Elif Şafak'la son romanı İskender için buluştuk. Önce dünyayı ve konuşulanları, sonra Elif Şafak'ın kendisini bir kenara koyduk ve kitabın kahramanlarına kulak verdik. Adem, İskender, Pembe, Cemile, Yunus, Esma... Çemberi tamamladığımızda döndüğümüz bir tek yer vardı: Dünya.
İskender gayet mert biri. Neden anti kahraman muamelesi yapıyorsunuz ona?
Ama annesini bıçakladı.
Öldürmek için değil ki...
Anlıyorum sizi. İskender bir yanıyla çok hoyrat, hırçın ve maço. Ama bir yanıyla da naif ve sırça kalpli... Ne çok iyi ne çok kötü, ne kahraman ne fena... Her şeyden önce insan, çelişkileri ve yanlış anlamalarıyla. Zaten biraz da bunlara yoğunlaşıyor roman. Biz birbirimizi nasıl bu kadar yanlış anlıyoruz, nasıl bu kadar incitiyoruz? Aile ortamında aslında çok yakın olmamız gerekirken birbirimize nasıl bu kadar uzak düşüyoruz?
Kitap söylesin: "İnsan hayatın çalkantılı sularına atılmadan evvel ailesinde sevgi, istikrar ve güven bulmalı. Bizdeyse aile ortamı hayatın kendisinden fırtınalı." Hakikaten neden içeride kapılar bu kadar kapalı?
Gazeteyi açtık, bir olay. O olayın arkasında bir hikâye var. O hikâyeye gidene kadar bir sürü aşamalar. Kadınlar şiddetle karşı karşıya. Bunun niye bu kadar arttığını anlayabilmemiz için erkekliğin nasıl inşa edildiğini görmemiz lazım. Bizim ülkemizde erkeklik nasıl inşa ediliyor, biz oğlan çocuklarımızı nasıl yetiştiriyoruz?
İskender'i İskender yapan iki olay: Birinde sünnet olacak, korkup kaçıyor, annesi "Tamam gel, merak etme, ben varım." diyor, İskender ona inanıyor ama sonra herkesin içinde bir tokat... Güven çıt diye kırıldı. İkincisinde "Kurbanlık koyunu kesmiycez, merak etme." diyor babası, ona güveniyor. Ama sonra bir çıt daha. Aileye karşı duvarların temelleri böyle böyle mi atılıyor?
Böyle böyle. Çocuklarımızı, oğullarımızı seve seve yanlış yetiştiriyoruz. İlk kavgasında birini dövdü diye annesi Pembe laf söylemiyor İskender'e, hatta oğlunun bıçkınlığıyla gurur duyuyor. Böyle böyle inşa ediliyor erkeklik. Bu durumla yüzleşmemiz lazım. Ne övgü, ne yergi; aslolan denge. Ne ifrat ne tefrit.. İdrak etmek, farkında olmak, durup düşünmek... Bir de şu çok önemli; bu dünyaya her birimiz kendi fıtratımız, kabiliyetimiz, rengimiz, elementimizle geliyoruz. O farklılıkları hiçe saymak, illa benim dediğimi yapacaksın diye dayatmak, kalıplar koymak bence en başta yaradılışın çeşitliliğine saygısızlık.
İfrat, tefrit, eyvallah, muhabbet, meyyal, nüve, tıynet... Kelimeleriniz bu kitapta kaçmışlar. Nereye gitmiş onlar?
Nasıl? Anlamadım. Benim kelimelerim Osmanlıcadan ibaret değil ki.
Hayır şu vardı: "Aman Allah'ım bu nasıl bir ifade, bu nasıl benzetme, bu nasıl bir kelime..."
Ne güzel, çok güzel ama... Anlattığım hikâyeye göre. Sadece bir tek dilim var zannederek her hikâyeye aynı üslubu giydirmeye çalışırsam olmaz. Her hikâye kendi üslubuyla gelir. O yüzden başından beri şunu diyorum. Yeni kelime de bizim, eski de... Kelime dağarcığımızı zengin tutalım.
İskender'de zenginlik yok ki. Kelimeler kendilerini gösteremiyorlar. Mesela Kürtçe ifadeler, deyimler ya da zaman ve mekânın anahtarları olabilirdi romanda...
Ama bu göçmen bir aile. Çocuklar kendi aralarında İngilizce konuşuyorlar. Anneleri Kürtçe Türkçe karışık konuşuyor. Kitabın dili belki kolay ama hikâye böyle gelişiyor. Hakikaten imtina ediyorum. Her roman ayrı bir sefer. Üslubuyla, içeriğiyle...
Kapağını, yazarını görmeden okusaydık bu kitap Elif Şafak'ın diyebilir miydik? Bize, bu onun kitabı dedirtecek ne var içinde?
Hakikaten zorlanıyorum nasıl baktığınızı anlamakta. Neden biliyor musunuz? O kadar benim iç dünyamı aydınlatan bir roman ki bu. Ele aldığım temalar, ikilemler, birbirinden çok farklı geçmişlerden gelen insanları buluşturup onlardan çıkan enerjiyi kovalamak, sorgulamak... Sürprizli, dönemeçli bir roman İskender. Kitapta düşünecek o kadar çok şey var ki insanlığa dair, kadınlığa, erkekliğe, anneliğe, Kürt köyünde yaşamaya, Londra'da yaşamaya dair...
Bütün bu saydıklarınız var evet ama olsunlar diye mi? Çünkü derinleşmiyor. Yani gözümüzün önüne bile gelmiyor. 70'lerin Londra'sı ya da Fırat kıyısında bir Kürt köyü nasıldır; görmüyoruz hiç, içine girmiyoruz, fon gibi. Neden öyle?
Aile yalıtılmış bir yaşamın içinde çünkü.
Özellikle mi? Empati kurma üzerinden ilerlediğiniz için mi?
Evet tabii. Çünkü yurtdışına çıkıp sonra minicik bir kavanozda yaşayan bir aile bu. Gittiği ülkede yaşamayan, dilini öğrenmeyen, diyalog kurmayan, merak etmeyen, araştırmayan o kadar çok insan var ki... Benim için önemli olan Londra'nın kuzeyine bu aileyi konumlandırmak ve onların o yalıtılmış hayatlarını hissettirebilmek. Bir yandan İngiltere'de yaşıyorlar, bir yandan yaşamıyorlar. Kendi kapalı kutularındalar. Özellikle Pembe. Kuaför ev, kuaför ev...
Hele kuaför... O kadar hikâyeli bir yer ki... Biraz şıngırtısını duyamaz mıydık?
400 sayfalık bir kitapta tercihler devreye giriyor. Ben bu romanda aileye, aile ilişkilerine, anne oğul ilişkisine ve ikilemlere odaklandım.
İskender diyor ki: "İnsan istiyor ki annesiyle babası birbirini çok sevmiş olsun, hiç olmazsa en başta..." Bir çocuk için çok mu önemli bu? Toplumsal sorunların kaynaklarından biri mi hatta?
Bir çocuk için çok yıpratıcı değil mi? Annesiyle babası arasında aşk, sevgi ve muhabbet yok. Sadece alışkanlık ve sürüp giden bir düzen.Çok çocuk var böyle. Çok büyük bir şey.
Ama dünya böyle: Yaşımız geldi, evlenelim. 100 kişiden belki de 80'i başka sebeplerle evleniyor. Mesela Adem etraf ne der diye, Pembe başka bir şehre gidebilmek için...
Aynen. Maalesef. Evlendikten sonra birbirini kanıksıyorsun, benimsiyorsun ve devam ediyorsun ama sevgi yok. Sonra o mutsuzluklarımızı çocuklarımıza da geçiriyoruz. Bunu ne adına yapıyoruz? Elalem ne der?..
Şu anda bile böyle kararların eşiğinde olanlar vardır mutlaka. Ne dersiniz onlara? Bir alıp okusunlar mı İskender'i?
Okusunlar. İskender de sevgisizliğe dair bir roman. Herkes evlenmeden önce bir kez daha düşünsün. Çünkü bir ömür devam ediyor. Elalem ne der diye, anne-baba gönül koymasın diye yapılıyor evlilikler... Gerçekten kalbimizin dediği insanı seçmiyor, onun yanında durmuyor, sonra bunun yükünü ömür boyu taşıyoruz. Birçok evlilik böyle. Ne yazık ki.
Sevdiğinin yanında durmanın bedeli ağır olabiliyor ama... Gerçek hayatta Hatice Fırat öldürülüyor. Romanda Fırat kıyısındaki bir köyde yaşayan Hediye kendini asıyor. Bilinçli bir özdeşleştirme mi?
Evet, bilinçli. Zikretmek istedim, unutulmasın istedim. Bütün o öldürülen kızların isimlerini unutmayalım, zikredelim, rahmet okuyalım. Yapalım yani. Gencecik kızlar kendi aileleri, kendi abileri, kendi babaları tarafından... Nasıl bir şey bu? Kendimizde nasıl böyle bir hak görüyoruz? Bu bence kibrin vardığı en son nokta. İnsanın bir başka insanın hayatı üzerinde söz sahibi olduğunu zannetmesi. İşte bütün bunları anlayabilmek için erkekliğin nasıl inşa edildiğine bakmamız lazım. İncine incine büyüyen erkek çocuk ileride incitiyor çünkü.
Kadınlık inşasının temelindeki ise suçluluk duygusu. Pembe'de çok güçlü. Nasıl atılacak bu duygu?
Pembe'yi yazarken çok üzüldüm ben. Keşke hemen çözüm bulsak ama farkındalık çok büyük bir adım. Değişim insanın kendinden başlıyor. Kendimizden, ailemizden, çevremizden... Hakkaniyetle, insana kıymet vererek, ezmeyerek, incitmeyerek... Bunlar naif şeyler gibi geliyor kulağa ama bence kainatın kâdim kuralları. Ama unutuyoruz işte. Çok unutuyoruz.
***
İçime sinmeyen 150 sayfayı çıkardım
Kahramanlardan biri, Esma mı yazdı İskender'i? Öyle düşünelim istediniz mi?
Olabilir, o kapı açık. Esma yazar olmak istiyor. Böyle çok insan var. Yazar olmak isteyen ama hayatın akışı içinde bunu unutan, vazgeçen, hayallerini terk eden çok kadın var. Esma çok yetenekli ve hırslı ama bırakıyor. İşin ilginç yanı Yunus, hiçbir hırsı ve arzusu olmadığı halde çok ünlü bir müzisyen oluyor.
Bilerek mi yaptınız bunu?
Bilerek tabii. Çünkü hırssız insanlar daha güzel yükseliyor hayatta. Çok hırs fena. Çalışkanlık tabii ki olacak ama kavgacı hırs bir yere vardırmıyor insanı.
Siz hırslı mısınız? Birazcık...
Ben kendimi çok tutkulu hissediyorum. Hırs benim sandığım şeyse tabii. Ben tutkuyla seviyorum yaptığım işi. Hakikaten yazmaya âşığım. Garip gelebilir ama ben 8 yaşımdan beri harflere, kelimelere, alfabeye âşığım. Bu hiçbir zaman azalmadı.
Daha fazla, daha fazla, daha fazla... Okura ulaşma isteği hırs olarak değerlendirilebilir mi?
Bu bir çember. Her kitapta çember genişledi, okur kitlem büyüdü. Bu benim yaptığım bir şey değil, olan bir şey. Mutluyum tabii. Sadece şunu ayırt etmek lazım: Ben yazarken oturup kaç kişi okuyacak, insanlar ne diyecek diye düşünmüyorum. Bunları düşünürsem yazamam, kilitlenir kalırım. Yazarken bir hayal alemindeyim, mümkün mertebe oradayım. İskender'i gerçek zannediyorum, Pembe'yi seviyorum, Yunus'la dolaşıyorum. Gerçekten öyle. Kitap bitince de editöre teslim ediyorum ve tabii ki düşünüyorum; kim okuyacak, kaç kişi okuyacak diye... Eğer biz bunları umursamazsak niye yayınlatıyoruz ki. Yazar biraz dürüst olmalı.
İçinize sindi mi kitap? Her şeyiyle şöyle...
Tabii ki, tabii ki. Sinmese ve sevmesem çıkarmam ki. Kendi içimde tamam diyene kadar o kadar çok uğraşıyorum ki... Bir 150 sayfa daha vardı, onu attım mesela. Yazdıklarımın çoğundan vazgeçtim. O kadar çok emek var ki... Kendi içimde; tamam şu anda oldu diyene kadar yazıyorum siliyorum, yazıyorum siliyorum... Günlerce gecelerce uğraşıyorum.
Bestseller olduğunu kabul ediyor musunuz?
Bu ayrımları sorgulamaktan yanayım. Has edebiyat... Nedir bu? Ben şöyle görüyorum: O kadar farklı yazarlık halleri var ki kimi çok ünlü, kimini çok az insan biliyor. Kimseden bir başkasına benzemesini beklemeye hakkımız yok. Herkes farklı yaşıyor, farklı yazıyor. Dünya tarihinde de böyle. Bir de bugün has edebiyat diye adlandırılan birçok yazar kendi döneminde bestseller idi. Bugün has edebiyat dediklerimiz bir zamanlar çok satanlardı yani.
O zaman gönül rahatlığıyla benim kitabım bestseller diyebiliyor musunuz yani? Şu an için...
Bu kategorileri sevmiyor ve benimsemiyorum. Ben tek bir kelime biliyorum ve bir tek onu kullanıyorum: Edebiyat. O nedir? Hikâye anlatma sanatı. Onun özünde ne var? Empati kurabilme yeteneği. Bu kadar.
JÜLİDE KARAHAN
ZAMAN PAZAR / 07.08.2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder