyara anlatır ağacın altındaki huzurunu. İhtiyar ibadetini etmiş dönerken, genç hâlâ oradadır. Ertesi sene de bir başka ağacın dibinde. Ferahlığı yolda bularak caymıştır kendine bir son tayin etmekten. Sanatçı Murat Morova da İbn-i Arabî'nin kıssasındaki genç gibi. "Yolda olma duygusunu seviyorum. Tamamlamakla, sona ulaşmakla ilgili bir derdim yok. Son şimdi; kendimi bulduğum yer." diyen 53 yaşındaki sanatçının bu günlerdeki gölgeliği Galeri Nev. Vesilesi de 'Unutulmuş Manzaralar/Menâzir-i Mersiyye' isimli kişisel sergisi. Annesine, minyatür ustası Matrakçı Nasuh'a ve ikisinin içinde olduğu bir çocukluk anına adanmış bir sergi bu. Annesinin Matrakçı Nasuh'a ait küçük bir albümü eline tutuşturup "bakarak yapmaya çalış bakalım" dediği o çocukluk anına...
Haliç manzaralı binanın son iki katına yerleşen 'Unutulmuş Manzaralar', eski bir minyatür kitabının dağılan sayfalarını bir araya getirmiş sanki. Peygamber ile dört halifeyi simgeleyen gülleri taşıyan deve; şehir meydanları, bahar dalları ve bismillah kuşları arasından geçip pencereden görünen İstanbul manzarasına karışıyor. Sembollerin her birini özenle seçen sanatçı, "Sergi, izleyicinin bakışındaki görme samimiyetine bağlı olarak kendini katman katman açacak." diyor ve ekliyor: "Hikâyeler, bakan gözün bilgi ve duyarlığına bağlı. Şimdiki zamanın ağaçları, köprüleri, bina ve anıtları kendi kimlik ve iktidarlarından soyunup eski bir Doğu zamanına gitti. Bir zamanların ilhamlı; günümüzünse yanmış, yıkılmış ve işgal edilmiş coğrafyasına... Yani unutulmuş manzaralara."
Resim tarihine yolculuk
Yolculuk, Doğu coğrafyasıyla sınırlı kalmayarak resmin tarihine sapıyor. Minyatür, hat, fotoğraf, desen, kolaj ve bilmediğimiz nice tekniği bir araya getiren Morova, Batı resminin perspektife dayanan peyzajını Doğu estetiğinin perspektifi reddeden tavrıyla ele aldığını söylüyor. "Suret yasağı vardı, o yüzden resim geri kaldı" ya da "Rönesans yaşanmadığı için sanat gelişemedi" gibi iddiaları reddeden sanatçı, bunun tersini kanıtlamak için çıkmış yola. "Bu kadar köklü bir medeniyet bazı şeyleri yapmıyorsa bir nedeni vardır. Bu, bilmemek değil, tercih etmemektir. Kırmızı giymiyorsam kırmızıyı bilmediğimden değil. Tercih etmediğimden, iç terbiyeme yakıştırmadığımdan..." diyen Morova, perspektifin Doğu'da Batı'dan çok önce bilindiğine emin.
Araştırmaları sırasında Arap bilgini İbn-i Heysem'in 'Kitab-ül Menâzir' isimli kitabına rastlayan sanatçı, bu kitabın Kepler ve Newton'un teorilerine kaynaklık ettiğini söylüyor ve ekliyor: "1000'li yıllarda bakma ve görme üzerine bu kadar yoğunlaşmış bir kültürün bunu sanata aktarıp aktarmamasında bir tercih söz konusu. Tercih etmedik diye sanatımız geri kalmış değildir. Bilelim ya da bilmeyelim yığınla insana vefa borcumuz var."
Kendi kültürümüzden utanır olduğumuzu ve mış gibi yaparak yaşadığımızı söyleyen sanatçı, toplumun bir samimiyet sorunu yaşadığını hatırlatarak "Her şey sonradan monte edildi, tepeden indi. Cumhuriyet'in dayatmaları, elit kadroların inatları... Yarım bir modernizm, yarım bir demokrasi içinde savruluyoruz. Güncel sanat tanımları yapılıyor. Kimin içeride, kimin dışarıda olduğuna birtakım dukalar karar veriyor. Hayat böyle bir şey değil ki. Hayat birçok oyunu bir zaman sonra kendiliğinden bozar." diyor.
Bu kırılmalardan bir nebze uzak kalmasını çocuklukta aldığı içselleştirilmiş değerlere, yani mayasının sağlam olmasına bağlayan Morova; okuyarak, belli izlekleri takip ederek kendine ait bir yolculuk yapıyor. Yolculuğundan mesul bu sergiyi Kaz Dağları'nda, resmi nüfusu 17 olan bir köyde hazırlamış. Çözümler ve cevaplar yerine yeni sorularla örülü sergi, 1 Aralık'a kadar sanatseveri, özellikle de kabı geniş olanları bekliyor.
Jülide Karahan
13 Kasım 2007/Radikal
Aslında hacca gitmektir genç adamın niyeti. Yol üstündeki bir ağaç gönlüne hoş gelince, nihai amacı erteler ve orada kalır. Hacca giden bir ihtiyara anlatır ağacın altındaki huzurunu. İhtiyar ibadetini etmiş dönerken, genç hâlâ oradadır. Ertesi sene de bir başka ağacın dibinde. Ferahlığı yolda bularak caymıştır kendine bir son tayin etmekten. Sanatçı Murat Morova da İbn-i Arabî'nin kıssasındaki genç gibi. "Yolda olma duygusunu seviyorum. Tamamlamakla, sona ulaşmakla ilgili bir derdim yok. Son şimdi; kendimi bulduğum yer." diyen 53 yaşındaki sanatçının bu günlerdeki gölgeliği Galeri Nev. Vesilesi de 'Unutulmuş Manzaralar/Menâzir-i Mersiyye' isimli kişisel sergisi. Annesine, minyatür ustası Matrakçı Nasuh'a ve ikisinin içinde olduğu bir çocukluk anına adanmış bir sergi bu. Annesinin Matrakçı Nasuh'a ait küçük bir albümü eline tutuşturup "bakarak yapmaya çalış bakalım" dediği o çocukluk anına...
Haliç manzaralı binanın son iki katına yerleşen 'Unutulmuş Manzaralar', eski bir minyatür kitabının dağılan sayfalarını bir araya getirmiş sanki. Peygamber ile dört halifeyi simgeleyen gülleri taşıyan deve; şehir meydanları, bahar dalları ve bismillah kuşları arasından geçip pencereden görünen İstanbul manzarasına karışıyor. Sembollerin her birini özenle seçen sanatçı, "Sergi, izleyicinin bakışındaki görme samimiyetine bağlı olarak kendini katman katman açacak." diyor ve ekliyor: "Hikâyeler, bakan gözün bilgi ve duyarlığına bağlı. Şimdiki zamanın ağaçları, köprüleri, bina ve anıtları kendi kimlik ve iktidarlarından soyunup eski bir Doğu zamanına gitti. Bir zamanların ilhamlı; günümüzünse yanmış, yıkılmış ve işgal edilmiş coğrafyasına... Yani unutulmuş manzaralara."
Resim tarihine yolculuk
Yolculuk, Doğu coğrafyasıyla sınırlı kalmayarak resmin tarihine sapıyor. Minyatür, hat, fotoğraf, desen, kolaj ve bilmediğimiz nice tekniği bir araya getiren Morova, Batı resminin perspektife dayanan peyzajını Doğu estetiğinin perspektifi reddeden tavrıyla ele aldığını söylüyor. "Suret yasağı vardı, o yüzden resim geri kaldı" ya da "Rönesans yaşanmadığı için sanat gelişemedi" gibi iddiaları reddeden sanatçı, bunun tersini kanıtlamak için çıkmış yola. "Bu kadar köklü bir medeniyet bazı şeyleri yapmıyorsa bir nedeni vardır. Bu, bilmemek değil, tercih etmemektir. Kırmızı giymiyorsam kırmızıyı bilmediğimden değil. Tercih etmediğimden, iç terbiyeme yakıştırmadığımdan..." diyen Morova, perspektifin Doğu'da Batı'dan çok önce bilindiğine emin.
Araştırmaları sırasında Arap bilgini İbn-i Heysem'in 'Kitab-ül Menâzir' isimli kitabına rastlayan sanatçı, bu kitabın Kepler ve Newton'un teorilerine kaynaklık ettiğini söylüyor ve ekliyor: "1000'li yıllarda bakma ve görme üzerine bu kadar yoğunlaşmış bir kültürün bunu sanata aktarıp aktarmamasında bir tercih söz konusu. Tercih etmedik diye sanatımız geri kalmış değildir. Bilelim ya da bilmeyelim yığınla insana vefa borcumuz var."
Kendi kültürümüzden utanır olduğumuzu ve mış gibi yaparak yaşadığımızı söyleyen sanatçı, toplumun bir samimiyet sorunu yaşadığını hatırlatarak "Her şey sonradan monte edildi, tepeden indi. Cumhuriyet'in dayatmaları, elit kadroların inatları... Yarım bir modernizm, yarım bir demokrasi içinde savruluyoruz. Güncel sanat tanımları yapılıyor. Kimin içeride, kimin dışarıda olduğuna birtakım dukalar karar veriyor. Hayat böyle bir şey değil ki. Hayat birçok oyunu bir zaman sonra kendiliğinden bozar." diyor.
Bu kırılmalardan bir nebze uzak kalmasını çocuklukta aldığı içselleştirilmiş değerlere, yani mayasının sağlam olmasına bağlayan Morova; okuyarak, belli izlekleri takip ederek kendine ait bir yolculuk yapıyor. Yolculuğundan mesul bu sergiyi Kaz Dağları'nda, resmi nüfusu 17 olan bir köyde hazırlamış. Çözümler ve cevaplar yerine yeni sorularla örülü sergi, 1 Aralık'a kadar sanatseveri, özellikle de kabı geniş olanları bekliyor.
Jülide Karahan
13 Kasım 2007/Radikal
10 Kasım 2007 Cumartesi
Sinema değil, sergi salonu
İstiklal Caddesi'ndeki yeni sinema salonu 'Sineması'ndaki filmler ay sonuna dek ücretsiz. Kırmızı halılar, koltuklar ve kadife perdelere sahip 'Sineması'nı sanatçı Gülsün Karamustafa açtı.
İstiklal Caddesi'nde yeni bir sinema açıldı. Eskiden sergi salonu olarak kullanılan Yapı Kredi Kâzım Taşkent Galerisi'nin olduğu yerde. Geniş fuayeli, iki katlı sevimli bir yer. Kasım ayı programında iki yerli film ve eski İstanbul görüntülerinden oluşan bir belgesel yer alıyor. Kurucusu Gülsün Karamustafa, sinemanın ismini sadece 'Sineması' koyarak tamlayanı belirsiz bırakmış.
Kırmızı halılar, kırmızılı yeşilli koltuklar, kadife perdelerle renkli terzi atölyelerini hatırlatan bir kokuya sahip 'Sineması'. Karamustafa, "Çok hayal kuran küçük bir kızken ve annemin elbise provaları yaptırdığı terzide ikram edilen likörden bir yudum içip yaldız kâğıtlı çikolatalardan yerken görüyorum kendimi burada..." cümlesiyle onaylıyor durumu.
Ziyaretçilerin ayağı alışsın mantığıyla tüm filmler ay sonuna dek ücretsiz. Kapıdaki bekçi sizi -bilete gerek olmadığını, çünkü bunun sadece bir sergi olduğunu, hatta küratörünün de Rene Block olduğunu söyleyerek- işletmeye kalkabilir. Dikkatli olun. Bu yanılgıya düşmek işten bile değil, zira Gülsün Karamustafa akademi çıkışlı bir ressam.
Bize filmleri anlatması ve kafa karışıklığına bir son vermesi için Karamustafa'yla görüşmek istedik. Çok meşguldü. Aralık ayında Japonya'nın Kyoto kentinde Tatsuo Miyajima'nın düzenlediği bir sanatçı zirvesine davetliymiş. Toplantıya Ryuici Sakamoto ve Krzsztof Wodiczko gibi isimler katılıyormuş. Bunu Kunstverein Salsbourg'da bir kişisel sergi ve Salzbourg Yaz Akademisi'nde üç haftalık bir eğitim görevi izleyecekmiş. Bu kadar yeterli diyerek mail'e razı olduk. 'İnsanlara, kadınlara -en azından sizin filminizdekilere- sadece kendileri olmak neden yetmiyor? Neden başka biri olmak istiyorlar?' şeklindeki sorumuza şöyle cevap verdi Karamustafa: "Son zamanlarda özellikle seçimler sırasında dış görünüş, şekilcilik ve bunun kadın bedenine ilişkin tartışması çok yükselmişti. Her yönden öneriler geliyordu kadınlar açılsın mı, kapansın mı; kapanırsa bunu modacılar eşliğinde mi yapsın ya da açılmalarının limiti ne olsun diye. Öte yandan bayraklı tişörtler vs. Konu devamlı kadın bedeni etrafında dönüp dolaşıyordu. Bu durum sadece bizim yakın çevremizde değil, dünyada da politik bir tartışma olarak sunuluyordu. İşte bu noktada ben kadınların da üzerlerinde oynanan bu çeşit spekülasyonlara karşı onların da bir savunma noktaları olabileceği fantezisini geliştirdim ve film böyle doğdu..."
Alt salonda 1962-73 yıllarına ait İstanbul görüntülerinden oluşan 'Beklediğimiz Günler' isimli film gösteriliyor. Yapı Kredi arşivinden alınmış görüntüler arasında 9. genel nüfus sayımı, İngiltere Kraliçesi'nin İstanbul ziyareti ve Boğaziçi Köprüsü'nün açılışı gibi önemli olaylar var. Belgesel, Reşat Ekrem Koçu'nun İstanbul Ansiklopedisi'ni okurkenki tebessümü yerleştiriyor yüzünüze.
Üst salondaki yapım hayli iddialı. 'Şehirde Gizli Panter Modası' isimli filmde her gün buluşarak panter desenleriyle süslü bir eve gidip, yine panter desenli giysiler giyen kadınlar anlatılıyor. Saat beşi gösterdiğinde sıra dışı şeyler yapma özentilerini bırakarak gerçek hayatlarına dönen kadınların nasıl birden mutsuzlaştığı fark ediliyor. 'Gerçek hayat neden bu kadar mutsuz edici olsun ki?' diye sormaktan alamıyorsunuz kendinizi. Filmin görüntü yönetmeni Paxton Winters, müzigi ise Selim Atakan'a ait.
Üçüncü film 'İşaretleri Okumak', fuayedeki küçük televizyon ekranında. El kamerasıyla ve karşılıklı güvene dayanarak çekilmiş. Şehirdeki punk gruplarının son üç ay içinde verdiği konserler ve punk hayat felsefesine dair ayrıntılardan oluşuyor.
Jülide Karahan
10 Kasım 2007/Radikal
İstiklal Caddesi'nde yeni bir sinema açıldı. Eskiden sergi salonu olarak kullanılan Yapı Kredi Kâzım Taşkent Galerisi'nin olduğu yerde. Geniş fuayeli, iki katlı sevimli bir yer. Kasım ayı programında iki yerli film ve eski İstanbul görüntülerinden oluşan bir belgesel yer alıyor. Kurucusu Gülsün Karamustafa, sinemanın ismini sadece 'Sineması' koyarak tamlayanı belirsiz bırakmış.
Kırmızı halılar, kırmızılı yeşilli koltuklar, kadife perdelerle renkli terzi atölyelerini hatırlatan bir kokuya sahip 'Sineması'. Karamustafa, "Çok hayal kuran küçük bir kızken ve annemin elbise provaları yaptırdığı terzide ikram edilen likörden bir yudum içip yaldız kâğıtlı çikolatalardan yerken görüyorum kendimi burada..." cümlesiyle onaylıyor durumu.
Ziyaretçilerin ayağı alışsın mantığıyla tüm filmler ay sonuna dek ücretsiz. Kapıdaki bekçi sizi -bilete gerek olmadığını, çünkü bunun sadece bir sergi olduğunu, hatta küratörünün de Rene Block olduğunu söyleyerek- işletmeye kalkabilir. Dikkatli olun. Bu yanılgıya düşmek işten bile değil, zira Gülsün Karamustafa akademi çıkışlı bir ressam.
Bize filmleri anlatması ve kafa karışıklığına bir son vermesi için Karamustafa'yla görüşmek istedik. Çok meşguldü. Aralık ayında Japonya'nın Kyoto kentinde Tatsuo Miyajima'nın düzenlediği bir sanatçı zirvesine davetliymiş. Toplantıya Ryuici Sakamoto ve Krzsztof Wodiczko gibi isimler katılıyormuş. Bunu Kunstverein Salsbourg'da bir kişisel sergi ve Salzbourg Yaz Akademisi'nde üç haftalık bir eğitim görevi izleyecekmiş. Bu kadar yeterli diyerek mail'e razı olduk. 'İnsanlara, kadınlara -en azından sizin filminizdekilere- sadece kendileri olmak neden yetmiyor? Neden başka biri olmak istiyorlar?' şeklindeki sorumuza şöyle cevap verdi Karamustafa: "Son zamanlarda özellikle seçimler sırasında dış görünüş, şekilcilik ve bunun kadın bedenine ilişkin tartışması çok yükselmişti. Her yönden öneriler geliyordu kadınlar açılsın mı, kapansın mı; kapanırsa bunu modacılar eşliğinde mi yapsın ya da açılmalarının limiti ne olsun diye. Öte yandan bayraklı tişörtler vs. Konu devamlı kadın bedeni etrafında dönüp dolaşıyordu. Bu durum sadece bizim yakın çevremizde değil, dünyada da politik bir tartışma olarak sunuluyordu. İşte bu noktada ben kadınların da üzerlerinde oynanan bu çeşit spekülasyonlara karşı onların da bir savunma noktaları olabileceği fantezisini geliştirdim ve film böyle doğdu..."
Alt salonda 1962-73 yıllarına ait İstanbul görüntülerinden oluşan 'Beklediğimiz Günler' isimli film gösteriliyor. Yapı Kredi arşivinden alınmış görüntüler arasında 9. genel nüfus sayımı, İngiltere Kraliçesi'nin İstanbul ziyareti ve Boğaziçi Köprüsü'nün açılışı gibi önemli olaylar var. Belgesel, Reşat Ekrem Koçu'nun İstanbul Ansiklopedisi'ni okurkenki tebessümü yerleştiriyor yüzünüze.
Üst salondaki yapım hayli iddialı. 'Şehirde Gizli Panter Modası' isimli filmde her gün buluşarak panter desenleriyle süslü bir eve gidip, yine panter desenli giysiler giyen kadınlar anlatılıyor. Saat beşi gösterdiğinde sıra dışı şeyler yapma özentilerini bırakarak gerçek hayatlarına dönen kadınların nasıl birden mutsuzlaştığı fark ediliyor. 'Gerçek hayat neden bu kadar mutsuz edici olsun ki?' diye sormaktan alamıyorsunuz kendinizi. Filmin görüntü yönetmeni Paxton Winters, müzigi ise Selim Atakan'a ait.
Üçüncü film 'İşaretleri Okumak', fuayedeki küçük televizyon ekranında. El kamerasıyla ve karşılıklı güvene dayanarak çekilmiş. Şehirdeki punk gruplarının son üç ay içinde verdiği konserler ve punk hayat felsefesine dair ayrıntılardan oluşuyor.
Jülide Karahan
10 Kasım 2007/Radikal
1 Kasım 2007 Perşembe
Zamanın Donduğu Müzeler
Kayıp sanat eserlerinin bir araya toplandığı bir müze düşünün. Küratörlüğü kazaen yapılmış dünya çapında bir müze... Raffaello, Tiziano, da Vinci, Rubens, Caravaggio ve Rembrandt’lar bir arada. Her biri trajik anılarla yüklü Corot, Manet, Van Gogh ve Picasso’lar da...
Geniş sırtlı, açık yeşil bir sandalye. Karşısındaki duvarda altın renkli, ahşap oymalı boş bir çerçeve asılı. Yıllarca Vermeer’in ‘Konser’ tablosunu kuşatan bu çerçeve, 1990 yılının soğuk bir kış gecesinden beri bir başına. Duvardan indirilemiyor çünkü Isabellla Stewart Gardner, 1924’te öldüğünde müzesinin bıraktığı haliyle, donmuş gibi kalmasını vasiyet etmiş. Müzede zaman gerçekten donmuş ama 1924’te değil 18 Mart 1990’da… “Dünyanın her yerinde koleksiyonlarından eser çalınan müzeler için zaman durur, aileden biri geride hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuştur.” diyor ‘Kayıp Eserler Müzesi’ isimli kitabı YKY için hazırlayan Simon Houpt.
Dünyanın dört bir yanında pek çok müze için akmıyor zaman. Boston’daki Isabellla Stewart Gardner Müzesi’nde her gün, iki hırsızın müzedeki 12 eseri yağmaladığı 18 Mart 1990. Paris Louvre Müzesi’nde her gün, 3 Mayıs 1998. Bir soyguncunun Corot’un ‘Sevr Yolu’nu hiç fark ettirmeden çerçevesinden çıkarıp dışarı kaçırdığı gün. Oslo’daki Munch Müzesi’nde takvim yaprağı 22 Ağustos 2004’te takılı. Siyah yün başlıklı iki adamın Munch’un ‘Madonna’ ve ‘Çığlık’ tablolarını alıp kaçtığı günde. Montreal Güzel Sanatlar Müzesi’nde her gün, 4 Eylül 1972. Aralarında Rembrandt, Rubens, Corot, Millet ve Delacroix olan 18 tablonun müzeye tavan penceresinden giren üç maskeli adamca çalındığı gün.
Çalındığı fark edilmeyen eserler
Kimi müzelerde zamanın hangi gün durduğu bile bilinmiyor. Matisse’in ‘Kırmızı Pantolonlu Odalık’ tablosu 2000–2002 yılları arasında belirsiz bir tarihten bu yana kayıp. Venezuela’daki bir çağdaş sanat müzesinde sergilenen resmin yerinde sahtesinin asılı olduğu ancak 2002 sonlarında fark edilebilmiş. Benzer bir hikâye Alberto Giacometti’nin ‘Heykelcik’i için de geçerli. Bronz heykelin çalındığı, bir müze çalışanının heykelin ahşap bir kopya olduğunu fark etmesiyle açığa çıkmış. Gustav Klimt’in ‘Kadın Portresi’ 18 Şubat 1997’de çalınmasına rağmen yokluğu ancak ayın 22’sinde anlaşılmış.
Bu eserler bir gün gizemli bir şekilde ortaya çıkarsa, mesela tanınmamış bir koleksiyonerin koltuğunun altında, aranacak ilk yer Kayıp Sanat Eserleri Kayıt Bürosu (Art Loss Register). 1991’de büyük müzayede evleri, sigorta kuruluşları ve sektördeki diğer oyuncular tarafından kurulan ve merkezi Londra’da bulunan büro, 200 bin kayıp ya da mülkiyeti tartışmalı eserin kaydını içeriyor. “Pek çok müzenin atması gereken ilk adım ellerindeki eserlerin basit bir envanterini çıkarmak ve çalınmış sanat eserleri için uluslararası bir veri tabanı oluşturmak.” diyor Kayıp Sanat Eserleri Kayıt Bürosu Yönetim Kurulu Başkanı Julian Radcliffe. 2005’in sonlarına doğru Malezya Ulusal Sanat Galerisi’nin, kayıp olarak bildirilmiş 127 resimden 89’unu müzenin çeşitli yerlerinde bulduğu düşünüldüğünde durumun ciddiyeti anlaşılıyor.
Mona Lisa’nın kaybıyla gelen ünü
Mona Lisa, 1911 Ağustosunda Vincenzo Peruggia adlı İtalyan bir marangoz tarafından çalınana dek öyle çok ünlü bir tablo değilmiş. Genç ölen bir şarkıcının efsaneye dönüşmesi gibi kaybından sonra değerlenmiş. ‘Mona Lİsa’yı Çalmak: Sanatın Bizim Görmemizi Engelledikleri’ adlı kitabında İngiliz psikanalist Darian Leader, da Vinci’nin başyapıtının aslında resim çalındıktan sonra meşhur olduğunu söylüyor ve ekliyor: Soygunun ardından besteciler Mona Lisa ve resimdeki modelin güzelliği hakkında şarkılar yazdı, karikatüristler onu bulmaya çalışan polislerle dalga geçti… Mona Lisa’nın bulunmasına kadar geçen iki yıl boyunca halk, duvardaki boşluğa bakmak için Louvre’a akın etmiş. Hatta müzeye resmin orada olduğu zamankinden çok daha fazla ziyaretçi gitmiş. Leader kitabında “Bu, görsel sanatlara neden baktığımızla ilgili bir ipucu verebilir mi? Kaybettiğimiz bir şeyi mi arıyoruz?” diye sormadan edemiyor.
Her şeyin değiştiği an
Her şeyin değiştiği belli bir an var mıydı? Evet, diyor ve anlatıyor Simon Houpt: 1950’lerin sonlarının Londra’sında bir gün. 15 Ekim 1958. Yer, Sotheby ‘s Müzayede Salonu. O gece, sadece 7 tablo açık arttırmaya çıktı. İki Cezanne, bir Van Gogh, bir Renoir ve üç Manet. İlk beş satış sırasında olağanüstü bir durum yokken sıra Cezanne’nın ‘Kırmızı Yelekli Çocuk’una geldiğinde her şey değişti. Her biri adları açıklanmayan birer koleksiyoncuyu temsil eden iki New Yorklu sanat taciri birbirlerini kamçılar gibi arttırdı fiyatları. Resim sonunda 610 bin dolara satıldığında bu rakam bir müzayedede daha önce bir resme verilen en yüksek fiyattan 5 kat daha fazlaydı. ‘Kırmızı Yelekli Çocuk’ şu anda Washington National Gallery of Art koleksiyonunda. Yıllar içinde birçok eser, satış fiyatından dolayı şüpheli birer üne kavuştu. Pablo Picasso’nun ‘Pipolu Genç’i 2004 ilkbaharında dünyanın dört bir yanında haber olana kadar pek bilinmiyordu. Ama tablo 104 milyon dolara satılıp şimdiye kadar müzayedelerde satılan en pahalı eser olunca küçük bir çocuk bile ondan haberdar oldu.
Hırsızlık için en uygun zamanlar
Uygun koşullarda herkes sanat eseri çalabilir. Irak Ulusal Müzesi Müdürü Muhsin Hasan’ın 2003 Nisanında müzenin yağmalanmasının hemen ardından çekilmiş görüntüleri hala akıllarda. 10. Uluslararası İstanbul Bienali sanatçılarından Michael Rakowitz, Antrepo No 3’teki ‘Görünmeyen düşman varolmamalı’ isimli yerleştirmesiyle unutanlar için yeniden hatırlatıyor o büyük yağmayı. Ganimet toplama çok eski. 1204’te Konstantinapol düştüğünde Venedikliler bronz San Marco atlarını ve diğer hazineleri çalıp götürmüşlerdi mesela.
Napolyon Bonapart tüm zamanların en cüretkâr sanat eseri hırsızlarından biriydi. Adolf Hitler onun tahtını sallayana dek… Hitler, 1933’te iktidara geldiğinde avangart sanatı küçümseyerek Alman müzelerindeki pek çok esere el koydurmuş. Yoz sanat kampanyası adı altında dünyadaki en büyük kolektif sanat soygununu gerçekleştiren Naziler, ‘güvence altına almak’ adı altında pek çok klasik dönem eserini de üzerlerine geçirmişler.
Çaldığı esere âşık olan hırsızlar
Devonshire Düşesi Georgiana’nın Gainsborough tarafından yapılan portresini 1876’da çalan Adam Worth, sanat eseri hırsızı olarak işe başlayıp çaldığı esere tutsak olanlardan sadece biri. 1990’ların ortalarından itibaren yedi yıl boyunca Avrupa’daki şatolar, kır evleri ve küçük müzelerde dolaşarak hırsızlık yapan Stephane Breitwieser içinse hırsızlığın kendisi bir tutku. 139 müze ve galeriden 232 eser çalan Breitwieser, Kasım 2001’de İsviçre’deki Richard Wagner Müzesinden bir av borazanı çaldığında yakalanmış.
1953’te Londra’daki Victoria &Albert Müzesi’nden bir Rodin heykeli çalan sanat öğrencisi kısa bir süre sonra heykeli geri götürdüğünde niyetinin sadece bir müddet onunla birlikte yaşamak olduğunu söyler. Haziran 2005’te 20 yaşındaki Şilili bir sanat öğrencisi yine Rodin’in ‘Adele’in Gövdesi’ adlı heykelini Santiago Ulusal Güzel Sanatlar Müzesi’nden çaldıktan sonra heykelle birlikte yetkililere teslim olur. Niyetini de müzenin ne kadar korumasız olduğunu göstermek olarak açıklar.
“Ne kadar farklı resim ekolü varsa o kadar farklı sanat eseri hırsızı var.” diyor ‘Kayıp Eserler Müzesi’nin yazarı. Kızdıkları patronlarını aşağılamak isteyen güvenlik görevlileri, emekliliklerini garantiye almak isteyen düşük maaşlı hizmetkârlar, zengin koleksiyonerlerin dikkat çekmek isteyen çocukları, depoya kaldırılmış bir objenin güzelliğine tutulan müze çalışanları ya da bir iki resim çalmanın kamyon dolusu elektronik eşya taşımaktan çok daha kolay olduğunu fark eden sıradan hırsızlar. Oyuncusu kim olursa olsun, bu hırsızlık oyunu her ne sebeple oynanırsa oynansın Simon Houpt’un dediği gibi kaybolan her sanat eseri dünya ortak kültür mirasından çalınıyor.
Jülide Karahan
Milliyet Sanat /Kasım 2007
Geniş sırtlı, açık yeşil bir sandalye. Karşısındaki duvarda altın renkli, ahşap oymalı boş bir çerçeve asılı. Yıllarca Vermeer’in ‘Konser’ tablosunu kuşatan bu çerçeve, 1990 yılının soğuk bir kış gecesinden beri bir başına. Duvardan indirilemiyor çünkü Isabellla Stewart Gardner, 1924’te öldüğünde müzesinin bıraktığı haliyle, donmuş gibi kalmasını vasiyet etmiş. Müzede zaman gerçekten donmuş ama 1924’te değil 18 Mart 1990’da… “Dünyanın her yerinde koleksiyonlarından eser çalınan müzeler için zaman durur, aileden biri geride hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuştur.” diyor ‘Kayıp Eserler Müzesi’ isimli kitabı YKY için hazırlayan Simon Houpt.
Dünyanın dört bir yanında pek çok müze için akmıyor zaman. Boston’daki Isabellla Stewart Gardner Müzesi’nde her gün, iki hırsızın müzedeki 12 eseri yağmaladığı 18 Mart 1990. Paris Louvre Müzesi’nde her gün, 3 Mayıs 1998. Bir soyguncunun Corot’un ‘Sevr Yolu’nu hiç fark ettirmeden çerçevesinden çıkarıp dışarı kaçırdığı gün. Oslo’daki Munch Müzesi’nde takvim yaprağı 22 Ağustos 2004’te takılı. Siyah yün başlıklı iki adamın Munch’un ‘Madonna’ ve ‘Çığlık’ tablolarını alıp kaçtığı günde. Montreal Güzel Sanatlar Müzesi’nde her gün, 4 Eylül 1972. Aralarında Rembrandt, Rubens, Corot, Millet ve Delacroix olan 18 tablonun müzeye tavan penceresinden giren üç maskeli adamca çalındığı gün.
Çalındığı fark edilmeyen eserler
Kimi müzelerde zamanın hangi gün durduğu bile bilinmiyor. Matisse’in ‘Kırmızı Pantolonlu Odalık’ tablosu 2000–2002 yılları arasında belirsiz bir tarihten bu yana kayıp. Venezuela’daki bir çağdaş sanat müzesinde sergilenen resmin yerinde sahtesinin asılı olduğu ancak 2002 sonlarında fark edilebilmiş. Benzer bir hikâye Alberto Giacometti’nin ‘Heykelcik’i için de geçerli. Bronz heykelin çalındığı, bir müze çalışanının heykelin ahşap bir kopya olduğunu fark etmesiyle açığa çıkmış. Gustav Klimt’in ‘Kadın Portresi’ 18 Şubat 1997’de çalınmasına rağmen yokluğu ancak ayın 22’sinde anlaşılmış.
Bu eserler bir gün gizemli bir şekilde ortaya çıkarsa, mesela tanınmamış bir koleksiyonerin koltuğunun altında, aranacak ilk yer Kayıp Sanat Eserleri Kayıt Bürosu (Art Loss Register). 1991’de büyük müzayede evleri, sigorta kuruluşları ve sektördeki diğer oyuncular tarafından kurulan ve merkezi Londra’da bulunan büro, 200 bin kayıp ya da mülkiyeti tartışmalı eserin kaydını içeriyor. “Pek çok müzenin atması gereken ilk adım ellerindeki eserlerin basit bir envanterini çıkarmak ve çalınmış sanat eserleri için uluslararası bir veri tabanı oluşturmak.” diyor Kayıp Sanat Eserleri Kayıt Bürosu Yönetim Kurulu Başkanı Julian Radcliffe. 2005’in sonlarına doğru Malezya Ulusal Sanat Galerisi’nin, kayıp olarak bildirilmiş 127 resimden 89’unu müzenin çeşitli yerlerinde bulduğu düşünüldüğünde durumun ciddiyeti anlaşılıyor.
Mona Lisa’nın kaybıyla gelen ünü
Mona Lisa, 1911 Ağustosunda Vincenzo Peruggia adlı İtalyan bir marangoz tarafından çalınana dek öyle çok ünlü bir tablo değilmiş. Genç ölen bir şarkıcının efsaneye dönüşmesi gibi kaybından sonra değerlenmiş. ‘Mona Lİsa’yı Çalmak: Sanatın Bizim Görmemizi Engelledikleri’ adlı kitabında İngiliz psikanalist Darian Leader, da Vinci’nin başyapıtının aslında resim çalındıktan sonra meşhur olduğunu söylüyor ve ekliyor: Soygunun ardından besteciler Mona Lisa ve resimdeki modelin güzelliği hakkında şarkılar yazdı, karikatüristler onu bulmaya çalışan polislerle dalga geçti… Mona Lisa’nın bulunmasına kadar geçen iki yıl boyunca halk, duvardaki boşluğa bakmak için Louvre’a akın etmiş. Hatta müzeye resmin orada olduğu zamankinden çok daha fazla ziyaretçi gitmiş. Leader kitabında “Bu, görsel sanatlara neden baktığımızla ilgili bir ipucu verebilir mi? Kaybettiğimiz bir şeyi mi arıyoruz?” diye sormadan edemiyor.
Her şeyin değiştiği an
Her şeyin değiştiği belli bir an var mıydı? Evet, diyor ve anlatıyor Simon Houpt: 1950’lerin sonlarının Londra’sında bir gün. 15 Ekim 1958. Yer, Sotheby ‘s Müzayede Salonu. O gece, sadece 7 tablo açık arttırmaya çıktı. İki Cezanne, bir Van Gogh, bir Renoir ve üç Manet. İlk beş satış sırasında olağanüstü bir durum yokken sıra Cezanne’nın ‘Kırmızı Yelekli Çocuk’una geldiğinde her şey değişti. Her biri adları açıklanmayan birer koleksiyoncuyu temsil eden iki New Yorklu sanat taciri birbirlerini kamçılar gibi arttırdı fiyatları. Resim sonunda 610 bin dolara satıldığında bu rakam bir müzayedede daha önce bir resme verilen en yüksek fiyattan 5 kat daha fazlaydı. ‘Kırmızı Yelekli Çocuk’ şu anda Washington National Gallery of Art koleksiyonunda. Yıllar içinde birçok eser, satış fiyatından dolayı şüpheli birer üne kavuştu. Pablo Picasso’nun ‘Pipolu Genç’i 2004 ilkbaharında dünyanın dört bir yanında haber olana kadar pek bilinmiyordu. Ama tablo 104 milyon dolara satılıp şimdiye kadar müzayedelerde satılan en pahalı eser olunca küçük bir çocuk bile ondan haberdar oldu.
Hırsızlık için en uygun zamanlar
Uygun koşullarda herkes sanat eseri çalabilir. Irak Ulusal Müzesi Müdürü Muhsin Hasan’ın 2003 Nisanında müzenin yağmalanmasının hemen ardından çekilmiş görüntüleri hala akıllarda. 10. Uluslararası İstanbul Bienali sanatçılarından Michael Rakowitz, Antrepo No 3’teki ‘Görünmeyen düşman varolmamalı’ isimli yerleştirmesiyle unutanlar için yeniden hatırlatıyor o büyük yağmayı. Ganimet toplama çok eski. 1204’te Konstantinapol düştüğünde Venedikliler bronz San Marco atlarını ve diğer hazineleri çalıp götürmüşlerdi mesela.
Napolyon Bonapart tüm zamanların en cüretkâr sanat eseri hırsızlarından biriydi. Adolf Hitler onun tahtını sallayana dek… Hitler, 1933’te iktidara geldiğinde avangart sanatı küçümseyerek Alman müzelerindeki pek çok esere el koydurmuş. Yoz sanat kampanyası adı altında dünyadaki en büyük kolektif sanat soygununu gerçekleştiren Naziler, ‘güvence altına almak’ adı altında pek çok klasik dönem eserini de üzerlerine geçirmişler.
Çaldığı esere âşık olan hırsızlar
Devonshire Düşesi Georgiana’nın Gainsborough tarafından yapılan portresini 1876’da çalan Adam Worth, sanat eseri hırsızı olarak işe başlayıp çaldığı esere tutsak olanlardan sadece biri. 1990’ların ortalarından itibaren yedi yıl boyunca Avrupa’daki şatolar, kır evleri ve küçük müzelerde dolaşarak hırsızlık yapan Stephane Breitwieser içinse hırsızlığın kendisi bir tutku. 139 müze ve galeriden 232 eser çalan Breitwieser, Kasım 2001’de İsviçre’deki Richard Wagner Müzesinden bir av borazanı çaldığında yakalanmış.
1953’te Londra’daki Victoria &Albert Müzesi’nden bir Rodin heykeli çalan sanat öğrencisi kısa bir süre sonra heykeli geri götürdüğünde niyetinin sadece bir müddet onunla birlikte yaşamak olduğunu söyler. Haziran 2005’te 20 yaşındaki Şilili bir sanat öğrencisi yine Rodin’in ‘Adele’in Gövdesi’ adlı heykelini Santiago Ulusal Güzel Sanatlar Müzesi’nden çaldıktan sonra heykelle birlikte yetkililere teslim olur. Niyetini de müzenin ne kadar korumasız olduğunu göstermek olarak açıklar.
“Ne kadar farklı resim ekolü varsa o kadar farklı sanat eseri hırsızı var.” diyor ‘Kayıp Eserler Müzesi’nin yazarı. Kızdıkları patronlarını aşağılamak isteyen güvenlik görevlileri, emekliliklerini garantiye almak isteyen düşük maaşlı hizmetkârlar, zengin koleksiyonerlerin dikkat çekmek isteyen çocukları, depoya kaldırılmış bir objenin güzelliğine tutulan müze çalışanları ya da bir iki resim çalmanın kamyon dolusu elektronik eşya taşımaktan çok daha kolay olduğunu fark eden sıradan hırsızlar. Oyuncusu kim olursa olsun, bu hırsızlık oyunu her ne sebeple oynanırsa oynansın Simon Houpt’un dediği gibi kaybolan her sanat eseri dünya ortak kültür mirasından çalınıyor.
Jülide Karahan
Milliyet Sanat /Kasım 2007
27 Ekim 2007 Cumartesi
TÜYAP'ta çifte fuar
ARTİST 2007'nin onur sanatçısı Saim Bugay, hiç katılmadığı, dahası katılmayı 'Sanatın panayırı olmaz' diye reddettiği bir fuara, ödül almak için gidecek ilk defa. Sanatçının tedirginliği, ödül almanın bildik heyecanından ziyade kendi deyişiyle 'Doğrucu Davut'luğundan.
Heykeltıraş Saim Bugay'ın "Oraya çıkacağız, elimize ödülü verecekler. Kısa da olsa bir konuşma isteyecekler. Bakalım ne edeceğiz?" diye dertlenmesinin sebebi, bu tür fuarları yıllardır eleştirmesi. "Sanatın panayırı olmaz, ben oralara heykel meykel vermem diye söylen dur, sonra git ödül al. Olacak iş değil." diyen Bugay, tören sırasında bu gerçeği itiraf edip etmeme konusunda kararsız. Zira, ödül bir tarafa, TÜYAP'ın ARTİST İstanbul Sanat Fuarı'nda küçük bir retrospektif sergisi de açılacak.
Saim Bugay, Fındıklı'daki atölyesinde, üzerinde her zamanki kahverengi yeleği; kâh tatlı tatlı anlattı, kâh sinirlenip küfrü bastı. Çok zayıflamış olsa, kendi deyişiyle 'o şerefsiz troid' kalp yetmezliği çıkarıp iştah bırakmasa da heykel yontma isteğinde yok bir değişiklik. Durmuyor eli. Ya bıyığını yoluyor, ya ceplerini deliyor. Matkabı, atölyeyi, çalışmayı yasaklamış doktor. Ama o, cepleri delik gezeceğine heykele sarılıyor yine de. Heykellerinde belli belirsiz hissedilen bağımlılık duygusu, onun ahşaba bağımlılığından güç buluyor olsa gerek. "Ben kendimi beğenmiş bir adamım. Biliyorum heykeli" diyor sürekli. Peki, yok mu hiç sonradan öğrendikleri? Olmaz mı, bir Japon'dan bitmiş heykele erimiş mum yerine çiçekyağı sürmeyi öğrenmiş mesela...
Atölyeyi epey derli toplu, hatta tenha görünce 'Hayırdır' diyoruz ve yeni heykellerinin bir-iki aya kalmaz sergileneceğini öğreniyoruz. Üç senedir sergi açmayan heykeltıraş, yıla birkaç sergi sığdıranlara şaşırmadan ve kızmadan edemiyor: "Ayıp. Satmak için hep. Bugün para kazansınlar bakalım, yarına ne kalacak? Bir avuç heykeltıraşız şu ülkede zaten."
Postmodern değil, höstmodern
Yakında Kare Sanat Galerisi'nde açılacak sergisinin adını sorduğumuzda biz de alıyoruz nasibimizi. "Yav nedir bu laf takıntısı" diye başlayan Bugay, açıyor ağzını yumuyor gözünü: "İsme lüzum var mı? Heykelin, dahası yapıtın altına yazı yazmak; becerememek, beceremediğini de kabul etmek demek. Benim işim kelimelerle değil, malzemeyle. Yazı yazacak olsaydım edebiyatçı olurdum."
Harlamışken kolay sönmüyor heykeltıraşın öfkesi: "Bu insanlar yerleştirme diyerek saçmalıyor iyice. Sanat mı bu? Postmodern değil, höstmodern şeyler bunlar." Eskiden idarecilerin sanattan korktuğunu hatırlatarak ekliyor Bugay: "Sanatçı dediğin düşünür, çalışır. Şimdi video yapıyor öğrenciler. Neden, çünkü kolay. Sanatı parayla saptırıyorlar. Küreselleşme gelmiş, ulusdevlet bitmiş. Neden bitsin; seninki bitmiyor, bizimki niye bitsin?" Değiştirelim konuyu. Güzel şeylerden bahsedelim. Saim Bugay'ın neden dur durak bilmeden heykel yaptığından mesela. Eli durmadığından mı sade; yok mu başka bir sebebi? "Elbette var; diyeceklerim var bir kere. Heykel, sadece biçimden ibaret değil ki. İçeriği de hissedilmeli. Kimi kavramları mesleğimin dilinde söylemek istiyor ve yontuyorum işte."
Muhasebeci heykeltıraş olur mu?
1934 Mersin doğumlu sanatçı, kendini bildi bileli eline geçirdiğini eğip büker, yontup keser, hatta boş bulduğu yerlere de desen çizermiş. Bir pazar giydirip süslemişler, 'Yeter artık duvarları boyadığın; istemiyoruz seni, pazara götürüp satacağız' demişler de yine duramamış. "Bir şey dürtüyordu. Annem ud, dayım keman çalardı. Keman istedim; almadılar, paraları yok tabii. Keman yaptım kendime. Tahta, sabun, tebeşir... Ne bulursam yontuyordum." diyen Bugay'ın Akademi'ye girmek gibi bir niyeti olmamış ilk gençliğinde. Muhasebeci olmuş ama ortalığı kirletmeden, balkonda, devam etmiş yontmaya.
Evli ve iki çocuklu sanatçının ilk usta işi ailece tanıdıkları olan bir kızın büstü. Kimse tanımasın ama kendisi bakınca o kız olduğunu anlasın istemiş. "Kıza âşığım, büstünü yapıcam. Sardım dolap telini. Alçı ile çimentoyu karıp yapıştıra yapıştıra bitirdim. Kimse, karım bile anlamadı. Anladıysa da ses etmedi garip. 'Doğrucu Davut'um ya, söyledim gerçi sonra" diye anlatıyor o günleri Bugay.
Lise hocasının teşvikiyle yüklenmiş büstü, doğru Akademi'ye. Zühtü Müridoğlu'nun 'Ülen gir şu sınava' lafıyla yeniden öğrenci olmuş 28 yaşında. 1962'de girdiği Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümü'nden 67'de birincilikle mezun olunca ver elini Avrupa. Beş yıl Paris'te ahşap heykel üzerine çalışıp da yurda dönünce 'Doğrucu Davut'luk ve eski solcu hikâyeleriyle boşta kalmış bir süre. Sonra ahşap atölyesi ve kukla sanat dalı.
'Öğretmek zorundayım ben'
Öğrencilerine kukla yapmayı, ahşap yontmayı öğretiyor hâlâ. "Öğretmek zorundayım çünkü yok başka kimse. Kukla bölümündeki asistanların yetişmesini bekliyorum işte" diyen Bugay'ın hayvan figürlerine yönelmesinin bir sebebi de Akademi'nin aksilikleri. Sanatçının, 'Heykelin de karikatürü oluyormuş' diye eleştirenlere cevabı, "Belki de artık dalga geçme zamanı..."
Jülide Karahan
27 Ekim 2007/Radikal
Heykeltıraş Saim Bugay'ın "Oraya çıkacağız, elimize ödülü verecekler. Kısa da olsa bir konuşma isteyecekler. Bakalım ne edeceğiz?" diye dertlenmesinin sebebi, bu tür fuarları yıllardır eleştirmesi. "Sanatın panayırı olmaz, ben oralara heykel meykel vermem diye söylen dur, sonra git ödül al. Olacak iş değil." diyen Bugay, tören sırasında bu gerçeği itiraf edip etmeme konusunda kararsız. Zira, ödül bir tarafa, TÜYAP'ın ARTİST İstanbul Sanat Fuarı'nda küçük bir retrospektif sergisi de açılacak.
Saim Bugay, Fındıklı'daki atölyesinde, üzerinde her zamanki kahverengi yeleği; kâh tatlı tatlı anlattı, kâh sinirlenip küfrü bastı. Çok zayıflamış olsa, kendi deyişiyle 'o şerefsiz troid' kalp yetmezliği çıkarıp iştah bırakmasa da heykel yontma isteğinde yok bir değişiklik. Durmuyor eli. Ya bıyığını yoluyor, ya ceplerini deliyor. Matkabı, atölyeyi, çalışmayı yasaklamış doktor. Ama o, cepleri delik gezeceğine heykele sarılıyor yine de. Heykellerinde belli belirsiz hissedilen bağımlılık duygusu, onun ahşaba bağımlılığından güç buluyor olsa gerek. "Ben kendimi beğenmiş bir adamım. Biliyorum heykeli" diyor sürekli. Peki, yok mu hiç sonradan öğrendikleri? Olmaz mı, bir Japon'dan bitmiş heykele erimiş mum yerine çiçekyağı sürmeyi öğrenmiş mesela...
Atölyeyi epey derli toplu, hatta tenha görünce 'Hayırdır' diyoruz ve yeni heykellerinin bir-iki aya kalmaz sergileneceğini öğreniyoruz. Üç senedir sergi açmayan heykeltıraş, yıla birkaç sergi sığdıranlara şaşırmadan ve kızmadan edemiyor: "Ayıp. Satmak için hep. Bugün para kazansınlar bakalım, yarına ne kalacak? Bir avuç heykeltıraşız şu ülkede zaten."
Postmodern değil, höstmodern
Yakında Kare Sanat Galerisi'nde açılacak sergisinin adını sorduğumuzda biz de alıyoruz nasibimizi. "Yav nedir bu laf takıntısı" diye başlayan Bugay, açıyor ağzını yumuyor gözünü: "İsme lüzum var mı? Heykelin, dahası yapıtın altına yazı yazmak; becerememek, beceremediğini de kabul etmek demek. Benim işim kelimelerle değil, malzemeyle. Yazı yazacak olsaydım edebiyatçı olurdum."
Harlamışken kolay sönmüyor heykeltıraşın öfkesi: "Bu insanlar yerleştirme diyerek saçmalıyor iyice. Sanat mı bu? Postmodern değil, höstmodern şeyler bunlar." Eskiden idarecilerin sanattan korktuğunu hatırlatarak ekliyor Bugay: "Sanatçı dediğin düşünür, çalışır. Şimdi video yapıyor öğrenciler. Neden, çünkü kolay. Sanatı parayla saptırıyorlar. Küreselleşme gelmiş, ulusdevlet bitmiş. Neden bitsin; seninki bitmiyor, bizimki niye bitsin?" Değiştirelim konuyu. Güzel şeylerden bahsedelim. Saim Bugay'ın neden dur durak bilmeden heykel yaptığından mesela. Eli durmadığından mı sade; yok mu başka bir sebebi? "Elbette var; diyeceklerim var bir kere. Heykel, sadece biçimden ibaret değil ki. İçeriği de hissedilmeli. Kimi kavramları mesleğimin dilinde söylemek istiyor ve yontuyorum işte."
Muhasebeci heykeltıraş olur mu?
1934 Mersin doğumlu sanatçı, kendini bildi bileli eline geçirdiğini eğip büker, yontup keser, hatta boş bulduğu yerlere de desen çizermiş. Bir pazar giydirip süslemişler, 'Yeter artık duvarları boyadığın; istemiyoruz seni, pazara götürüp satacağız' demişler de yine duramamış. "Bir şey dürtüyordu. Annem ud, dayım keman çalardı. Keman istedim; almadılar, paraları yok tabii. Keman yaptım kendime. Tahta, sabun, tebeşir... Ne bulursam yontuyordum." diyen Bugay'ın Akademi'ye girmek gibi bir niyeti olmamış ilk gençliğinde. Muhasebeci olmuş ama ortalığı kirletmeden, balkonda, devam etmiş yontmaya.
Evli ve iki çocuklu sanatçının ilk usta işi ailece tanıdıkları olan bir kızın büstü. Kimse tanımasın ama kendisi bakınca o kız olduğunu anlasın istemiş. "Kıza âşığım, büstünü yapıcam. Sardım dolap telini. Alçı ile çimentoyu karıp yapıştıra yapıştıra bitirdim. Kimse, karım bile anlamadı. Anladıysa da ses etmedi garip. 'Doğrucu Davut'um ya, söyledim gerçi sonra" diye anlatıyor o günleri Bugay.
Lise hocasının teşvikiyle yüklenmiş büstü, doğru Akademi'ye. Zühtü Müridoğlu'nun 'Ülen gir şu sınava' lafıyla yeniden öğrenci olmuş 28 yaşında. 1962'de girdiği Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümü'nden 67'de birincilikle mezun olunca ver elini Avrupa. Beş yıl Paris'te ahşap heykel üzerine çalışıp da yurda dönünce 'Doğrucu Davut'luk ve eski solcu hikâyeleriyle boşta kalmış bir süre. Sonra ahşap atölyesi ve kukla sanat dalı.
'Öğretmek zorundayım ben'
Öğrencilerine kukla yapmayı, ahşap yontmayı öğretiyor hâlâ. "Öğretmek zorundayım çünkü yok başka kimse. Kukla bölümündeki asistanların yetişmesini bekliyorum işte" diyen Bugay'ın hayvan figürlerine yönelmesinin bir sebebi de Akademi'nin aksilikleri. Sanatçının, 'Heykelin de karikatürü oluyormuş' diye eleştirenlere cevabı, "Belki de artık dalga geçme zamanı..."
Jülide Karahan
27 Ekim 2007/Radikal
2 Ekim 2007 Salı
Yüksek lisans tezim hakkında
1 Ekim 2007 Pazartesi
Kızı sevene vermeli...
“Resimler çok büyük. Sığmaz mı yoksa? Kırmızılıyı karşı duvara asalım, yan tarafına ‘Sarım’ı koyarız. Diğer tarafa da ‘Nar Çatladı’ ile ‘Yönler’i…”
Günlerce sürdü konuşmalar. İstanbul - İzmir arasında kelimeler üzerinden gidip geldi resimler. Eklenenler sevindi. Eksilenler üzüldü. Kiminin boyası bile kurumamıştı daha. İki şehir de heyecan içinde. İzmir gelin gibi sevinçli, İstanbul kıskanç bir görümce misali... Kazasız belasız yetiştiler neyse ki.
Ege Üniversitesi’nin 4 Ekim’deki açılışı içindi bunca telaş. Kampus Kültür Merkezi, Devrim Erbil’in resimleriyle selamlamak istemişti öğrencileri. Galeriye girer girmez kırmızılar içinde bir İzmir resmi karşılıyor şimdi herkesi. Tablonun başında “Biz Pasaporttaydık. Siz neredeydiniz? Biz de Karşıyaka’dan geliyorduk vapurla.” gibi alışılmadık konuşmalar yapılıyor. Bahsi geçen tarih, İzmir mitinginin olduğu 5 Mayıs 2007. Mitingi televizyonda izleyen sanatçı, “O kadar coşkulu bir görüntüydü ki, unutulmasın; kütüphane arşivlerinde kalmasın istedim.” diye anlatıyor ‘Bağımsız Türkiye’ isimli resmi neden yaptığını.
Nedenini anladık, nasıl yaptı peki Devrim Erbil bu resmi? Tek tek gazetelere bakıp birleştirerek… Yerel bir İzmir gazetesindeki fotoğrafa hayal gücünü ve Devrim Erbil çizgisini ekleyerek. İnce ince işleyip çoğaltarak... Tek bir figürün peşine takılmadan sırlı tekrarların oluşturduğu ritme güvenerek… Tek bir ağaç ama bir orman, tek bir kişi ama binlerce kişi, tek bir soluk ama kocaman bir yaşam... Nazım Hikmet’in “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…” dizesi gibi.
İstanbul’un pabucunun dama atıldığı, çizgilerle renklerin birbiriyle yarıştığı bu ‘başlıksız’ serginin hiç değilse söyleşisi kalsın istedik geriye. “İzmir resmini almak isteyenler çıkacaktır.” tespitimize “Kızı sevene vermeli…” diye karşılık verdi ve ekledi Erbil: “Seveni bir müze olur inşallah. Birçok insan o günü hatırlasın istiyorum. Bir ev duvarında değil de bir müze salonunda çıksın görücüye. Mesela İzmir Resim Heykel Müzesi’nde…”
Zeki Müren’in sahne dekoruyla gelen İzmir şöhreti
İstanbul’u defalarca anlatmış bir ressam, İzmir’i anlatsa bu defa… İlk karşılaşma çocukluğun yaz sonunda. Anadolu’nun İzmir’e aktığı, otellerin dolup dolup taştığı fuar günlerinden birinde. Sonra sonra seramik, mozaik ve panolar yolunu çokça düşürse de bu kente, Erbil’in İzmir’e ‘ünlü bir ressam’ olarak ayak basması tamamen tesadüf.
Hikâye şöyle: Devrim Erbil, İzmirli bir restorana eserler üretirken Zeki Müren’in konser sebebiyle şehre geleceğini öğrenir. Restoranın sahibi Mehmet Ali Bey, ‘sanat güneşi’ için yapılan dekoru Erbil’e gösterdiğinde Akademiyi yeni bitirmiş gencecik ressam, tüller içindeki dekoru pek alaturka bulur ve üzerinde yıldızlar olan soyut bir resim çiziverir. Öyle alelade… Konserden sonra Mehmet Ali Beyin tavrı değişir, Devrim Erbil’i ‘meşhur ressam’ diye takdim eder herkese. Dahası resmi çok beğenen Zeki Müren de tanışmak ister bu gençle. O konserden sonra ‘sahnenin dekorunu çizen ünlü ressam’ diye kalır Erbil İzmirlilerin belleğinde.
Şimdi, 50 yıllık bir sanat yaşamıyla birlikte pek çok İzmir sergisi de kaldı geride. Kampus Kültür Merkezi Yöneticisi Dilek Maktal’ın önerisini içi burkularak kabul etmiş olsa da, 10–15 resimlik bu ‘başlıksız’ sergiyi ayrı bir yere koyuyor ressam. “50 yıl Akademi’de (Mimar Sinan) çalıştım. Rektörler, dekanlar arkadaşım; profesörler öğrencimdi. Bana bir kere bile ‘Hocam açılışı sizin serginizle yapalım’ demedi kimse. Gerçi Akademi yetiştirdiği hiçbir sanatçıya böyle sıcak bir ilgi göstermedi ya… Doğuş Üniversitesi’nde kurucu dekandım. Kültür Üniversitesi’nde dersler verdim. Onların da aklına böyle bir şey gelmedi.” diye içlenen sanatçı, üniversite açılışlarında konserlerin yanı sıra sergilerin de gelenek halini almasını umuyor.
“Sanatçılar biraz bencil olur, hoş görmeli…”
Lafı döndürüp dolaştırıp İzmir mitingine getiriyoruz yine. Bu sefer başka bir taraftan yaklaşıp “Eskiden aktivistti sanatçılar. Politik süreçlerde daha etkindi rolleri. Şimdi ne oldu da değişti?” diye soruyoruz. “Ne olmadı ki… Başlarına çok şey geldi. 80’lerden sonra sanatçı da aydın da depolitize edildi. Düşünce suçları, tutuklamalar… Ben bile birkaç yanlış ihbar sebebiyle iki kez girdim içeri. Tıkanık bir dönem yaşandı, baskı kuruldu, sindirildik.” diyen Erbil, etkili değilse de anlamlı buluyor geçtiğimiz aylarda yapılan Cumhuriyet mitinglerini. Sanatçılara yönelik sitemimize ise “Sanatçılar biraz bencil, biraz umursamaz olur. Platon’un devlet işlerine onları karıştırmaması boşuna değil.” diye cevap veriyor Erbil. Onun kendisine yüklediği sorumluluk, sanatın seçkin bir topluluğa hizmetten öteye geçmesine, herkese ulaşmasına çalışmak. Sergi sergi, konferans konferans gezmesi de bu sebeple.
Sanatçıların kendi kentlerini, kentlerin de kendi sanatçılarını unutmasından şikâyetçi Devrim Erbil. “Biz İstanbul’da yaşıyoruz ama sanat sadece burada olmaz ki. Kentlerimiz çağdaş müzelere muhtaç.” diyen Uşaklı sanatçı, büyüdüğü şehir Balıkesir’de çoktan kendi adına bir müze kurmuş bile.
“Soyut resimlerim benim için daha önemli”
İzmir’e dönersek… O bildiğimiz İstanbullar yerine bilinmedik, görülmedik kimi soyutlamalar var daha çok bu sergide. “Boyası yeni kuruyanların dışında hiç sergilemediğim, kendi koleksiyonum için sakladığım resimler bunlar.” diyen sanatçı, İstanbul’u da severek yaptığını ama İstanbul ressamı olmaktan kaçındığını söylüyor ve ekliyor: “Ritim ressamıyım ben. Pek çok çalışmam İstanbul resimlerinin gölgesinde kalıyor ama aslında soyutlamalarım daha değerli benim için.”
Devrim Erbil’in ilk dönem resimlerinden örnekler de var sergide. Ressamın en sevdiği renk mavi olsa da, ilk çalışmalarından birinin adı ‘Sarım’. Polatlı’da askermiş o sıra. “Toprak öyle sarı, buğdaylar öyle sapsarıydı ki sarı duymamak imkânsızdı.” diyen ressamın dilinde “Memleket mi, yıldızlar mı/Gençliğim mi daha uzak?/Kayınların arasında/Bir pencere, sarı sıcak…” dizeleri vardı belki de o zaman, kim bilir?
Sanatçının tablolarındaki çizgi-renk çekişmesi 15 yaşında renkli mürekkeple resim çizdiği günlerden kalma. 50 yıllık sanat yaşamı boyunca ruh haline göre bir canlanıp bir solmuş olsa da renkler, çizgi hep o aynı Erbil çizgisi. Balıkesir’deki evlerinin yuvarlak penceresinden badem ağaçlı bahçeye bakarak şiir yazıp, resim yapıp âşık olan o küçük çocuğun yerinde şimdi bahçedeki ıhlamur ve erik ağaçlarına bakan başka bir çocuk var. Pencereler dikdörtgen. Bir de sohbet ve denemeler eklenmiş günlerine. Bir gün bakırla, diğer gün dişbudak ağacının köküyle uğraşıyor sanatçı. Doğanın kendi kendine yaptıklarını keşfetmeye çalışıp, onları resmine dokuyor. 10 metrelik çok büyük baskılar, 20 metrelik resimler, hatta 100 metrelik bir İstanbul düşlüyor. Nasıl denir, alabildiğine coşkulu. Şairin dizelerinin geçiriyor olsa gerek içinden: “Hayat taşıyor içimden/Kaynıyor kanım/Yaşayacağım, ama çok, pek çok…”
Jülide Karahan
Ekim 2007/Milliyet Sanat
Günlerce sürdü konuşmalar. İstanbul - İzmir arasında kelimeler üzerinden gidip geldi resimler. Eklenenler sevindi. Eksilenler üzüldü. Kiminin boyası bile kurumamıştı daha. İki şehir de heyecan içinde. İzmir gelin gibi sevinçli, İstanbul kıskanç bir görümce misali... Kazasız belasız yetiştiler neyse ki.
Ege Üniversitesi’nin 4 Ekim’deki açılışı içindi bunca telaş. Kampus Kültür Merkezi, Devrim Erbil’in resimleriyle selamlamak istemişti öğrencileri. Galeriye girer girmez kırmızılar içinde bir İzmir resmi karşılıyor şimdi herkesi. Tablonun başında “Biz Pasaporttaydık. Siz neredeydiniz? Biz de Karşıyaka’dan geliyorduk vapurla.” gibi alışılmadık konuşmalar yapılıyor. Bahsi geçen tarih, İzmir mitinginin olduğu 5 Mayıs 2007. Mitingi televizyonda izleyen sanatçı, “O kadar coşkulu bir görüntüydü ki, unutulmasın; kütüphane arşivlerinde kalmasın istedim.” diye anlatıyor ‘Bağımsız Türkiye’ isimli resmi neden yaptığını.
Nedenini anladık, nasıl yaptı peki Devrim Erbil bu resmi? Tek tek gazetelere bakıp birleştirerek… Yerel bir İzmir gazetesindeki fotoğrafa hayal gücünü ve Devrim Erbil çizgisini ekleyerek. İnce ince işleyip çoğaltarak... Tek bir figürün peşine takılmadan sırlı tekrarların oluşturduğu ritme güvenerek… Tek bir ağaç ama bir orman, tek bir kişi ama binlerce kişi, tek bir soluk ama kocaman bir yaşam... Nazım Hikmet’in “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…” dizesi gibi.
İstanbul’un pabucunun dama atıldığı, çizgilerle renklerin birbiriyle yarıştığı bu ‘başlıksız’ serginin hiç değilse söyleşisi kalsın istedik geriye. “İzmir resmini almak isteyenler çıkacaktır.” tespitimize “Kızı sevene vermeli…” diye karşılık verdi ve ekledi Erbil: “Seveni bir müze olur inşallah. Birçok insan o günü hatırlasın istiyorum. Bir ev duvarında değil de bir müze salonunda çıksın görücüye. Mesela İzmir Resim Heykel Müzesi’nde…”
Zeki Müren’in sahne dekoruyla gelen İzmir şöhreti
İstanbul’u defalarca anlatmış bir ressam, İzmir’i anlatsa bu defa… İlk karşılaşma çocukluğun yaz sonunda. Anadolu’nun İzmir’e aktığı, otellerin dolup dolup taştığı fuar günlerinden birinde. Sonra sonra seramik, mozaik ve panolar yolunu çokça düşürse de bu kente, Erbil’in İzmir’e ‘ünlü bir ressam’ olarak ayak basması tamamen tesadüf.
Hikâye şöyle: Devrim Erbil, İzmirli bir restorana eserler üretirken Zeki Müren’in konser sebebiyle şehre geleceğini öğrenir. Restoranın sahibi Mehmet Ali Bey, ‘sanat güneşi’ için yapılan dekoru Erbil’e gösterdiğinde Akademiyi yeni bitirmiş gencecik ressam, tüller içindeki dekoru pek alaturka bulur ve üzerinde yıldızlar olan soyut bir resim çiziverir. Öyle alelade… Konserden sonra Mehmet Ali Beyin tavrı değişir, Devrim Erbil’i ‘meşhur ressam’ diye takdim eder herkese. Dahası resmi çok beğenen Zeki Müren de tanışmak ister bu gençle. O konserden sonra ‘sahnenin dekorunu çizen ünlü ressam’ diye kalır Erbil İzmirlilerin belleğinde.
Şimdi, 50 yıllık bir sanat yaşamıyla birlikte pek çok İzmir sergisi de kaldı geride. Kampus Kültür Merkezi Yöneticisi Dilek Maktal’ın önerisini içi burkularak kabul etmiş olsa da, 10–15 resimlik bu ‘başlıksız’ sergiyi ayrı bir yere koyuyor ressam. “50 yıl Akademi’de (Mimar Sinan) çalıştım. Rektörler, dekanlar arkadaşım; profesörler öğrencimdi. Bana bir kere bile ‘Hocam açılışı sizin serginizle yapalım’ demedi kimse. Gerçi Akademi yetiştirdiği hiçbir sanatçıya böyle sıcak bir ilgi göstermedi ya… Doğuş Üniversitesi’nde kurucu dekandım. Kültür Üniversitesi’nde dersler verdim. Onların da aklına böyle bir şey gelmedi.” diye içlenen sanatçı, üniversite açılışlarında konserlerin yanı sıra sergilerin de gelenek halini almasını umuyor.
“Sanatçılar biraz bencil olur, hoş görmeli…”
Lafı döndürüp dolaştırıp İzmir mitingine getiriyoruz yine. Bu sefer başka bir taraftan yaklaşıp “Eskiden aktivistti sanatçılar. Politik süreçlerde daha etkindi rolleri. Şimdi ne oldu da değişti?” diye soruyoruz. “Ne olmadı ki… Başlarına çok şey geldi. 80’lerden sonra sanatçı da aydın da depolitize edildi. Düşünce suçları, tutuklamalar… Ben bile birkaç yanlış ihbar sebebiyle iki kez girdim içeri. Tıkanık bir dönem yaşandı, baskı kuruldu, sindirildik.” diyen Erbil, etkili değilse de anlamlı buluyor geçtiğimiz aylarda yapılan Cumhuriyet mitinglerini. Sanatçılara yönelik sitemimize ise “Sanatçılar biraz bencil, biraz umursamaz olur. Platon’un devlet işlerine onları karıştırmaması boşuna değil.” diye cevap veriyor Erbil. Onun kendisine yüklediği sorumluluk, sanatın seçkin bir topluluğa hizmetten öteye geçmesine, herkese ulaşmasına çalışmak. Sergi sergi, konferans konferans gezmesi de bu sebeple.
Sanatçıların kendi kentlerini, kentlerin de kendi sanatçılarını unutmasından şikâyetçi Devrim Erbil. “Biz İstanbul’da yaşıyoruz ama sanat sadece burada olmaz ki. Kentlerimiz çağdaş müzelere muhtaç.” diyen Uşaklı sanatçı, büyüdüğü şehir Balıkesir’de çoktan kendi adına bir müze kurmuş bile.
“Soyut resimlerim benim için daha önemli”
İzmir’e dönersek… O bildiğimiz İstanbullar yerine bilinmedik, görülmedik kimi soyutlamalar var daha çok bu sergide. “Boyası yeni kuruyanların dışında hiç sergilemediğim, kendi koleksiyonum için sakladığım resimler bunlar.” diyen sanatçı, İstanbul’u da severek yaptığını ama İstanbul ressamı olmaktan kaçındığını söylüyor ve ekliyor: “Ritim ressamıyım ben. Pek çok çalışmam İstanbul resimlerinin gölgesinde kalıyor ama aslında soyutlamalarım daha değerli benim için.”
Devrim Erbil’in ilk dönem resimlerinden örnekler de var sergide. Ressamın en sevdiği renk mavi olsa da, ilk çalışmalarından birinin adı ‘Sarım’. Polatlı’da askermiş o sıra. “Toprak öyle sarı, buğdaylar öyle sapsarıydı ki sarı duymamak imkânsızdı.” diyen ressamın dilinde “Memleket mi, yıldızlar mı/Gençliğim mi daha uzak?/Kayınların arasında/Bir pencere, sarı sıcak…” dizeleri vardı belki de o zaman, kim bilir?
Sanatçının tablolarındaki çizgi-renk çekişmesi 15 yaşında renkli mürekkeple resim çizdiği günlerden kalma. 50 yıllık sanat yaşamı boyunca ruh haline göre bir canlanıp bir solmuş olsa da renkler, çizgi hep o aynı Erbil çizgisi. Balıkesir’deki evlerinin yuvarlak penceresinden badem ağaçlı bahçeye bakarak şiir yazıp, resim yapıp âşık olan o küçük çocuğun yerinde şimdi bahçedeki ıhlamur ve erik ağaçlarına bakan başka bir çocuk var. Pencereler dikdörtgen. Bir de sohbet ve denemeler eklenmiş günlerine. Bir gün bakırla, diğer gün dişbudak ağacının köküyle uğraşıyor sanatçı. Doğanın kendi kendine yaptıklarını keşfetmeye çalışıp, onları resmine dokuyor. 10 metrelik çok büyük baskılar, 20 metrelik resimler, hatta 100 metrelik bir İstanbul düşlüyor. Nasıl denir, alabildiğine coşkulu. Şairin dizelerinin geçiriyor olsa gerek içinden: “Hayat taşıyor içimden/Kaynıyor kanım/Yaşayacağım, ama çok, pek çok…”
Jülide Karahan
Ekim 2007/Milliyet Sanat
20 Eylül 2007 Perşembe
Parmağı kesilmese Türkiye'de yaşayabilirdi
Bienal sanatçılarından Alexandre Perigot, eşikteki ülkelerin sesine kulak verdiği 'Ses Sınırları' çalışmasıyla Avrupa'nın sınırlarını doğuya itmeyi düşlüyor. Sanatçı, parmağı kesilince Türkiye'de devlet hastanesinde tedavi olamamış.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın düzenlediği 10. İstanbul Bienali'nin en 'tehlikeli' işlerinden biri Fransız sanatçı Alexandre Perigot'nun 'Ses Sınırları' isimli yerleştirmesi. Uzaktan bakınca sakin sessiz bir labirentten ibaret olan yerleştirmenin zemini dönen dairelerle kaplı. Dalgınlığa düşer ve hızlıca hareket etmezseniz iki duvar arasına sıkışıp kalıyorsunuz. Tehlikesi bu.
İki bölme arasına sıkışıp kalmak, sınırlar, mavi siyah duvarlar... 'Derdi nedir bu eserin?' diyerek kayıt cihazımızı uzattık sanatçıya. Perigot, Avrupa sınırının iç ve dış tarafındaki ülkelerden seçtiği müziklerle gerçek Avrupa'nın ne olduğunu ve sınırlarının neye göre belirlendiğini sorguluyormuş. Bu sorgulamadan bienal izleyicisine düşen, bir labirent ve 20'den fazla ülkenin birbirine karışmış müziği. Her ülkeden bir müzik grubu seçilmiş ve şarkılar, besteci Simon Fisher Turner tarafından soundtrack haline getirilmiş. Labirentin duvarlarına da müzik gruplarının isimleri kargacık burgacık yazılmış. Zamanında kültürler nasıl karışmışsa öyle...
Labirentin mavi-siyah rengine dair bilgi isteyince Avrupa Birliği'nin bayrak rengiyle başlayan uzun bir tarih dersine maruz kaldık. İyi oldu, bildiğimizin gerçek Avrupa olmadığını ve sınırların aslında çok daha doğudan başlaması gerektiğini öğrendik. Perigot, sınır ülkelerinin düşüncelerini ifade ederken müziği çokça kullandığını fark edince girişmiş böyle bir çalışmaya. Batı-Doğu arasındaki ses trafiğinin önemini anlatan sanatçı, bu ülkelerin devrimlerinin bile müzikle olduğunu söylüyor ve ekliyor: "Litvanya'da bir devrim müziği var. Ukranya'daki turuncu devrimi hip hop şarkılar destekledi. Letonya devriminin adı 'şarkı söyleme devrimi'... Daha ne diyeyim, dertlerini müzikle anlatıyor bu toplumlar..."
Türkiye'den Baba Zula'yı seçen sanatçı, grubun toplumun sabrını sınadığı görüşünde. Türkiye, en dertli sınır ülkelerinden biri ona göre. 'Burada yaşamak, Türk olmak çok mu korkunç görünüyor?' dediğimizde kibarca "Hayır, hiç olur mu!" dese de açıyor ağzını yumuyor gözünü: "Toplumda zengin ve fakir ayrımı çok fazla burada. Paris'te de fakirler var ama aynı şey değil. Ne kadar fakir olursanız olun devlet hastanesinde iyi bakılırsınız. Burada parmağımı kestim. Devlet hastanesinde (Taksim İlkyardım) tedavi olamadım. Alman Hastanesi'ne gidip bir sürü para ödemek zorunda kaldım. Sosyal devletin gerekliliklerini yerine getiremiyor Türkiye. Sınırın öte yanına geçememesi de bundan. Kültür, din... Hepsi bahane."
Jülide Karahan
20 Eylül 2007/Radikal
İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın düzenlediği 10. İstanbul Bienali'nin en 'tehlikeli' işlerinden biri Fransız sanatçı Alexandre Perigot'nun 'Ses Sınırları' isimli yerleştirmesi. Uzaktan bakınca sakin sessiz bir labirentten ibaret olan yerleştirmenin zemini dönen dairelerle kaplı. Dalgınlığa düşer ve hızlıca hareket etmezseniz iki duvar arasına sıkışıp kalıyorsunuz. Tehlikesi bu.
İki bölme arasına sıkışıp kalmak, sınırlar, mavi siyah duvarlar... 'Derdi nedir bu eserin?' diyerek kayıt cihazımızı uzattık sanatçıya. Perigot, Avrupa sınırının iç ve dış tarafındaki ülkelerden seçtiği müziklerle gerçek Avrupa'nın ne olduğunu ve sınırlarının neye göre belirlendiğini sorguluyormuş. Bu sorgulamadan bienal izleyicisine düşen, bir labirent ve 20'den fazla ülkenin birbirine karışmış müziği. Her ülkeden bir müzik grubu seçilmiş ve şarkılar, besteci Simon Fisher Turner tarafından soundtrack haline getirilmiş. Labirentin duvarlarına da müzik gruplarının isimleri kargacık burgacık yazılmış. Zamanında kültürler nasıl karışmışsa öyle...
Labirentin mavi-siyah rengine dair bilgi isteyince Avrupa Birliği'nin bayrak rengiyle başlayan uzun bir tarih dersine maruz kaldık. İyi oldu, bildiğimizin gerçek Avrupa olmadığını ve sınırların aslında çok daha doğudan başlaması gerektiğini öğrendik. Perigot, sınır ülkelerinin düşüncelerini ifade ederken müziği çokça kullandığını fark edince girişmiş böyle bir çalışmaya. Batı-Doğu arasındaki ses trafiğinin önemini anlatan sanatçı, bu ülkelerin devrimlerinin bile müzikle olduğunu söylüyor ve ekliyor: "Litvanya'da bir devrim müziği var. Ukranya'daki turuncu devrimi hip hop şarkılar destekledi. Letonya devriminin adı 'şarkı söyleme devrimi'... Daha ne diyeyim, dertlerini müzikle anlatıyor bu toplumlar..."
Türkiye'den Baba Zula'yı seçen sanatçı, grubun toplumun sabrını sınadığı görüşünde. Türkiye, en dertli sınır ülkelerinden biri ona göre. 'Burada yaşamak, Türk olmak çok mu korkunç görünüyor?' dediğimizde kibarca "Hayır, hiç olur mu!" dese de açıyor ağzını yumuyor gözünü: "Toplumda zengin ve fakir ayrımı çok fazla burada. Paris'te de fakirler var ama aynı şey değil. Ne kadar fakir olursanız olun devlet hastanesinde iyi bakılırsınız. Burada parmağımı kestim. Devlet hastanesinde (Taksim İlkyardım) tedavi olamadım. Alman Hastanesi'ne gidip bir sürü para ödemek zorunda kaldım. Sosyal devletin gerekliliklerini yerine getiremiyor Türkiye. Sınırın öte yanına geçememesi de bundan. Kültür, din... Hepsi bahane."
Jülide Karahan
20 Eylül 2007/Radikal
19 Eylül 2007 Çarşamba
CV
Eğitim
2005 – 2008 :
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Yüksek Lisans
Tez konusu: Türkiye’de Medya ve Sanat İlişkisi
1999 – 2004 :
Ege Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler
Yabancı Dil
İngilizce : Advanced
Üniversite öğrenim dili İngilizce
Fransızca : Niveau Superieur
İzmir Fransız Kültür Merkezi, Paris Sorbonne Üniversitesi
İş Tecrübesi
Kasım 2010 - ... : Zaman Gazetesi Kültür Sanat (Muhabir)
Haziran 2009 - Kasım 2012 : Skylife / Anadolujet / Skylife Business (Editör)
Haziran 2009- Kasım 2012 : Fotoğraf Dergisi (Yazar)
Eylül 2007 - Mayıs 2009 : TRT2 Eğitim Kültür Programları (Metin yazarı)
Eylül 2007 - Temmuz 2009 : Milliyet Sanat Dergisi (Yazar)
Eylül 2007 - Temmuz 2009 : Foto Digital Dergisi (Yazar)
Eylül 2007- Eylül 2008: Radikal Gazetesi (Muhabir)
Ocak 2005 - Ağustos 2007 : Zaman Gazetesi (Muhabir)
Ağustos - Kasım 2004 : Zaman Gazetesi Paris Büro (Stajyer)
Eylül 2003 - Ocak 2004 : Radyo 35 (Metin yazarı)
Şubat - Haziran 2003 : İzmir Büyükşehir Belediyesi (Stajyer)
Haziran - Ekim 2000 : Efes Sürmeli Oteli (Animatör)
...
2005 – 2008 :
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Yüksek Lisans
Tez konusu: Türkiye’de Medya ve Sanat İlişkisi
1999 – 2004 :
Ege Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler
Yabancı Dil
İngilizce : Advanced
Üniversite öğrenim dili İngilizce
Fransızca : Niveau Superieur
İzmir Fransız Kültür Merkezi, Paris Sorbonne Üniversitesi
İş Tecrübesi
Kasım 2010 - ... : Zaman Gazetesi Kültür Sanat (Muhabir)
Haziran 2009 - Kasım 2012 : Skylife / Anadolujet / Skylife Business (Editör)
Haziran 2009- Kasım 2012 : Fotoğraf Dergisi (Yazar)
Eylül 2007 - Mayıs 2009 : TRT2 Eğitim Kültür Programları (Metin yazarı)
Eylül 2007 - Temmuz 2009 : Milliyet Sanat Dergisi (Yazar)
Eylül 2007 - Temmuz 2009 : Foto Digital Dergisi (Yazar)
Eylül 2007- Eylül 2008: Radikal Gazetesi (Muhabir)
Ocak 2005 - Ağustos 2007 : Zaman Gazetesi (Muhabir)
Ağustos - Kasım 2004 : Zaman Gazetesi Paris Büro (Stajyer)
Eylül 2003 - Ocak 2004 : Radyo 35 (Metin yazarı)
Şubat - Haziran 2003 : İzmir Büyükşehir Belediyesi (Stajyer)
Haziran - Ekim 2000 : Efes Sürmeli Oteli (Animatör)
...
18 Eylül 2007 Salı
Bienal, sonunda halka indi!
10. Uluslararası İstanbul Bienali, onuncu gününü doldurdu. Mekânlarını genişletip sanatı halkın ayağına götüren bienalde, şimdilik önemli bir iş kazası yaşanmadı. İMÇ'de esnaf adres göstermekten yılsa da kalabalıktan memnun olanların sayısı bir hayli fazla. Çöpçüler de artık alışmış, ortalıkta duran eserleri arabaya yüklemiyorlar.
Yaşlıca bir adam, Unkapanı'ndaki bir kahvehaneye oturmuş çayını yudumluyor, bir yandan da dert yanıyordu: "Olaysız bir günümüz geçmez oldu. Boyunlarında B harfi asılı çeşit çeşit insan, ortalıkta avare avare dolaşıyor bir haftadır. Bakalım ne çıkacak altından?" Gazeteleri karıştıran bir başkası, gözlüklerinin üzerinden bakıp sesleniyor ona: "İlahi Muhsin Amca, hadi gazete okumuyor, televizyon izlemiyorsun; afişleri de mi görmedin? Bienal var, bienal, sanat yani... Onu geziyorlar..." Gücendi, ama "Neyin peşinde bu kadar insan?" diye sormadan edemedi Muhsin Amca.
İstanbul'un dört bir yanındaki afişlere "Sanat hiç bu kadar iyimser olmamıştı" sloganıyla yansıyan 10. Uluslararası İstanbul Bienali, on gündür misafirlerini ağırlıyor. Küratör Hou Hanru, 96 sanatçı ve sanatçı grubunun 150'yi aşkın çalışması için, "Bu karmaşık ve sindirmesi zor bir proje, ağır gelirse kabahatlisi benim." diye uyarmıştı daha ilk günden herkesi. Tek tek, sindire sindire dolaşmak hayli zor. Sanatçı Sarkis'in, bienali daha uzun bir süreye yayma önerisi boşuna değil. Arkasında Koç Holding gibi büyük bir sermaye desteği ve 3 milyon Euro'luk bütçesiyle gözlerden ziyade zihinlere sesleniyor sergiler.
Hamburger ve kola değil, bezelyeli enginar
"Ne önerirsiniz?" sorumuza "Vakit geçirmeli, iletişim kurmalı, bir daha bir daha dönüp gezmelisiniz." cevabını veren Hanru, bienalin hamburger ve kola gibi değil, bezelyeli enginar gibi tüketilmesini salık veriyor. Uzatılan hiçbir kayıt cihazını geri çevirmeyen zarif küratör, 'küreselleşme' kelimesini içeren, o da yetmezmiş gibi 'sistemin içinde sisteme karşı' diye başlayan klasik soruları bile usanmadan tekrar tekrar cevaplıyor. 'Çinli kardeşlerini toplayıp gelmiş' türünden yorumlara da "Doğululaşma eğilimi var tabii. Etkinliklerin kimilerini Asya yakasına taşıdık mesela." şeklinde nükteli karşılıklar veriyor. Gecegezenler projesiyle Kartal'dan Şirinevler'e 120 ayrı mekana dağılarak 'şehrin bir parçası olmak' klişesinin hakkını vermek isteyen 10. İstanbul Bienali'nin tek derdi uykusuzluk. "Uyumayan şehrin bienali de uyumaz." diyen küratör, gecegezen videolarla yetinmeyerek Antrepo'daki rüya eviyle sabaha kadar ağırlama niyetinde sanatseveri.
Duvarlardaki 'Dünya Fabrikası' yazıları hiçbir işe yaramıyor. İMÇ'nin 5, 6 ve 1. Blok'una yayılmış işleri bulmak epey zor. Mecburen etrafa soruyorsunuz. Bienal masası var; ama size sıra gelmesi zor. Zira görevliler "Neler oluyor burada, İMÇ yıkılmasın diye eylem mi var? Konser de olacak mı?" gibi sorularla meşgul. Aralarında yer tarif etmekten illallah diyenler olsa da, esnaf kalabalık görmekten memnun. Şendoğan Büfe'nin sahibi, "Abla parayı koyacak yer bulamıyorum. Hiç böyle paralı kalabalık görmediydim." diyor mesela. Tembih edilmiş olacak ki çöpçüler de etrafı temizlerken, sürekli "Abla bunu atayım mı?" diye soruyor. Dikkatli olmakta fayda var, zira ne olduğu anlaşılamayıp çöp sanılarak atılan nice yapıt geçti güncel sanat tarihinden. İMÇ'nin yıldızı Sora Kim'in 'Capital Plus Kredi Birliği Nedir?' isimli çalışması. Capital Plus Kredi Birliği ağırlık, uzunluk, miktar ve tutar üzerinden mevduat kabul eden hayali bir finans kuruluşu. İlgi, belki de tepki çeken bir diğer çalışma da Burak Delier'in Parkalinç isimli montu. Esnaf, 100 Euro'ya satılan montun benzerini yapıp daha ucuza satmayı planlıyor!
'O bir sanat eseri değil'
AKM'yi gezmek yorucu, kimilerine göre de sıkıcı. Sergilenen çalışmaların çoğunun fotoğraf ve video olmasından değil, binanın maddeten sıcak, manen soğuk olmasından kaynaklanıyor bu. Havasız kalıp bir an önce çıkmak istiyorsunuz. Çıkmadan önce Nina Fischer ve Maroan el Sani'nin 'Dünyanın Bütün Hafızası' başlıklı videosunu izlememezlik etmeyin. Paris'in merkezindeki eski Fransa Ulusal Kütüphanesi'nin boşluğunu, tek bir kitabın bile yer almadığı binlerce rafı yavaş takip çekimle izlemek gerçekten ürkütücü. Alttan alta pek çok soru var AKM'de. Erdem Helvacıoğlu'nun "Bir mekânın sesi neleri içerir?" sorusuna cevap aradığı 'Sessiz Duvarlardaki Hatıralar' binada yapılmış gösteri ve söyleşi seslerinden oluşuyor. İstanbul halkının belleğinde yer edinmiş tarihsel bir yapı kendi kendine söyleniyor sanki. Soru basit: "AKM kalmalı mı yoksa başka bir yapıya mı terk etmeli yerini?" Dikkat çeken işlerden biri de Didier Fiuza Faustino'nun hemen girişteki derme çatma Avrupa Birliği kulübesi. "Hiç girmesek daha iyi" dedirtecek cinsten... Yere saçılmış harfler, ortaya dökülen hayalleri mi anımsatıyor, yoksa Avrupa Birliği ülkesi olmayı becermiş bir ülkenin enkazını mı? Giriş katından itibaren yükselen üzeri ampul kaplı kolonun kimin eseri olduğunu sormaya kalkmayın sakın. Zira o, bienal işlerinden biri değil.
Heyecan, ince zeka ve tartışma
Antrepo'da 42 ayrı yapıt var. Önce AES+F'nin 'Son Ayaklanma' isimli iki dev resmine bakmalı. "Kurban ve saldırgan, erkek ve kadın arasında fark kalmadı. Dünya ideolojinin, tarihin ve ahlâkın sonunu kutluyor..." diyen sanatçı grubu, 52. Venedik Bienali'ne 'Son Ayaklanma'nın videosuyla katılmış ve çok beğenilmişti. Tartışılacak eserlerin başında Extramücadele'nin 'Ne?' başlıklı afişleri geliyor. Ziyaretçiler afişlerdeki boşlukları doldurabiliyor. Nihai amaç şu: "Bir gün gelecek Türkiye'de yaşayan bütün azınlıklar 'Ne mutlu ki Türkiye'de yaşıyorum!' diyecek. Hadi hayırlısı..."
İnce zeka arayanlar Ken Lum'un 'Farkındalık Evi'ne mutlaka girmeli. Üç koridorla çevrili karartılmış bir odadan oluşan mimari yerleştirmenin derdi Yunus Emre'nin "Mânâ Evine Daldık" şiirini okutabilmek. Aynanın karşısındaki duvara tersinden yazılmış şiiri ancak aynada kendinize bakarak okuyabiliyorsunuz. Sanatçılarından Buthayna Ali'nin dediği gibi herkes kendi salıncağını seçecek işte.
Deniz Ilgın
18 Eylül 2007/Zaman
Yaşlıca bir adam, Unkapanı'ndaki bir kahvehaneye oturmuş çayını yudumluyor, bir yandan da dert yanıyordu: "Olaysız bir günümüz geçmez oldu. Boyunlarında B harfi asılı çeşit çeşit insan, ortalıkta avare avare dolaşıyor bir haftadır. Bakalım ne çıkacak altından?" Gazeteleri karıştıran bir başkası, gözlüklerinin üzerinden bakıp sesleniyor ona: "İlahi Muhsin Amca, hadi gazete okumuyor, televizyon izlemiyorsun; afişleri de mi görmedin? Bienal var, bienal, sanat yani... Onu geziyorlar..." Gücendi, ama "Neyin peşinde bu kadar insan?" diye sormadan edemedi Muhsin Amca.
İstanbul'un dört bir yanındaki afişlere "Sanat hiç bu kadar iyimser olmamıştı" sloganıyla yansıyan 10. Uluslararası İstanbul Bienali, on gündür misafirlerini ağırlıyor. Küratör Hou Hanru, 96 sanatçı ve sanatçı grubunun 150'yi aşkın çalışması için, "Bu karmaşık ve sindirmesi zor bir proje, ağır gelirse kabahatlisi benim." diye uyarmıştı daha ilk günden herkesi. Tek tek, sindire sindire dolaşmak hayli zor. Sanatçı Sarkis'in, bienali daha uzun bir süreye yayma önerisi boşuna değil. Arkasında Koç Holding gibi büyük bir sermaye desteği ve 3 milyon Euro'luk bütçesiyle gözlerden ziyade zihinlere sesleniyor sergiler.
Hamburger ve kola değil, bezelyeli enginar
"Ne önerirsiniz?" sorumuza "Vakit geçirmeli, iletişim kurmalı, bir daha bir daha dönüp gezmelisiniz." cevabını veren Hanru, bienalin hamburger ve kola gibi değil, bezelyeli enginar gibi tüketilmesini salık veriyor. Uzatılan hiçbir kayıt cihazını geri çevirmeyen zarif küratör, 'küreselleşme' kelimesini içeren, o da yetmezmiş gibi 'sistemin içinde sisteme karşı' diye başlayan klasik soruları bile usanmadan tekrar tekrar cevaplıyor. 'Çinli kardeşlerini toplayıp gelmiş' türünden yorumlara da "Doğululaşma eğilimi var tabii. Etkinliklerin kimilerini Asya yakasına taşıdık mesela." şeklinde nükteli karşılıklar veriyor. Gecegezenler projesiyle Kartal'dan Şirinevler'e 120 ayrı mekana dağılarak 'şehrin bir parçası olmak' klişesinin hakkını vermek isteyen 10. İstanbul Bienali'nin tek derdi uykusuzluk. "Uyumayan şehrin bienali de uyumaz." diyen küratör, gecegezen videolarla yetinmeyerek Antrepo'daki rüya eviyle sabaha kadar ağırlama niyetinde sanatseveri.
Duvarlardaki 'Dünya Fabrikası' yazıları hiçbir işe yaramıyor. İMÇ'nin 5, 6 ve 1. Blok'una yayılmış işleri bulmak epey zor. Mecburen etrafa soruyorsunuz. Bienal masası var; ama size sıra gelmesi zor. Zira görevliler "Neler oluyor burada, İMÇ yıkılmasın diye eylem mi var? Konser de olacak mı?" gibi sorularla meşgul. Aralarında yer tarif etmekten illallah diyenler olsa da, esnaf kalabalık görmekten memnun. Şendoğan Büfe'nin sahibi, "Abla parayı koyacak yer bulamıyorum. Hiç böyle paralı kalabalık görmediydim." diyor mesela. Tembih edilmiş olacak ki çöpçüler de etrafı temizlerken, sürekli "Abla bunu atayım mı?" diye soruyor. Dikkatli olmakta fayda var, zira ne olduğu anlaşılamayıp çöp sanılarak atılan nice yapıt geçti güncel sanat tarihinden. İMÇ'nin yıldızı Sora Kim'in 'Capital Plus Kredi Birliği Nedir?' isimli çalışması. Capital Plus Kredi Birliği ağırlık, uzunluk, miktar ve tutar üzerinden mevduat kabul eden hayali bir finans kuruluşu. İlgi, belki de tepki çeken bir diğer çalışma da Burak Delier'in Parkalinç isimli montu. Esnaf, 100 Euro'ya satılan montun benzerini yapıp daha ucuza satmayı planlıyor!
'O bir sanat eseri değil'
AKM'yi gezmek yorucu, kimilerine göre de sıkıcı. Sergilenen çalışmaların çoğunun fotoğraf ve video olmasından değil, binanın maddeten sıcak, manen soğuk olmasından kaynaklanıyor bu. Havasız kalıp bir an önce çıkmak istiyorsunuz. Çıkmadan önce Nina Fischer ve Maroan el Sani'nin 'Dünyanın Bütün Hafızası' başlıklı videosunu izlememezlik etmeyin. Paris'in merkezindeki eski Fransa Ulusal Kütüphanesi'nin boşluğunu, tek bir kitabın bile yer almadığı binlerce rafı yavaş takip çekimle izlemek gerçekten ürkütücü. Alttan alta pek çok soru var AKM'de. Erdem Helvacıoğlu'nun "Bir mekânın sesi neleri içerir?" sorusuna cevap aradığı 'Sessiz Duvarlardaki Hatıralar' binada yapılmış gösteri ve söyleşi seslerinden oluşuyor. İstanbul halkının belleğinde yer edinmiş tarihsel bir yapı kendi kendine söyleniyor sanki. Soru basit: "AKM kalmalı mı yoksa başka bir yapıya mı terk etmeli yerini?" Dikkat çeken işlerden biri de Didier Fiuza Faustino'nun hemen girişteki derme çatma Avrupa Birliği kulübesi. "Hiç girmesek daha iyi" dedirtecek cinsten... Yere saçılmış harfler, ortaya dökülen hayalleri mi anımsatıyor, yoksa Avrupa Birliği ülkesi olmayı becermiş bir ülkenin enkazını mı? Giriş katından itibaren yükselen üzeri ampul kaplı kolonun kimin eseri olduğunu sormaya kalkmayın sakın. Zira o, bienal işlerinden biri değil.
Heyecan, ince zeka ve tartışma
Antrepo'da 42 ayrı yapıt var. Önce AES+F'nin 'Son Ayaklanma' isimli iki dev resmine bakmalı. "Kurban ve saldırgan, erkek ve kadın arasında fark kalmadı. Dünya ideolojinin, tarihin ve ahlâkın sonunu kutluyor..." diyen sanatçı grubu, 52. Venedik Bienali'ne 'Son Ayaklanma'nın videosuyla katılmış ve çok beğenilmişti. Tartışılacak eserlerin başında Extramücadele'nin 'Ne?' başlıklı afişleri geliyor. Ziyaretçiler afişlerdeki boşlukları doldurabiliyor. Nihai amaç şu: "Bir gün gelecek Türkiye'de yaşayan bütün azınlıklar 'Ne mutlu ki Türkiye'de yaşıyorum!' diyecek. Hadi hayırlısı..."
İnce zeka arayanlar Ken Lum'un 'Farkındalık Evi'ne mutlaka girmeli. Üç koridorla çevrili karartılmış bir odadan oluşan mimari yerleştirmenin derdi Yunus Emre'nin "Mânâ Evine Daldık" şiirini okutabilmek. Aynanın karşısındaki duvara tersinden yazılmış şiiri ancak aynada kendinize bakarak okuyabiliyorsunuz. Sanatçılarından Buthayna Ali'nin dediği gibi herkes kendi salıncağını seçecek işte.
Deniz Ilgın
18 Eylül 2007/Zaman
10 Eylül 2007 Pazartesi
Bienallerin geleceğinde süper küratörler yok
İstanbul, serin havayla birlikte bienale de teslim oldu. Boyunlarına B harfi asmış (düzenleyen, katılan, gezen) bienal insanları şehre yayıldı. Hayat bütün sanatsallığıyla harala gürele akarken bir grup insan ise sergileri bırakıp Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Oditoryumu'na kapandı.
İstanbul Modern'in düzenlediği 'Bienallerin Geleceği' başlıklı uluslararası sempozyum cuma ve cumartesi günlerinin en 'tartışmalı' etkinliklerinden biriydi. AICA Türkiye işbirliği ve Garanti Bankası sponsorluğuyla hayata geçen sempozyumun ilk günü küratörler, ikinci günü de sanatçılar anlattı geçmiş zaman bienallerinin deneyimlerini ya da deneyimsizliklerini. Herkes gözünü kırpmadan dinledi. Sempozyumun moderatörlüğünü yapan İstanbul Modern Müze Direktörü David Elliott, korsan demeç vermek isteyenlere nasıl izin vermediyse ilginin azalmasına da öyle izin vermedi. Pek çok defter gelecek zamana dair notlarla doldu.
Notların en dikkat çekici cümleleri son sayfalarda edildi. Ön sıralarda oturan pembe elbiseli genç hanımın "İki gündür dinliyorum. Geçmişten ve şimdiki zamandan bahsettiniz. Artık geleceğe gelir misiniz?" sözlerinden itibaren... Bu sitemkar isteğe gülümseyen bir ciddiyetle cevap verdi David Elliott: "Bienalin geleceğiyle ilgili kesin ve kısa cevaplar vermek mümkün değil. Gelecek bu salonda. Bu şehirde. Konuşarak oluşturacağız onu." Böyle bir soruya önceden hazırlanmış sanatçı Sarkis, teklemeden sıraladı önerilerini: "Eskiden 1 ay sürerdi bienal, şimdi 2. İki ay pek çok önemli çalışmayı basit birer süse çeviriyor. Bienal iki seneye yayılmalı. Ayrıca bir bienal müzesi de kurulmalı."
Selim Birsel'in "Araştırma projesi gibi bir soru bu. Monet gelsin mesela..." ya da Hou Hanru'nun "Gelecek aslında ürettiklerimiz" gibi önerilerine son noktayı René Block'un "Bugünkü tecrübenin devamı önemli. Geleceğe yönelik 5 yıllık planlar hiçbir zaman işe yaramaz. Onları bir kenara bırakıp bugünü değerlendirmeye bakalım." cümleleri koydu.
Sempozyum notlarının ilk sayfalarında David Elliott'un "Bienal nedir? Neden bienal yapma zahmetine giriyoruz?" sorusuna küratörlerin verdiği cevaplar yer alıyor. "80'lerde bienal düzenlemek görünürlük için şarttı. Sanatın aktığı ana yatağa girmek gerekiyordu. Bunlar başarıldı. Şimdi süper küratörler oluşturmak yerine atölye çalışmalarına yönelmeli." diyen Beral Madra'yı (1987 ve 1989 bienalleri küratörü) Vasıf Kortun (1992), René Block (1995), Paolo Colombo (1999), Yuko Hasegawa (2001), Dan Cameron (2003) ve Charles Esche (2005) takip etti. İkinci günün konuşmacıları ise bienal sanatçılarından Haluk Akakçe, Selim Birsel, Hannah Collins, Ayşe Erkmen, Sarkis, Solmaz Shahbazi, Nedko Solakov ve xurban_collective idi. 10. İstanbul Bienali küratörü Hou Hanru, açılış yoğunluğundan birinci gün gelmesi gerekirken ancak ikinci güne yetişebildi.
Deniz Ilgın
10 Eylül 2007/Zaman
İstanbul Modern'in düzenlediği 'Bienallerin Geleceği' başlıklı uluslararası sempozyum cuma ve cumartesi günlerinin en 'tartışmalı' etkinliklerinden biriydi. AICA Türkiye işbirliği ve Garanti Bankası sponsorluğuyla hayata geçen sempozyumun ilk günü küratörler, ikinci günü de sanatçılar anlattı geçmiş zaman bienallerinin deneyimlerini ya da deneyimsizliklerini. Herkes gözünü kırpmadan dinledi. Sempozyumun moderatörlüğünü yapan İstanbul Modern Müze Direktörü David Elliott, korsan demeç vermek isteyenlere nasıl izin vermediyse ilginin azalmasına da öyle izin vermedi. Pek çok defter gelecek zamana dair notlarla doldu.
Notların en dikkat çekici cümleleri son sayfalarda edildi. Ön sıralarda oturan pembe elbiseli genç hanımın "İki gündür dinliyorum. Geçmişten ve şimdiki zamandan bahsettiniz. Artık geleceğe gelir misiniz?" sözlerinden itibaren... Bu sitemkar isteğe gülümseyen bir ciddiyetle cevap verdi David Elliott: "Bienalin geleceğiyle ilgili kesin ve kısa cevaplar vermek mümkün değil. Gelecek bu salonda. Bu şehirde. Konuşarak oluşturacağız onu." Böyle bir soruya önceden hazırlanmış sanatçı Sarkis, teklemeden sıraladı önerilerini: "Eskiden 1 ay sürerdi bienal, şimdi 2. İki ay pek çok önemli çalışmayı basit birer süse çeviriyor. Bienal iki seneye yayılmalı. Ayrıca bir bienal müzesi de kurulmalı."
Selim Birsel'in "Araştırma projesi gibi bir soru bu. Monet gelsin mesela..." ya da Hou Hanru'nun "Gelecek aslında ürettiklerimiz" gibi önerilerine son noktayı René Block'un "Bugünkü tecrübenin devamı önemli. Geleceğe yönelik 5 yıllık planlar hiçbir zaman işe yaramaz. Onları bir kenara bırakıp bugünü değerlendirmeye bakalım." cümleleri koydu.
Sempozyum notlarının ilk sayfalarında David Elliott'un "Bienal nedir? Neden bienal yapma zahmetine giriyoruz?" sorusuna küratörlerin verdiği cevaplar yer alıyor. "80'lerde bienal düzenlemek görünürlük için şarttı. Sanatın aktığı ana yatağa girmek gerekiyordu. Bunlar başarıldı. Şimdi süper küratörler oluşturmak yerine atölye çalışmalarına yönelmeli." diyen Beral Madra'yı (1987 ve 1989 bienalleri küratörü) Vasıf Kortun (1992), René Block (1995), Paolo Colombo (1999), Yuko Hasegawa (2001), Dan Cameron (2003) ve Charles Esche (2005) takip etti. İkinci günün konuşmacıları ise bienal sanatçılarından Haluk Akakçe, Selim Birsel, Hannah Collins, Ayşe Erkmen, Sarkis, Solmaz Shahbazi, Nedko Solakov ve xurban_collective idi. 10. İstanbul Bienali küratörü Hou Hanru, açılış yoğunluğundan birinci gün gelmesi gerekirken ancak ikinci güne yetişebildi.
Deniz Ilgın
10 Eylül 2007/Zaman
7 Eylül 2007 Cuma
İstanbul Modern'de Bienal hatıraları
İstanbul Modern'de önceki gün açılan 'Şimdiki Zaman Geçmiş Zaman' isimli sergi, İstanbul Bienali'nin çocukluk fotoğraflarını sandıklardan çıkardı. 20 yıllık geçmişi bir arada izlemek sadece sanatın değil, toplumsal yaşamın geçirdiği pek çok değişimi de hikâyeliyor.
İnternet ve cep telefonu yok. Küratörlük gibi bir kelime duyulmuş değil. Bienal... O da ne? Sene 1987. İstanbul'un ilk uluslararası çağdaş sanat sergisi, bienal denmiyor daha, varolma çabasında. İstanbul sanat çevresinde sağ mı sol mu; figür mü soyut mu tartışması... Bugünlerde gençliğinin en deli zamanlarını yaşayan, 20'sine dün bastı, Uluslararası İstanbul Bienali'nin ilk fotoğrafı bu.
İstanbul Modern, etkinliğin 20. yaşını 'Şimdiki Zaman Geçmiş Zaman /20 yılda Uluslararası İstanbul Bienali'nden İz Bırakanlar' başlıklı bir sergiyle kutluyor. Geçmiş dokuz bienalin sekiz küratörü (ilk ikisi Beral Madra) kendi sergilerinden biri Türk, üçer sanatçı seçmiş. Monica Bonvicini'nin 'Cehenneme Merdiven' isimli yerleştirmesi müzenin daimi eseri olduğundan 8. Bienal iltimaslı. 42 sanatçının 50 yapıtı canlı, gelmiş geçmiş tüm çalışmalar ise ekranlardan izlenebiliyor.
Küratörlerin küratörlüğünü İstanbul Modern Direktörü David Elliott ve İstanbul Modern Başküratörü Rosa Martinez üstlenmiş. David Elliott'un sergi için kullandığı '20 yılda sanatın bu şehirde yaşadıkları' ifadesi az kalıyor zira, her bir fotoğrafın arka planında dünyaya dair türlü hal var. Mesela 3. İstanbul Bienali Körfez Savaşı nedeniyle, dördüncüsü de ekonomik kriz sebebiyle birer yıl gecikmiş. Bienallerin altıncısı 1999 depreminden, yedincisi 11 Eylül'den, sekizincisi de Irak işgalinden nasiplenmiş. Tüm bunlar düşünüldüğünde 'pek bahtsızmış' bile denebilir.
İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı, önceki günkü basın toplantısında "Sergi, Türk ve dünya güncel sanatının en iyi örneklerinden geniş bir yelpaze sunarken sanatsal üretimdeki değişikliklere yönelik bir değerlendirme olanağı da tanıyor izleyiciye" dedi. Biz de bu olanaktan yararlanarak geçmiş küratörlerden (Beral Madra, Vasıf Kortun, Renè Block, Paolo Colombo, Yuko Hasegawa, Dan Cameron ve Charles Esche) eski bienalleri değerlendirmelerini istedik. Neredeyse hepsi Rosa Martinez'in küratörlüğünü yaptığı 5. Bienali unutamadığını söyledi.
Peki ya 2 Aralık'a dek sürecek serginin en unutulmaz işleri hangileri olacak? Sarkis'in 'Pilav ve Tartışma Yeri' isimli yerleştirmesi galiba. Sarkis'in İstanbul Modern'in orta yerine kurduğu yerleştirme önce teknisyenleri, sonra müze çalışanlarını toplamış başına; şimdi de ziyaretçileri toplayacak gibi. Ahşap sıralara oturup 19. yy Osmanlı kazanından nohutlu pilavınızı yerken tartışacağınız diğer eserlere gelince... İlk bienalden sonuncusuna doğru ilerleyen zamandizinsel düzenleme içinde Michelangelo Pistoletto'nun 'Paçavraların Venüs'ü, Halil Altındere'nin 'Tabularla Dans'ı ve Shirin Neshat'ın 'Allah'ın Kadınları' çok konuşulanlar arasında.
Sergi kapsamında yarın ve ertesi gün Mimar Sinan Üniversitesi Oditoryumu'nda 'Bienallerin Geleceği' başlıklı sempozyumda, tüm Bienal küratörleri söz alacak; hatırlatalım.
Jülide Karahan
07 Eylül 2007/Radikal
İnternet ve cep telefonu yok. Küratörlük gibi bir kelime duyulmuş değil. Bienal... O da ne? Sene 1987. İstanbul'un ilk uluslararası çağdaş sanat sergisi, bienal denmiyor daha, varolma çabasında. İstanbul sanat çevresinde sağ mı sol mu; figür mü soyut mu tartışması... Bugünlerde gençliğinin en deli zamanlarını yaşayan, 20'sine dün bastı, Uluslararası İstanbul Bienali'nin ilk fotoğrafı bu.
İstanbul Modern, etkinliğin 20. yaşını 'Şimdiki Zaman Geçmiş Zaman /20 yılda Uluslararası İstanbul Bienali'nden İz Bırakanlar' başlıklı bir sergiyle kutluyor. Geçmiş dokuz bienalin sekiz küratörü (ilk ikisi Beral Madra) kendi sergilerinden biri Türk, üçer sanatçı seçmiş. Monica Bonvicini'nin 'Cehenneme Merdiven' isimli yerleştirmesi müzenin daimi eseri olduğundan 8. Bienal iltimaslı. 42 sanatçının 50 yapıtı canlı, gelmiş geçmiş tüm çalışmalar ise ekranlardan izlenebiliyor.
Küratörlerin küratörlüğünü İstanbul Modern Direktörü David Elliott ve İstanbul Modern Başküratörü Rosa Martinez üstlenmiş. David Elliott'un sergi için kullandığı '20 yılda sanatın bu şehirde yaşadıkları' ifadesi az kalıyor zira, her bir fotoğrafın arka planında dünyaya dair türlü hal var. Mesela 3. İstanbul Bienali Körfez Savaşı nedeniyle, dördüncüsü de ekonomik kriz sebebiyle birer yıl gecikmiş. Bienallerin altıncısı 1999 depreminden, yedincisi 11 Eylül'den, sekizincisi de Irak işgalinden nasiplenmiş. Tüm bunlar düşünüldüğünde 'pek bahtsızmış' bile denebilir.
İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı, önceki günkü basın toplantısında "Sergi, Türk ve dünya güncel sanatının en iyi örneklerinden geniş bir yelpaze sunarken sanatsal üretimdeki değişikliklere yönelik bir değerlendirme olanağı da tanıyor izleyiciye" dedi. Biz de bu olanaktan yararlanarak geçmiş küratörlerden (Beral Madra, Vasıf Kortun, Renè Block, Paolo Colombo, Yuko Hasegawa, Dan Cameron ve Charles Esche) eski bienalleri değerlendirmelerini istedik. Neredeyse hepsi Rosa Martinez'in küratörlüğünü yaptığı 5. Bienali unutamadığını söyledi.
Peki ya 2 Aralık'a dek sürecek serginin en unutulmaz işleri hangileri olacak? Sarkis'in 'Pilav ve Tartışma Yeri' isimli yerleştirmesi galiba. Sarkis'in İstanbul Modern'in orta yerine kurduğu yerleştirme önce teknisyenleri, sonra müze çalışanlarını toplamış başına; şimdi de ziyaretçileri toplayacak gibi. Ahşap sıralara oturup 19. yy Osmanlı kazanından nohutlu pilavınızı yerken tartışacağınız diğer eserlere gelince... İlk bienalden sonuncusuna doğru ilerleyen zamandizinsel düzenleme içinde Michelangelo Pistoletto'nun 'Paçavraların Venüs'ü, Halil Altındere'nin 'Tabularla Dans'ı ve Shirin Neshat'ın 'Allah'ın Kadınları' çok konuşulanlar arasında.
Sergi kapsamında yarın ve ertesi gün Mimar Sinan Üniversitesi Oditoryumu'nda 'Bienallerin Geleceği' başlıklı sempozyumda, tüm Bienal küratörleri söz alacak; hatırlatalım.
Jülide Karahan
07 Eylül 2007/Radikal
Etiketler:
istanbul Modern,
Şimdiki Zaman Geçmiş Zaman
9 Ağustos 2007 Perşembe
Bienalden önce tarihi geliyor
İstanbul Modern, 6 Eylül'de açılacak 'Şimdiki Zaman Geçmiş Zaman' başlıklı sergiyle İstanbul Bienali'nin 20 yıllık geçmişini son bienalin başlamasına iki gün kala anlatacak sanatsevere. Bienal mekânlarında "Geçen sefer şöyle bir iş vardı; şu şu konulara değinilmişti; bu defa bir eksiklik var ama... heyecansız galiba..." gibi ahkâmlar daha çok kesilecek bu defa.
2003 yılındaki Şiirsel Adalet üst başlıklı 8. Uluslararası İstanbul Bienali'nin basın toplantısında bir hanımın, "Ben bienali beğenerek takip ediyorum. Fakat geçen sene göremedim. Neden yapılmadı acaba?" şeklindeki sorusu ve İKSV Genel Müdürü Görgün Taner'in verdiği zarif cevabın bir fıkra gibi dilden dile dolaştığı düşünüldüğünde böyle bir sergiye ne denli ihtiyaç olduğu daha iyi anlaşılıyor.
1987 yılında düzenlenen ilk İstanbul Bienali'nden bu yana 20 yıl geçmiş. İlk dönemlerde dünyanın dört bir yanından seçilen sanat yapıtları, kentin farklı köşelerindeki tarihsel mekânlarda ve müzelerde sergilendi. Daha sonraki bienaller bir yandan bu yaklaşımı sürdürürken bir yandan da 'sanat dışı' alanlara ve mekânlara uzanmanın yollarını aradı. Bienalin geçmişten geleceğe değişimini belgeleyecek 'Şimdiki Zaman Geçmiş Zaman' isimli sergide eski İstanbul bienallerinin küratörlerinin seçtiği, her bienali en iyi yansıtan yapıtları göreceğiz. Bir de geçen 20 yılda nereden nereye gelindiğini...
Serginin küratörlüğünü İstanbul Modern Direktörü David Elliott ve İstanbul Modern Başküratörü Rosa Martinez yapıyor. Roza Martinez, iki sene önce bir önceki bienalle eşzamanlı bir sergi daha yapmıştı İstanbul Modern'de. 'Çekim Merkezi' başlıklı serginin bienal mekânlarından birine olan komşuluğunu hatırlatıp, "Bienalin rüzgârından istifade etmeyi mi düşündünüz?" diye sormuştuk o zaman Rosa Martinez'e. "Haklısınız, her şey bir araya geldi.
Bienalin misyonu yeni yetenekleri keşfetmek, tanıtmak ve gelecekle bağlantı kurmak. Müzenin misyonu ise artık rüştünü ispatlamış çağdaş sanatçıları ağırlamak. Bu anlamda birbirini tamamlıyor, dengeliyor bienal ve sergi..." demiş ve eklemişti Martinez: "Çağdaş sanat açısından geçmiş, günümüz ve gelecek bir araya geliyor. Dünyanın gözü bu şehirde olacak. Bu iki olay birbirine güç verecek."
Rosa Martinez'in çekim merkezi için söyledikleri ve belki de daha fazlası bu sergi için de geçerli olsa gerek. Bir yandan Hou Hanru'nun küratörlüğündeki 10. Uluslararası İstanbul Bienali'ni gezeceğiz, bir yandan da İstanbul Modern'i. Üstelik bienal mekânlarından Antrepo No 3 ile komşuluk söz konusu yine. 2 Aralık'a dek İstanbul Modern'in alt katında ve dış alanlarında sürecek sergide 42 sanatçının 50 yapıtı yer alıyor. Daha önceki bienalleri yönetmiş 8 sanat yönetmeninden Beral Madra, Vasıf Kortun, René Block, Rosa Martinez, Paolo Colombo, Yuko Hasegawa, Dan Cameron ve Charles Esche düzenledikleri bienalin simgesel yapıtlarını bu sergi için seçti. Her küratör, kentle ve küratörlüğünü yaptıkları bienalle ilgili deneyimlerini ve gelecekteki bienallere ilişkin yorumlarını dile getiren bir de yazı yazdılar sergi kataloğuna. Bienalin yirmi yıl içinde geçirdiği evrimi inceleyen ve geçmişten bugüne sanat yönetmenlerinin görüş ve eleştirilerine yer veren katalog İspanya, Kore, İskoçya, Almanya, ABD, İtalya, Avusturya, Fransa ve İsveç'ten getirilecek yapıtlardan daha çok dikkat çekeceğe benziyor. Eserlerini göreceğimiz sanatçılar arasında Haluk Akakçe, Gardar Eide Einarsson, Ayşe Erkmen, Cildo Meireles, Sarkis, Serhat Kiraz ve Sislej Xhafa var.
Bienal nedir; bilmeyen kalmayacak
7-8 Eylül'de Mimar Sinan Üniversitesi Oditoryumu'nda, AICA Türkiye'nin katkılarıyla uluslararası bir de sempozyum düzenlenecek İstanbul Modern'de. Sponsorluğunu Garanti Bankası'nın üstlendiği sempozyuma, İstanbul bienallerinin tüm geçmiş yönetmenlerinin yanı sıra, 10. İstanbul Bienali küratörü Hou Hanru ve sergiye katılan bazı sanatçılar da davetli. Genel olarak bienallerin, özel olarak da İstanbul Bienali'nin geçmişi, bugünü ve geleceğinin tartışılacağı sempozyum 'bienal nedir?' sorusunun kökünü kazıyacağa benziyor.
Jülide Karahan
09 Ağustos 2007/Zaman
2003 yılındaki Şiirsel Adalet üst başlıklı 8. Uluslararası İstanbul Bienali'nin basın toplantısında bir hanımın, "Ben bienali beğenerek takip ediyorum. Fakat geçen sene göremedim. Neden yapılmadı acaba?" şeklindeki sorusu ve İKSV Genel Müdürü Görgün Taner'in verdiği zarif cevabın bir fıkra gibi dilden dile dolaştığı düşünüldüğünde böyle bir sergiye ne denli ihtiyaç olduğu daha iyi anlaşılıyor.
1987 yılında düzenlenen ilk İstanbul Bienali'nden bu yana 20 yıl geçmiş. İlk dönemlerde dünyanın dört bir yanından seçilen sanat yapıtları, kentin farklı köşelerindeki tarihsel mekânlarda ve müzelerde sergilendi. Daha sonraki bienaller bir yandan bu yaklaşımı sürdürürken bir yandan da 'sanat dışı' alanlara ve mekânlara uzanmanın yollarını aradı. Bienalin geçmişten geleceğe değişimini belgeleyecek 'Şimdiki Zaman Geçmiş Zaman' isimli sergide eski İstanbul bienallerinin küratörlerinin seçtiği, her bienali en iyi yansıtan yapıtları göreceğiz. Bir de geçen 20 yılda nereden nereye gelindiğini...
Serginin küratörlüğünü İstanbul Modern Direktörü David Elliott ve İstanbul Modern Başküratörü Rosa Martinez yapıyor. Roza Martinez, iki sene önce bir önceki bienalle eşzamanlı bir sergi daha yapmıştı İstanbul Modern'de. 'Çekim Merkezi' başlıklı serginin bienal mekânlarından birine olan komşuluğunu hatırlatıp, "Bienalin rüzgârından istifade etmeyi mi düşündünüz?" diye sormuştuk o zaman Rosa Martinez'e. "Haklısınız, her şey bir araya geldi.
Bienalin misyonu yeni yetenekleri keşfetmek, tanıtmak ve gelecekle bağlantı kurmak. Müzenin misyonu ise artık rüştünü ispatlamış çağdaş sanatçıları ağırlamak. Bu anlamda birbirini tamamlıyor, dengeliyor bienal ve sergi..." demiş ve eklemişti Martinez: "Çağdaş sanat açısından geçmiş, günümüz ve gelecek bir araya geliyor. Dünyanın gözü bu şehirde olacak. Bu iki olay birbirine güç verecek."
Rosa Martinez'in çekim merkezi için söyledikleri ve belki de daha fazlası bu sergi için de geçerli olsa gerek. Bir yandan Hou Hanru'nun küratörlüğündeki 10. Uluslararası İstanbul Bienali'ni gezeceğiz, bir yandan da İstanbul Modern'i. Üstelik bienal mekânlarından Antrepo No 3 ile komşuluk söz konusu yine. 2 Aralık'a dek İstanbul Modern'in alt katında ve dış alanlarında sürecek sergide 42 sanatçının 50 yapıtı yer alıyor. Daha önceki bienalleri yönetmiş 8 sanat yönetmeninden Beral Madra, Vasıf Kortun, René Block, Rosa Martinez, Paolo Colombo, Yuko Hasegawa, Dan Cameron ve Charles Esche düzenledikleri bienalin simgesel yapıtlarını bu sergi için seçti. Her küratör, kentle ve küratörlüğünü yaptıkları bienalle ilgili deneyimlerini ve gelecekteki bienallere ilişkin yorumlarını dile getiren bir de yazı yazdılar sergi kataloğuna. Bienalin yirmi yıl içinde geçirdiği evrimi inceleyen ve geçmişten bugüne sanat yönetmenlerinin görüş ve eleştirilerine yer veren katalog İspanya, Kore, İskoçya, Almanya, ABD, İtalya, Avusturya, Fransa ve İsveç'ten getirilecek yapıtlardan daha çok dikkat çekeceğe benziyor. Eserlerini göreceğimiz sanatçılar arasında Haluk Akakçe, Gardar Eide Einarsson, Ayşe Erkmen, Cildo Meireles, Sarkis, Serhat Kiraz ve Sislej Xhafa var.
Bienal nedir; bilmeyen kalmayacak
7-8 Eylül'de Mimar Sinan Üniversitesi Oditoryumu'nda, AICA Türkiye'nin katkılarıyla uluslararası bir de sempozyum düzenlenecek İstanbul Modern'de. Sponsorluğunu Garanti Bankası'nın üstlendiği sempozyuma, İstanbul bienallerinin tüm geçmiş yönetmenlerinin yanı sıra, 10. İstanbul Bienali küratörü Hou Hanru ve sergiye katılan bazı sanatçılar da davetli. Genel olarak bienallerin, özel olarak da İstanbul Bienali'nin geçmişi, bugünü ve geleceğinin tartışılacağı sempozyum 'bienal nedir?' sorusunun kökünü kazıyacağa benziyor.
Jülide Karahan
09 Ağustos 2007/Zaman
Etiketler:
istanbul Modern,
Şimdiki Zaman Geçmiş Zaman
2 Ağustos 2007 Perşembe
Yaz kış, her yerde 'Devrim' var
Son yıllarda neredeyse her köşebaşında karşılaşıyoruz Devrim Erbil 'çizgi'si ile. Sanat hayatının 50. basamağına yaklaşan ressam, bir yandan Marmaris'teki son sergisinin heyecanını yaşıyor, bir yandan da İstanbul'da kuracağı vakıf için bina arıyor.
Güzel ayakkabılı dört kadın, turkuaz renkli bir İstanbul tablosunun başında sohbette. Bin türlü hayranlık cümlesi karışıyor resimdeki kuşların arasına. Tablo bitmemiş daha; bitince ismine, satılınca imzasına kavuşacak. Gerçi hiçbir zaman imzalanmasa da bu kuşların, Devrim Erbil'in fırçasından çıktığı belli. Tekrar tekrar soruyor hanımlar; ama nafile, tablo sahipli. Çaresizce başka tablolar ısmarlıyorlar oturma odalarına. Tatlı tatlı sohbet eden ressam, geri çekiliyor ve asistanlarından birine sesleniyor o anda. Bundan sonrası Alev'in işi. Siparişler alınacak, fiyatlar verilecek. Resimlerine kavuşmak için sıra bekleyenler arasına karışacak kadınlar. Devrim Hoca, salondaki masada fırçalarını çay bardaklarına batırıp çıkaran öğrencilerine dönüyor ve "Yeşilleri erteleyelim şimdilik, önce siyahın etkisini görelim." gibi içerisinde ışık, gölge, çizgi ve renk geçen pek çok cümle kuruyor. Etrafında ciddi bir sanat yatırımı dönen Devrim Erbil, kayıtsız tüm bu olanlara. O, sanatının derdinde. Ne kadar çok insana ulaşırsa o kadar kanatlanıyor mutluluğu ve gençliği. İzmir, Balıkesir, Marmaris, Bodrum... "Sanat, elit bir zümrenin elinde kaldıkça yaşama karışmaz. Ben resmimin yaşamla bütünleşmesinin peşindeyim." diyen Erbil'in dilinden düşmeyen pek çok anısından biri de şu artık: "Geçenlerde bir delikanlı sırtıma vurup, sarıldı bana; yolun ortasında. 'Bu sene Fener şampiyon değil mi hocam?' dedi. Geçen aylarda açılan şampiyon sanat sergisindeki sarı-lacivert tablolardandı tanışıklığımız."
Yılların geçişine inat renkleri canlanıyor
1937 doğumlu Prof. Dr. Devrim Erbil, sadece tuvalleriyle değil, gravür, mozaik, seramik ve halılarıyla da göz önünde. Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ndeki halı resmi, Lizbon Büyükelçiliği'ndeki seramik pano, Balıkesir'deki Devrim Erbil Çağdaş Sanat Müzesi... 17 Ağustos'a dek Netsel Marina Marmaris Gallery Art and Life'ta sergilenecek 24 adet baskı ve yağlıboya eser... "Sanat konuşuldukça var. Çoğalma, bir paylaşım ve ben paylaşmayı sanatın demokratikleşmesi olarak görüyorum." diyor sanatçı. Soluk renklerden fosforlu olanlara uzanan bir yaşam onunki. "Ruh bedende ihtiyar olarak doğar, beden ruhu gençleştirmek için ihtiyarlar." Oscar Wilde, bu cümleyi Devrim Erbil için kurmuş olmalı. Gittikçe gençleşen bir ruhun renkleri yansıyor ressamın tuvallerine. Canlandıkça canlanıyor renkleri, kıpırdadıkça kıpırdıyor desenleri. Renkler ve zevkler tartışılmaz diyenlere inat, saatlerce konuşuyor renkler üzerine. "İki rengin bir araya gelmesi, iki insanın bir araya gelmesi gibi. Zor. Rengin bir açık tonu o kadar çok şeyi değiştirir ki..." Kimi eski resimlerindeki pastel renkleri yaşadığı mutsuzluklara bağlıyor Devrim Hoca, şimdi mutlu. Sanat yaşamının son iki senesinden anlaşılıyor bu. Hele bir de 2008'de Devrim Erbil Kültür ve Sanat Vakfı hayata geçerse... Senet sepet işleri biten vakıf, bir bina bulunmasını bekliyor sadece. Devrim Erbil Güzel Sanatlar Üniversitesi de kurulur belki sonra...
Devrim Hoca'nın atölyesinde usta-çırak gelenekli 20 genç çalışıyor. Ayda neredeyse 20 tablo tamamlıyor; yine de yetişemiyorlar talebe. Şehir dışında kocaman bir atölye, neden olmasın; ama ya öğrenciler, dostlar gelemezse. Gelen gideni hiç eksik olmuyor Hoca'nın. Herkesler gittikten sonra resimlerine dönüyor o. Paleti kurutmuyor hiç. Resmin iskeletini teslim ediyor asistanlarına, beden olarak alıyor geri ve ruhunu üflüyor içlerine. Minyatürü ve Piri Reis'in haritalarını andıran İstanbul resimlerine en çok turkuazı yakıştıran Erbil'in tablolarındaki en önemli öğeler kuşlar ve camiler. Hele kubbeler! "Camiler ve kuşlar olmazsa İstanbul, İstanbul olmaz." diyen sanatçı hiç yaşlanmayacak gibi.
Jülide Karahan
02 Ağustos 2007/Zaman
Güzel ayakkabılı dört kadın, turkuaz renkli bir İstanbul tablosunun başında sohbette. Bin türlü hayranlık cümlesi karışıyor resimdeki kuşların arasına. Tablo bitmemiş daha; bitince ismine, satılınca imzasına kavuşacak. Gerçi hiçbir zaman imzalanmasa da bu kuşların, Devrim Erbil'in fırçasından çıktığı belli. Tekrar tekrar soruyor hanımlar; ama nafile, tablo sahipli. Çaresizce başka tablolar ısmarlıyorlar oturma odalarına. Tatlı tatlı sohbet eden ressam, geri çekiliyor ve asistanlarından birine sesleniyor o anda. Bundan sonrası Alev'in işi. Siparişler alınacak, fiyatlar verilecek. Resimlerine kavuşmak için sıra bekleyenler arasına karışacak kadınlar. Devrim Hoca, salondaki masada fırçalarını çay bardaklarına batırıp çıkaran öğrencilerine dönüyor ve "Yeşilleri erteleyelim şimdilik, önce siyahın etkisini görelim." gibi içerisinde ışık, gölge, çizgi ve renk geçen pek çok cümle kuruyor. Etrafında ciddi bir sanat yatırımı dönen Devrim Erbil, kayıtsız tüm bu olanlara. O, sanatının derdinde. Ne kadar çok insana ulaşırsa o kadar kanatlanıyor mutluluğu ve gençliği. İzmir, Balıkesir, Marmaris, Bodrum... "Sanat, elit bir zümrenin elinde kaldıkça yaşama karışmaz. Ben resmimin yaşamla bütünleşmesinin peşindeyim." diyen Erbil'in dilinden düşmeyen pek çok anısından biri de şu artık: "Geçenlerde bir delikanlı sırtıma vurup, sarıldı bana; yolun ortasında. 'Bu sene Fener şampiyon değil mi hocam?' dedi. Geçen aylarda açılan şampiyon sanat sergisindeki sarı-lacivert tablolardandı tanışıklığımız."
Yılların geçişine inat renkleri canlanıyor
1937 doğumlu Prof. Dr. Devrim Erbil, sadece tuvalleriyle değil, gravür, mozaik, seramik ve halılarıyla da göz önünde. Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ndeki halı resmi, Lizbon Büyükelçiliği'ndeki seramik pano, Balıkesir'deki Devrim Erbil Çağdaş Sanat Müzesi... 17 Ağustos'a dek Netsel Marina Marmaris Gallery Art and Life'ta sergilenecek 24 adet baskı ve yağlıboya eser... "Sanat konuşuldukça var. Çoğalma, bir paylaşım ve ben paylaşmayı sanatın demokratikleşmesi olarak görüyorum." diyor sanatçı. Soluk renklerden fosforlu olanlara uzanan bir yaşam onunki. "Ruh bedende ihtiyar olarak doğar, beden ruhu gençleştirmek için ihtiyarlar." Oscar Wilde, bu cümleyi Devrim Erbil için kurmuş olmalı. Gittikçe gençleşen bir ruhun renkleri yansıyor ressamın tuvallerine. Canlandıkça canlanıyor renkleri, kıpırdadıkça kıpırdıyor desenleri. Renkler ve zevkler tartışılmaz diyenlere inat, saatlerce konuşuyor renkler üzerine. "İki rengin bir araya gelmesi, iki insanın bir araya gelmesi gibi. Zor. Rengin bir açık tonu o kadar çok şeyi değiştirir ki..." Kimi eski resimlerindeki pastel renkleri yaşadığı mutsuzluklara bağlıyor Devrim Hoca, şimdi mutlu. Sanat yaşamının son iki senesinden anlaşılıyor bu. Hele bir de 2008'de Devrim Erbil Kültür ve Sanat Vakfı hayata geçerse... Senet sepet işleri biten vakıf, bir bina bulunmasını bekliyor sadece. Devrim Erbil Güzel Sanatlar Üniversitesi de kurulur belki sonra...
Devrim Hoca'nın atölyesinde usta-çırak gelenekli 20 genç çalışıyor. Ayda neredeyse 20 tablo tamamlıyor; yine de yetişemiyorlar talebe. Şehir dışında kocaman bir atölye, neden olmasın; ama ya öğrenciler, dostlar gelemezse. Gelen gideni hiç eksik olmuyor Hoca'nın. Herkesler gittikten sonra resimlerine dönüyor o. Paleti kurutmuyor hiç. Resmin iskeletini teslim ediyor asistanlarına, beden olarak alıyor geri ve ruhunu üflüyor içlerine. Minyatürü ve Piri Reis'in haritalarını andıran İstanbul resimlerine en çok turkuazı yakıştıran Erbil'in tablolarındaki en önemli öğeler kuşlar ve camiler. Hele kubbeler! "Camiler ve kuşlar olmazsa İstanbul, İstanbul olmaz." diyen sanatçı hiç yaşlanmayacak gibi.
Jülide Karahan
02 Ağustos 2007/Zaman
29 Temmuz 2007 Pazar
23 yaşında ilk öykü kitabını yazan Seray Şahiner: Her insan bir durak; ama hızla geçiyoruz
Topuk tıkırtıları, gülüşmeler, dedikodular ve kimselerin duymadığı iç sesleriyle toplandı kadınlar. Sokak, meydan, konfeksiyon atölyesi ve öğrenci evlerinden çıkıp, otobüs duraklarında bekleyip vardılar Seray Şahiner’in ‘Gelin Başı’ isimli öykü kitabına.
Kadın sesleri kitap sayfalarına sığmaz olup da kulağımıza çalındığında aradık genç yazarı. “Seçimleri atlatalım da hele...” oldu ilk cümlesi. Sonradan öğrendik ki seçim sabahları çok önemli onun için. Büyük büyük laflar etmekten köşe bucak kaçsa da şimdi, hatırında kalan ilk büyük laf bir seçim sabahından. Oy atmaya giden anne-babasının peşi sıra yürürken, ‘hayatımı yazı yazarak sürdüreceğim’ deyivermiş birden. Bu iç konuşmanın üzerinden geçen 15 yılın sonunda ilk kitabını aldı eline Seray. “Bir gün kitabım çıkacaktı, olacaktı, inşallahtı. Ama bu kadar erken beklemiyordum açıkçası. 30’a kadar süre vermiştim kendime, daha aç kalacaktım falan...” diyor 23 yaşındaki yazar.
Öykülerden yükselen iç sesler, yazarının el yazısı gibi italik. “Kendi içimde de devir daim halinde bu sesler.” diyen genç öykücüye, öykülerine benzer bir söyleşi teklif ettik. İç sesinin bıdı bıdı’larını cevaplara eklesek dedik, italik italik. Seray’ın en büyük sıkıntılarından birine parmak bastığımızı bilemedik. “Yazarken tamam da yaşarken ıı ııh. Keşke aklımdan geçenleri pat pat söyleyebilsem... Ne yazık ki, o yerine göre hareket etme dürtüsü var üzerimde.” diyen yazar, seslerin hızına yetişemezmiş de ayrıca. Vazgeçtik.
Tüm kahramanlarından birer parça taşıyor Seray üzerinde. Çiğdem gibi telaşlı, Yeliz gibi dağınık, Zeynep gibi eli hep saçında. Bir yazar kendi özgeçmişinden ne kadar kurtulabilirse o kadar kurtulabilmiş işte. ‘1984 Bursa doğumlu’ ifadesiyle başlayan özgeçmişinde ‘İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nden yeni mezun oldu.’ yazıyor. “Bir gazeteci olarak kendisine ne sorar acaba Seray?” dediğimizde iç sesi giriyor devreye: “İş sormakla bitse, sonra cevabı da isteyeceksiniz ya, neyse...” İdeal kadını, olmak istediği kadını sorarmış kendisine. El cevap: “Pervasız. Yerine göre hareket etme kaygısı olmayan; dan dan konuşan. Arkasında olaylar bırakan hep. Ya geldiği yerde bir şeyler olmuş ya gittiği yerde olacak türden. Alem ne der’siz, cesur.”
İşi hep kadınlarla Seray’ın. Kendinden başlayarak tanıyor çünkü onları. Annesinin konfeksiyon atölyesinden, altın günlerinden, hamamdan, kuaförden... Erkeklerin muhabbetinde bir yabancı, bir kadın hep. Merak etmiyor değil onların dünyalarını. “Bir olayı bir kere yaşıyor erkekler, biz defalarca. Annemize anlatıyoruz bir posta, sonra arkadaşımıza, günlüğümüze, hatta fal bile baktırıyoruz üzerine. 10 kere yaşıyoruz yani anlata anlata.” diyen yazarın öykülerindeki erkek kahramanlar sonuna kadar umursamaz. “Öyleler mi sence?” dediğimizde, “Ben öyle olanlarını anlattım, hepsi öyle değildir belki, yani en azından umarım.” oluyor cevabı.
Yazmak... Mutlu; ama huzursuz
İlk kitabını 23 yaşında imzalayan bir yazarın yazıyla ilk tanışıklığı ne zamandır acaba? Annesi ona hamile olduğunu öğrendiği günün akşamı. İlk cümle de ‘Sevgili bebeğim, bugün sana hamile kaldığımı öğrendim.’ “Biraz, hatta oldukça yönlendirildim sanırım. Küçücük yaşta kendi günlüğümün içindeydim. İlkokul defterinden önce günlük alındı, kırmızı kaplı. Okuma yazmayı sökene kadar ben anlattım, annem yazdı.” diyen Seray’ın günlüğü daha o doğmadan tutulmaya başlanmış annesince. Evde klasör klasör yazı birikmiş tabii, Müjde Ar’ın Teyzem filmindeki gibi. Annesinin kitaba tepkisini ise şöyle anlatıyor genç yazar: “Hâlâ okuyor. Bir daha, bir daha. Kitap hep elinde. Dördüncü çocuğu olmuş gibi hissediyor kendini. Sanırım ezberledi.”
Seray’ın kâğıt-kalem muhabbetinin öyküye dönmesinin tek gerekçesi, en çok öykü okumayı sevmesi. “Yazan, okumak istediğini yazar.” gibi büyük bir laf etse de farkında olmadan, öyküyle mi devam yola dediğimizde temkini elden bırakmıyor yine: “Galiba. Aslında bu karar verilebilecek bir şey değil. Gelen şey şekliyle geliyor. Öykü olarak geldi bunlar.” Anlatım dilinin konuşmaya yakın olması da benzer bir sebepten. İlk gençliğinde, yani dünyanın üstüne üstüne geldiği ergenlik döneminde büyük laflar kurma telaşındaymış Seray. Şimdi kaçıyor o laflardan; doğal bir dil tutturmaya çalışıyor. Dönüm noktasına gelince... Senaryo Yazarları Derneği’nin kursunda Ümit Ünal’ın verdiği bir derste senaryo taslakları yazıyormuş büyük büyük cümlelerle. Bir romantizm bir romantizm... Ümit Ünal, ‘insanlar nasıl konuşuyorlar bir bak hele’ demiş bir keresinde. Bakmış ve alengirli lafları bir kenara bırakmış. Bir dedikodulardan bir de röportajlardan besleniyor artık.
Şimdilerde boğazına kadar kendi hayatına gömülü Seray. Yüksek lisans yapıp okulda kalmak istiyor. Bir de İngilizce kursu tabii, lazım, ne yapsın. “Hep bir yere yetişiyorsun yani.” tespitimize, “Hep bir yere yetişmekten ziyade... Bir sürü şey var yapacak. Çok hızlı geçiyor üstümüzden olaylar. Bir an önce yaşayıp arkada bırakıyoruz. Duraklarda da öyküler işte...” diye karşılık veriyor.
Durakların ilk 10 öyküsü için “Ne yazacağımı biliyordum; ama nasıl yazacağımı bir türlü çözemiyordum. Buraya virgül koyayım mı diye bir gün düşündüm bazen. Huzursuzdum. Yazmak hem mutlu ediyor hem de huzursuz.” diyen yazar, sonunda ‘herkesin yazdığı biraz kendisine benzer’e varmış ve bir cesaretle öykülerini Varlık Dergisi’nin Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’ne yollamış. Dikkate değer bulunan öyküler, jürideki Cemil Kavukçu’nun desteğiyle okura ulaşmış. Kafasındaki yeni öykülerinin toparlanmasını bekliyor şimdi Seray.
Jülide Karahan
29 Temmuz 2007/Zaman Gençlik
Kadın sesleri kitap sayfalarına sığmaz olup da kulağımıza çalındığında aradık genç yazarı. “Seçimleri atlatalım da hele...” oldu ilk cümlesi. Sonradan öğrendik ki seçim sabahları çok önemli onun için. Büyük büyük laflar etmekten köşe bucak kaçsa da şimdi, hatırında kalan ilk büyük laf bir seçim sabahından. Oy atmaya giden anne-babasının peşi sıra yürürken, ‘hayatımı yazı yazarak sürdüreceğim’ deyivermiş birden. Bu iç konuşmanın üzerinden geçen 15 yılın sonunda ilk kitabını aldı eline Seray. “Bir gün kitabım çıkacaktı, olacaktı, inşallahtı. Ama bu kadar erken beklemiyordum açıkçası. 30’a kadar süre vermiştim kendime, daha aç kalacaktım falan...” diyor 23 yaşındaki yazar.
Öykülerden yükselen iç sesler, yazarının el yazısı gibi italik. “Kendi içimde de devir daim halinde bu sesler.” diyen genç öykücüye, öykülerine benzer bir söyleşi teklif ettik. İç sesinin bıdı bıdı’larını cevaplara eklesek dedik, italik italik. Seray’ın en büyük sıkıntılarından birine parmak bastığımızı bilemedik. “Yazarken tamam da yaşarken ıı ııh. Keşke aklımdan geçenleri pat pat söyleyebilsem... Ne yazık ki, o yerine göre hareket etme dürtüsü var üzerimde.” diyen yazar, seslerin hızına yetişemezmiş de ayrıca. Vazgeçtik.
Tüm kahramanlarından birer parça taşıyor Seray üzerinde. Çiğdem gibi telaşlı, Yeliz gibi dağınık, Zeynep gibi eli hep saçında. Bir yazar kendi özgeçmişinden ne kadar kurtulabilirse o kadar kurtulabilmiş işte. ‘1984 Bursa doğumlu’ ifadesiyle başlayan özgeçmişinde ‘İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nden yeni mezun oldu.’ yazıyor. “Bir gazeteci olarak kendisine ne sorar acaba Seray?” dediğimizde iç sesi giriyor devreye: “İş sormakla bitse, sonra cevabı da isteyeceksiniz ya, neyse...” İdeal kadını, olmak istediği kadını sorarmış kendisine. El cevap: “Pervasız. Yerine göre hareket etme kaygısı olmayan; dan dan konuşan. Arkasında olaylar bırakan hep. Ya geldiği yerde bir şeyler olmuş ya gittiği yerde olacak türden. Alem ne der’siz, cesur.”
İşi hep kadınlarla Seray’ın. Kendinden başlayarak tanıyor çünkü onları. Annesinin konfeksiyon atölyesinden, altın günlerinden, hamamdan, kuaförden... Erkeklerin muhabbetinde bir yabancı, bir kadın hep. Merak etmiyor değil onların dünyalarını. “Bir olayı bir kere yaşıyor erkekler, biz defalarca. Annemize anlatıyoruz bir posta, sonra arkadaşımıza, günlüğümüze, hatta fal bile baktırıyoruz üzerine. 10 kere yaşıyoruz yani anlata anlata.” diyen yazarın öykülerindeki erkek kahramanlar sonuna kadar umursamaz. “Öyleler mi sence?” dediğimizde, “Ben öyle olanlarını anlattım, hepsi öyle değildir belki, yani en azından umarım.” oluyor cevabı.
Yazmak... Mutlu; ama huzursuz
İlk kitabını 23 yaşında imzalayan bir yazarın yazıyla ilk tanışıklığı ne zamandır acaba? Annesi ona hamile olduğunu öğrendiği günün akşamı. İlk cümle de ‘Sevgili bebeğim, bugün sana hamile kaldığımı öğrendim.’ “Biraz, hatta oldukça yönlendirildim sanırım. Küçücük yaşta kendi günlüğümün içindeydim. İlkokul defterinden önce günlük alındı, kırmızı kaplı. Okuma yazmayı sökene kadar ben anlattım, annem yazdı.” diyen Seray’ın günlüğü daha o doğmadan tutulmaya başlanmış annesince. Evde klasör klasör yazı birikmiş tabii, Müjde Ar’ın Teyzem filmindeki gibi. Annesinin kitaba tepkisini ise şöyle anlatıyor genç yazar: “Hâlâ okuyor. Bir daha, bir daha. Kitap hep elinde. Dördüncü çocuğu olmuş gibi hissediyor kendini. Sanırım ezberledi.”
Seray’ın kâğıt-kalem muhabbetinin öyküye dönmesinin tek gerekçesi, en çok öykü okumayı sevmesi. “Yazan, okumak istediğini yazar.” gibi büyük bir laf etse de farkında olmadan, öyküyle mi devam yola dediğimizde temkini elden bırakmıyor yine: “Galiba. Aslında bu karar verilebilecek bir şey değil. Gelen şey şekliyle geliyor. Öykü olarak geldi bunlar.” Anlatım dilinin konuşmaya yakın olması da benzer bir sebepten. İlk gençliğinde, yani dünyanın üstüne üstüne geldiği ergenlik döneminde büyük laflar kurma telaşındaymış Seray. Şimdi kaçıyor o laflardan; doğal bir dil tutturmaya çalışıyor. Dönüm noktasına gelince... Senaryo Yazarları Derneği’nin kursunda Ümit Ünal’ın verdiği bir derste senaryo taslakları yazıyormuş büyük büyük cümlelerle. Bir romantizm bir romantizm... Ümit Ünal, ‘insanlar nasıl konuşuyorlar bir bak hele’ demiş bir keresinde. Bakmış ve alengirli lafları bir kenara bırakmış. Bir dedikodulardan bir de röportajlardan besleniyor artık.
Şimdilerde boğazına kadar kendi hayatına gömülü Seray. Yüksek lisans yapıp okulda kalmak istiyor. Bir de İngilizce kursu tabii, lazım, ne yapsın. “Hep bir yere yetişiyorsun yani.” tespitimize, “Hep bir yere yetişmekten ziyade... Bir sürü şey var yapacak. Çok hızlı geçiyor üstümüzden olaylar. Bir an önce yaşayıp arkada bırakıyoruz. Duraklarda da öyküler işte...” diye karşılık veriyor.
Durakların ilk 10 öyküsü için “Ne yazacağımı biliyordum; ama nasıl yazacağımı bir türlü çözemiyordum. Buraya virgül koyayım mı diye bir gün düşündüm bazen. Huzursuzdum. Yazmak hem mutlu ediyor hem de huzursuz.” diyen yazar, sonunda ‘herkesin yazdığı biraz kendisine benzer’e varmış ve bir cesaretle öykülerini Varlık Dergisi’nin Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’ne yollamış. Dikkate değer bulunan öyküler, jürideki Cemil Kavukçu’nun desteğiyle okura ulaşmış. Kafasındaki yeni öykülerinin toparlanmasını bekliyor şimdi Seray.
Jülide Karahan
29 Temmuz 2007/Zaman Gençlik
26 Temmuz 2007 Perşembe
Ve gün geldi herkes 'VE'yi fark etti
Nancy Atakan'ın 've' kelimesini, kendisini onun yerine koyarak anlattığı video çalışması, 1 Eylül'e kadar Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi'nde izlenebilecek. Atakan, çalışmasında 've'nin diğer kelimeler arasındaki arada kalmışlığına dikkat çekiyor. Biz de bu vesileyle 've'yi sıkça kullanan şair ve edebiyatçılarımıza o küçük bağlacı hatırlatmak istedik.
Önemsenmez, fark edilmez. O olmadan bir paragraflık yol bile gidilmez, ama yine de göze görünmez. Gün gelir türlü derdi bağlar birbirine, gün gelir türlü rengi. Büyükle büyük olur, küçükle küçük. Ufacık bir cümleye burun kıvırmadığı gibi, büyük şiirlere, büyük romanlara girdim diye de uçmaz havalara. 'O olmasa ne yapardık?' diye düşünmedik hiç; hep elimizin altındaydı, zaten iki harflik cürmü vardı. Belki de ilk kez biri dikkat çekiyor şimdi ona: Neredeyse 40 yıldır Türkiye'de yaşayan Amerikalı sanatçı Nancy Atakan. Günlük hayatımızda en çok kullandığımız kelimelerden biri olan 've' bağlacının bir gün çıkıp derdini anlatacağı gelmezdi kimsenin aklına. Nancy Atakan, onun dertlerini anlatmakla kalmayıp bizzat o oluyor üstelik. Onun gibi arada kalıyor, bir önceki kelimeye de bir sonrakine de ait olamıyor bir türlü. Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi'nin Proje Odası Artvarium'da sergilenen video; film, fotoğraf, çizim, animasyon, kolaj, şiir ve sesten oluşuyor.
Nancy Atakan, bir iki dakika süren video filminde iki hayali görüntünün arasında sürekli. Kelimeleri, kavramları, isimleri, cümleleri birleştiren ve'nin bunu asla tam olarak başaramadığı, her zaman arada kaldığı gibi arada kalmış o da. Bir de daima küçük harflerle yazılma, birleştirmekle yükümlü olduğu figürler olmadan anlamsız kalma gibi dertleri var ve'nin. Vakti zamanında Arapça'dan gelmesi öne sürülerek yerine 'artı' denmeye çalışıldığı, 've dahi' şeklinde kalabalıklaştırıldığı da hesaba katılırsa tüm kelimelerden daha dertli 've'.
Sözlüklere göreyse çok basit bir görevi var 've'nin: "Aralarında denklik, beraberlik veya ardışıklık bulunan iki kelime, kelime grubu ya da cümle arasına girerek bunları birbirine bağlar." Halbuki bu o kadar kolay değil. Nancy Atakan, en az 've' kadar kısa olan çalışmasında kimi zaman deniz kıyısında, denizin üzerinde geziniyor, kimi zaman teknelerin üzerinde dolaşıyor. Bir yerlere ulaşmaya çalışıyor; ama sakince. güzel kelimeler arasında kalıyor olsa gerek buralarda 've'. Büyük görüntünün içindeki "İki Boşluğun Arasında" isimli küçük videoda ise daha zor şartlarda bu ilerleme. Aydınlık bir tünelden dibi görünmeyen karanlık bir kuyuya doğru; ancak emekleye emekleye. Sanki siyah-beyaz, karanlık-aydınlık gibi kelimeler birbirine bağlanmaya çalışılıyor bu küçük görüntüde. Nancy Atakan'ın 've'yi anlatmak için kurguladığı 'VE' adlı çalışması, 1 Eylül'e kadar izlenebilir.
HAYDAR ERGÜLEN
'Ve' kelimesi ya da bağlacı bana 'ile'yi düşündürüyor. Bu iki kelime, virgül tadında geliyor bana. Virgül ve noktayla ilgili yazılar yazdım. Edebiyatçılar yani romancılar noktayı sever. Şairlerse, ki ben şairleri edebiyatçılardan saymam, virgülü. Nokta tamamlar, bitirir, virgül ise tamamlamaz, yarım bırakır. Şiir dünyasından bakacak olursak nokta sonlu, virgül sonsuz. 'Ve' ile 'ile' şiire daha çok yakışır bu sebeple. Bu kelimelerin birbirine bağlanması gereken değerleri bağlama işlevleri var bir de. Bitmeyen, tamamlanmayan, zaten tamamlanması gerekmeyen şeylere işaret ederler. 'Düzyazı Yüz Yazı' isimli kitabımdaki yüz yazının hepsinin başlığı 'ile'li idi. Virgül ile nokta, kader ile sevinç, anne ile manto. Oradaki ile'ler, ve'ler gibi.
SADIK YALSIZUÇANLAR
Ve bana insanın izafiliğini hatırlatıyor. Yaşamın bizim için anlaşılabilir ve kurgulanabilir olmadığını. Sandığımız, bildiğimiz ya da bildiğimizi sandığımız gibi değil hiçbir şey. Eksik yaratıklarız biz, çaresizlik içindeyiz, aynen ve gibi. Ve cümlede bir durak olmasının, bir bağlaç olmasının çok ötesinde bunları hatırlatıyor bana.
Jülide Karahan
26 Temmuz 2007/Zaman
Önemsenmez, fark edilmez. O olmadan bir paragraflık yol bile gidilmez, ama yine de göze görünmez. Gün gelir türlü derdi bağlar birbirine, gün gelir türlü rengi. Büyükle büyük olur, küçükle küçük. Ufacık bir cümleye burun kıvırmadığı gibi, büyük şiirlere, büyük romanlara girdim diye de uçmaz havalara. 'O olmasa ne yapardık?' diye düşünmedik hiç; hep elimizin altındaydı, zaten iki harflik cürmü vardı. Belki de ilk kez biri dikkat çekiyor şimdi ona: Neredeyse 40 yıldır Türkiye'de yaşayan Amerikalı sanatçı Nancy Atakan. Günlük hayatımızda en çok kullandığımız kelimelerden biri olan 've' bağlacının bir gün çıkıp derdini anlatacağı gelmezdi kimsenin aklına. Nancy Atakan, onun dertlerini anlatmakla kalmayıp bizzat o oluyor üstelik. Onun gibi arada kalıyor, bir önceki kelimeye de bir sonrakine de ait olamıyor bir türlü. Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi'nin Proje Odası Artvarium'da sergilenen video; film, fotoğraf, çizim, animasyon, kolaj, şiir ve sesten oluşuyor.
Nancy Atakan, bir iki dakika süren video filminde iki hayali görüntünün arasında sürekli. Kelimeleri, kavramları, isimleri, cümleleri birleştiren ve'nin bunu asla tam olarak başaramadığı, her zaman arada kaldığı gibi arada kalmış o da. Bir de daima küçük harflerle yazılma, birleştirmekle yükümlü olduğu figürler olmadan anlamsız kalma gibi dertleri var ve'nin. Vakti zamanında Arapça'dan gelmesi öne sürülerek yerine 'artı' denmeye çalışıldığı, 've dahi' şeklinde kalabalıklaştırıldığı da hesaba katılırsa tüm kelimelerden daha dertli 've'.
Sözlüklere göreyse çok basit bir görevi var 've'nin: "Aralarında denklik, beraberlik veya ardışıklık bulunan iki kelime, kelime grubu ya da cümle arasına girerek bunları birbirine bağlar." Halbuki bu o kadar kolay değil. Nancy Atakan, en az 've' kadar kısa olan çalışmasında kimi zaman deniz kıyısında, denizin üzerinde geziniyor, kimi zaman teknelerin üzerinde dolaşıyor. Bir yerlere ulaşmaya çalışıyor; ama sakince. güzel kelimeler arasında kalıyor olsa gerek buralarda 've'. Büyük görüntünün içindeki "İki Boşluğun Arasında" isimli küçük videoda ise daha zor şartlarda bu ilerleme. Aydınlık bir tünelden dibi görünmeyen karanlık bir kuyuya doğru; ancak emekleye emekleye. Sanki siyah-beyaz, karanlık-aydınlık gibi kelimeler birbirine bağlanmaya çalışılıyor bu küçük görüntüde. Nancy Atakan'ın 've'yi anlatmak için kurguladığı 'VE' adlı çalışması, 1 Eylül'e kadar izlenebilir.
HAYDAR ERGÜLEN
'Ve' kelimesi ya da bağlacı bana 'ile'yi düşündürüyor. Bu iki kelime, virgül tadında geliyor bana. Virgül ve noktayla ilgili yazılar yazdım. Edebiyatçılar yani romancılar noktayı sever. Şairlerse, ki ben şairleri edebiyatçılardan saymam, virgülü. Nokta tamamlar, bitirir, virgül ise tamamlamaz, yarım bırakır. Şiir dünyasından bakacak olursak nokta sonlu, virgül sonsuz. 'Ve' ile 'ile' şiire daha çok yakışır bu sebeple. Bu kelimelerin birbirine bağlanması gereken değerleri bağlama işlevleri var bir de. Bitmeyen, tamamlanmayan, zaten tamamlanması gerekmeyen şeylere işaret ederler. 'Düzyazı Yüz Yazı' isimli kitabımdaki yüz yazının hepsinin başlığı 'ile'li idi. Virgül ile nokta, kader ile sevinç, anne ile manto. Oradaki ile'ler, ve'ler gibi.
SADIK YALSIZUÇANLAR
Ve bana insanın izafiliğini hatırlatıyor. Yaşamın bizim için anlaşılabilir ve kurgulanabilir olmadığını. Sandığımız, bildiğimiz ya da bildiğimizi sandığımız gibi değil hiçbir şey. Eksik yaratıklarız biz, çaresizlik içindeyiz, aynen ve gibi. Ve cümlede bir durak olmasının, bir bağlaç olmasının çok ötesinde bunları hatırlatıyor bana.
Jülide Karahan
26 Temmuz 2007/Zaman
21 Temmuz 2007 Cumartesi
Alanya'da da gelin değil damat olmalı
Fazla değil, bundan 30-40 sene evvel miras paylaşımı çok kolaymış Alanya’da. Yaylalar ve verimli topraklar erkek çocuklar arasında pay edilirken; ekilip biçilmeyen ve sinekten geçilmeyen deniz kıyıları kız çocuklara kalırmış.
Denize yakın tarlaların dönümünün 3 koyuna satıldığı dönemler geride kalıp da Türkiye turizmi keşfettiğinde damatlar zenginleşirken evin erkek çocukları fakir kalmış. Zamanında iki otel ve iki lokantadan başka bir misafirliği olmayan Alanya’nın böyle açılıp saçılacağı gelmemiş kimsenin aklına.
Deniz-güneş-kum adamlarını ilkin evlerinde misafir etmiş Alanyalılar. Sonra odalarını kiraya vermişler. Derken pansiyonlar, oteller ve siteler gelmiş. Ama yöre halkı o eski gelenekten olsa gerek hep misafirperver. Bu misafirperverliği en iyi suyu yenice süzülmüş çökeleğini bile ikram etmeye çalışan Güzelbağlı Hayriye Teyze’den biliyoruz. Kalenin içinde yaşam devam ediyor.
Doğanın güzellikleri yeryüzüne dağılırken kekik kokulu Toroslar ile Akdeniz arasına sıkışan Alanya’ya yeterince iltimas geçilmiş. Şehrin ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu kesin olarak bilinmiyor. Alaiye ismini ise ona 1221’de kalesini fetheden Anadolu Selçuklu hükümdarlarından Alaaddin Keykubat vermiş. Uzun zaman Selçuklulara ikinci başkentlik yapan Alanya, Fatih Sultan Mehmet zamanında katılmış Osmanlı’ya. Kalenin tamamının gezilmesi fethetmek kadar olmasa da epey zor. Surlar, Kızılkule, Tersane ve Tophane gibi anıt yapılar bir yana; kalede restore edilmiş eski Alanya evleri var ve bunların sahipleri yörenin en zenginleri. Yol yakınken Alanya Kalesi’ni adım adım gezmekten vazgeçmeli ve yamaçlardaki bir çay bahçesine oturup manzarayı izlemekle yetinmeli.
Müze gibi mağaralar
Şehrin içindeki Damlataş Mağarası’nı duymayan yoktur. Astım hastalarına dağıttığı şifa uzun yıllar dillerden düşmemişti. Ama asıl yurdun gezilebilen 2. büyük mağarası Dim, yöre halkının deyişiyle ‘gâvur ini’ görülmeye değer. Şehrin 12 km uzağındaki 360 metrelik mağaranın en ucunda turkuaz renkli küçük bir göl var. Islak, rutubetli, sarı ışıklı ve ney sesli mağaranın duvarları sarkıt, dikit, perde ve makarnalardan oluşuyor.
Plajların çoğu mavi bayraklı
Yaklaşık bir kilometre uzunluğunda olan ve ince kum tanecikleriyle ünlenen İncekum, git git derinleşmeyen denizlerden. Beş metreden sonra yavaş yavaş derinleşen su oldukça berrak. Şehrin biraz dışında kaldığından çok kalabalık da olmuyor orası ayrıca. Damlataş Mağarası’nın önündeki kıyıda Kleopatra plajı var. Efsaneye göre Mısır Kraliçesi Kleopatra, Akdeniz’de çıktığı bir sefer sırasında Alanya’ya uğramış ve plajın yarımadaya doğru uzanan küçük koyunda denize girmiş. Uzun uzun yüzmeyi tercih edenler kıyı boyunca ilerleyerek Fosforlu Mağara’ya ulaşabiliyorlar. Meraklılarına deniz gözlüğü ile yüzmeleri tavsiye ediliyor. Mavi bayraklı bir diğer plaj ise Portakal.
Ayağınız çayda, eliniz balda
Önceleri Alanya’nın muz ve portakalını ünlendirerek kasalarını dolduran Dim Çayı, şimdilerde keseleri dolduruyor. Çay kenarındaki çınarların altındaki kır lokantaları ve piknik alanları oldukça meşhur. Kimilerinin sofraları çay kıyısına yakın yamaçlarda ve suyun yanı başındaki ahşap teraslarda. Kimilerinde ise yemeğinizi çayın üzerinde oraya buraya sallanan derme çatma sallarda yiyorsunuz. Tercih edilen yiyecek alabalık. Bölgede dağ bisikleti ve dağ yürüyüşü için uygun güzergâhlar da var. Bu kır lokantalarına Dim Mağarası’ndan aşağıya doğru yürüyerek ulaşılabiliyor. Ya da tam tersi ama tırmanış daha eziyetli. Çayla ilgili bir güzellik de çevre köylülerin yol kenarında tazecik süt mısırları satmaları.
***
Hayriye Teyze’nin çökeleği
Belediye başkanının nam-ı diğer Sırça Köşkü’nün karşısındaki evde yaşayan Hayriye teyze, fazla değil üç beş ay kadar önce Samanyolu’nun “Lezzet Avcısı”nı ağırlamış evinde. Masmavi gözlü ve güleç yüzlü Mehmet Ali Amca’dan öğrendiğimize göre ise kasabalının iki derdi var bugünlerde: Güneş yanığı domatesler ve insan yanığı ormanlar… Olur da yolunuz oralara düşerse kasabanın Emine ninesinin duasını almadan dönmeyin geriye. O duayı alanlar avukat, mühendis, doktor çıkmış hep şimdilerde.
Jülide Karahan
21 Temmuz 2007/Zaman Cumaertesi
Denize yakın tarlaların dönümünün 3 koyuna satıldığı dönemler geride kalıp da Türkiye turizmi keşfettiğinde damatlar zenginleşirken evin erkek çocukları fakir kalmış. Zamanında iki otel ve iki lokantadan başka bir misafirliği olmayan Alanya’nın böyle açılıp saçılacağı gelmemiş kimsenin aklına.
Deniz-güneş-kum adamlarını ilkin evlerinde misafir etmiş Alanyalılar. Sonra odalarını kiraya vermişler. Derken pansiyonlar, oteller ve siteler gelmiş. Ama yöre halkı o eski gelenekten olsa gerek hep misafirperver. Bu misafirperverliği en iyi suyu yenice süzülmüş çökeleğini bile ikram etmeye çalışan Güzelbağlı Hayriye Teyze’den biliyoruz. Kalenin içinde yaşam devam ediyor.
Doğanın güzellikleri yeryüzüne dağılırken kekik kokulu Toroslar ile Akdeniz arasına sıkışan Alanya’ya yeterince iltimas geçilmiş. Şehrin ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu kesin olarak bilinmiyor. Alaiye ismini ise ona 1221’de kalesini fetheden Anadolu Selçuklu hükümdarlarından Alaaddin Keykubat vermiş. Uzun zaman Selçuklulara ikinci başkentlik yapan Alanya, Fatih Sultan Mehmet zamanında katılmış Osmanlı’ya. Kalenin tamamının gezilmesi fethetmek kadar olmasa da epey zor. Surlar, Kızılkule, Tersane ve Tophane gibi anıt yapılar bir yana; kalede restore edilmiş eski Alanya evleri var ve bunların sahipleri yörenin en zenginleri. Yol yakınken Alanya Kalesi’ni adım adım gezmekten vazgeçmeli ve yamaçlardaki bir çay bahçesine oturup manzarayı izlemekle yetinmeli.
Müze gibi mağaralar
Şehrin içindeki Damlataş Mağarası’nı duymayan yoktur. Astım hastalarına dağıttığı şifa uzun yıllar dillerden düşmemişti. Ama asıl yurdun gezilebilen 2. büyük mağarası Dim, yöre halkının deyişiyle ‘gâvur ini’ görülmeye değer. Şehrin 12 km uzağındaki 360 metrelik mağaranın en ucunda turkuaz renkli küçük bir göl var. Islak, rutubetli, sarı ışıklı ve ney sesli mağaranın duvarları sarkıt, dikit, perde ve makarnalardan oluşuyor.
Plajların çoğu mavi bayraklı
Yaklaşık bir kilometre uzunluğunda olan ve ince kum tanecikleriyle ünlenen İncekum, git git derinleşmeyen denizlerden. Beş metreden sonra yavaş yavaş derinleşen su oldukça berrak. Şehrin biraz dışında kaldığından çok kalabalık da olmuyor orası ayrıca. Damlataş Mağarası’nın önündeki kıyıda Kleopatra plajı var. Efsaneye göre Mısır Kraliçesi Kleopatra, Akdeniz’de çıktığı bir sefer sırasında Alanya’ya uğramış ve plajın yarımadaya doğru uzanan küçük koyunda denize girmiş. Uzun uzun yüzmeyi tercih edenler kıyı boyunca ilerleyerek Fosforlu Mağara’ya ulaşabiliyorlar. Meraklılarına deniz gözlüğü ile yüzmeleri tavsiye ediliyor. Mavi bayraklı bir diğer plaj ise Portakal.
Ayağınız çayda, eliniz balda
Önceleri Alanya’nın muz ve portakalını ünlendirerek kasalarını dolduran Dim Çayı, şimdilerde keseleri dolduruyor. Çay kenarındaki çınarların altındaki kır lokantaları ve piknik alanları oldukça meşhur. Kimilerinin sofraları çay kıyısına yakın yamaçlarda ve suyun yanı başındaki ahşap teraslarda. Kimilerinde ise yemeğinizi çayın üzerinde oraya buraya sallanan derme çatma sallarda yiyorsunuz. Tercih edilen yiyecek alabalık. Bölgede dağ bisikleti ve dağ yürüyüşü için uygun güzergâhlar da var. Bu kır lokantalarına Dim Mağarası’ndan aşağıya doğru yürüyerek ulaşılabiliyor. Ya da tam tersi ama tırmanış daha eziyetli. Çayla ilgili bir güzellik de çevre köylülerin yol kenarında tazecik süt mısırları satmaları.
***
Hayriye Teyze’nin çökeleği
Belediye başkanının nam-ı diğer Sırça Köşkü’nün karşısındaki evde yaşayan Hayriye teyze, fazla değil üç beş ay kadar önce Samanyolu’nun “Lezzet Avcısı”nı ağırlamış evinde. Masmavi gözlü ve güleç yüzlü Mehmet Ali Amca’dan öğrendiğimize göre ise kasabalının iki derdi var bugünlerde: Güneş yanığı domatesler ve insan yanığı ormanlar… Olur da yolunuz oralara düşerse kasabanın Emine ninesinin duasını almadan dönmeyin geriye. O duayı alanlar avukat, mühendis, doktor çıkmış hep şimdilerde.
Jülide Karahan
21 Temmuz 2007/Zaman Cumaertesi
18 Temmuz 2007 Çarşamba
Kurgulanmış hayatlardan gerçek kareler
Güvenli bir ev, kapısında ayağı yerden kesmek için bekleyen pırıl pırıl bir araba ve iyi bir iş... Pek çok ahir zaman insanının hayali olan bu üçgen, güzel bir eş ve sevimli çocuklarla dörtgen ve beşgene tamamlanabilir.
Küçük bir kasabada domates yetiştirmek gibi düşlerin peşindekiler sizi yanıltmasın; zira onlar, köşeli hayallerine hali hazırda kavuşmuş olanlar... Zihinleri bu düşüncelerle dolu olarak yolu İstiklal Caddesi'ne düşenleri ise kötü bir sürpriz bekliyor bugünlerde: Düşlerinin ne kadar renksiz göründüğü gerçeği. Zira Platform Galeri Güncel Sanat Merkezi'nde 11 Ağustos'a dek sürecek 'Fotoğrafçılar' başlıklı sergi, o köşeli hayallerin fotoğraflarından oluşuyor. İsviçreli sanatçı Laurence Bonvin'in lüks sitelerden devşirdiği rahatsız edici derecede düzenli ve huzurlu görüntülerde anlatılan bir sürü hikaye var. 60'lı yıllardan itibaren herkesin gözdesi olmaya başlayan lojman ve site hikayelerinin hakim renkleri ev, mahalle ve konu-komşu değil; güvenlik görevlilerinin, doğal olmayan doğa kesitlerinin ve planlanmış eğlencelerin görüntüleri. Gerçek olamayacak kadar huzurlu bu mekanlardaki tek tük insan bedenlerini maket sanmak işten bile değil. Lüks sitelerdeki kurgulanmış hayatla, sokaklarda kendiliğinden akıp giden hayatı karşılaştırma imkanı sunan sergi, 'işte hayalleriniz, gecenizi gündüzünüze katarak kendinizi hırpalamaya devam edebilirsiniz' diyor kısaca.
Bu tekdüze yaşantıların fotoğraflarıyla, Hollandalı sanatçı Juul Hondius'un belgesel tadındaki kareleri tezatlık teşkil ediyor. Tezat karelerdeki tanıdık görüntüler, çaresiz yolculara, sıraya girmiş insanlara, göç edenlere ve belki de mültecilere ait. Bonvin'in kurgu görüntülü gerçek fotoğraflarına karşın Hondius'unkiler gerçek izlenimi veren kurgular. Bu da serginin bir oyunu olsa gerek. Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi'nin tek şaşırtması bu değil. Galeri, alışılageldiği üzere yazısız, açıklamasız bırakmamış bu defa ziyaretçisini. René Boomkens'in "Henüz bu Ahirleri anlatacak sözümüz yok ama görüntülerimiz var." cümlesi de açıklamaların içine sıkışanlar arasında.
Jülide Karahan
18 Temmuz 2007/Zaman
Küçük bir kasabada domates yetiştirmek gibi düşlerin peşindekiler sizi yanıltmasın; zira onlar, köşeli hayallerine hali hazırda kavuşmuş olanlar... Zihinleri bu düşüncelerle dolu olarak yolu İstiklal Caddesi'ne düşenleri ise kötü bir sürpriz bekliyor bugünlerde: Düşlerinin ne kadar renksiz göründüğü gerçeği. Zira Platform Galeri Güncel Sanat Merkezi'nde 11 Ağustos'a dek sürecek 'Fotoğrafçılar' başlıklı sergi, o köşeli hayallerin fotoğraflarından oluşuyor. İsviçreli sanatçı Laurence Bonvin'in lüks sitelerden devşirdiği rahatsız edici derecede düzenli ve huzurlu görüntülerde anlatılan bir sürü hikaye var. 60'lı yıllardan itibaren herkesin gözdesi olmaya başlayan lojman ve site hikayelerinin hakim renkleri ev, mahalle ve konu-komşu değil; güvenlik görevlilerinin, doğal olmayan doğa kesitlerinin ve planlanmış eğlencelerin görüntüleri. Gerçek olamayacak kadar huzurlu bu mekanlardaki tek tük insan bedenlerini maket sanmak işten bile değil. Lüks sitelerdeki kurgulanmış hayatla, sokaklarda kendiliğinden akıp giden hayatı karşılaştırma imkanı sunan sergi, 'işte hayalleriniz, gecenizi gündüzünüze katarak kendinizi hırpalamaya devam edebilirsiniz' diyor kısaca.
Bu tekdüze yaşantıların fotoğraflarıyla, Hollandalı sanatçı Juul Hondius'un belgesel tadındaki kareleri tezatlık teşkil ediyor. Tezat karelerdeki tanıdık görüntüler, çaresiz yolculara, sıraya girmiş insanlara, göç edenlere ve belki de mültecilere ait. Bonvin'in kurgu görüntülü gerçek fotoğraflarına karşın Hondius'unkiler gerçek izlenimi veren kurgular. Bu da serginin bir oyunu olsa gerek. Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi'nin tek şaşırtması bu değil. Galeri, alışılageldiği üzere yazısız, açıklamasız bırakmamış bu defa ziyaretçisini. René Boomkens'in "Henüz bu Ahirleri anlatacak sözümüz yok ama görüntülerimiz var." cümlesi de açıklamaların içine sıkışanlar arasında.
Jülide Karahan
18 Temmuz 2007/Zaman
7 Temmuz 2007 Cumartesi
Yine görüşürüz Bryan Ferry!
Üç gün üç gecedir cazla yatıp kalkan İstanbul, önceki akşam Bryan Ferry'yi gördü rüyasında. Üst üste yaşanan 'caz gecesi' rüyalarının ilk iki kahramanı sırayla Michael Bolton ve Robert Plant idi. Caz severlerin gözleri şimdi 1 Ağustos'ta sahneye çıkacak Norah Jones'a çevrildi.
Harbiye Açık Hava Tiyatrosu'nda iki saat boyunca Bob Dylan şarkılarını dinleyeceğini önceden haber alan kalabalık, rüya kahramanlarını pejmürde kıyafetler içinde beklemeye koyuldu. Bryan Ferry, payetli siyah bir ceketle sahneye süzüldüğünde ilk şaşkınlık yaşandı. Tek bir kelime bile etmeden 'The in Crowd'ı söyleyiveren Ferry, ikinci şarkıyı da eski albümlerinden seçince bir işkillenmedir aldı gitti. Bob Dylan'ın 11 parçasının yorumlandığı 'Dylanesque' albümü ilk sesi, konserin üçüncü parçasına tekabül eden 'Just Like Tom Thumb's Blues' ile verdi. Ferry'nin üzerinde Bob Dylan pejmürdeliğinden eser yoktuysa da albümün peklenen parçalarından 'Make You Feel My Love', 'Positively 4th Street' ve 'The Times They Are A-Changin' sıra sıra dizildi. Ferry, şarkılarını bilgisayarın 'enter' tuşuna basıp geçer gibi söylerken, pek bir kelam etmedi. Sanatçının bu şarkı araları suskunluğunun sebebi, çarşamba günü yapılan basın toplantısında eteğindeki tüm taşları dökmesindendi. Sarah Brown ve Mesha Bryan'ın vokalleri konsere biraz neşe getirse de çoğu kimsenin üzerine tuhaf bir melankoli sindi.
14. Uluslararası İstanbul Caz Festivali şemsiyesinden kaynaklanan 'caz' beklentisine Ferry'nin payetli ceketini değiştirdiği kısacık ara cevap verdi. Konserin gitar tabanlı olacağı belliydi gerçi. Çarşamba günkü toplantıda ekibinin bir rock orkestrası olduğunu söylemişti Ferry. Bir caz festivalinde konser vermenin kılıfını ise hazırlamıştı çok çok önce. O, eskiden beri caz müzik hayranıydı. Hatta satın aldığı ilk plak Charlie Parker'a ait olanıydı... Aklandığına kanaat getirince bir de itirafta bulundu sanatçı: "Artık şarkı üretmiyorum. Şarkı yazmak eskisi gibi kolay değil." Bu cümleler, kahramanın sahne kıyafetiyle de birleşince gençten izleyicilerin aklına, geçtiğimiz sezonun romantik komedi filmi 'Söz ve Müzik' geldi. 80'li yıllarda ünlü olmuş fakat sonradan unutulmuş eski bir popstar'ı canlandıran Hugh Grant'ın o sevimli ve romantik hali... Gerçi Bryan Ferry, İKSV'nin düzenlediği ve Dockers sponsorluğunda gerçekleşen İstanbul konserinde unutulmadığını kanıtladığı gibi 'see you soon' diyerek unutulmaya pek niyeti olmağını da gösterdi.
Jülide Karahan
07 Temmuz 2007/Zaman
Harbiye Açık Hava Tiyatrosu'nda iki saat boyunca Bob Dylan şarkılarını dinleyeceğini önceden haber alan kalabalık, rüya kahramanlarını pejmürde kıyafetler içinde beklemeye koyuldu. Bryan Ferry, payetli siyah bir ceketle sahneye süzüldüğünde ilk şaşkınlık yaşandı. Tek bir kelime bile etmeden 'The in Crowd'ı söyleyiveren Ferry, ikinci şarkıyı da eski albümlerinden seçince bir işkillenmedir aldı gitti. Bob Dylan'ın 11 parçasının yorumlandığı 'Dylanesque' albümü ilk sesi, konserin üçüncü parçasına tekabül eden 'Just Like Tom Thumb's Blues' ile verdi. Ferry'nin üzerinde Bob Dylan pejmürdeliğinden eser yoktuysa da albümün peklenen parçalarından 'Make You Feel My Love', 'Positively 4th Street' ve 'The Times They Are A-Changin' sıra sıra dizildi. Ferry, şarkılarını bilgisayarın 'enter' tuşuna basıp geçer gibi söylerken, pek bir kelam etmedi. Sanatçının bu şarkı araları suskunluğunun sebebi, çarşamba günü yapılan basın toplantısında eteğindeki tüm taşları dökmesindendi. Sarah Brown ve Mesha Bryan'ın vokalleri konsere biraz neşe getirse de çoğu kimsenin üzerine tuhaf bir melankoli sindi.
