10 Aralık 2005 Cumartesi

'Bizi yalnız mizah ayakta tutar!'

"Hey, biraz buraya bakar mısınız; durup beni dinler misiniz? Söyleyecek şeylerim var.

Ben çok önemli bir şeyin görgü tanığıyım, hayatın!" diye sesleniyor dünyanın yaşayan en önemli ressamları arasında gösterilen Antonio Segui. 1934'te Arjantin Córdoba'da doğan ve 1963'ten beri Paris'te yaşayan Segui, 11 Aralık'a kadar sürecek Artİstanbul'un en dikkat çekici isimlerinden biri. Sanatçı, 6 eseriyle fuarda, 13 eseriyle de Nişantaşı Dirimart'ta karşılıyor sanatseverleri. Hayatta kalmanın tek yolunun mizah duygusundan ve kendi kendini alaya almaktan geçtiğini fark eden ressama göre bu, yaşamda ve sanatta "... bizi kurtaracak tek şey". Antonio Segui'nin eserlerine bir bütün olarak baktığınızda kim bilir neler bulacaksınız? Birbirine benzeyen köşeli ve ifadesiz yüzlü insancıklar, acele içinde koşturadursun, farklı görüntülerin bir şartla, samimi olmak şartıyla, çekici olduğunu hatırlayacaksınız bu üretim karmaşası içinde. Pop-art'ın üst sıralarında yerini almış olan Segui, genel geçer kuralları kabullenmeyerek hayal gücünü ve kendisi için resim yapma keyfi anlamına gelen 'özgürlüğü' seçmiş. Tuvalin dört kenarının sınırları içinde oluşturduğu dünyada, hareketler asılı ve donuk olsa da insan figürleri, hapsedilmiş balıklar misali amaçsızca telaşlı ve kıpırtılı. İlk başta gülümseten, insanı neşelendiren eserler, aslında tuzaklarla ve tehlikelerle dolu. Dikkatli bakıldığında bir kâbusu andırdığı bile söylenebilir. Antonio Segui ile yolda, bir yere geç kalmış koşuştururken değil; ama galeride karşılaştık, söyleştik...

İstanbul'a ilk gelişiniz mi?

Evet, ve sadece iki günüm var. Yaşıyor olursam ikinci bir şansım daha olur bakarsın.

Resim ve plastik sanatlar açısından çok hareketli bir zamanda geldiniz İstanbul'a. Picasso (Sakıp Sabancı Müzesi), Jean Dubuffet (Pera Müzesi) hatta Louise Bourgeois'u (İstanbul Modern) görebilirsiniz.

Yok, sergileri değil, İstanbul'u görmek istiyorum. Picasso'yu da, eserlerini de görmüştüm zaten. Jean Dubuffet arkadaşımdı. Aynı galerilerde çalışmıştık Paris'te. Uzun zamandır tanıyorum ve bütün eserlerini biliyorum. O çok iyidir, sen görmediysen gidip gör. Bana gelince nereye gitmemi önerirsin. Boğaz'dan başka, orayı dün gece gördüm.

Eserlerinize, figürlerinize, insancıklarınıza gelelim... Çizgi film izliyormuş gibi bir hisse kapılıyor insan ilk anda, eğlenceli; ama bakmayı sürdürünce kafamız karışıyor...

Her zaman demişimdir, benim çalışmalarım çocukluğumun yansıması; imajlar çocukluğumdan geliyor. Bazen numaralar koyarım hatta. İnsan yaşlandıkça çocuklaşır ya... Bu figürler, çevresiyle anlaşmazlık halinde, uyumsuz; fakat modern şehir yaşamına esir olmuş insanlar olarak yorumlanabilir. Eğlenceye gelince, oyunu seviyorum. Oyun oynayan; ama oyunu ciddiye alan biriyim. Önce kendimi sonra başkalarını neşelendireyim, diyorum. Umutsuzca kaçan karakterler, tüketim toplumu ve anlamsızca süren günlük hayat... Ne yapıyoruz, kalabalıktayız, amaçsızca gidip geliyoruz.

Eserlerinizde bir karmaşa, bir telaş, bir korku var. Neden insanlar sanki hep geç kalmış bir yerlere?

Çünkü yaşam böyle. Benim, senin yaşamın böyle. İletişim kurmuyoruz. Akıp geçiyoruz her şeyin yanından öylece. Bakmıyoruz. Makine gibi, robot gibi yaşıyoruz. Ben yolcuyum. Yoldan geçenleri izlerim. Güzel bir film izler gibi, Vittorio de Sica'nın Miracle a Milan'ını izler gibi.

Neden figürlerden çok azı kadın?

Dedim ya, çocukluk yıllarımdan esinleniyorum, benim çocukluğumda kadınlar fazla dışarı çıkmazdı. Şehirler, sokaklar erkeklerden oluşurdu. Resimlerde gördüğün tek tük kadın figürleri de risk almayı sevenler, gizlice kaçıp çıkanlar.

Jülide Karahan

10 Aralık 2005/Zaman

Hiç yorum yok: