National Geographic’in 123 yıllık bir fotoğraf arşivi var. Sorumlusu Bill Bonner. 50’lerinde. Elinin altındaki tam bir hazine. 8 milyon kart baskı… Fotoğraflar; belli zaman aralıklarında, özel sebeplerle, Bonner’ın izniyle ve müthiş bir özenle günışığına çıkıyor. İçinde bulunduğumuz zamanın sebebi National Geographic Türkiye’nin 10. yaşını kutluyor olması. Hiç bilinmeyen, çekildiğinden bu yana gün yüzü görmemiş 100 kadar Türkiye fotoğrafı… ‘Görmediğimiz Türkiye’ serginin adı.
Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanan tatlı-komik bir sürü serüven… National Geographic fotoğrafçıları an’ları dondurmakla kalmamış; fotoğrafların kenarına köşesine düştükleri notlarla pek çok hikâye de anlatmış. Sergi Karaköy’deki Antrepo No 3’te. Yer kolay, mekân geniş, malzeme neşeli. Ama ne yazık ki National Geographic fırsatı iyi değerlendirememiş. Dışarıya sarı şeritler çekip içeriyi fuar alanına – okul koridoru mu demeli? — benzetmiş. Girişte solda; ‘Merhaba, National Geographic standına hoş geldiniz.’
Hoş bulmadık. Kocaman panolara yan yana, üst üste bindirilmiş bir sürü fotoğraf… Pek azı büyük ve tek başına. Yerde plastikten bir dünya, Türkiye’yi ilgilendiren bir sergide işi ne acaba? Siyah beyaz bir sergide o neden renkli sonra? Tam bir karmaşa. Eski sayıların kapaklarından sarı bir ‘Güle güle…’ çıkışta.
GİTMİYOR VE HİKÂYELERE DALIYORUZ
Metinler iyi editörlerin elinden çıkma, müzikler harika. Sırf bu yüzden gitmiyor ve dalıyoruz hikâyelere. Bir fotoğraf; 1930’lu yılların sonundan, bir balık sezonundan... Balığını kapan gelmiş, açık arttırma başlamış. Türlü çeşit deniz canlısı önce tartılıyor sonra masanın üzerine konuyor. Etrafta meraklı gözler; alan da var sadece bakan da… Mezatçı biraz yukarıda, sandalyesine kurulmuş. Yanında hükümetin görevlendirdiği bir vergi memuru, elinde kâğıt kalem. Onun yanında yine hükümetin görevlendirdiği bir başka denetçi. O onu, öbürü bunu denetliyor. İlahi!
Bir başkasında yemenici. Kunduracı yani. Şehir belli değil, tarih 1937. “Türkiye’de yemenicilik işiyle uğraşan çok.” diye başlıyor fotoğrafçının notu. Ona göre Türkler yürümeyi pek seviyor. Şehir insanı sokak ve parklarda gezinirken köylüler akrabalarını ziyaret amacıyla 10 gün sürecek bir yola düşüveriyor hiç düşünmeden/üşenmeden. At sahibi olan biri için bile bu böyle! En güzel tasvir ise şöyle: “Yaşadığı yerde ucuz, gideceği yerde pahalı olan her neyse yüklüyor atının sırtına ve çıkıyor yola.”
“Yer altı tünelinin yukarı ucunda bir tramvay sizi alıyor ve Pera’nın öbür ucuna kadar götürüyor.” diye not iliştirilmiş fotoğraflardan birinin yanına. Pera’nın ismi Beyoğlu bugün. Tünel ve tramvay güzergâhı tıpa tıp. Değişik olan insanlar. Bir de tabelalar. O zaman Osmanlıca ve Fransızca hepsi. Yıl 1928. Aynı tarihli bir başka fotoğrafın yaşadığı ise geçiş süreci. Yer Pera’da bir duvar. Elhamra ve Cine Magic afişlerindeki yazılar Osmanlıca ve Fransızca. Onların yanındaki Taksim Bahçesi ve Melek Sineması’nın afişlerindeki yazılar ise Fransızca ve Osmanlıca yanı sıra Türkçe.
İnsanı şaşırtan, gülümseten ve gururlandıran öyle çok ayrıntı, not ve fotoğraf var ki… Beyaz eldivenleriyle yolun ortasında dikilen trafik polisi, eski Diyanet İşleri Başkanlarından Ahmet Hamdi Akseki’nin franklı görüntüsü, Florya Plajı’nda kâğıt helva için pazarlık yapanlar, Bursa’nın bir köyünde camii imamından jimnastik dersi alan çocuklar… 1933 tarihli bu fotoğraftaki fotoğrafçı notu şöyle: “Küçücük köy bile modern jimnastik hareketlerinden bihaber değil. Türkiye Cumhuriyeti din ve devlet işlerini birbirinden ayırmış olsa da eğitmen eksikliği nedeniyle köy imamı hem öğretmen hem jimnastik hocası.”
MEKÂN YERİNE İNSAN
Hikâyelerin en güzel tarafı sadece insanları anlatması. Bir zamanların, dünün, dünden önceki günün insanlarını… Dedemizi, büyük büyük dedemizi, onun da dedesini… Eski fotoğraflarda bir mekânsallık vardır ya; o yok bunlarda. Neymiş, ne olmuş, şu bina yerine bu dikilmiş, şu köşe tümden gitmiş gibi şeyleri düşünmüyoruz bu defa. Nadir Ede’nin eski İstanbul fotoğraflarını bulup aynı yerlerden ve aynı açıdan çekilmiş yenileriyle birlikte sergilediği ‘Yüz Yıl Önce Yüz Yıl Sonra İstanbul’ serisindeki gibi ya da geçen yıl Fototrek Fotoğraf Merkezi’nde karşımıza çıkan Reha Günay’ın ‘Kaybolan İstanbul’ sergisinde yaptığımız gibi hani… O fotoğraflara bakarken neydi aklımızdan geçen? Neleri yakıp, yıkıp kaybettiğimiz…
Şöyle demiş zaten Günay: “Bu sergide görülen fotoğraflar 1965 yılından itibaren İstanbul’un çeşitli yerlerinde çekilmiştir. 2010 yılında tekrar aynı yerlere gittiğimde pek çok yapıyı yerinde bulamadım, hatta bazılarının yerlerini bile bulmakta zorlandım, referans noktaları kalmamıştı. Pek çok yapı da restorasyona uğramış! olarak karşıma çıktı. Eski İstanbul’la beraber bir yaşama kültürü de artık kaybolmuştu.” Peki, o kaybolan kültür fotoğraflarda var mıydı? Hayır.
Nerede vardı? Örneğin Ara Güler’de… 1950 ve 1960’larda Leica fotoğraf makinesiyle özellikle İstanbul’da bir sürü hüzünlü siyah-beyaz fotoğraf çekmişti Güler. İşte onlarda insanlar vardı, hikâyeler vardı, yaşam kültürü vardı, görsel tarih vardı. ‘Görmediğimiz Türkiye’de de var hepsi; daha fazlası, daha eskisi ve daha neşelisi… Sergi, 11 Haziran’a dek Karaköy’deki Antrepo No 3’te.
JÜLİDE KARAHAN
FOTOĞRAF DERGİSİ / HAZİRAN-TEMMUZ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder