16 Mayıs 2007 Çarşamba

Sait Faik'in elleri artık daha büyük

Burgazada'daki evinden çıkan terekesi yıllar önce araştırılmaya başlanan ve bugüne kadar pek çok müsvedde ile taslak öyküsü gün ışığına çıkan Sait Faik'in son metinleri 'Büyüyen Eller' adıyla yayımlandı. Bunlar arasında Sebzeci Cebrail, Kılıbık ve Kozalaklı Köyü isimli üç tamamlanmış öykü var.

Ölümünden 53 yıl sonra, Türk edebiyatının 'Kelebek Avcısı' Sait Faik Abasıyanık'ın yeni metinleri ortaya çıktı. Yazarın kimi tamamlanmamış öykülerini, taslak metinlerini ve bitmiş üç öyküsünü içeren kitap, 'Büyüyen Eller' adıyla Yapı Kredi Yayınları'ndan çıktı. Yapı Kredi Yayınları, Sait Faik'in yayın haklarını satın aldıktan sonra yazarla ilgili hayli kapsamlı bir araştırmaya girişmiş, Burgazada'da Sait Faik'in müzeye dönüştürülen evindeki yazarın daha önce hiç bilinmeyen fotoğraflarını, mektuplarını ve yazılarını gün ışığına çıkarmıştı. Abasıyanık'ın kilitli dolap ve bavulundan çıkan her şey, (buna alışveriş listeleri ve faturaları da dâhil) tek tek okundu sonunda.

'Büyüyen Eller' yapbozun son parçası. Kimi metinler, 'Bitmemiş Senfoni'de (Bilgi Yayınları), kart ve mektuplar da 'Karganı Bağışla'da (YKY) çıkmıştı okurların karşısına. 'Büyüyen Eller'de Sait Faik'in yayımlanmış öykülerinin ilk hallerinin yanı sıra, hiç yayımlanmamış taslak metinler var. Bu taslaklardan üçü, hiç bilinmeyen ve tamamlanmış öyküler üstelik: Sebzeci Cebrail, Kılıbık ve Kozalaklı Köyü.

Kitabı hazırlayan Sevengül Sönmez, Sait Faik'in, sanılanın aksine titiz sayılabilecek bir dikkatle yazdığını, yazdıklarını okuyup değiştirdiğini, düzelttiğini, onlardan bazılarından ise tamamen vazgeçtiğini bir kez daha hatırlatıyor. sönmez, bu hatırlatmayı 'A'dan Z'ye Sait Faik' (YKY) isimli kitabında da yapmıştı. "Müsveddeler ile öykülerin yayımlanmış biçimleri karşılaştırıldığında, Sait Faik'in onlar üzerinde önemli değişiklikler yaptığını ve kimi sözcükleri anlaşılır olanlarıyla değiştirdiği görebiliriz." diyen Sönmez, gerekli tüm ayrıntıları dipnotlarla anlatmış. Başlıksız metinlere de köşeli parantez içinde birer başlık koymuş. Müsvedde ve taslak ayrımına gelirsek; müsveddeler yazarın yayımlanmış öykülerinin ve yazılarının karalamaları. Bunlar varlıkları bilinmekle birlikte daha önce hiç okunmamış yazılar. Taslaklar ise Sait Faik'in yazmaya niyetlenip yarım bıraktığı, tamamlamadığı yazılar ya da öyküler.

'Büyüyen Eller', Sait Faik'in 'Alemdağ'da Var Bir Yılan' öyküsü için düşündüğü, yazdığı, sonra da üzerini karaladığı başlık. Kitap, yazarın var olan son kelimelerini bir araya getirdiğinden olsa gerek, Sait Faik'in ellerinin daha da büyüdüğünü düşünüyor Sevengül Sönmez. Ancak devam edecek büyümeye; zira 'Sait Faik Hikâye Zinciri'ne katılan yazarların öykülerinden oluşan bir antoloji hazırlanıyor. Nursel Duruel'in hazırlayacağı antolojide Sait Faik Öykü Ödüllü alan yazarlardan seçilen öyküler yer alacak.


[KİTAPTAN]

Sebzeci Cebrail*

Dışarda dönen dünya ile kendi içinde dönen dünya arasındaki farkı ona anlatan Sebzeci Cebrail oldu. Hakikati kavrayış, yine tamamen normal bir şekilde olmadı. Küçük, çilli, zayıf ba­caklı, kavun kafalı bir Yahudi çocuğun dünya hakikatlerini kavrayışı o kadar insiyaki bir şekildedir ki insanın, buna irsi di­yeceği gelir.

Kim bilir bu belki de kanın terkibine, dimağın hercümercine, sinirlerin nötrüne bağlı bir meseledir. Olabilir a! Sebzeci Cebrail Avukat Salih Bey'in bostanındaki marulları satın almıştı. Yirmi tahta marul 1000 çift yapardı. Bin çift şu ka­dar lira tutardı. Bu işte şu kadar kâr vardı. Vaziyet gün gibi aşi­kârdı. Ziyan etmezdi. Fakat Cebrail'in marulları aldığının on beşinci günü ki marullar dürülmeye, göbeklenmeye başlamıştı; İstanbul piyasasına biraz erken olarak Yedikule bütün göbekli şöhretini seriverdi. Adalardan İstanbul'a marul getirmeyeceği­ni Cebrail hesap etmemişti. İstanbul'u marul cihetinden Yenikapı'dan Yedikule'ye kadar o zaman münbit ve sulak arazi do­yurur, öte tarafına bile geçerdi. O zaman ecnebi mekteplerinde haftada üç beş dersiyle iktifa edip Burgaz adasının Maltepe sa­hillerine bakan küçük bir evinde oldukça zengin bir ailenin ço­cuğu olan Ömer Cebrail'den sabahları, bazen akşamları marul almaya başladı. İki kuruşluk marul da tarladan kendi alınmak şartıyla beş kuruş veriyordu. Hem Cebrail memnun hem de bu tifo mikrobu bulunmayan halis kireç ve biraz da tuzlu kuyu su­yu ile beslenmiş marullardan yiyen Ömer memnundu. Can eri­ğinin biraz ilerisinde bazıları hakikaten şahane tuzlu ve gevrek birkaç yüz marul yemyeşil ve katmer katmer yayılıyordu. Tü­tün içtiği için Cebrail'e tabakasını ve çeyreği uzatır:

- Al paranı. Sar bir cigara, Cebrail derdi. Merak etme, Heybeli'ye götürürsün, Kınalı'ya taşırsın. Burada pazarları satarsın. Kaç yüz marul zaten. Cebrail bahçıvan Fazıl'ın kendisine merhamet edeceğini uman bir yüzle tatlı bir Malatya şivesiyle:

-Gitmiyor, almıyorlar, derdi. Heybeli çekmiyor. Daha köyler gelmedi, havalar ısınmadı. Kınalı'da adam yok, Yandık. Yandık, derdi.

...

*Büyüyen Eller'deki üç tamamlanmış hikayeden biri olan Sebzeci Cebrail'den bir bölüm. Başlık, yayıncı tarafından konulmuş.

Jülide Karahan

16 Mayıs 2007/Zaman

12 Mayıs 2007 Cumartesi

Denize uzak imbat öyküleri

Eskişehir'de büyüyüp Ankara'da yaşayan Selma Fındıklı, İzmirli hikâyeler anlattığı 'İmbatta Karanfil Kokusu' isimli kitabıyla 43. Sait Faik Hikâye Ödülü'nü aldı. Farklı din ve milletlerden kimseleri komşu etmek, dost yapmak ve hatta sevdaya düşürmek isteyen yazarla yapılan bir ilk söyleşi bu.

'İmbatta Karanfil Kokusu' yok. Yapılmamış yeni baskısı. "Son günlerde soranı çok. İstedik, bir iki güne kalmaz gelir." diyor Beyoğlu kitapçıları. Soranı çok elbet, çünkü 43. Sait Faik Hikâye Ödülü, onun oldu dün akşam. Rahmi Koç Müzesi'nde adı imbat değilse de, serince bir rüzgâr eşliğinde aldı ödülünü kitabın yazarı Selma Fındıklı. O, artık Sait Faik öykü zincirinin bir halkası. Türkiye'de öykü yazan her yazar gibi onun da üzerinde var Sait Faik'in hakkı. Ödül bahanesiyle gerçekleşen bir ilk söyleşi bu. Kahramanlarının hayatlarını bazen bir kelime, bazen eski bir fotoğraftan yola çıkarak ören Selma Fındıklı; öykülerini, romanlarını ve sevdaları anlattı. Kendi sevdalarını değil ama... Bırakın onları, yaşını bile söylemedi henüz. Yazar ansiklopedilerinde yer aldığı üzere 1965 doğumlu olmadığı kesin yalnız.

Daha evvel 'Loş Sokağın Kadınları' ile 1996 Haldun Taner Ödülü'nü, 'Ankara İstasyonu' ile de 1998 İş Bankası Edebiyat Büyük Ödülü'nü alan yazar, 'İmbatta Karanfil Kokusu'nda rüzgârından da anlaşıldığı üzere İzmir hikâyeleri anlatıyor okuruna... Eski İzmir, Müslüman ahali, Rumlar, Yahudiler, Levantenler, aynalı faytonlar, atlı tramvaylar... 1863 evvel baharının bir sabah alacasından, İkinci Cihan Harbi'nin ilk kıvılcımlarının görülmeye başlandığı 1939 son yazına kadar dönem dönem, mevsim mevsim İzmir... Alâyişten hiç hazzetmeyen yaşlı bir âdemin öyküsüyle başlayan kitap, 12 öykü sonrasında radyosuz bir evde bittiğinde türlü tarihî ayrıntı kalıyor hafızanızda. Sultan Aziz'in Mısır'a giderken İzmir'e uğradığını huysuz bir ihtiyardan, 1915 olaylarından önce hem Ermenilere hem Müslümanlara dağıtılan karşıt iddialarla dolu bildirilerin Amerika'da basıldığını da kendi halinde bir eczacıdan öğreniyoruz mesela. En büyük korkusunun, tarihin, kahramanlarından daha çok öne çıkması olduğunu söyleyen Fındıklı, "Derdim, tarihî roman ya da belgesel bir kitap yazmak değil. Bilgi, insan yaşamının önüne geçmemeli." diyor. Tarihin bilinen kişilerini kullanarak tarih meraklılarını cezbetmeye kalkışmayan yazar, sevdalarla hemdem daha çok. Geçmişte de, bugün de değişmeyen bir şey var ki o da tüm zayıflıklarına rağmen güçlü görünmeye çalışan sevdalar ona göre.

Yeni kalemlerin aksine mutsuz ve buhranlı değil Fındıklı'nın kahramanları. "Kadını kadınca anlatmak değil derdim. Yanlış yetiştirilmiş erkekler sorunu var toplumda. Kadın, kendi çektiklerini düşünse ve oğlunu dokunulmaz yetiştirmese, ilişkiler bu denli sorunlu olmaz belki de..." diyen yazarın öykülerindeki kadınlarsa mutlu. 'Yağmur damlası maaşlı' İzmir beyefendileri, kadına naif bir karanfil gibi yaklaşıyor hep. Sevdalar dillerin, dinlerin, ırk ve mezheplerin önünde; hesapsız, kitapsız. Kehribar gözlü, tarçın saçlı Raşel ile karanfil boylu mülazım Feridun için hiç mühim değil farklı dinlerden olmaları. Farklı din ve milletlerden kimseleri komşu etmek, dost yapmak, sevdaya düşürmek zaten yazarın isteği; en azından kitapların da.

'Gündüzleri sermayeden yiyorum'

Eskişehir'de doğup büyüyen ve hayatını Ankara'da sürdüren Fındıklı, 1986'dan bu yana TRT Ankara Radyosu'nda dramaturg olarak çalışıyor. Üniversiteden sonraki yıllarda kendi deyişiyle acemice öyküler deneyen yazar, kalemi ciddi ciddi ilk defa radyo oyunları için almış eline. Devlet mikrofonuna radyo oyunları yazmaya devam ediyor. Mikrofonu aracı edip nasıl bir şeyler diyorsa dinleyenine, roman ve öyküde de öyle. Her cümle içine sinsin istiyor. İlk romanını 5 kez baştan yazması bu sebepten. Hem yazar hem okur gözüyle bakıyor yazdığı her bir cümleye ki, okur, sayfaları nasıl çevirdiğini anlamasın... Yalnız bir sıkıntısı var Fındıklı'nın. Gece gündüz kelimelerle hep işi. "Bazen radyoda çok yorulunca evde beni bekleyen öyküme, romanıma devam edecek iştahım kalmıyor. Gece resimle uğraşsam böyle olmazdı mesela..." diyor ve ekliyor: "Gündüz çok güzel cümleler geliyor aklıma bazen. Oyunlarda kullanıyorum. Sermayeden yiyorum yani, kendi öykülerimden..."

'Bugünü hayal bile edemezdim'

Selma Fındıklı, dün akşamki ödül töreninde "Yazar olma hevesiyle elime kalemi aldığımda, böyle bir günü göreceğimi hiç hayal etmemiştim. Bugün, hayalimde yokken kaderimde varmış meğer." diyerek başladı konuşmasına. Radyo oyunlarından öykü ve romana uzanan yazı serüvenini Sait Faik Hikaye Ödülü ile taçlandıran yazar, kendini hâlâ o çizgide görmese de zincire eklenen bir halka olmaktan çok memnun.

Jülide Karahan

12 Mayıs 2007/Zaman

5 Mayıs 2007 Cumartesi

Hepimiz birer küçük zeytin ağacıyız

Sonunda çaldı siyah renkli telefon. Heyecanla beklenen bir hadiseydi bu. Tüm bakışlar telefona ve yakınındaki kişiye çevrildi. Dile kolay, hattın diğer ucunda 74 yaşındaki sanatçı, müzisyen ve barış aktivisti Yoko Ono vardı.


Telefonu açan Ali Akay'ın aklında Ono'nun, "Keşke ben de sergimin açılışına katılabilseydim. Çok merak ediyorum, orayı ve İstanbul'u..." cümlesiyle tekrar tekrar dillendirdiği sevgi ve barış mesajları kaldı. Yoko Ono, İstanbul'daki ilk sergisinin açılışına bizzat katılamasa da sergi süresince ziyaretçilerine bir telefonluk mesafede olacağını duyurmuştu. Sanatçının isteği üzerine galeriye, kendisine tahsis edilen bir telefon yerleştirildi. Ono, istediği herhangi bir zaman numarayı çevirerek ziyaretçileriyle sohbet edebilecek. İki gün önceki açılışta, saatlerce beklemeyi göze alacaklar olduğundan söz ediliyordu.


John Lennon'suz Yoko Ono


Sabancı Üniversitesi Kasa Galeri'ye, Ono'nun önerisiyle 'Açık Şehir' başlığı altında, anlamlarına ziyaretçilerin yardımıyla kavuşacak 9 eser yerleştirildi. Birbirinden hayli uzak üç şehir arasındaki sıkı irtibat sayesinde ve 1 yıllık bir çalışma sonunda gerçekleşen serginin hayal kuran ve bu hayali gerçeğe çeviren isimleri ise Jon Hendricks, Defne Ayas, Aslı Çetinkaya ve Selim Birsel.


John Lennon'suz Yoko Ono'yu tanımak için bir fırsat bu sergi. The Beatles'in kurucularından John Lennon'un, "Dünyanın en ünlü tanınmayan sanatçısı: Herkes ismini bilir; ama kimse ne yaptığını bilmez." dediği Ono, 1933 Tokyo doğumlu. Çocukluğunu savaş döneminde geçiren Ono ile Lennon'un yolu da zamanında böyle bir sergide kesişmiş. Sanatçı, 1966'da Londra'daki bir sergisinin açılışında tanıştığı John Lennon ile evlenince 'The Beatles'ı bitiren kadın' diye anılır olmuş. Hâlâ da öyle anılıyor pek çok kimse tarafından. Yeni albümü 'Yes, I'm a Witch/Evet Ben Bir Cadıyım' ile bu söylentilere cevap veriyor olsa gerek.


12 yaşındayken Japonlardan Pearl Harbour intikamının alınışına tanıklık eden sanatçı, dünyanın akışını belgelercesine doğa, zaman ve su gibi kavramlarla yapıyor 'eylem'lerini. Sergide yer alan fikirlerinin/işlerinin en göze çarpanı 'Eski Şey' ya da 'Çıkış' diye çevrilebilen 'Ex -It'. Galerinin hemen girişinde ziyaretçiyi 50 adet erkek, kadın ve çocuk tabutuyla karşılayan bu yerleştirme, ilkin ürkütse de zeytin ve ıslak toprak kokusuna eşlik eden kuş sesleri oracığa çökmeye itiyor sizi. Tabutların içlerinden filizlenmiş zeytin ağacı fidanları yükseliyor. Üzerlerine toprak atılmadan önce yaşama veya ölüme son kez bakmalarına imkan veriliyor belki de fidanların.


Merdivenlerden bir alt kata inildiğinde heyecanla atan bir yürek sesine küçük el fenerleri ve kartpostallar eşlik ediyor. Karpostalların arkasındaki direktifleri okuyup gerekeni yapmalı; 'seni seviyorum' mesajını tüm dünyaya vermelisiniz. Elinizi çabuk tutun; zira az ötede bir yığın seramik onarılmayı bekliyor. Kırık vazo, tabak ve kâseler bant ve tutkalın yanında iyi niyetle bir araya getirilecek. Ono'nun beklentisi bu yolla barışı onarmanız aslında. Evet, barışı onarmak... Bu küçük katkıdan sonra diğer odaya geçecek ve orada dünya ile karşılaşacaksınız. Dört duvarı dünya haritalarıyla kaplı bir oda bu. Filmlerdeki savaş stratejilerinin belirlendiği odalar gibi değil; burada barış stratejileri belirlenir olsa olsa. Yapmanız gereken 'barışı düşle' ve 'seni seviyorum' yazılı mühürleri haritalarda istediğiniz, gerekli olduğunu düşündüğünüz ülkenin üzerine basmak...


'Hepimiz farklı kaplarda suyuz'


Yoko Ono'nun 1996'dan bu yana dünyanın çeşitli yerlerinde sergilenen dilek ağacı ise galerinin en son odasında. Küçük kâğıtlara dileklerinizi yazıp ağacın dallarına bağlayın. Dilekler İzlanda'da yapım aşamasında olan 'Imagine Peace Tower'a gönderilecek. Siz içeride bunlarla uğraşırken dışarıda, gökyüzünde neler oluyor dersiniz? Köşedeki televizyon ekranına bakarak bunu görebilirsiniz. Binanın tepesinde bir kameradan galerideki televizyona canlı yayın yapılıyor. Mavilik, bulutlar ve belki Karaköylü martılar... Başka bir köşede ise içleri aynı seviyede suyla doldurulmuş 123 ince belli çay bardağı var. Önlerindeki etiketlerde isimleri yazılı. Frida Kahlo, Hrant Dink, Albert Camus, Afife Jale... Yoko Ono'nun deyişiyle, "Sen su / ben su / hepimiz farklı kaplarda suyuz / o yüzden buluşmamız çok kolay / bir gün hep birlikte buharlaşacağız / ama su bitip gittiğinde bile / belki kapları işaret edeceğiz / ve oradaki, işte o benim diyeceğiz / bizler kaplara kafayı takmışız."


Garanti Bankası'nın desteğiyle düzenlenen 'Açık Şehir'e 30 Haziran'a kadar bizzat katılabilirsiniz. Ancak geniş bir zamanda gidin, zira çıkmak kolay olmuyor.


Jülide Karahan


05 Mayıs 2007/Zaman

3 Mayıs 2007 Perşembe

Feshane'de 'çağdaş' bir şeyler oluyor

Feshane'deki neredeyse tüm etkinlikleri takip eden Mesude Teyze, gazetede okumuştu yeni bir fuarın açılacağını. Merak etmiş, serin havaya aldırmadan Rami'den yürüyerek gelmişti. Güvenlik görevlisine "Neler oluyor içeride?" diye sordu.

"Valla, resim sergisi gibi bir şey. Epey resim koydular. Yalnız giriş paralı, 5 YTL." Afişteki 'Art Bosphorus' yazısının anlamını ise görevli de bilmiyordu. Mesude Teyze, para ödemeden içeri giremeyeceğini öğrenince biraz üzüldü; giyim fuarı olsa belki parasına kıyıp gezerdi. Kapıdan içeriye şöyle bir göz atıp evinin yolunu tuttu. Az ilerideki Haliç Cafe'de duran Raşit Abi, "modern sanat sergisi" tanımlamasıyla daha açıklayıcı bilgi verse de onun da aklı bir türlü ermemişti girişin paralı olmasına.

Anlaşılan o ki Eyüp'ün yerlisi 'Art Bosphorus-Çağdaş Sanat Fuarı'na, özellikle de girişin paralı olmasına alışamamıştı. Oysa Feshane, sanat çevresi tarafından yıllardır çağdaş sanat merkezi yapılmaya çalışılıyordu. Geçtiğimiz ay Beral Madra'nın küratörlüğündeki 'Komşularla Konuşmalar' adlı çağdaş sanat sergisine ev sahipliği yaptı; Bakü, Erivan, Beyrut, Kudüs, Tel Aviv, Kahire ve Tahran'dan gelen sanatçıların çalışmalarını ağırladı. Şimdi de bir hafta süresince 'Çağdaş Sanat Fuarı'na ev sahipliği yapacak mekânın sanat çevresince tercih edilme sebebi, Feshane'nin tarihî değerinin yanı sıra, İstanbul'un sanat ve kültür merkezi olmaya aday bir bölgesinde bulunması... Fuar yöneticilerinin, Eyüp'ün yerlisinden görece uzak, uluslararası hedefleri var üstelik. Yaklaşık 50 sanat galerisinin katıldığı fuarı ziyaret edenler, 200'e yakın sanatçının 1000'in üzerinde eserini bir arada görebilecek. Fransa, Almanya, Hollanda, Kore ve Bulgaristan'dan 8 yabancı galerinin de katıldığı Art Bosphorus'ta Fikret Mualla, Abidin Dino, Sabri Berkel, Nejad Melih Devrim, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Abidin Elderoğlu, Burhan Uygur, Nuri İyem, Komet, Şahin Paksoy ve Yavuz Tanyeli gibi çok sayıda usta sanatçının eserleri yer alıyor.

Kafeteryada sanat tartışmaları

Galericiler ve sanatçılar, eserlerini geniş ve aydınlık bir mekânda sergilemekten gayet memnun. Aynı memnuniyet, fuarı gezmeye gelenler için de söz konusu olacağa benziyor. Zira, açılışa daha epey zaman varken bile köşedeki kırmızı tabureli kafeteryada hararetli sanat tartışmaları yapılmaya başlanmıştı. Bu tartışmalar, 5 Mayıs Cumartesi günü saat 16.00'dan itibaren 'Türkiye'de çağdaş sanat ortamı ve genç sanatçılar' ile 'Sanatın bugünü ve yarını' başlıklı panellerle sürecek. İlk ciddi tartışma, açılış öncesinde Genç Sanat dergisi ekibince yapıldı aslında. Temel sorusu 'açılışa neden bu kadar az kişinin geldiği' olan tartışma sonunda bulunan ortak cevap, "Böyle bir açılış hiç 1 Mayıs'ta yapılır mı?" oldu.

Girişte ve kafeteryada bu kadar takıldıktan sonra biraz da içeriden bahsetmek gerek. Pek çok resim sergisi, 'Bunları daha önce bir yerlerde görmüştüm!' cümlesi kurularak gezileceğe benziyor. Zira, Nişantaşı galerilerinde ve yılın ilk yarısında yapılan fuarlarda benzerlerini gördük. Hatta Petite Galeri, eskilere benzer bir köşe seçtiğinden, izleyiciye, 'Acaba daha önceki bir fuarda mıyım?' dedirtiyor. Çokça resim, birkaç da heykel sergisinin arasında Ortaköy Sanat Galerisi'ndeki balıklar dikkat çekiyor. Engin Dalyancı, Bodrum'da cam imalatına izin verilmediğinden eserlerini İstanbul'da yaptığını söylese de balıklar, bunu hiç belli etmiyor. Mekândaki taze boya kokusunun sebebi ise Nazım Hikmet Vakfı Sanat Galerisi sanatçılarının resimlerini oracıkta yapıyor olmaları. Fuarın en önemli sürprizi ise 'Genç Sanatçılar Resim Yarışması'. Konusu ve malzeme tercihi serbest olan yarışmaya 35 yaşını geçmemiş genç sanatçılar katılmış. Kazananlar ödüllerini bugünkü törenle alacak. Sanat Galericileri Derneği ve Ariyel Fuarcılık işbirliğiyle Türkiye sanat yıllığına eklenen 'Art Bosphorus 2007', 6 Mayıs'a kadar, yolu Eyüp Sultan'a düşenleri bekliyor.

Jülide Karahan

03 Mayıs 2007/Zaman