14. Uluslararası İstanbul Caz Festivali şemsiyesinden kaynaklanan 'caz' beklentisine Ferry'nin payetli ceketini değiştirdiği kısacık ara cevap verdi. Konserin gitar tabanlı olacağı belliydi gerçi. Çarşamba günkü toplantıda ekibinin bir rock orkestrası olduğunu söylemişti Ferry. Bir caz festivalinde konser vermenin kılıfını ise hazırlamıştı çok çok önce. O, eskiden beri caz müzik hayranıydı. Hatta satın aldığı ilk plak Charlie Parker'a ait olanıydı... Aklandığına kanaat getirince bir de itirafta bulundu sanatçı: "Artık şarkı üretmiyorum. Şarkı yazmak eskisi gibi kolay değil." Bu cümleler, kahramanın sahne kıyafetiyle de birleşince gençten izleyicilerin aklına, geçtiğimiz sezonun romantik komedi filmi 'Söz ve Müzik' geldi. 80'li yıllarda ünlü olmuş fakat sonradan unutulmuş eski bir popstar'ı canlandıran Hugh Grant'ın o sevimli ve romantik hali... Gerçi Bryan Ferry, İKSV'nin düzenlediği ve Dockers sponsorluğunda gerçekleşen İstanbul konserinde unutulmadığını kanıtladığı gibi 'see you soon' diyerek unutulmaya pek niyeti olmağını da gösterdi.
Jülide Karahan
07 Temmuz 2007/Zaman
28 Haziran 2007 Perşembe
Eski şehre yeni tabela
İşe geç kalmıştı Elif. Aceleyle çıktı evden. Sokağa adımını atar atmaz fark etti adresinin değiştiğini. Bildi bileli 40 olan kapı numarası bir gecede 26 olmuştu.
Tabelaların değiştiğine dair söylentiler nicedir çalınıyordu kulağına, hatta bir iki köşe başında rastlamıştı da yeni uygulamaya. Ama kendi sokağında, kendi kapısında bambaşka bir nesneyle karşılaşmak şaşırtmıştı yine de onu. Değişikliği eşe, dosta ve evrak gönderecek resmi kurumlara anlatmak bir yana sıkça muhatap olduğu sucuya 40 mı, 26 mı diyecekti şimdi.
Eve dönüşte de bırakmadı bu sürprizler Elif'in peşini. Tasarım ve renk bir yana, başkalaşan kimi sokak adları sinmedi hiç içine. Bir insanın halet-i ruhiyesi nasıl etkileniyorsa kendi isminden, kent de, sokak da alıyordu bundan nasibini. Pürtelaş ve Sormagir Sokağı'nın isimlerini kim, hangi akla hizmetle değiştirmişti? Elif, isminin tanıdık, bildik, alışıldık manalarından hareketle alışmıştı semtinin neşeli sokak adlarına.
Beyoğlu'nda değişimin tartışmaları yaşanadursun oldukça uzak bir İstanbul ilçesi olan Pendik, coşkuyla karşıladı olanı biteni. Neredeyse 10 yıldır İstanbul'da yaşayan Ali, ne zaman adresini söylese şehrin dışında yaşadığı muamelesiyle karşılaşıyordu. O da bir sabah kalktı ki ne görsün, Beyoğlu'ndaki tabelaların aynısı kendi sokağında ve kendi kapısının üzerinde. Sevindi, daha bir ait hissetti kendini kente. Has İstanbullu olmuştu bir gecede. "Ben bu şehrin bir parçasıyım." dedi kendi kendine.
Bütün bu olumlu-olumsuz hislerin, mutlu-mutsuz tepkilerin sorumlusu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Bülent Erkmen ve Aykut Köksal'a iki yıl önce yaptığı bir teklifti: "İstanbul için tabela tasarlar mısınız?" İki yıllık emek, toplantı ve tartışmanın sonucunda hazırlanan tabelalar; ilçelerden mahallelere, sokaklardan kapı girişlerine yayılıyor şimdilerde. Dost meclislerindeki 'neler oluyor bu kentte?' sorusundan yola çıkan övgülü-yergili sohbetler sayesinde ev içlerine de girdiler hatta.
Tasarım suçsuz
Beyoğlu'ndaki Garanti Galeri, 'neler oluyor bu kentte?' sorusunun cevaplarını ayrıntılarıyla anlatan bir sergi açtı: 'İstanbul'u Tabeladan Okumak'. Sergiyi gezenler dost meclislerinde yapılan tartışmalarda bir adım öne geçeceğe benziyor. Sadece tasarım farkıyla yalnız; zira "Biz sadece tabelaları tasarladık. Uygulamayla ilgimiz yok. Antetli kâğıdı tasarlayan grafikçi gibiyiz yani. Matbaanın yaptığı hatalardan sorumlu değiliz." diyor serginin tasarımcılarından Aykut Köksal.
21 Temmuz'a kadar görülebilecek sergide tabelaların yazı karakterinden rengine, ebatlarından uygulamalı fotoğraflarına pek çok ayrıntılı bilgi yer alıyor. Sokaklarda hayat bulan tasarım, kente bütüncül bir algı getireceğe benziyor. Aykut Köksal'a göre çiçeği burnunda tabelalar, zamanla İstanbul'un kimlik figürü haline gelerek benimsenecek. Hatta Londra ve Paris'te olduğu gibi birer tasarım nesnesi gibi ticari dolaşıma girecek. Eski tabelaların İstanbulluluk hissi vermediğinden dem vuran Köksal, yenilerin kentle kurulan aidiyet ilişkisini güçlendireceği görüşünde.
Sergiyi gezerken bir sürü 'neden'li soru geliyor akla. Neden ana renk kırmızı mesela? Eski İstanbul otobüsleri ve tramvayla geçmişe dönük bir ilinti yakalanabilsin diye... Neden ilçe isimlerinin yazdığı şeritlerde sarı renk yok? Galatasaray düşmanları tabelaları sökmesin diye... Sizin de aklınızda bu ve buna benzer sorular varsa ve bir müddettir başınız yukarıda geziyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyorsanız, 21 Temmuz'a kadar sergiye uğrayabilirsiniz. Adres bulma konusunda zorlanabilirsiniz ama. Çünkü Garanti Galeri, Beyoğlu'na bakan geniş camına alışılageldiği üzere sergiyi çağrıştıran herhangi bir tabela asmamış bu defa.
Şehrin geçmişi sokak adlarında gizli
Mahalle ve sokak adları ile onların yazılı olduğu tabelalar şehirlerin kimlik kayıtlarıdır adeta. Pürtelaş, Sormagir, Yeşiltulumba, Horhorçeşme, Çıksalın, Ördekkasap, Sankiyedim, Asmalımescit, Katibim, Fetva Yokuşu gibi isimler İstanbul'un asırların içinden süzülüp gelen folkorunu, yaşanmışlıklarını günümüze taşır. Örneğin Katibim Sokağı, ünlü Üsküdar türküsüne konu olan Katibim Aziz Efendi'nin eskiden orada olan evinden alır adını. Fetva Yokuşu, eskinin Şeyhülislamlık dairesine, şimdinin İstanbul Müftülüğü'ne çıkar. Sormagir ise rivayetlere göre zamanında burada bulunan bir tekke dolayısıyla bu ismi almış. İstanbul'un tabelaları değişirken bu görmüş geçirmiş isimlerden bazıları da değişti. Sormagir, Başkurt oldu sözgelimi. Bir de yazanlar anlamını bilmediği için 'doğrusu budur herhalde' diye tashih edilenler var; konsolos anlamındaki 'Şehbender' sokağının, ne idüğü belirsiz 'Şeyh Bender'e dönmesi gibi. Keşke atasözlerimiz arasında 'Bu kadar kusur kadı kızında da olur' sözü bulunmasa.
Jülide Karahan
28 Haziran 2007/Zaman
Tabelaların değiştiğine dair söylentiler nicedir çalınıyordu kulağına, hatta bir iki köşe başında rastlamıştı da yeni uygulamaya. Ama kendi sokağında, kendi kapısında bambaşka bir nesneyle karşılaşmak şaşırtmıştı yine de onu. Değişikliği eşe, dosta ve evrak gönderecek resmi kurumlara anlatmak bir yana sıkça muhatap olduğu sucuya 40 mı, 26 mı diyecekti şimdi.
Eve dönüşte de bırakmadı bu sürprizler Elif'in peşini. Tasarım ve renk bir yana, başkalaşan kimi sokak adları sinmedi hiç içine. Bir insanın halet-i ruhiyesi nasıl etkileniyorsa kendi isminden, kent de, sokak da alıyordu bundan nasibini. Pürtelaş ve Sormagir Sokağı'nın isimlerini kim, hangi akla hizmetle değiştirmişti? Elif, isminin tanıdık, bildik, alışıldık manalarından hareketle alışmıştı semtinin neşeli sokak adlarına.
Beyoğlu'nda değişimin tartışmaları yaşanadursun oldukça uzak bir İstanbul ilçesi olan Pendik, coşkuyla karşıladı olanı biteni. Neredeyse 10 yıldır İstanbul'da yaşayan Ali, ne zaman adresini söylese şehrin dışında yaşadığı muamelesiyle karşılaşıyordu. O da bir sabah kalktı ki ne görsün, Beyoğlu'ndaki tabelaların aynısı kendi sokağında ve kendi kapısının üzerinde. Sevindi, daha bir ait hissetti kendini kente. Has İstanbullu olmuştu bir gecede. "Ben bu şehrin bir parçasıyım." dedi kendi kendine.
Bütün bu olumlu-olumsuz hislerin, mutlu-mutsuz tepkilerin sorumlusu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Bülent Erkmen ve Aykut Köksal'a iki yıl önce yaptığı bir teklifti: "İstanbul için tabela tasarlar mısınız?" İki yıllık emek, toplantı ve tartışmanın sonucunda hazırlanan tabelalar; ilçelerden mahallelere, sokaklardan kapı girişlerine yayılıyor şimdilerde. Dost meclislerindeki 'neler oluyor bu kentte?' sorusundan yola çıkan övgülü-yergili sohbetler sayesinde ev içlerine de girdiler hatta.
Tasarım suçsuz
Beyoğlu'ndaki Garanti Galeri, 'neler oluyor bu kentte?' sorusunun cevaplarını ayrıntılarıyla anlatan bir sergi açtı: 'İstanbul'u Tabeladan Okumak'. Sergiyi gezenler dost meclislerinde yapılan tartışmalarda bir adım öne geçeceğe benziyor. Sadece tasarım farkıyla yalnız; zira "Biz sadece tabelaları tasarladık. Uygulamayla ilgimiz yok. Antetli kâğıdı tasarlayan grafikçi gibiyiz yani. Matbaanın yaptığı hatalardan sorumlu değiliz." diyor serginin tasarımcılarından Aykut Köksal.
21 Temmuz'a kadar görülebilecek sergide tabelaların yazı karakterinden rengine, ebatlarından uygulamalı fotoğraflarına pek çok ayrıntılı bilgi yer alıyor. Sokaklarda hayat bulan tasarım, kente bütüncül bir algı getireceğe benziyor. Aykut Köksal'a göre çiçeği burnunda tabelalar, zamanla İstanbul'un kimlik figürü haline gelerek benimsenecek. Hatta Londra ve Paris'te olduğu gibi birer tasarım nesnesi gibi ticari dolaşıma girecek. Eski tabelaların İstanbulluluk hissi vermediğinden dem vuran Köksal, yenilerin kentle kurulan aidiyet ilişkisini güçlendireceği görüşünde.
Sergiyi gezerken bir sürü 'neden'li soru geliyor akla. Neden ana renk kırmızı mesela? Eski İstanbul otobüsleri ve tramvayla geçmişe dönük bir ilinti yakalanabilsin diye... Neden ilçe isimlerinin yazdığı şeritlerde sarı renk yok? Galatasaray düşmanları tabelaları sökmesin diye... Sizin de aklınızda bu ve buna benzer sorular varsa ve bir müddettir başınız yukarıda geziyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyorsanız, 21 Temmuz'a kadar sergiye uğrayabilirsiniz. Adres bulma konusunda zorlanabilirsiniz ama. Çünkü Garanti Galeri, Beyoğlu'na bakan geniş camına alışılageldiği üzere sergiyi çağrıştıran herhangi bir tabela asmamış bu defa.
Şehrin geçmişi sokak adlarında gizli
Mahalle ve sokak adları ile onların yazılı olduğu tabelalar şehirlerin kimlik kayıtlarıdır adeta. Pürtelaş, Sormagir, Yeşiltulumba, Horhorçeşme, Çıksalın, Ördekkasap, Sankiyedim, Asmalımescit, Katibim, Fetva Yokuşu gibi isimler İstanbul'un asırların içinden süzülüp gelen folkorunu, yaşanmışlıklarını günümüze taşır. Örneğin Katibim Sokağı, ünlü Üsküdar türküsüne konu olan Katibim Aziz Efendi'nin eskiden orada olan evinden alır adını. Fetva Yokuşu, eskinin Şeyhülislamlık dairesine, şimdinin İstanbul Müftülüğü'ne çıkar. Sormagir ise rivayetlere göre zamanında burada bulunan bir tekke dolayısıyla bu ismi almış. İstanbul'un tabelaları değişirken bu görmüş geçirmiş isimlerden bazıları da değişti. Sormagir, Başkurt oldu sözgelimi. Bir de yazanlar anlamını bilmediği için 'doğrusu budur herhalde' diye tashih edilenler var; konsolos anlamındaki 'Şehbender' sokağının, ne idüğü belirsiz 'Şeyh Bender'e dönmesi gibi. Keşke atasözlerimiz arasında 'Bu kadar kusur kadı kızında da olur' sözü bulunmasa.
Jülide Karahan
28 Haziran 2007/Zaman
18 Haziran 2007 Pazartesi
Gezmediği sergi, dinlemediği konser kalmadı
Gözü hep saatte. Vakit ikindiye dönünce duramıyor yerinde. Kendini, durgun bir suya benzettiği evden dışarı atmak istiyor bir an önce. Takım elbisesini giyip, kravat ve fötr şapkasını takarak başlıyor mesaiye.
73 yaşındaki Erol Ertemsir'in işi, sanat etkinliklerinin takibi. Kar kış, yağmur çamur demeden düşüyor yola. Yılda 300 konser, 100 film, 50 tiyatro, 20 opera izleyip 1.000'e yakın sergi geziyor. Gece yarısına dek süren gezmelerinden eşi şikâyetçi olsa da, "Ne yapayım; iki gün üst üste konsere gitmesem kendimi sudan çıkmış balık gibi hissediyorum." diyor.
Ertemsir, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu bir banka emeklisi. Emekli olduğu 1994 yılından beri de sıkı bir sanat takipçisi. Onunla buluşmak, bir bankanın genel müdürüyle görüşmekten daha zor. Her telefonda küçük, bordo kaplı bir defter giriyor araya. "Yarın olmaz, Tiyatro Boyalı Kuş'un 'Çernobil'den Sesler' oyununa gideceğim. Sonraki gün İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası'nın kapanış konseri var. Pazar mümkün değil, Aya İrini'de Suat Arıkan'ın 25. yıl gala konseri..." Konuşmalar böyle uzayıp giderken evin su tesisatında çıkan bir sorun yetişiyor imdada. Birilerinin ustanın başında durması gerekiyor ne de olsa. O kişi de evin tüm işlerine koşan 34 yıllık eşi Gönül Hanım olmayacak bu defa.
Bir haftanın sonunda Cihangir Susam Sokak'taki evinde buluşuyoruz Erol Bey'le. Merak ettiğimiz, 73 yaşındaki bir 'dede'nin nasıl olup da bunca sanat etkinliğini dur durak bilmeden izlediği... Bu, ilk ve son 'dede' hitabı, zira Erol Bey henüz torun sahibi olmadığı gibi, hiç de yaşlı hissetmiyor kendini. Sanat sevgisinin onun ağzından açıklamasına gelince: "Yaşam tarzım bu benim. Öğrenciliğimden beri böyleyim. Gerçi emeklilikten sonra daha çok vakit ayırır oldum ya... Ne bileyim, bir gün konsere gitmesem nefessiz kalıyorum işte."
Erol Bey'in klasik müzikle başlayarak dallanıp budaklanan sanat sevdasının diplerinde Freud'vari gizler yok. Klasik müzik tutkusu çocuklukta, taa ilkokul çağında başlamış; ama sanatın çok önemsendiği bir aristokrat evi değilmiş büyüdüğü. Babasının kemanı, annesinin udu arada sırada tıngırdasa da onun müzikle hemdemliği radyo sayesinde. Üniversite yıllarındaki sanat takibi, işe başlayıp eli para tutunca ilerleyerek bugünlere gelmiş. "Banka beni bir haftalığına İzmir'e ya da Ankara'ya gönderirdi. Gider gitmez o akşamki programımı yapardım önce. İş arkadaşlarım çok şaşırırdı." diyen Ertemsir, hangi ülkeye, hangi şehre giderse gitsin sanat etkinliklerini araştırıyor ilkin. Çoğu seyahatini de konser ve opera izlemek için yapıyor artık. Antalya Aspendos bir tarafa, Milano La Scala, Viyana Devlet, Prag Devlet Operası ve Amsterdam Kraliyet Orkestrası'nı görmek de nasip olmuş ona.
Günde 5 konsere gittiği oluyor
"Peki ya masraflar?" dediğimizde "Gülü seven dikenine katlanır." diye paylıyor bizi: "Sergiler ücretsiz, tiyatro ve sinema pahalı değil. AKM ve CRR'deki konserler de ucuz. Ayda 200 YTL yetiyor da artıyor bile." Bu yılki müzik festivalinde kendine 20, eşine de 6 bilet alarak yaklaşık bin YTL harcamış Erol Bey; ama İKSV Lale üyesi olduğundan epey ucuza getirmiş sayıyor o kendini.
Bir eve ilk misafir olunduğunda eski fotoğraflara bakmak âdettendir. Geleneği bozmadık. Düğün, nişan ve hatta sünnet fotoğrafları beklerken, gelmiş geçmiş pek çok opera sanatçısı, piyanist ve orkestra şefinin imzalı fotoğraflarıyla karşılaşıp şaşırdık. Arturo Toscanini'den Giovanni Martinelli'ye, Herbert Von Karajan'dan Leyla Gencer'e iki koca albüm dolusu imzalı fotoğraf, her biri 'Erol Ertemsir' adına üstelik.
Tatillerini sanat bakımından ölü sayılan ağustos ayına denk getirmeye çalışan Ertemsir'in her yıl 15-20 gün süren molalarını saymazsak konsersiz günü yok. Kimi zaman günde 5 konsere gittiği bile oluyor. Sabah 11.00, öğleden sonra 14.00, akşamüzeri 17.00 ve 19.00, akşam 21.00... Böyle zamanlarda bir konserden çıkıp diğerine koşuyor; aç, susuz. Gerçi bedeni alışkın bu duruma. Kahvaltıdan sonraki tek öğünü, gece yarısı eve döndüğünde plak ve CD'leri eşliğinde yediği akşam yemeği. Eşiyle de konserde, Devlet Senfoni Orkestrası konserinde tanışmış. "Hanım da meraklıdır; ama bana ayak uyduramıyor. Evin sorumlulukları var tabii." diyen Ertemsir, şikâyetleri şikâyet etmekten de durmuyor geri: "Eşim bir yandan, kızım bir yandan her gün söyleniyor. Yok evi otel olarak kullanıyormuşum da, yok evin her tarafı katalog olmuş da..." 'Hanım kaprisleri'ni ve yüksek tansiyonu saymazsak Erol Bey'in tek derdi AKM'nin geleceği. Çok daha güzeli elbette tercihi; ama yeni bir bina yapılmasının 8-10 sene sürmesinden korkuyor ve yetkililere sesleniyor: "İstanbul bu kadar sene operasız mı kalacak? Ne yapacağız biz?"
Jülide Karahan
18 Haziran 2007/Zaman
73 yaşındaki Erol Ertemsir'in işi, sanat etkinliklerinin takibi. Kar kış, yağmur çamur demeden düşüyor yola. Yılda 300 konser, 100 film, 50 tiyatro, 20 opera izleyip 1.000'e yakın sergi geziyor. Gece yarısına dek süren gezmelerinden eşi şikâyetçi olsa da, "Ne yapayım; iki gün üst üste konsere gitmesem kendimi sudan çıkmış balık gibi hissediyorum." diyor.
Ertemsir, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu bir banka emeklisi. Emekli olduğu 1994 yılından beri de sıkı bir sanat takipçisi. Onunla buluşmak, bir bankanın genel müdürüyle görüşmekten daha zor. Her telefonda küçük, bordo kaplı bir defter giriyor araya. "Yarın olmaz, Tiyatro Boyalı Kuş'un 'Çernobil'den Sesler' oyununa gideceğim. Sonraki gün İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası'nın kapanış konseri var. Pazar mümkün değil, Aya İrini'de Suat Arıkan'ın 25. yıl gala konseri..." Konuşmalar böyle uzayıp giderken evin su tesisatında çıkan bir sorun yetişiyor imdada. Birilerinin ustanın başında durması gerekiyor ne de olsa. O kişi de evin tüm işlerine koşan 34 yıllık eşi Gönül Hanım olmayacak bu defa.
Bir haftanın sonunda Cihangir Susam Sokak'taki evinde buluşuyoruz Erol Bey'le. Merak ettiğimiz, 73 yaşındaki bir 'dede'nin nasıl olup da bunca sanat etkinliğini dur durak bilmeden izlediği... Bu, ilk ve son 'dede' hitabı, zira Erol Bey henüz torun sahibi olmadığı gibi, hiç de yaşlı hissetmiyor kendini. Sanat sevgisinin onun ağzından açıklamasına gelince: "Yaşam tarzım bu benim. Öğrenciliğimden beri böyleyim. Gerçi emeklilikten sonra daha çok vakit ayırır oldum ya... Ne bileyim, bir gün konsere gitmesem nefessiz kalıyorum işte."
Erol Bey'in klasik müzikle başlayarak dallanıp budaklanan sanat sevdasının diplerinde Freud'vari gizler yok. Klasik müzik tutkusu çocuklukta, taa ilkokul çağında başlamış; ama sanatın çok önemsendiği bir aristokrat evi değilmiş büyüdüğü. Babasının kemanı, annesinin udu arada sırada tıngırdasa da onun müzikle hemdemliği radyo sayesinde. Üniversite yıllarındaki sanat takibi, işe başlayıp eli para tutunca ilerleyerek bugünlere gelmiş. "Banka beni bir haftalığına İzmir'e ya da Ankara'ya gönderirdi. Gider gitmez o akşamki programımı yapardım önce. İş arkadaşlarım çok şaşırırdı." diyen Ertemsir, hangi ülkeye, hangi şehre giderse gitsin sanat etkinliklerini araştırıyor ilkin. Çoğu seyahatini de konser ve opera izlemek için yapıyor artık. Antalya Aspendos bir tarafa, Milano La Scala, Viyana Devlet, Prag Devlet Operası ve Amsterdam Kraliyet Orkestrası'nı görmek de nasip olmuş ona.
Günde 5 konsere gittiği oluyor
"Peki ya masraflar?" dediğimizde "Gülü seven dikenine katlanır." diye paylıyor bizi: "Sergiler ücretsiz, tiyatro ve sinema pahalı değil. AKM ve CRR'deki konserler de ucuz. Ayda 200 YTL yetiyor da artıyor bile." Bu yılki müzik festivalinde kendine 20, eşine de 6 bilet alarak yaklaşık bin YTL harcamış Erol Bey; ama İKSV Lale üyesi olduğundan epey ucuza getirmiş sayıyor o kendini.
Bir eve ilk misafir olunduğunda eski fotoğraflara bakmak âdettendir. Geleneği bozmadık. Düğün, nişan ve hatta sünnet fotoğrafları beklerken, gelmiş geçmiş pek çok opera sanatçısı, piyanist ve orkestra şefinin imzalı fotoğraflarıyla karşılaşıp şaşırdık. Arturo Toscanini'den Giovanni Martinelli'ye, Herbert Von Karajan'dan Leyla Gencer'e iki koca albüm dolusu imzalı fotoğraf, her biri 'Erol Ertemsir' adına üstelik.
Tatillerini sanat bakımından ölü sayılan ağustos ayına denk getirmeye çalışan Ertemsir'in her yıl 15-20 gün süren molalarını saymazsak konsersiz günü yok. Kimi zaman günde 5 konsere gittiği bile oluyor. Sabah 11.00, öğleden sonra 14.00, akşamüzeri 17.00 ve 19.00, akşam 21.00... Böyle zamanlarda bir konserden çıkıp diğerine koşuyor; aç, susuz. Gerçi bedeni alışkın bu duruma. Kahvaltıdan sonraki tek öğünü, gece yarısı eve döndüğünde plak ve CD'leri eşliğinde yediği akşam yemeği. Eşiyle de konserde, Devlet Senfoni Orkestrası konserinde tanışmış. "Hanım da meraklıdır; ama bana ayak uyduramıyor. Evin sorumlulukları var tabii." diyen Ertemsir, şikâyetleri şikâyet etmekten de durmuyor geri: "Eşim bir yandan, kızım bir yandan her gün söyleniyor. Yok evi otel olarak kullanıyormuşum da, yok evin her tarafı katalog olmuş da..." 'Hanım kaprisleri'ni ve yüksek tansiyonu saymazsak Erol Bey'in tek derdi AKM'nin geleceği. Çok daha güzeli elbette tercihi; ama yeni bir bina yapılmasının 8-10 sene sürmesinden korkuyor ve yetkililere sesleniyor: "İstanbul bu kadar sene operasız mı kalacak? Ne yapacağız biz?"
Jülide Karahan
18 Haziran 2007/Zaman
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)